Komünist Manifesto’nun yeniden yayınlanması, ilk bakışta açıklanmaya muhtaç görünebilir. Neredeyse 150 yıl önce yayınlanmış bir kitabın yeniden yayınlanmasına neden gerek olsun ki? Oysa gerçekte Manifesto, en modern kitaplardan biridir. Bu önermenin doğruluğu kolayca gösterilebilir. Aynı konularda bir buçuk yüzyıl önce kaleme alınmış herhangi bir burjuva kitabını inceleyecek olursak, bu türden bir yapıtın ancak tarihsel açıdan ilginç olabileceği, herhangi bir pratik uygulama olasılığı içermeyeceği derhal görülecektir. Oysa bu yapıt, şaşırtıcı ölçüde az sayıda sözcükle günümüzde dikkatimizi dünya ölçeğinde çeken en temel görüngülerin parlak bir açıklamasını yapan derin bir tahlil sunmaktadır.
Komünist Manifesto, ilk kez yayınlandığı 1848’e oranla çok daha fazla günümüz dünyasına ilişkindir. Marx ile Engels’in yazdıkları dönemde, büyük çokuluslu şirketlerin dünyası hâlâ çok uzak bir geleceğe aitti. Buna karşın onlar, “hür teşebbüs” ve rekabetin nasıl kaçınılmaz bir tarzda sermaye yoğunlaşmasına ve üretici güçlerin tekelleşmesine yol açacağını açıklamışlardır. Bu, Marx’ın en parlak ve tartışmasız öngörülerinden biriyken, kapitalizm savunucularının onun bu sorun üzerinde sözüm ona yanıldığını öne süren sözlerini okumak, gerçekten de gülünçtür.
1980’ler boyunca “küçük güzeldir” demek moda olmuştu. Büyük, orta boy ya da küçüğün estetiğinin tartışmasının yeri burası değil, bu konuda herkesin beğenisi kendinedir. Ancak Marx’ın öngördüğü sermaye yoğunlaşması süreci gerçekleşmiştir, gerçekleşmektedir ve son on yılda görülmedik boyutlara ulaşmıştır.
Sürecin açık bir biçimde izlenebileceği ABD’de 500 dev tekel 1994’te tüm gelirin yüzde 92’sine sahipti. Dünya ölçeğinde en büyük 1000 şirket tüm dünya kârının üçte biri tutarında bir gelire sahipti. ABD’de, yüzde 0,5’i oluşturan en zengin aileler tüm insanlara ait mali varlık toplamının yarısına sahiptir. ABD nüfusunun en zengin yüzde biri, ulusal gelirde 1978’de 17,6 olan payını 1989’da yüzde 36,3’e yükseltmişti.
Sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma süreci şimdiye dek görülmedik oranlara erişmiştir. Devralmaların sayısı tüm ileri sanayileşmiş uluslarda bir salgın karakteri göstermektedir. 1995’te devralmaların sayısı tüm rekorları kırdı. Mitsubishi Bankası ve Tokyo Bankası birleşerek dünyanın en büyük bankasını oluşturdular. Chase Manhattan ile Chemical Bank’ın 297 milyar dolarlık ortak rezervle birleşmesi, ABD’ndeki en büyük banka grubunu meydana getirdi. Walt Disney, Capital Cities/ABC’yi satın aldığında, dünyanın en büyük eğlence şirketi çıktı ortaya. Westinghouse CBS’i, Time Warner ise Turner Yayımcılık Sistemleri’ni satın aldı. İlaç sektöründe Glaxo, Wellcome’i satın aldı. Scott Kağıtçılık’ın Kimberley-Clark tarafından satın alınması dünyadaki en büyük kağıt temizlik malzemeleri üreticisini yarattı. Devralma çılgınlığı Avrupa’ya sıçrayarak son birkaç haftada rekor sayılara ulaştı. İsviçre dahi, Holvis kağıtçılık grubu olayında rekabete dayalı devir işlemini ilk kez yaşadı. Britanya’da en büyük oteller zinciri Forte’un, 3,2 milyar sterline rakibi restoran ve eğlence imparatorluğu Granada’yı satın almasında olduğu gibi bir dizi rekabete dayalı devir işlemi yaşandı. Pek çok durumda, böylesi devralmalar her türlü kuşkulu uygulamayla yakından bağlantılıdır: içeriden bilgi sızdırma, hisse fiyatlarında sahtecilik ve Guinness skandalının ortaya koyduğu diğer sahtecilik, hırsızlık ve dolandırıcılık türleri gibi.
Marx ve Engels’in sermayenin yoğunlaşma süreci tahlillerinde haklı olduklarını hiçbir makul kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde kanıtlayacak başka pek çok rakam vermek zor değildir. Bu sermaye yoğunlaşması üretimde büyüme anlamına gelmemekte, tam tersine işaret etmektedir. Her durumda, amaç yeni fabrika ve makinelere yatırım yapmak değil, üretimi arttırmadan kâr marjlarını yükseltmek amacıyla mevcut fabrika ve büroları kapatıp çok sayıda işçiyi işten çıkartmaktır.
İşsizlik felaketi
“İşte bu noktada, burjuvazinin artık toplumda hakim sınıf olamayacağı ve kendi varlık koşullarını tartışılmaz bir yasaymışçasına topluma zorla kabul ettiremeyeceği apaçık ortaya çıkar. Burjuvazi yönetmeye yeterlikli değildir, çünkü kölesine, bu kölelik koşullarında bir hayatı bile sağlayamaz, çünkü kölesinin öyle bir duruma düşmesine yol açar ki, sonunda kölesi onu besleyeceği yerde, o kölesini beslemek zorunda kalır. Toplum artık bu burjuvazinin hakimiyeti altında yaşayamaz; başka bir deyişle, artık burjuvazinin varlığı toplumla bağdaşmaz.” (Komünist Manifesto)
Geçmişteki işçi önderlerinin yanılsamalarının tersine, kitlesel işsizlik geri döndü ve modern toplumu kemiren bir kanser gibi tüm dünyaya yayılıyor. Birleşmiş Milletler’e göre dünyada issizlerin sayısı 120 milyona ulaşmıştır. Ancak bu rakam da, tüm diğer resmi işsizlik istatistikleri gibi gerçek durumu ciddi ölçüde az göstermektedir. Her türlü marjinal “iş”te çalışmak zorunda kalan devasa sayıdaki kadın ve erkeği dahil ettiğimizde dünyadaki işsizlik ve gizli işsizliğe ilişkin gerçek rakam, bir milyarın altında olmayacaktır.
Resmi rakamlara göre yalnızca Batı Avrupa’da 18 milyon işsiz vardır; bu da faal nüfusun yüzde 10,6’sıdır. İspanya için bu oran, yüzde 20’dir. Ancak Avrupa’nın “güçlü adamı” Almanya’da dahi işsizlik, Hitler’den sonra ilk kez 4,5 milyonu bulmuştur. Japonya’da da 1930’lardan bu yana ilk kez işsizlik fırlamıştır. Bir tam istihdam cenneti olarak Japonya imgesi artık geçmişte kaldı. Resmi rakamlara göre Japonya’daki işsizlik yüzde 3’e varmıştır, ancak bu yanlıştır. İşsizlik için diğer ileri kapitalist ülkelerde kullanılan ölçütleri kullanacak olsalar, gerçek oran yüzde 8’in altında olmaz, yüzde 10’u bile bulabilir.
Bu işsizlik işçilerin geçmişte tanış oldukları, resesyon dönemlerinde yükselip, ekonomi belini doğrulttuğunda yok olan türden döngüsel bir işsizlik değildir. ABD’deki mevcut patlama altı yıldan fazla sürdü, ancak dünya işsizliğinde herhangi bir gerileme emaresi gözükmüyor. Gazetelerde her gün yukarıda betimlenen devralmalarla bağlantılı fabrika kapatmalara ve işten çıkartmalara (günümüz jargonunda “küçülme”) ilişkin yeni haberler yer almakta. Bu, döngüsel işsizlik değildir, hatta Marx’ın “yedek işçi ordusu” dediği ve kapitalist bakış açısından geçmişte yararlı bir rol oynayan durum da değildir. Hayır, bu tümüyle yeni bir görüngü, “patlama” olan yerlerde dahi hissedilir sekilde azalmayan kalıcı, yapısal, organik işsizliktir.
Dahası bu işsizlik toplumun geçmişte hiç etkilenmeyen kesimlerini, öğretmenleri, doktorları, hemşireleri, memurları, banka çalışanlarını, bilimcileri, hatta şirket yöneticilerini etkilemektedir. Güvensizlik hali pratikte toplumun neredeyse tümünü kapsayacak ölçüde genelleşmiştir. Marx ve Engels’in yukarıda alıntılanan sözleri harfi harfine gerçekleşmiştir. Burjuvazi her ülkede aynı savaş çığlığını atıyor: “Kamu harcamalarını kısmalıyız!” Bu, Thatcher ile Major’un sloganıydı. Simdi Tony Blair ve sağ kanat işçi liderleri de aynı yolu tuttular. Bu bir rastlantı değildir. İster sağda olsun, ister “sol”da, kapitalist dünyadaki her hükümet, gerçekte aynı politikayı izlemektedir. Bu, tekil politikacı kaprislerinin, cehalet ya da (bundan bolca bulunmasına karşın) kötü niyetin sonucu değil, kapitalist sistemin kendisini içinde bulduğu çıkmazın apaçık bir ifadesidir.
1948’den 1973’e, kapitalizmin yükselişte olduğu dönemde burjuvazi -kısmen ve geçici bir süre için- ilerlemeye devasa bir fren işlevi gören iki temel çelişkiyle mas etmeyi başarabilmişti: üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve ulus-devlet. Kapitalizmin devreye soktuğu üretim araçlarının devasa gücü, bu dar sınırları uzun zaman önce aşmıştır. Mevcut krizin gerçek açıklaması budur. İkinci Dünya Savaşının ardından, burjuvazi, bir yandan Keynesçi bütçe açığı yöntemini uygulayarak, bir yandan da uluslararası işbölümünü görülmedik boyutlarda yoğunlaştırıp dünya ticaretini devasa ölçekte genişleterek bu durumun üstesinden gelmeye çabaladı. Ancak şimdilerde her iki süreç de sınırlarına ulaştı. Sol reformcuların hâlâ savunduğu Keynesçi yöntemlerin uygulanması, her yerde enflasyonda patlamaya ve kapatılmaz açıklara yol açtı. Marx daha Kapital’in sayfalarında kapitalizmin kredi kullanımıyla kendi sınırlarını aşabileceğini göstermekteydi. Ancak Bay Micawber’in pek iyi bildiği gibi, bunun da bir sınırı vardır! Sonuç olarak simdi, “sağlam bir maliye”yi yeniden tesis etme yolunda umutsuz bir çabayla kamu harcamalarını kısıtlayarak sürecin tümünü tersine çevirmek zorunda kaldılar. Bir başka deyişle, 1920’ler ve 1930’lardaki, hatta Marx’ın günlerindeki duruma dönüldü. Bu her yerde sınıf mücadelesinin patlak vermesi için çıkarılmış bir davetiyeydi. Ama yalnızca bundan ibaret değildi.
Devlet harcamalarını kısıtlayarak aynı anda talebi de azaltıyor ve tam da burjuva iktisatçıların dünya ölçeğinde ciddi bir aşırı-üretim (“aşırı kapasite”) sorunu olduğunu itiraf ettikleri bir zamanda tüm pazarı daraltıyorlar. Bu şekilde, önümüzdeki dönemde gelecek okkalı bir durgunluğa hazırlanıyorlar. Bu, geçmiş dönemde kapitalist sistemin kendi sınırlarının ötesine geçmesinin kaçınılmaz sonucudur. Marx’ın da gösterdiği gibi, kapitalistler krizlerini ancak “daha yaygın ve yıkıcı krizlerin yolunu döşeyerek ve krizleri önleyebilecek araçları azaltarak” çözümleyebilirler.
Sosyalizm ve Enternasyonalizm
Son birkaç yılda iktisatçılar, patlamalar ve durgunluklar döngüsünü tümüyle lağvetmelerine olanak sağlayacak bir formül olduğu yanılgısıyla “küreselleşme”den çokça söz etmeye başladılar. Bu düşler Ekim 1997’deki borsa çöküntüsü ve Asya Kaplanları’nın krizleriyle birlikte darmadağın oldu. Bu satırları kaleme alırken, önemli Japon finans şirketi Yamaichi Sigorta Şirketi’nin çöktüğü haberi geldi. Bunun dünyanın geri kalanı üzerinde önemli bir etkisi vardır, zira Japonya’daki mali çöküntü, ABD’yi de bataklığa çekebilir. Asya krizi, ihracatının yüzde 44’ünü bu bölgeye yapan Japonya’yı özellikle sert biçimde etkilemektedir. Borsa çöküntüsünün bir sonucu olarak, Japon bankacılık sisteminin zayıflığı su yüzüne çıkmıştır ve Japonya dünyanın en büyük borç verenidir. Japonya’nın en büyük beş bankasının simdi teknik bakımdan müflis olduğu hesaplanmaktadır. Japonya’nın önde gelen mali gazetesi Nihon Keizai Shimbun’a göre, Japon bankalarının şüpheli alacakları 1,5 trilyon yen dolayındadır. Mali çöküntü tehlikesi The Economist’e (22/11/97) “bir sistem riskinin açıkça mevcut olduğunu” söyleyen Japonya Bankası’nın önemli bir yöneticisi tarafından dahi kabul edilmektedir. Böylesi bir kriz, Japon fonlarının ABD’den büyük ölçekli bir çekilmesine yol açarsa, sonuç felaket olacaktır.
Tüm bunlar, “küreselleşme”nin arka yüzünü ortaya koymaktadır. Kapitalist sistem dünya ekonomisini geliştirdiği ölçüde, belirli bir evrede yıkıcı bir durgunluğun da koşullarını hazırlar. Dünya ekonomisinin bir sektöründeki bir kriz (bu durumda Asya) hızla tüm diğerlerine yayılır. Patlama-çöküş döngüsünü ortadan kaldırmak bir yana, küreselleşme ona daha spazmlı ve evrensel bir karakter kazandırır.
Manifesto’yu okuyan herkes, Marx ile Engels’in bu durumu 150 yıl önce tamı tamına öngördüğünü görebilir. Onlar kapitalizmin bir dünya sistemi geliştirmek zorunda olduğunu anlatıyorlardı. Günümüzde bu tahlil, olaylarca parlak bir biçimde doğrulanmıştır. Günümüzde kimse dünya pazarının yıkıcı egemenliğini inkâr edemez. Gerçekte bu, yasadığımız çağın en belirleyici olgusudur. Bu çağ, dünya ekonomisi, dünya siyaseti, dünya kültürü, dünya diplomasisi ve unutmayalım ki dünya savaşı çağıdır. 20. yüzyıl boyunca kapitalist krizin bir sonucu olarak bunlardan ikisini yaşadık. İkincisi 55 milyon insanin ölümüne ve insan uygarlığının neredeyse yıkımına yol açtı.
Sosyalizm ya enternasyonaldir ya da hiçbir şey değildir. Ancak sosyalist enternasyonalizm ne bir duygusallık ürünüdür ne de yalnızca “iyi bir fikir”dir. Marx ile Engels’in, burjuvazinin tarihsel olarak ilerici kazanımlarından biri olan ulus devletin yaratılışının kaçınılmaz olarak dünya ticaretine yol açacağı yolundaki tahlillerinden çıkmaktadır. Kapitalizm koşullarında üretim araçlarının aşırı gelişmesi, ulus devletlerin dar sınırları içine hapsedilemez ve dolayısıyla en büyüğü dahil tüm kapitalist devletler, gitgide daha büyük ölçüde dünya pazarında yer almaya zorlanmaktadırlar.
Üretici güçlerin dev potansiyeliyle ulus devletin deli gömleği arasındaki çelişki 1914 ve 1939’da dramatik bir biçimde sergilendi. Bu kanlı altüstlükler tarihsel bir bakış açısıyla kapitalist sistemin ilerici misyonunu tükettiğini gözler önüne sermekteydi. Ne var ki, otomatik bir çöküş anlamında kapitalizmin nihai krizi diye bir şey yoktur. Toplumun dönüşümünü gerçekleştirmek için eski sistemin krizde olması yeterli değildir. Kriz ne denli şiddetli olursa olsun, gelir, ayrıcalıklar ve prestij konusunda eski statükonun muhafazasına dayanan güçlü çıkarlar mevcuttur ve bunlar toplumun değiştirilmesi yönündeki tüm girişimlere karşı şiddetle direnirler. Tam da bu nedenden dolayı Marx ve Engels Manifesto’yu soyut bir belge olarak değil, bir eylem çağrısı olarak; bir ders kitabı olarak değil, devrimci partiyi harekete geçirmeye yönelik bir program olarak kaleme aldılar.
Kapitalizmi yıkmak için işçi sınıfının kendisini, sınıf çıkarlarını savunan bir sınıf olarak örgütlemesi gereklidir. Onlarca yıl boyunca tüm ülkelerin, özellikle de ileri kapitalist ülkelerin işçileri güçlü örgütler -partiler ve sendikalar- yaratmışlardı. Ancak bu örgütler boşlukta var olmazlar. Kapitalizmin, özellikle üst katmanlarda yoğun biçimde duyumsanan baskılarına tâbidirler.
Genelde milliyetçiliğin, özellikle de “tek ülkede sosyalizm” denen garip sapmanın iflası, Stalinizmin çöküşünde, hatta ondan da önce Çin ve Rusya bürokrasilerinin dünya pazarlarına katılımında kendini gösterdi. Emperyalizmin doğrudan yönetimine karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan tüm Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleri, dünya ticareti aracılığıyla kendilerini bir kez daha eski efendilerine zincirlenmiş buldular.
Her zeki insan, üretici güçlerin özgürce gelişiminin, tüm ülkelerin ekonomilerinin gezegenimizin kaynaklarının herkesin yararına uyumlu bir şekilde kullanılmasına olanak sağlayacak ortak bir plan vasıtasıyla birleştirilmesi gerektiğini kavrayabilir. Bu öylesine aşikardır ki, sosyalizmle bir ilişkisi olmamakla birlikte, insan soyunun üçte ikisinin yasadığı karabasan benzeri koşullara öfke duyan ve çevresel yıkımı kaygıyla izleyen bilim insanları ve uzmanlar tarafından kabul edilmektedir. Ne yazık ki, dünya ekonomisine hükmeden ve hesaplarını insanlığın refahı ya da gezegenin geleceği üzerine değil, yalnızca açgözlülük ve kârı her türlü kaygının üzerinde tutan çokuluslu şirketlerin çıkarlarıyla çeliştiğinden, onların iyi niyetli tavsiyeleri sağır kulaklara çarpmaktadır.
20. yüzyılın son on yılında, küreselleşme üzerine tüm laflara karşın, ulusal çelişkiler her zamankinden daha yoğundur. On yıl önce ABD GSMH’sinin yüzde 6 kadarını ihraç ederdi. Simdi bu oran yüzde 13’e ulaşmıştır ve Washington 2000 yılında bu ihracatı yüzde 20’ye yükseltmeyi planlamaktadır. Bu, başta Japonya olmak üzere, dünyanın geri kalanına savaş ilanı anlamına gelmektedir; söz konusu olan savaş askeri değil ticaridir. Doğru, eskiden de ABD ile Japonya arasındaki çelişkiler her an bir savaşa yol açabilirdi. Ancak nükleer silahların varlığı artık başlıca kapitalist devletler arasında savaş olasılığının ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla mevcut kriz, 1914 ya da 1939’da olduğu gibi çözülemez. Askeri çatışmaların olmadığı durumda, her bir kapitalist ülke içindeki çelişkiler daha da yoğunlaşacaktır. Yönetici sınıf, krizin tüm yükünü işçi sınıfının omuzlarına yüklemenin dışında bir seçenek görmemektedir.
Manifesto yazarları, şu satırlarında inanılmaz bir öngörüyle tüm ülkelerdeki işçilerin şimdi yaşadığını önceden görmüşlerdir:
“Makinenin geniş ölçüde kullanılması ve işbölümü yüzünden, proleterlerin çalışması tüm bireysel niteliğini, ve dolayısıyla, çalışan için tüm çekiciliğini yitirmiştir. İşçi makinenin bir uzantısı olmuştur; ondan istenen ancak, en basit, en can sıkıcı, en kolayca edinilebilen bir beceridir. Bu yüzden de, bir işçinin üretiminin maliyeti, hemen hemen tümüyle, yaşamını ve neslini sürdürmesi için gereksindiği zorunlu geçim araçlarından ibarettir. Ama bir metanın, dolayısıyla emeğin fiyatı, üretim maliyetine eşittir. Onun için, işin çekiciliği azaldığı oranda ücret de azalır. Öte yandan, makine kullanılması ve işbölümü arttıkça, aynı oranda, ya iş saatlerinin uzamasıyla ya belirli bir zamanda yapılan işin artmasıyla ya da makinenin daha hızlandırılmasıyla vb. işin de ağırlığı artar.” (Komünist Manifesto)
Günümüzde ABD Marx’ın zamanındaki Britanya’nın konumundadır, yani en gelişmiş kapitalist ülkedir. Kapitalizmin genel eğilimleri en açık biçiminde burada ortaya çıkmaktadır. Son yirmi yıl içinde Amerikalı işçilerin gerçek ücretlerinde yüzde 20’ye varan oranda bir düşme gerçekleşmiş ve buna çalışma saatlerinde yüzde 10’luk bir artış eşlik etmiştir. Bu şekilde, mevcut patlama, işçi sınıfı pahasına gerçekleşebilmiştir. Günümüzde bir Amerikalı işçi her yıl ortalama 168 saat fazla mesai yapmaktadır ki, bu da aşağı yukarı bir aylık fazla çalışma anlamına gelir. Bu durum, özellikle günde dokuz saat, haftada altı günlük çalışmanın norm olduğu otomobil sanayiinde geçerlidir. Amerikalı sendikalara göre, çalışma haftası yalnızca bu sektörde 40 saatle sınırlı olsaydı, 59.000 yeni iş yaratılabilirdi.
Time dergisinde çıkan bir makaleye göre (24/10/94): “İşçiler, ekonomik gelişmenin kendileri için yorgunluktan tükenme anlamına geldiğinden yakınmaktadır. Amerikan sanayiinde şirketler, ABD’li işçilerden azami verim elde edebilmek için fazla mesai uyguluyorlar: ortalama iş haftası günümüzde rekor düzeydeki 42 saate yaklaşıyor; bu ise haftada yaklaşık 4,6 saat fazla mesai anlamına gelmekte.” Aynı makalede, personel sayısında azaltma nedeniyle günde ortalama 4 saat fazla mesai yapan ve her üç hafta sonundan birinde çalışan Fibre Optics işçisi Joseph Kelterborm’un durumuna değinilmekte: “Eve döndüğümde”, diye yakınıyor, “yapmaya zaman bulduğum tek şey, bir duş yapıp bir şeyler atıştırdıktan sonra biraz uyumaktan ibaret; bir süre sonra yeniden kalkıp işbaşı yapma zamanı geliyor.”
Fazla mesainin neden olduğu aşırı baskılar, gerçek ücretlerdeki düşüş, artan üretim hızı, vb. işçi sınıfı ailelerinin yaşam kalitesini ciddi bir biçimde etkiliyor. Başka ülkelerde olduğu gibi ABD’de de doğum oranları, 1960’lardaki aile başına 2,5 çocuktan, 1980’lerin sonunda 1,8’e düştü. Boşanma sayısı 1970’lerde ikiye katlandı; 1980’li yıllarda evliliklerin yüzde 60’ı boşanmayla sonuçlanmaktaydı. 1980’lere dek uzayan yasam süresi dahi günümüzde duraklamada.
Aynı durum, Thatcher hükümeti döneminde sanayide 2,5 milyon iş kaybı olmasına karşın üretim düzeyinin korunduğu Britanya’da da söz konusudur. Bu, yeni makineler sayesinde değil, Britanyalı işçilerin aşırı sömürüsü sayesinde gerçekleştirilmiştir. 1995’te genel sağlık müdürü Kenneth Calman, “iş güvencesi yitimi, strese bağlı hastalıkların salgın haline gelmesine yol açtı” demektedir.
1994’te Britanya’da 175 milyon işgünü hastalık nedeniyle yitirildi: işçi başına yaklaşık sekiz işgünü. İlaç reçetelerinin sayısı bir yılda (1995) 11,7 milyona çıktı. TGWU’nun gazetesi The Record, “Stres, trafik sıkışıklığı ve kirlilik Britanya’da profesyonel sürücüleri öldürüyor” demektedir. Sendikanın yaptığı bir incelemeye göre, sürücülerin yüzde 30’u direksiyon başında uyuyakaldıkları ve bunun sonucunda içlerinden yaklaşık yüzde 45’inin de kaza yaptığı ortaya çıkmıştır. Benzeri örnekler başka herhangi bir kapitalist ülkeden de verilebilir.
Marx’ın yöntemi
Manifesto’da yapılan öngörülerin şaşırtıcı isabeti rastlantı olmayıp, Marksizmin bilimsel yönteminden, tarihe uygulanmış haliyle tarihsel maddecilik olarak bilinen diyalektik maddecilikten kaynaklanmaktadır. Marksist tarih kuramının temeli, onların Kutsal Aile ve Alman İdeolojisi gibi erken yapıtlarında atılmıştı.
Sosyalizm ve komünizmin Marx ve Engels ile başlamadığını aklımızdan çıkartmamalıyız. Onlardan önce de ortak mülkiyete dayalı sınıfsız bir toplum fikrini savunan büyük düşünürler vardı: Robert Owen, Fourier, Saint Simon ve diğerleri. Thomas More komünist bir toplumu betimlediği ünlü kitabi Ütopya’yı daha 16. yüzyılda kaleme almıştı. Ondan da önce, ilk Hıristiyanlar, özel mülkiyeti kati bir biçimde dıştalayan cemaatler halinde örgütlenmişlerdi.
Marx ile Engels tüm bu eğilimleri ütopyacı sosyalizm olarak nitelerken, kendi savundukları bilimsel sosyalizmin oldukça farklı olduğunu vurguluyorlardı. Farklılık nerede yatmaktadır? Ütopyacılar için sosyalizm iyi bir fikirden, insanların vaazlarla ikna edilebileceği, ahlaksal bakımdan arzu edilir bir şeyden ibaretti. Bu açıdan bakıldığında, eğer haklı olsalardı, yeni bir toplum iki bin yıl önce de yaratılabilirdi; ve kuskusuz bu, insan soyunu pek çok sorundan kurtarırdı!
Ancak Marx ve Engels sosyalizmin üretici güçlerin -sanayi, tarım, bilim ve teknoloji- gelişmişlik düzeyiyle bağlantılı maddi bir temeli olduğunu açıklamışlardır. Tarihsel maddecilik tarihsel gelişimin son tahlilde bunların gelişmesi üzerine temellendiğini açıklamaktadır. Doğruluğu tüm insanlık tarihinde açıkça görülen bu olumlama Marksizmi çarpıtanlar tarafından en keskin saldırılara uğratılmıştır. Ancak saldırılan gerçekte Marx ve Engels’in fikirleri değil, onların kaba bir karikatürü, Marksizmde “herşeyin ekonomiye indirgendiği” yolundaki saçma anlayıştır. Manifesto yazarları bu saçmalığı, Engels’in Bloch’a mektubunda da görebileceğimiz gibi, pek çok kez yanıtlamışlardır:
“Tarihin maddeci kavranışına göre tarihte belirleyici unsur, son tahlilde gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Bunun ötesini ne Marx ne de ben ileri sürmüş değiliz. Bu nedenle, eğer biri bunu iktisadi unsurun tek belirleyici unsur olduğu seklinde çarpıtırsa, onu anlamsız, soyut ve garip bir tümceye dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ancak üstyapının çeşitli unsurları, sınıf mücadelesinin ve sonuçlarının siyasal biçimleri, zafer kazanan sınıfın kurduğu yapılar vb., yasa biçimleri ve sonra tüm bu mücadelelerin savaşanların beyinlerindeki yansımaları: siyasal, yasal, felsefi kuramlar, dinsel fikirler ve bunların dogma halindeki gelişimleri, tüm bunlar da tarihsel mücadelelerin akışını etkilerler ve pek çok durumda, biçimlerinin belirlenmesinde ağır basarlar.”
Din, siyasa, ahlak, felsefe vb.nin de tarihsel süreçte bir rol oynadığı aşikardır. Ancak son tahlilde verili bir toplumsal-iktisadi sistemin başarısı insanların temel gereksinimlerini karşılama yetisine bağlıdır. Erkekler ve kadınlar dinsel, siyasal ya da felsefi fikirleri geliştirmeden önce, yemeye, giyinmeye ve başlarının üzerinde bir çatı olmasına ihtiyaç duyarlar. En erken çağlardan bu yana, insanlar bu gereksinimlerini karşılamak için mücadele etmek zorunda kalmışlardır ve günümüzde dahi bu, insanlığın büyük çoğunluğu için geçerlidir.
Tarihin verili bir anında, tarihsel olarak toplumun sınıflar halinde bölünmesine denk düsen işbölümü ortaya çıkar. Bu, ileri doğru büyük bir atılımı temsil etmektedir; ilk kez çalışmak zorunluluğundan kurtulan bir sınıf tarafından el konulan bir artı ürünün yaratılmasına olanak sağlamıştır; başkalarının emeğiyle geçinen egemen bir sınıftır bu: bu “ötekiler” antikitede kölelerdi; daha sonra feodalizm altında serfler ve nihayet kapitalizm altında işçi sınıfı oldu.
Kendisiyle bağlantılı tüm dehşetlere, adaletsizliklere ve acılara karşın, sınıflı toplumun, Marksist açıdan, yani ahlakçı değil de bilimsel bir bakış açısıyla tarihsel bir meşruiyeti vardı ve toplumun ileri götürülmesinde ilerici bir rol oynamıştı. Yunanistan ve Roma’da bilim, sanat ve felsefenin en parlak başarıları, unutmayalım ki, Romalıların, “instrumentum vocale” -sesli alet- dedikleri kölelerin emeği üzerine temellenmekteydi (patronlar açısından modern işçinin gerçek durumu da pek farklı değildir). Sömürülen sınıfların emeğiyle üretilen artı, bir sömürücü azınlığı özgürleştirmeye yeterliydi; ancak kölelikleri üretim araçlarının gelişiminin olanaklı kıldığı uygarlığın yükselmesinin ön koşulu olan çoğunluğu özgürleştirmeye yeterli değildi.
Marx ve Engels insanlık tarihinin gelişimini açıklamaya muktedir çok önemli bir toplumsal gelişim yasasını keşfetmişlerdi. Verili bir toplum biçiminin üretici güçleri geliştirdiği ölçüde hayatta kalabileceğini, hiçbir toplumun içerdiği gelişim potansiyelini tüketene dek yok olmayacağını söylüyorlardı. Bu anlamda, canlı bir organizmayla da karşılaştırılabilecek olan bir toplumsal-iktisadi sistem, pazar ekonomisinin genetik temeline ilişkin gülünç iddialarda bulunan kapitalizm savunucularının bizi inandırmaya çalıştığı gibi, statik ve her zaman sabit bir şey değildir. Diğer tüm toplumsal sistemler gibi kapitalizm de doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış, ardından sınırlarına erişmiştir ve şimdi ölümcül bir çöküşe geçmiştir.
Bu bilimsel bakış açısını bir kere benimsediğimizde, ilk kez tarihi salt rastlantıyla belirlenen anlamsız ve tutarsız bir olaylar zinciri, ya da (tarihte öznel etkenin verili koşullarda belirleyici rol oynayabilmesine karşın) “büyük insanlar”in faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, doğanın tüm diğer alanları gibi anlaşılabilir yasalarla yönetilen bir süreç olarak anlamak mümkün hale gelir.
Charles Darwin’in türlerin değişmez olmadığı ve bir geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekleri bulunduğu, değişip evrimleştikleri yolundaki açıklaması gibi, Marx ile Engels de verili toplumsal sistemin sonsuza dek sabit bir şey olmadığını söylüyorlardı. Bu her çağın yanılsamasıdır. Her toplumsal sistem, insanlar için olası tek bir varoluş tarzını temsil ettiğini, kurumlarının, dininin, ahlakının söylenebilecek son söz olduğunu savlar. Günümüzde burjuvazi ve özürcülerinin, tümüyle temelsiz bir biçimde, -tam da batmaya başladığı bir dönemde- “hür teşebbüs” sisteminin, yegane mümkün sistem olduğunu söylerken bize göstermeye çalıştıkları tam da budur.
Reform ve Devrim
“Evrim” fikri bugünlerde genel olarak kabul görmektedir. Darwin’in, kendi gününde son derece devrimci olan fikirleri, neredeyse doğal hakikatler olarak kabul ediliyor. Ne ki evrim genelde kesinti ya da şiddetli altüstlüklerden yoksun yavaş ve tedrici bir süreç olarak kavranılmakta. Siyasette bu tip argümanlar sıkça reformizmin haklı çıkarılmasında kullanılmaktadır. Ne yazık ki, bu savunu, bir yanlış anlama üzerine temellenmiştir. Bizzat Darwin tarafından anlaşılmadığından, bu pek şaşırtıcı da değildir. Ancak son on yıllarda, kesintili denge kuramını formüle eden Stephen J. Gould’un paleontoloji alanında gerçekleştirdiği buluşlarla birlikte, evrimin tedrici bir süreç olmadığı anlaşılmıştır. Herhangi büyük bir değişimin gözlenmediği uzun sürelerin ardından, verili bir anda evrim hattı bir patlamayla kırılmakta ve gerçek bir biyolojik devrim, bazı türlerin tükenmesine, diğerlerinin ise hızlı biçimde yükselişine yol açmaktadır.
Toplum ile doğa arasındaki analoji, kuskusuz yaklaşıktır. Ancak tarihin en yüzeysel incelemesi dahi, tedrici yorumun temelden yoksun olduğunu göstermektedir. Tıpkı doğa gibi toplum da yavaş ve tedrici değişimin ardından, değişim sürecinin son derece hızlandığı, patlayıcı gelişmelerle -savaşlar ve devrimler- hattın kırıldığı anlar yaşar. Gerçekte tarihsel gelişimin ana motor gücü işlevini görenler, bu olaylardır. Ve devrimin kaynağındaki neden belirli bir toplumsal-iktisadi sistemin sınırlarına erişmesi ve üretici güçlerini eskiden olduğu gibi geliştirememesidir.
“Şimdiye dek varolan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelesinin tarihidir” demektedir Manifesto, en ünlü cümlelerinden birinde. Ama sınıf mücadelesi nedir? Emekçi sınıfın ürettiği artının bölüşümü mücadelelerinden başka bir şey değildir. Ve bu mücadele, üretici güçlerin, yoksulluk ve ürün kıtlığının yalnızca ayrıcalıklı bir azınlık için değil, herkes için ortadan kalkmasına olanak sağlayacak bir gelişkinlik düzeyine erişmesine dek hep kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle sosyalizm insanlar istediği sürece her an gerçekleştirilebilecek “iyi bir fikir” değildir. Sosyalizmin sanayi, tarım, bilim ve teknolojinin gelişkinlik düzeyi üzerinde yükselen maddi bir temeli vardır.
Daha 1845-1846 arasında kaleme alınan Alman İdeolojisi’nde Marx ile Engels “... üretici güçlerin bu gelişimi (ki bu bizzat insanın yerel değil, dünya-tarihsel düzeyde fiili ampirik varoluşu anlamına gelir), mutlak olarak gerekli pratik bir öncüldür, çünkü bu olmaksızın kıtlık genel bir hal alır ve yoksullukla birlikte zorunlu ihtiyaçlar için mücadele ve diğer tüm eski pis işler yeniden üretilir...” demekteydi.
Marx ve Engels “tüm eski pis işler” tümcesiyle eşitsizlik, sömürü, baskı, yozlaşma, bürokrasi, devlet ve sınıflı topluma içkin diğer tüm kötülükleri kastetmektedir. Günümüzde, Rusya’da Stalinizmin çöküşünden sonra, sosyalizm düşmanları Marksizmin fikirlerinin hayata geçirilemeyeceğini göstermeye çabalıyorlar. Rusya’nın 1917 öncesinde günümüzdeki Hindistan’dan daha geri olduğu gerçeğini, bu küçük ayrıntıyı ise atlıyorlar. Marx’ın yazılarını iyi bilen Lenin ve Bolşevikler Rusya’da sosyalizmin maddi koşullarının bulunmadığını bilmekteydiler. Ancak ne Lenin ne de Troçki hiçbir zaman, en azından Rusya gibi geri bir ülkede ulusal bir devrim ya da “tek ülkede sosyalizm” fikrini taşımamışlardı.
Bolşevikler 1917’de iktidarı bir dünya devrimi perspektifiyle ele geçirdiler. Ekim Devrimi, kapitalizmi kurtaran sosyal demokrat önderlerin korkakça ihaneti olmasa devrimin başarılı olabileceği Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın geri kalanı için güçlü bir itilim olmuştu. Dünya bu suçun bedelini, savaşlar arasındaki yirmi yılın iktisadi ve toplumsal altüstlükleri, Almanya’da Hitler’in zaferi, İspanya’da iç savaş ve nihayet yeni dünya savaşının dehşetleriyle, çok ağır ödedi
1945’ten sonra tüm olanları irdelemenin yeri burası değildir. Kapitalizm en azından Batı Avrupa’nın ileri kapitalist ülkeleri, Japonya ve ABD’de bir süreliğine, önceden sözü edilen yollarla göreli bir istikrar sağlamayı başarmıştır. Ancak bu dönemde dahi temel çelişkiler ortadan kalkmış değildir. İnsan soyunun üçte ikisi için bunlar açlık, sefalet, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağıydı. Ne var ki, en azından sanayileşmiş ülkelerde tam istihdam, refah devleti ve yaşam standartlarında genel bir yükselme söz konusuydu.
Tüm bunlar, (hem sağdaki hem de soldaki) işçi liderlerinin, kapitalizmin artık sorunlarını aştığı, kitlesel işsizliğin geride kaldığı, sınıf mücadelesinin sona erdiği ve (tabii ki) Marksizmin aşıldığı yolundaki fikirlerine inandırıcılık kazandırdı. Bu fikirler günümüzde ne denli ironik gözüküyor! OECD ülkelerindeki 30 milyonu aşkın işsiz ve işçilerin yaşam standardına her yerdeki şiddetli saldırılarla, sınıflar arasındaki çelişki giderek daha fazla yoğunlaşmaktadır. Avrupa’da Fransa, Almanya, İspanya, İtalya, Belçika’da grevler birbirini izlemektedir. ABD’de UPS işçilerinin görkemli grevi zaferle sonuçlandı ve Amerikalı işçilerin daha yüksek kârlar uğruna düşük ücretleri ve kötü koşulları daha fazla kabule yanaşmadığı yolunda bir uyarı oluşturdu. Britanya’da da 18 yıllık Tory yönetiminin ardından İşçi Partisi hükümetinin kurulması toplumun ruh halinde köklü bir değişikliğin göstergesiydi.
“Toplumsal varlık bilinci belirler.” Bu da tarihsel maddeciliğin temelini oluşturan bir başka derin fikirdir. Er ya da geç toplumsal koşullar insanların bilincinde bir değişimi gündeme getirecektir. Ne var ki, toplumda gerçekleşen süreçlerle bunların erkeklerin ve kadınların bilincine yansıyış tarzı arasındaki ilişki otomatik değildir. Bu böyle olsaydı, uzun zamandır sosyalizmi yaşıyor olurduk! “Normal” dönemlerde insanlar bildik şeylere tutunurlar. Alışkın oldukları fikirlere, ahlaka, kurumlara, partilere ve liderlere inanmayı yeğlerler.
Engels bir keresinde tarihte 20 yılın birbirinin benzeri günler gibi geçtiği dönemlerin yanı sıra, 20 yıllık tarihin 24 saate sıkıştığı dönemlerin olduğunu söylemişti. Uzun bir süre boyunca hiçbir şey değişmiyormuş gibi görünür. Ne var ki, görünüşteki devinimsizliğin altında, devasa bir hoşnutsuzluk, kızgınlık, düş kırıklığı ve öfke birikir. Verili bir anda, bu bir toplumsal patlamayı kışkırtacaktır. Kriz anlarında insanlar kendileri için düşünmeye, özgür erkekler ve kadınlar gibi davranmaya, edilgin kurbanlar gibi değil, aktif aktörler gibi hareket etmeye başlarlar. Örgütlü ifade araçları yaratmaya çabalar, toplumu değiştirme çabasıyla, sendikalarında ve kitle partilerinde etkinleşirler.
Manifesto’da yeterince anlaşılmayan önemli bir bölümde şunlar denilmektedir:
“Komünistler bir bütün olarak proleterlerle nasıl bir ilişki içindedirler? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı duran ayrı bir parti oluşturmazlar. Bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarının dışında ve ayrı çıkarları yoktur. Onlar, proletarya hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak kendilerine özgü sekter ilkeler ileri sürmezler.
“Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden ancak şöyle ayrılırlar: 1) Ayrı ayrı ülkelerin proleterlerinin ulus ölçüsündeki savaşımlarında, her türlü ulusallıktan bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarını gösterir ve öne çıkartırlar. 2) İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, bir bütün olarak hareketin çıkarlarını temsil ederler.
“Bu nedenle komünistler, hem uygulamada her ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve kararlı, bütün ötekileri ileriye iten bölümüdür; diğer yandan, büyük proletarya yığını üstünde, proletarya hareketinin yürüyüş çizgisini, koşullarını ve en sonunda ulaşacağı genel sonuçları teorik olarak anlama üstünlüğüne sahiptirler.” (Komünist Manifesto)
Bu satırlar son derece önemlidir, çünkü her zaman yola, bizim arzu ettiğimiz haliyle değil de, olduğu haliyle işçi sınıfının gerçek hareketinden çıkan Marx ve Engels’in yöntemini göstermektedirler. Bu yöntem, işçi hareketinin saçaklarında sürünen o “devrimci” tarikatların kısır sekterliğinin binlerce ışık yılı uzağındadır.
Marksistler için parti öncelikle program, fikirler, yöntemler ve gelenekler anlamına gelir, ancak ondan sonradır ki bu fikirleri işçi sınıfına taşıyacak bir örgüttür. İşçi sınıfı, tarihi boyunca çıkarlarını savunmak ve toplumu değiştirmek için kitle örgütleri kurmuştur. Sendikalardan başlamak üzere belirli dönemlerde sınıfın temel örgütleriyle birlikte işçiler, kendinde ve kendisi için kısmi iktisadi talepler uğruna mücadelenin yetersiz olduğunu anlamaya başlarlar. Günümüz koşullarında bu sonuç tümüyle kaçınılmazdır. Kapitalizm koşullarında ilerlemek için gündelik mücadele olmaksızın sosyalist devrim olanaksızdır. İşçi sınıfı grev ve gösterilerle kendi gücünü öğrenir ve bilincine varır. En sağlam ve başarılı grev dahi, işçi sınıfının karşısındaki temel sorunları çözümleyemez. Dahası, her başarılı greve karşılık, çok sayıda yenilgi vardır. Mücadele zaferle sonuçlansa dahi, ücret artışları zamanla enflasyon önünde erimektedir. Kapitalistler bir elleriyle verdiklerini öbür elleriyle geri almaktadırlar. Kapitalist kriz dönemlerinde, Blair hükümetinde de tanık olduğumuz üzere, reformlar yerini karşı-reforma bırakır. Bunun kendine özgü bir mantığı vardır. Kapitalist sistem kabul edilecekse, yasaları da kabul edilmelidir. İşsizlik, özelleştirmeler, sosyal harcamalardaki kesintiler, tümü kapitalizmin genel krizinden kaynaklanmaktadır. Bu, önemli olmakla birlikte, yalnızca sınai eylemle çözümlenemeyecek siyasal bir sorundur. Sendikal faaliyetin sınırlarının ötesine, siyasal mücadele alanına geçmek gerekir.
Sendikalar ve kitlesel işçi partileri işçi sınıfı tarafından kuşaklar boyu mücadele ve özveriyle kuruldu. Tüm tarih işçilerin pratikte tekrar tekrar sınamadan geleneksel kitle örgütlerini terk etmeyeceklerini göstermektedir. Neredeyse yüzyıl kadar önce, sendikalar işçi sınıfını Parlamentoda temsil etmek üzere İşçi Partisini kurdular. İşçi Partisi sendikaların siyasal ifadesi olarak kurulmuştu. Ancak kitle örgütleri boşlukta var olmazlar. Elinde güçlü ikna araçları -basın, televizyon, Kilise ve İşçi Partisi temsilcileri üzerinde baskı kuracak, etkileyecek ve yozlaştıracak daha bin bir yol- bulunan egemen sınıfın sürekli baskısı altındadırlar. Yakın zaman önce patlak veren, bir iş adamının İşçi Partisine bir milyon sterlin bağışlaması skandalı, çok büyük bir aysbergin yalnızca tepesidir. İş adamları bu tip bağışları boşuna yapmazlar! Mevcut çürümeyi hesaba katmasak dahi, büyük sermayenin İşçi Partisi liderleri üzerindeki baskısı muazzamdır. Kapitalist sistemi yürekten benimsediklerinden, sağ kanat önderlerin bu tip baskılara uyarlanmalarında bir sorun olmamaktadır. Tam da çökmeye başladığı sırada “Pazar”a övgüler düzmeye başlamaları gerçekten de ironiktir. İşçi Partisi’nin sağ kanat önderleri kendilerini körlemesine artık mevcut olmayan bir kapitalizme dayandırmaya çabalamaktadır. Onlar geleceği değil, geçmişi temsil ediyor. Kendilerini büyük gerçekçiler olarak görseler de, gerçekte en kötüsünden ütopyacılardır. İşçi Partisi üzerindeki denetimleri önümüzdeki dönemde olaylar tarafından kırılacaktır.
Ancak sol reformistlerin konumu da bundan iyi değildir. Sağın izlediği karşı-reform politikasına haklı olarak karşı olmalarına rağmen, pratikte gerçek bir alternatif sunmamaktalar. Kapitalist sistemi kabul ederken, onun daha şefkatli, kibar bir tarzda islemesini istiyorlar. Bu, bir kaplanın et değil de ot yemesini istemek gibidir! Dünyadaki tüm hükümetler aynı kesinti politikasını izliyorsa, bu onların seçimi değil, kapitalizmin derin bir krizde olduğunun ifadesidir. Keynesçi bütçe açığı politikasına dönüş, enflasyonda patlamaya yol açar. Ve işçi sınıfı için enflasyon ile deflasyon arasındaki seçim, kırk katır ile kırk satır arasında seçim yapmak anlamına gelmektedir. Ne birini ne de diğerini istiyoruz; bizim istediğimiz, tek gerçek çözüm olan, toplumun sosyalist dönüşümüdür.
Marx ve Engels Manifesto’yu kaleme aldıklarında biri 29, diğeri 27 yaşlarında iki genç adamdılar. Kara bir gericilik döneminde yazıyorlardı. İşçi sınıfı görünüşte hareketsizdi. Manifesto, yazarlarının siyasal sığınmacı olarak kaçmak zorunda kaldıkları Brüksel’de kaleme alınmıştı. Ancak Komünist Manifesto’nun gün yüzü gördüğü Şubat 1848’de Paris sokaklarında devrim patlak vermişti ve izleyen aylarda bir yangın gibi tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştı.
Toplumu değiştir
Eğer tarihin bize öğreteceği bir şey varsa o da şudur: hiç kimse ya da hiçbir şey işçi sınıfının toplumu değiştirme yönündeki kendiliğinden isteğini yok edemez. Evet, 1848 devrimi, Paris Komünü, ve simdi de Rusya’da Ekim Devriminin son kalan kazanımlarının nihai tasfiyesi gibi çok sayıda trajik yenilgi yaşanmıştır. Ancak, bu durumların her birinde, işçiler her geri adımın etkisinden sıyrılmayı başarmışlar ve mücadele yoluna geri dönebilmişlerdir, çünkü başka seçenekleri yoktur. Geriye bakıldığında, yenilgilerin en ağırı dahi işçi sınıfının nihai kurtuluşu için uzun erimli savaşımında evrelerden biri olarak gözükmektedir.
Ancak tarih bize bir başka şey daha öğretiyor. Başarmak için savaşmaya istekli olmak yeterli değildir. Bilimsel bir program ve perspektifle donanmış, bilinçli bir mücadele gereklidir. Bu olmazsa zafere ulaşamayız. Böyle şeyler gökten zembille inmez. Kitleler mevcut düzene meydan okumak üzere harekete geçtiklerinde program, taktikler ve stratejiyi doğaçlama geliştirmek mümkün değildir. Bunlar, yalnızca Britanya’da değil, Avrupa’da ve tüm dünyada yaklaşan dramatik olaylar için önceden hazırlanmalıdır.
Muarızlarının tüm çabalarına karşın, günümüzde Marksizm hem günümüz toplumunun doğru bir tahlili, hem de onu değiştirmeye yönelik bir mücadele programı olarak tüm geçerliliğini korumaktadır. Şu ya da bu ayrıntı değişmiş olabilir; ancak Komünist Manifesto’nun fikirleri, temelde ilk günkü geçerliliğini korumaktadır. Gerçekte bu fikirler bugün bazı bakımlardan daha da doğrudur. 1848 devrimi tüm Avrupa’yı kasıp kavurmakla birlikte, dışarıda pek az yankılandı. 1917 Ekim Devriminden doğan büyük devrim dalgası yalnızca Avrupa’yı değil, Çin, Hindistan, İran ve Türkiye’yi etkiledi. Ancak günümüzde, tüm yerkürenin dünya kapitalizmi tarafından iç içe örülmesi, çok daha dramatik bir gelişmenin zeminini hazırlıyor. Karşılıklı ilişkiler o dereceye vardı ki, işçi sınıfının herhangi önemli bir ülkedeki zaferinin kısa sürede kapitalizmin bir ülkeden diğerine birbiri ardı sıra yıkılmasına yol açacağını ve böylelikle de sosyalist bir Britanya, sosyalist bir Avrupa Birleşik Devletleri ve tüm dünyanın Sosyalist bir Federasyonunun zeminini oluşturacağını güvenle öngörebiliriz.
Londra, 26 Kasım 1997
[Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır.]
link: Alan Woods, Komünist Manifesto'nun 1997 Baskısına Önsöz, 26 Kasım 1997, https://marksist.net/node/1377
Bir Kez Daha “Marksizmin Krizi” Üzerine
Küreselleşme: Altı Soru, Altı Cevap