Komintern’in İlk Dört Kongresi Döneminde Ulusal Sorun
Lenin dönemindeki Komintern kongrelerinde ve tartışmalarında, ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşuna ilişkin genel bir yaklaşım ortaya konuldu. Fakat sömürge olmaktan çıkmış, ulus-devletini kurmuş, siyasal bağımsızlığa sahip, ancak mali bakımdan emperyalizme bağımlı az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proleter mücadelelerin izleyeceği yol ve yöntemlere ilişkin yeterli bir açıklık getirilemedi. Ezilen ulus denildiğinde kastedilenin ne olduğu, bağımlı ülke kavramının birincisinden farklılığı ve benzeri çeşitli sorunlar, yeterince çözümleyici açılımlar getirilemeden öylece kaldı. Bu tür eksiklikler ve ilerleyen yıllarda Stalinizmin teoride yaptığı tahrifat, söz konusu sorunlarda doğru tutum alınmasını zorlaştıran önemli boşlukların doğmasına neden oldu.
Komintern’in başlangıç dönemi, pek çok güçlüğün ve devasa sorunların üst üste yığıldığı yılları kapsar. III. Enternasyonal’in kuruluşu, Ekim Devrimi sonrasında Bolşeviklerin iç savaşla boğuştuğu, Avrupa’da devrimin başarıya ulaşmadığı, kuruluş öncesinde yeterli bir ön hazırlığın olmadığı, dünya devriminin ilerleyişine ilişkin bir programın henüz tasarlanmadığı, Avrupa’daki merkezci siyasal görüşlerin Komintern partilerine sızdığı ve Asyalı küçük-burjuva milliyetçiliğinin kendini emekçi kitlelere “komünist” olarak sunduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Böylesine bir sorunlar yumağına, Lenin’in hastalığı, Rosa Luxemburg gibi devrimci Marksistlerin kaybı, Troçki’nin Kızıl Ordu’nun başında iç savaşın sorunlarıyla boğuşuyor olması ve Bolşevik Partisi içinde ipleri eline geçiren Stalin’in manevralarının başlaması gibi etkileyici faktörleri de ekleyebiliriz. Dolayısıyla, taşıdığı büyük öneme karşın, Komintern’in ilk dört kongre dönemindeki çözümlemelerin neden bugün üzerinde düşünülmesi gereken eksiklikler, boşluklar içerdiğini anlamak zor değildir.
Bu gerçek, önümüze, o döneme ilişkin belgelerin, kararların bile çok dikkatli ve ihtiyatlı bir şekilde yorumlanması görevini koyuyor. Bunlar her konuda tamamlanmış, netleşmiş kararlar biçiminde ele alınırsa, o dönemin eksikliklerine teslim olmaktan öte bir sonuç elde edilemez. Fakat genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Komintern’in Lenin ve Troçki dönemindeki kongre kararlarının devrimci Marksist bir öz taşıdığını açıkça belirtmeliyiz. Bu tarihsel mirasa elbette sahip çıkmalıyız, ama onun Marksist özünü kavrayarak ve eleştirilip geliştirilmesi gereken yönleri de olduğunu bilerek! Bizce doğru ve yararlı olan yaklaşım, ilk dört kongrenin çözümlemelerinde yer alan ve tarihin sınavından geçmiş, tutarlılığı kanıtlanmış sağlam düşünce halkalarını bulup birbirine ekleyerek düşünce zincirini tamamlamaya çalışmaktır.
Komintern Birinci Kongresi (Mart 1919)
Komintern’in Birinci Kongresinde kabul edilen Komünist Enternasyonal Manifestosu bugün de tarihi bir önem taşıyor. Bu manifestoyu kabul eden dünya devrimci proletaryasının temsilcileri, kendilerini Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto’nun izleyicileri ve uygulayıcıları olarak gördüklerini belirtiyorlardı. Komintern manifestosuna egemen olan anlayış, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini gerçekleştirmek ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi yükseltmekti. Bu belgede, ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşu da, proleter devrimin Avrupa’da ilerleyişi ekseninde ele alındı.
Birinci Kongre, Asya’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri ve sömürgeler sorununu başlı başına bir gündem maddesi yapmadı. Manifestoda bu sorunlara değinildi ve belgenin tarihsel niteliğiyle de uyumlu olarak nihai çözümlere vurgu yapıldı. Dünya devriminin Avrupa’daki ilerleyişinden umutlu olunduğu böyle bir dönemde, Asya ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri ya da özel olarak sömürgeler sorunu, proleter devrimin geçerken çözeceği sorunlar kapsamında ele alındı. Ulusların kaderini tayin hakkının en kapsamlı biçimiyle, ancak ve ancak devrimci proletaryanın iktidar mücadelesi eşliğinde elde edilebileceğinin belirtilmesi, bu konudaki burjuvaca çarpıtmalara karşı da önemli bir yanıttı. Müttefik emperyalist devletlerin, bir yandan ezilen uluslara yönelik saldırganlıklarını sürdürürken, diğer yandan “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı dillerinden düşürmemelerindeki büyük sahtekârlık da sergileniyordu. Komintern, ezilen ulusların emekçi kitlelerine, siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir ulusal kurtuluş hedefini değil, gerçek kurtuluşun yani toplumsal kurtuluşun yolunu göstermekteydi:
Küçük halklara özgür varoluş imkanını sadece proletarya devrimi sağlayabilir. Proletarya devrimi, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından kurtaracak, ulusları genel bir ekonomik plan temelinde ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine sokacak ve en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirmek imkânını –Avrupa’nın ve bütün dünyanın birleşik, merkezi ekonomisine zarar vermeden– sağlayacaktır.[57]
Emperyalist savaş sömürge ülkelerdeki uyanışı hızlandırmıştı ve artık sömürgelerde açık ayaklanmalar ve devrimci mayalanmalar görülüyordu. Böylece sömürgeler sorunu, yalnızca Paris’teki diplomatik kongrelerin masalarında değil, bizzat sömürgelerde de gündeme gelmiş bulunuyordu. Üstelik, proletaryanın esamesinin henüz pek okunmadığı çok geri sömürgeler bir yana bırakılacak olursa, gelişmiş sömürgelerde mücadele yalnızca ulusal kurtuluş bayrağı altında yürümüyor, giderek toplumsal bir nitelik kazanıyordu. Toplumsal kurtuluş bağlamında sömürge halklarının kurtuluşunun, ancak metropollerin işçi sınıfının kurtuluşu ile birlikte mümkün olduğu hususu çok açıktı. Komintern Birinci Kongresi, sömürge ülkelerdeki emekçi kitlelere şu tarihi sözlerle seslenmekteydi:
Nasıl kapitalist Avrupa, dünyanın geri-kalmış bölgelerini kapitalizmin girdabı içine çekmişse, sosyalist Avrupa da, –planlı örgütlü sosyalist ekonomiye geçişlerini kolaylaştırmak için– tekniğiyle, örgütlenmesiyle, manevi etkisiyle kurtarılmış sömürgelerin yardımına gelecektir.
Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Proletarya diktatörlüğünün Avrupa’daki zafer saati, sizin de kurtuluş anınız olacaktır.[58]
Doğu Halkları Komünist Örgütlerinin İkinci Tüm Rusya Kongresi (Kasım 1919)
Büyük Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarı çok ciddi tehditlerle karşı karşıya gelmişti. Sovyet Cumhuriyeti’ni yıkmak amacıyla güçlerini seferber eden emperyalist hükümetlere ve Kolçak, Yudeniç, Denikin gibi iç düşmanlara karşı savaşan Sovyet proletaryasının, ittifaklarını dünya ölçeğinde genişletmesi şarttı. Avrupa devriminin henüz imdada yetişmediği koşullarda, Doğu’nun emekçi kitlelerinin desteğini kazanma gereği yakıcılaştı. Öte yandan, emperyalist-kapitalist sisteme karşı Doğu halklarının devrimci hareketi de, ancak Sovyet Cumhuriyeti’nin devrimci mücadelesiyle birleştiği takdirde gelişebilir ve başarı elde edebilirdi.
Bu nedenle Lenin, emperyalist sisteme karşı dünya ölçeğinde devrimci bir blokun oluşturulması bağlamında, muzaffer Sovyet proletaryası ile Doğu halklarının devrimci hareketi arasında kurulacak ittifaka özel bir önem verdi. Fakat nasıl ki ulusal sınırlar içinde işçi-köylü bağlaşıklığı, ancak proletarya hegemonyası altında kapitalist düzene öldürücü bir yumruk indirebilirse, dünya ölçeğinde kurulacak ittifaklarda da aynı koşul geçerlidir. Nitekim, Asya’nın sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerine önemli vurgular yapan Lenin, bu sorunu proleter devrimin dünya ölçeğindeki atılımından ya da görevlerinden kopuk bir biçimde ele almadı. 22 Kasım 1919 tarihli söylevinde, Doğu halklarının komünistlerine şu sözlerle sesleniyordu:
... sosyalist devrim, yalnızca ya da esas olarak, her bir ülkede devrimci proletaryanın kendi burjuvazisine karşı savaşımı şeklinde olmayacaktır; hayır sosyalist devrim, emperyalistlerin ezdiği tüm sömürgeler ve ülkelerin, bütün bağımlı ülkelerin, enternasyonal emperyalizme karşı savaşımı olacaktır. Geçen Mart ayında kabul ettiğimiz parti programında, dünya toplumsal devriminin yakına gelişini tanımlarken, emekçi halkın bütün ileri ülkelerde emperyalistlere ve sömürgenlere karşı iç savaşının, enternasyonal emperyalizme karşı ulusal savaşlarla bir araya gelmeye başladığını belirttik. Devrimin tuttuğu yol bunu doğruladı, zaman geçtikçe daha da doğrulanacak. Doğuda da aynı şey olacak.[59]
Doğu halklarının çoğunluğunun Orta Çağ zulmünün mağdurları olan emekçi ve sömürülen köylü yığınlarından oluştuğunu belirten Lenin, onlara Rus Devriminin yolunu örnek almalarını öğütlüyordu. Doğu’nun uyanan halklarının enternasyonal emperyalizme karşı yürütecekleri mücadeleyi, yani anti-emperyalizmi proletaryanın önderliği temeline oturtuyordu Lenin:
Proleterlerin kapitalizmi yenilgiye uğrattıktan ve emekçi geniş köylü yığınlarıyla birleştikten sonra, ortaçağ zulmüne karşı nasıl zafer kazandıklarını, Rus devrimi göstermiştir. Bizim Sovyet Cumhuriyetimiz şimdi, Doğunun uyanan bütün halklarını bir araya toplamalı ve onlarla birlikte enternasyonal emperyalizme karşı bir savaş vermelidir.[60]
Konuşmasında, kesin zaferin ancak dünyanın tüm ileri ülkelerindeki proletaryanın mücadelesi temelinde kazanılabileceğini vurgulayan Lenin, öte yandan yalnızca öncünün çabasıyla hedefe ulaşılamayacağını da belirtiyordu. Bu çerçevede, Doğu uluslarının emekçi halklarının yardımı gerekliydi. Doğu halklarının içinde bulundukları koşullar henüz çoğunlukla Orta Çağ koşulları idi. Bu nedenle de Lenin, Doğu halklarının komünistlerinin önünde duran görevleri bu somut koşullar çerçevesinde ele almaktaydı:
Doğu halkları arasında uyanan, uyanması gereken ve tarihsel yönden haklı olan burjuva ulusalcılığı temeline dayanmanız gerekecek. Ama aynı zamanda, her ülkenin sömürülen emekçi yığınlarına ulaşmalı ve onlara, anladıkları dilde, tek kurtuluş umutlarının, enternasyonal devrimin zaferine bağlı olduğunu, Doğunun sömürülen yüz milyonlarca halkının tek dostunun enternasyonal proletarya olduğunu söylemelisiniz.[61]
Komintern İkinci Kongresi (Temmuz 1920)
Ekim Devriminin zaferi dünya proletaryası üzerinde çok olumlu bir etki yaratmıştı. Bunun uzantısı olarak, Komünist Enternasyonal de giderek politik bir cazibe merkezi haline gelmekteydi. Daha önce II. Enternasyonal içinde yer alan merkezci akımlaryada küçük-burjuva sosyalizminin biraz komünizm sosuna batırılmasıyla oluşan yeni partiler Komintern’e katılmaya yönelmekteydiler.
Proletaryanın enternasyonal örgütünün devrimci merkezi birliğini sağlamak ve sağlamlaştırmak amacıyla, kongre, Komintern’e katılma koşullarını düzenledi. Bu kapsamda yirmi bir koşul kabul edilmiştir. Bu koşullar, proletaryanın devrimci örgütlenmesinde ilkesel bir çerçeve sunması bakımından günümüzde de büyük bir önem taşımaktadır. Örneğin sekizinci koşul, II. Enternasyonal’in çöküşüyle Avrupa ülkelerinde açığa çıkan şovenizm tehlikesine karşı komünistlerin tutumunu belirlemektedir:
Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık bir tavır almaları zorunludur. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, “kendi” emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını teşvik etmek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek ve ülkesinin askeri birlikleri içinde sömürge halkları üzerindeki her türlü baskıya karşı sistemli bir ajitasyon yürütmek yükümlülüklerini taşır.[62]
Avrupa devriminden yavaş yavaş umutların kesilmekte olduğu bir dönemeç noktasında toplanan İkinci Kongre tartışmaları içinde, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu oldukça önemli bir yer tutmuştur. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bir kere, sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş hareketleri fiilen yükseliş arz etmekteydi. İkincisi, Çarlık Rusya’sından devralınan ve ezilen ulusların yaşadığı geniş bir coğrafya nedeniyle, Sovyet Cumhuriyeti ulusal sorun konusunda çözümleyici açılımlar getirmekle yükümlüydü. Üçüncü olarak da, Doğu ülkelerinde oluşturulan komünist örgütlenmelerden kongreye katılan delegeler, kendi ülkelerinin sorunlarını kaçınılmazlıkla Komintern gündemine taşımaktaydılar.
Tüm bu nedenlerle, İkinci Kongre hem genel olarak ulusal kurtuluş hareketleriyle dünya devrimi arasındaki bağın nasıl kurulacağını ve hem de özel olarak ezilen ulusların bağımsızlık mücadelelerine nasıl yaklaşılacağını gündemine aldı. İkinci Kongredeki tartışmalar içinde önemli açılımlar getirildiyse de, bu sorunların proletaryanın devrimci mücadelesi temelinde nasıl çözümlenebileceğine ilişkin perspektifler yeterince netleştirilemedi. Fakat tartışmalar içinde ortaya çıkan farklı yaklaşımlar, takip eden yıllar boyunca yaşanan deneyimlerin değerlendirilmesi bakımından aydınlatıcı ipuçları verdi.
İkinci Kongrede geçen tartışmaları ana hatlarıyla değerlendirebilmek üzere, Lenin’in kongre için hazırladığı ön taslağı ele alalım. Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı’nda Lenin, görüşlerini on iki tez halinde delegelerin incelemesine sunmuştur. Tartışılan sorunun en önemli yönlerini içeren bu tezler, burjuva demokrasisinin sahte ve ikiyüzlü niteliğini sergilemekte, onun soyut ve biçimsel “ulusal eşitlik” anlayışını eleştirmektedir. Lenin’in tezleri, gerçek ulusal eşitliğe giden yolun proletarya iktidarından geçtiğini, sömürge ve ezilen ulus emekçilerinin gerçek kurtuluşunun da buna bağlı olduğunu gözler önüne sermektedir.
Lenin’in ön taslağında dikkat çeken önemli bazı hususları sıralayabiliriz. Sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin başarısı için, Sovyet iktidarıyla sıkı bir işbirliği siyaseti izlenmesi önerilmiştir. Bütün proleterlerin ve çalışanlar yığınının, burjuvaziye karşı mücadele birliğini ancak sovyet düzeninin sağlayabileceği vurgulanmıştır. Komünist partilerin, ezilen ulusların ve sömürgelerin devrimci hareketlerine doğrudan yardım etmeleri görevine değinilmiştir. Bu konuda doğabilecek olan yanılsamalara karşı Lenin uyarısını yapmış, küçük-burjuva milliyetçi önyargılara karşı proletaryanın enternasyonalist bakış açısını savunmanın komünistlerin temel görevi olduğunu hatırlatmıştır.
Bu kötülüğe karşı, en derin kökler salmış küçük-burjuva milliyetçi önyargılara karşı savaşım, proleter iktidarının ulusal olmaktan çıkarılıp (yani bir dünya politikası saptama yeteneği olmayan tek bir ülkedeki iktidar olmaktan çıkıp) uluslararası nitelik kazanma yolunda (yani bütün dünya politikası üzerinde belirleyici etkisi olabilen hiç değilse birkaç ilerlemiş ülkedeki proleter iktidarı durumuna gelmesi yolunda) her gün gelişme kaydettiği ölçüde, daha önemli bir sorun haline gelmektedir.[63]
Ulusal bencilliğe karşı tutum almayan küçük-burjuva milliyetçiliğini teşhir eden Lenin, proleter enternasyonalizminin iki temel unsurunu da ortaya koyar:
... proleter enternasyonalizmi, (1) bir ülkedeki proleter savaşımın çıkarlarının, dünya ölçüsündeki savaşımın çıkarlarına bağımlı kılınmasını; (2) burjuvaziyi yenmekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi için ulusal planda en büyük fedâkarlılara katlanmaya hazır olmalarını gerektirir.[64]
Lenin’in tezlerinde ele aldığı ve İkinci Kongrede asıl tartışmalara neden olan konu ise, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde “burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi” açılımıdır. Bu tezi tarihsel çerçevesinden kopartarak değerlendirmek son derece yanlış bir tutum olur. Konuya ilişkin kimi önemli hususları, örneğin Lenin ile Roy arasındaki görüş ayrılıklarının anlamını irdeleyebilmek için, bunların hangi tarihsel çerçevede, hangi somut koşullar temelinde savunulduğunu net bir biçimde kavramak gerekir. Lenin’in dillendirdiği “burjuva demokratik hareketlerin desteklenmesi” açılımının, özgül tarihsel koşullarla sınırlı olduğunu, bunun ötesinde asla genelleştirilmemesi gerektiğini en baştan belirtelim. Zaten, Lenin’in bu sorunu ele aldığı tezin giriş satırları, söz konusu özgül tarihsel çerçeveyi açıkça ortaya koymaktadır:
Feodal, ataerkil ya da ataerkil-köylü nitelikteki ilişkilerin egemen bulunduğu daha geri devletlerde ve uluslarda, şunlar özellikle göz önünde tutulmalıdır: Bütün komünist partileri için bu ülkelerin burjuva demokratik kurtuluş hareketini destekleme gereği; bu kurtuluş hareketini, en etkin biçimde destekleme zorunluluğu, her şeyden önce geri kalmış ulusun sömürgeci ve mali bakımdan bağımlı bulunduğu ülkenin işçilerinin görevidir.[65]
İkinci olarak, bir başka önemli hususa da açıklık getirilmelidir. Acaba Lenin, “burjuva demokratik kurtuluş hareketinin desteklenmesi”nden söz ederken, sorunu asıl olarak, söz konusu ülkelerde burjuvazinin desteklenmesi çerçevesine mi oturtmak istemiştir? Kuşkusuz ki hayır! Lenin’in “burjuva demokratik” kavramıyla, burjuvaziden ziyade geniş köylü kitlelerini kastetmiş olduğu, Rus devrim süreci içinde yürümüş olan tartışmalardan da bilinir. Nitekim Lenin, ulusal kurtuluş hareketleri kapsamında destekten söz ederken de, asıl olarak geri kalmış ülkelerin köylü hareketine devrimci bir nitelik kazandırılması gereğini öne çıkartmaktadır:
Geri kalmış ülkelerin köylü hareketlerini, eşrafa karşı, büyük toprak mülkiyetine karşı, feodalizmin bütün belirtilerine ya da kalıntılarına karşı özellikle desteklemek ve Batı Avrupa devrimci proletaryası ile Doğu ülkelerinin, sömürgelerin ve genel olarak geri kalmış ülkelerin devrimci köylü hareketi arasında mümkün olduğu kadar sıkı bağlar kurarak, köylü hareketine en devrimci karakterin kazandırılması yolunda çaba gösterilmesi; kapitalist-öncesi ilişkilerin egemen bulunduğu ülkelerde “emekçi sovyetleri”ni vb. kurarak, sovyetler rejiminin temel ilkelerini bu ülkelere uygulamak için çabaları esirgememek özellikle önemlidir.[66]
Geri kalmış ülkelerde “burjuva demokratik hareketlerin desteklenmesi”yle, esas olarak devrimci köylü hareketlerinin kastedilmiş olduğunu belirtmekle de iş bitmez. Bir de, küçük-burjuva devrimci hareketlerle proleter devrimci hareket arasındaki ayrımın silikleştirilmesine karşı alabildiğine uyanık olunmalıdır. Küçük-burjuva devrimciliğinden boyundan büyük işler beklenmesi, proletaryanın mücadelesi açısından son derece olumsuz sonuçlar doğurur. Bu nedenle de en radikal küçük-burjuva devrimci hareketler bile, ancak onların komünist olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, proletaryanın müttefiki olarak hayırlı bir işlev görebilirler.
Lenin tezlerinde, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik kurtuluş akımlarını komünist olarak nitelendirme yolundaki eğilime karşı kararlı bir mücadelenin zorunlu olduğunu belirtir. Daha da önemlisi, burjuva demokratik kurtuluş akımlarına verilecek desteği, komünistlerin proleter mücadelenin asli görevlerini asla ikinci plana itmemeleri koşuluyla birlikte ele alır. Bu koşulun gereğini yerine getirmemek, salt “destekçi” bir konumla yetinmek, burjuva ya da küçük-burjuva önderliklerin kuyruğuna takılmaktan başka bir siyasal sonuç doğuramaz. Buradan hareketle, Lenin tezlerinde, burjuva demokratik kurtuluş akımlarının desteklenmesi hususunu III. Enternasyonal partilerinin uyması gereken bir koşula bağlamıştır:
III. Enternasyonal, sömürgelerdeki ve geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal hareketleri, ancak geleceğin proleter partilerinin öğelerini, bütün geri kalmış ülkelerde gruplar oluşturmaları zihniyetiyle ve kendi özel görevleri, kendi uluslarının burjuva demokratik hareketlerine karşı savaşım görevleri zihniyetiyle eğitebilmeleri koşuluna bağlı olarak desteklemelidir.[67]
Lenin’in üzerinde titizlikle durduğu bu yaklaşım, günümüzde de ulusal kurtuluş mücadeleleri kapsamındaki destek tartışmalarında mutlaka esas alınmalıdır. Ve belirtmeliyiz ki, işçi sınıfının devrimci hareketinin gerilediği koşullarda, bu gibi temel prensipler kolaylıkla unutulabilmekte, komünistler arasında bile kuyrukçu eğilimler gelişebilmektedir. Şunu asla unutmamalıyız: Komünistler kendi asli görevlerini yerine getirmeksizin, yani kendi bağımsız örgütlenmelerini güçlendirmeyi başa almaksızın şu ya da bu hareketin desteklenmesi görevini öne çıkardıklarında, komünist bir mücadeleye değil, herhangi bir başka mücadeleye bağlılıklarını kanıtlamış olurlar.
Böyle bir siyasal tutum, daha en baştan başka siyasal akımlara teslim olmak ve proletaryanın devrimci mücadelesinin en temel gereksinimi olan, devrimci örgütün yaratılması görevinden uzaklaşmak anlamına gelir. Kendi siyasal bağımsızlığını korumayı başa almaksızın, çeşitli ittifaklar sayesinde güçlenebileceğini düşleyen örgütlerin akıbeti bilinir. Evet bu yolla da bir “dava”ya hizmet edilebilir; bu yolla da bir şeylere “güç” katılabilir. Ama çok açıktır ki, böyle bir yolla ne proletaryanın devrimci davasına hizmet edilmiş olacaktır; ne de komünist örgütlenme güçlendirilebilecektir. Bu türden bir tehlike olasılığı nedeniyle, Lenin’in “destek” ya da “ittifak” gibi kavramları gündeme getirdiğinde vurguyu nereye yaptığı asla unutulmamalıdır:
III. Enternasyonal, sömürgelerin ve geri kalmış ülkelerin burjuva demokratlarıyla geçici bir ittifak kurmalıdır, ama onlarla kaynaşmamalı, ve en ilkel biçimde olsa da, proleter hareketin bağımsızlığını bağnazlıkla korumalıdır.[68]
Ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında doğru bir tutum takınabilmek için, bu mücadeleleri farklı yönlerde etkileyen sınıfsal dinamiklerin netleştirilmesi de önem taşır. Örneğin sömürgeci egemenlik, sömürge ülkelerde iktisadi güçlerin özgürce gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılmasını yalnızca ezilen ulusun emekçi unsurları değil burjuvazisi de genelde arzular. İşte bu gerçeklik karşısında Lenin, sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye verilecek desteğin mahiyetini daha da netleştirme ihtiyacını hisseder. Komünistlerin muradı, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine destek sunmak değildir. Tersine, ulusal kurtuluş hareketlerine sunulacak desteğin tek bir amacı olabilir; sömürge ülkelerdeki devrimin yerli burjuvazinin istemlerinin çok ötesine ilerletilebilmesi, proletaryanın ve ezilen kitlelerin yolunun açılması. Diğer yandan, ulusal sorunun sınırlı ve burjuvaca çözümü anlamına gelen siyasal bağımsızlık kazanımı ise, asıl kurtuluşun toplumsal devrime bağlı olduğu gerçeğini emekçi kitleler nezdinde çok daha açık hale getirecektir.
Burjuvazinin öncülüğünde yürüyen tüm ulusal mücadelelerin gösterdiği gibi, emperyal ülkelerle çelişkilerine rağmen, sömürge burjuvazisi kitlelerin mücadelesini ulus-devletin kurulması noktasında durdurmak için elinden geleni yapar. Ezilen ulusun burjuvazisi bile olsa, onun nefesi, burjuva demokratik içerikli toplumsal dönüşümleri –örneğin tarım devrimini– gerçekleştirmeye yetmez. Nitekim Lenin, ezilen uluslarda gittikçe birbirinden uzaklaşan iki farklı nitelikteki harekete dikkat çekmiştir. Bunlardan birincisi, yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılması ve takiben burjuva düzenin kurulması amacına sahip olan milliyetçi burjuva demokratik harekettir. İkincisi ise, ezilen ulusun işçi ve yoksul köylü kitlelerinin, her türlü sömürüden kurtulmayı amaçlayan toplumsal kurtuluş hareketidir.
Kongre sırasında pek çok tartışma yürümüş olsa da, Lenin’in kongre delegelerinin incelemesine sunduğu tezler taslağı kongre kararlarının genel yönelimini belirledi. 19 Temmuz oturumunda kongreye okuduğu Uluslararası Durum ve Komünist Enternasyonal’in Temel Görevleri başlıklı raporunda, Lenin, ekonomik açıdan geri durumda bulunan ülkelerde (ki bunların çoğunluğu sömürge ülkelerdi), emperyalizmin tahakkümünden kurtuluşun, ancak sovyet hareketinin örgütlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini belirtiyordu. Sömürge ülkelerde emekçi kitlelerin kurtuluşunu, salt siyasal bağımsızlık kapsamında değil (çünkü bu, burjuva ya da küçük-burjuva milliyetçilerin, ulus-devletin kurulmasıyla sınırlı dar bakış açısıydı), tam kurtuluş, yani toplumsal devrim sorunu olarak ele almaktaydı.
İkinci Kongrenin ulusal sorunla ilgili raporunu hazırlayacak komisyonun içinde beliren farklı eğilimlerin kavranması da önem taşır. Bu eğilimleri başlıca üç grupta toplayabiliriz. Birincisi, İtalyan Serrati’nin tutumunda simgelenen ve kongrenin aşırı derecede Avrupa’ya dönük bularak reddettiği eğilimdir. İkinci eğilim Hintli Roy tarafından dile getirilmiştir ve Hindistan benzeri ülkelerin gerçekliği temelinde çok önemli siyasal yaklaşımlar içerir. Üçüncü eğilim ise, Lenin’in savunduğu ve kongrece kabul edilen görüşlerde ifadesini bulan yaklaşımdır.
İtalyan delege Serrati, dünya devriminin ilerleyişinin Doğu’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine bağlanmasına karşı görüşler ileri sürdü. Dünya devriminin ilerleyişi açısından, asıl olarak Avrupa ülkelerindeki proleter mücadelenin öneminin vurgulanması isteği yanlış değildi. Ayrıca, Doğu’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin Avrupa’daki proleter mücadelenin yerine ikame edilemeyeceği de doğruydu. Ama tartışılan sorun bunun da ötesine uzanan karmaşık yönler içermekteydi. Örneğin Serrati, Doğu’ya ilişkin tartışmayı önemsiz bulduğu noktada haklı değildi. Çünkü Asya ülkelerindeki devrimci uyanış bir gerçeklikti ve üzerinde durulması gerekliydi. Ayrıca Serrati ve İran delegesi Sultanzade, burjuvazinin katıldığı ulusal kurtuluş hareketlerinin devrimci hareketler olmadığı görüşünü savunuyorlardı. Onlara göre, sömürge ülkelerde başını ulusal burjuvazinin çektiği ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemek, proletaryanın sınıf bilincini bulandırırdı.
Bu yaklaşım, bir sömürge ülkedeki somut durumu dikkate almadığı ve tarihsel koşullardan bağımsız bir genelleme yaptığı için yanlıştı. Oysa ulusal kurtuluş hareketlerinin, burjuvazinin öncülüğünde bile olsa yine de geçmişe oranla devrimci bir hareket niteliği taşıyıp taşımayacağı sorusu, ancak somut tarihsel koşullara bakarak yanıtlanabilir. Örneğin Lenin döneminde, geri sömürge ülkelerde, proletaryanın henüz bağımsız bir siyasal rol oynayamadığı koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelesinin başını kaçınılmaz olarak burjuva ya da küçük-burjuva unsurlar çekmekteydi. Bu gibi durumlarda ne o ulusal kurtuluş mücadelesi haklı olmaktan çıkar, ne de burjuvazinin önderliğine hapsolan bir mücadele kendi boyunu aşan bir devrimci niteliğe yükselir. Neyse odur ve işte Lenin’in anlatmak istediği de, böylesi somut koşullar altında bir ulusal kurtuluş mücadelesinin hangi temelde haklı olduğunu açıklığa kavuşturabilmektir.
Lenin’in yaklaşımı doğrudur ve somut siyasal taktiklerin belirlenmesine yöneliktir. Evet, proletaryanın stratejisi devrimin sürekliliği temelinde çizilmelidir ve ulusal sorun dahil tüm demokratik sorunların gerçek ve tam kapsamlı çözümü ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrimle mümkündür. Fakat proletaryanın bu tarihsel misyonunu henüz fiilen üstlenmediği durumlarda da ulusal kurtuluş savaşları patlak verebilir ve komünistler bu tür gerçeklikler karşısında doğru taktikleri saptayabilmelidirler. Bu nedenle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaşandığı tüm ülkelere yönelik tek tip bir tutum geliştirmek yanlış bir yaklaşımdır. Örneğin Hindistan gibi, kapitalizmin hızla geliştiği büyük bir sömürge ülke ile Asya ya da Afrika’nın henüz feodalizmden kapitalizme yol almaya çabalayan son derece geri bir sömürge ülkesine, bunların aralarında varolan farklılıklar temelinde yaklaşmak gerekir. Birincisinde ulusal sorunun doğrudan proletaryanın siyasal görevleri temelinde ele alınması gerekirken, ikincisinde tam da Lenin’in belirttiği gibi, o ülkenin henüz Orta Çağ karanlığından kurtulmanın sancılarını çekiyor oluşu dikkate alınmalıdır.
İkinci Kongre tartışmalarına dönelim. Ulusal kurtuluş mücadelesinin sınırlı karakteri konusunda İtalyan delege Serrati’den pek de farklı düşünmeyen Roy, Asya’nın önemi konusunda ise, o ve benzeri düşüncede olanlardan ayrılmaktaydı. Roy, diğer sömürge ülkelere oranla gelişmiş olan Hindistan örneğinden hareket ediyordu. Yerli burjuvazinin ulusal bağımsızlık hareketi ile, işçi sınıfının ve köylülüğün sömürüye karşı hareketi arasında esastan bir ayrılık olduğunu ve bu ikisinin birlikte aynı doğrultuda gelişemeyecekleri görüşünü savunuyordu.
Roy, sömürgelerden sağlanan gelirler sayesinde Avrupa proletaryasının susturulması olgusunu esas almakta ve bu kaynak kurutulmadıkça Avrupa işçi sınıfının kapitalizmi yıkmayı başaramayacağı görüşünü savunmaktaydı. Bu nedenle de Avrupa’daki devrimci hareketin kaderini bütünüyle Doğu’daki devrimin gelişimine bağlamaktaydı. Lenin, Doğu’daki devrimci uyanışa gereken önemi vermekle birlikte, Roy’un bu açılımını onaylamadı ve bu noktada Avrupalı delegelerle birleşerek Roy’u eleştirdi:
Yoldaş Roy Batı’nın kaderi, sadece, devrimci hareketin Doğu ülkelerinde gelişme ve güçlenme derecesine bağlıdır derken, fazla ileri gidiyor. Hindistan’da proletaryanın beş milyon olmasına ve 37 milyon topraksız köylü bulunmasına rağmen, Hintli komünistler ülkelerinde bir komünist partisi kurmayı henüz başaramadılar. Tek başına bu gerçek Yoldaş Roy’un görüşlerinin büyük ölçüde temelsiz olduğunu gösterir.[69]
Lenin, Serrati ve Avrupalı delegelerin itirazlarına rağmen, Roy’un tezinde biraz değişiklik yaparak şu formülasyonu kabul ettirdi:
Sömürgelerden sağlanan fazla kâr modern kapitalizmin başlıca dayanağıdır ve kapitalizm, bu fazla kâr kaynağından yoksun bırakılmadıkça Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkması kolay olmayacaktır.[70]
Kongre, 26 Temmuz tarihli oturumunda, Ulusal ve Sömürgesel Sorunlar Komisyonunun raporunu ele aldı. Bu sorunun raportörü olan Lenin, toplantıyı açış konuşmasında, komisyon çalışmaları sırasında tartışmalara neden olan konuya, burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi konusuna değindi. Roy, “burjuva demokratik hareket” kavramına itiraz ediyor ve kendi tezlerinde “devrimci ulusal hareket” kavramını kullanıyordu. Ulusal hareketlerin tarihsel karakteri itibarıyla “burjuva demokratik” nitelik taşıdığını tekrar vurgulayan Lenin, kullanılan kavramda değişikliğe gidilmesi önerisini bir başka nedenle kabul etti. Neden şuydu: Emperyalist burjuvazinin sömürge ülkelerin yerli burjuvazisiyle birlikte, devrimci kabarışın önünü kesecek reformcu hareketler örgütlemeye girişmesi karşısında “reformcu” ve “devrimci” hareketler arasında ayrım yapılması zorunlu hale gelmişti. İşte, bu gibi hususların komisyonda ele alındığını belirten Lenin, “burjuva demokratik hareket” yerine “devrimci ulusal hareket” nitelemesini oybirliğiyle kabul ettiklerini açıkladı. Böylece, sömürge ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin hangi koşullarla destekleneceği hususu da açıklığa kavuşturulmak isteniyordu:
… biz, sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcilerinin o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri, devrimci bir ruhla örgütlendirmemize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Eğer bu koşullar yerine getirilmezse, bu ülkelerde reformcu burjuvaziye karşı (ki bunlara II. Enternasyonal kahramanları da dahildir) savaşım veririz.[71]
Komisyon tartışmaları sonucunda mutabık kalınan bazı değişikliklerden sonra kongre, Lenin’in taslağında yer alan on iki tezi kabul etti.[72] Ulusal hareketlerin nitelenmesi kuşkusuz ki basit bir kavram sorunu değildi ve Lenin “burjuva demokratik hareket” kavramını kullanırken işin özünde yanılmamıştı. Çünkü bu gibi konularda asıl tehlikeli tutum, başını ister reformcu burjuva, isterse devrimci küçük-burjuva önderlikler çekmiş olsun, ulusal kurtuluş mücadelesinin özündeki sınırlılığı vurgulamamak, onu neredeyse toplumsal devrimle özdeşleştirmektir. Nitekim, Stalinist gelenek bu konuda büyük bir teorik bulanıklık yaratmış, sömürge ülkelerdeki proleter devrim stratejini ulusal kurtuluş mücadelesi düzeyine indirgemiştir. Dünya proletaryasına yol gösteren Marksist sürekli devrim anlayışı, Stalinist sahtekârlık okulu tarafından yaratılan bir “Troçkizm” umacısı sayesinde çöpe atılmış ve yerine egemen bürokrasinin çıkarlarını başa alan bir aşamalı devrim karikatürü geçirilmiştir. Stalinizm, Lenin’in ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında proleter devrimin çıkarlarını başa alan ihtiyatlı değerlendirmelerini ve koşullu destek yaklaşımını sinsice tahrif etmiştir. Böylece, sömürge ya da bağımlı kapitalist ülkelerde, ulusal burjuvaziyle cephe birliklerinin inşasına dayanan bir “Leninizm” yaratılmıştır. Bu konuda sıralanabilecek o kadar çok örnek var ki; fakat biz asıl konumuza dönelim.
Aslında, Lenin ve Roy arasında geçen tartışmaların temelinde, farklı gelişmişlik düzeyinde yaşayan sömürge ülkeler gerçeği yatmaktaydı. Geri ülkeleri, yani proletaryanın henüz bağımsız siyasal rol oynayamadığı ülkeleri dikkate alan Lenin, buralarda Orta Çağ karanlığından modern çağa geçişin ve burjuvazi önderliğinde bir ulus-devletin kuruluşunun ilerletici rolünü hesaba katmakta haklıydı. Roy ise, böyle bir açılımı Hindistan gibi bir sömürge ülke temelinde yeterli bulmazken yanılmış olmuyordu. Dolayısıyla, İkinci Kongre tartışmalarında daha net sonuçlara varabilmek için, farklı somut koşulları yansıtan farklı yaklaşımların uzlaştırılması değil, tam tersine, nesnel temeldeki ayrılıkların esas alınması gerekirdi.
Roy, Hindistan ve benzeri ülkelerdeki kapitalist gelişme düzeyi ve proletaryanın varlığı dikkate alındığında, sömürge devrimi sürecinde önderliğin daha baştan proletaryanın elinde olması gerektiğini savunuyordu. Roy, bu gibi ülkelerde kendini ulusal bağımsızlık hedefiyle sınırlayan yerli burjuvazinin hareketiyle, işçi sınıfı ve köylülüğün kapitalist sömürü sistemine karşı mücadelesinin birbirinden çok farklı kapsamda olduklarını belirtiyordu. Bu nedenle bunların birlikte gelişemeyeceklerini, aralarında nesnel bir çelişki olduğunu düşünüyordu:
Bağımlı ülkelerde gün geçtikçe birbirinden ayrılan iki ayrı hareket bulunmaktadır. Biri, burjuva düzeni altında bir politik bağımsızlık programına sahip burjuva demokratik milliyetçi hareket, diğeri, cahil ve yoksul köylülerin ve işçilerin her türlü sömürü biçiminden kurtulmak için gerçekleştirdikleri kitle eylemidir. Birincisi ikincisini kontrol etmeye çalışıyor ve bunda, belirli bir ölçüde başarılı oluyor, fakat Komünist Enternasyonal ve ona bağlı partiler bu kontrole karşı mücadele etmeli ve sömürgelerdeki çalışan kitlelerde sınıf bilincinin gelişmesine yardımcı olmalıdırlar.[73]
Roy’un bu yaklaşımı genelde doğruydu ve Hindistan gibi bir ülkede burjuva demokratik ulusal hareket konusundaki uyarısı yerindeydi. Lenin ve Roy’un tezleri arasında belirttiğimiz noktalarda bazı farklılıklar olsa da, onlar Asya ülkelerinde doğabilecek sovyetlerin niteliği konusunda benzer bir bakış açısını paylaştılar. Asya ülkelerinin somut koşulları nedeniyle, buralarda devrimci ayaklanmaların yaratacağı organlar, işçi ve yoksul köylü sovyetleri olabilirdi.
Kongrede, bu tür sorunlar bağlamında bir başka önemli husus üzerinde de duruldu. Asya’nın geri ülkelerinin ancak bir koşulla, ileri ülkeler proletaryasının yardımı koşuluyla kapitalist gelişme aşamasını yaşamaları bir zorunluluk değildi. Lenin’in yaklaşımı şuydu:
Eğer utkun devrimci proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yürütürse, eğer sovyet hükümetleri, ellerindeki bütün olanaklarla bu halklara yardımda bulunurlarsa, kapitalist gelişme aşamasının geri kalmış halklar için kaçınılmaz olduğuna inanmak yanılgı olur.[74]
Gerçekten de proleter devrimin uluslararası ölçekte ilerleyişi, eğer geri ve sömürge ülkelerdeki emekçi kitleleri de kucaklar ve ileri ülkelerde zafer kazanmış proletarya onların yardımına koşarsa, bu ülkelerdeki devrimin kaderi değişebilir. Böylece Lenin, ezilen halkların sorunlarına yaklaşırken, işin içine ileri ülkeler proletaryasının ve zafer kazanmış sovyet hükümetlerinin yardımını katmış, çözüm konusunda bütünsel bir bakış açısı getirmiştir. Fakat burada önemli bir hususa dikkat çekmeliyiz. Geri ve sömürge ülkelerdeki devrim konusunda çizilen bu perspektifle, daha sonra Stalinizmin eseri olan “kapitalist olmayan yol” tezleri arasında bir benzerlik kurmaya çalışmak çok talihsiz bir uğraş olur. Çünkü Lenin, geri kalmış ülkelerin toplumsal kurtuluşuna giden kapitalist olmayan yoldan söz ederken, iktidarı fetheden ileri proletaryanın döşeyeceği bir yoldan söz ediyordu. Stalinist “kapitalist olmayan yol” anlayışı ise, bu ülkelerin ulusal burjuvalarına, devlet kapitalizmi sayesinde kapitalist gelişmeyi hızlandıracakları “ulusal kalkınmacı” bir yol döşemiştir.
Birinci Doğu Halkları Kurultayı (Bakû- Eylül 1920)
Asya’daki uyanışa önem veren, Doğu halklarını emperyalist kampın hegemonyasından kopartıp Sovyet Cumhuriyeti’nin yanına çekmeyi amaçlayan Komintern, Asya’daki komünist ve ulusal kurtuluş örgütlerini kucaklayan ayrı toplantılar da düzenlemiştir. İkinci Kongrenin aldığı karar gereğince, 1920’de Bakû’da toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı bunlardan biridir. Kurultayda Doğu ülkelerinden gelen delegelerin yaptığı konuşmalar, küçük-burjuva milliyetçiliğiyle Sovyetler’in desteğine duyulan sempatiyi, komünist fikirlerden etkilenimle ulusalcılığı, kısacası olgunlaşmamış ve bulanık bir düşünsel atmosferi yansıtmaktadır.
Bakû Kurultayı tartışmaları, esas olarak, eski Çarlık Rusya’sının sömürgeleri olan Müslüman ulusların sorunlarını kapsamaktaydı. Ekim Devrimi döneminde Bolşevikler, ulusların kaderini tayin hakkı konusundaki ilkesel tutumlarıyla, ezilen ulusların siyasal temsilcilerini olumlu yönde etkileyebilmişlerdi. Örneğin, Orta Asya Müslüman milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Sultan Galiyev, 1917 Kasımında Bolşeviklere katılmış ve ayrıca Müslüman Komünist Partisini örgütlemişti.
Ayrı bir Müslüman devletinin kurulmasını hedefleyen Sultan Galiyev gibi Müslüman “komünist”ler, aslında ezilen ulus milliyetçiliğini temsil ediyorlardı. Madalyonun diğer yüzünde ise, ezen ulus milliyetçiliğinin temsilcisi Stalin gibi “komünist”ler yer almaktaydı. Doğu halklarının siyasal önderleri arasında, Bolşeviklerin ulusal sorundaki tutumlarını eski sömürgeci devletin uygulamalarına benzeten önemli bir hoşnutsuzluk gelişmekteydi. Lenin’in de giderek derin bir rahatsızlık duymaya başlayacağı büyük Rus şovenizminin uzantısı olan uygulamalar, Müslüman ulusların küçük-burjuva sosyalistlerini (Sultan Galiyev gibiler), ezilen ulusların devrimciliğini büsbütün abartma noktasına itti.[75]
Doğu’nun ezilen uluslarının kurtuluş mücadelesine, dünya proleter devriminin bir müttefiki olarak önem verdi Lenin. Oysa Doğu halklarının küçük-burjuva sosyalistleri, giderek dünya proletaryasına duydukları güvensizliği sergilemeye başladılar. Örneğin Sultan Galiyev, gelişmiş ülkelerin proletaryasının yardımı düşüncesini, “sömürge bölgelerine kurtarıcı rolünde gelmek” şeklinde yorumluyor ve bu yaklaşıma karşı çıkıyordu. Bu Müslüman milliyetçi, yalnızca İngiltere ve Fransa gibi geleneksel emperyalist güçlerin değil, fakat Sovyetler’in sanayi proletaryasının da, halkların kurtuluşu değil sömürülmesi peşinde olduğunu söylemekteydi. Ona göre iktidarın proletaryanın eline geçmesi, sömürge halkları için yalnızca efendilerin değişmesi anlamına geliyordu.
Sultan Galiyev’in düşünceleri, günümüzde de aşina olduğumuz Müslüman milliyetçiliği temelindeki sahte sosyalist ya da anti-emperyalist söylemin eski fakat çarpıcı bir örneğini oluşturuyor. Kaldı ki, Bakû Kurultayına “komünist” giysilerle katılan pek çok Doğulu milliyetçinin içyüzünü sergilemesi bakımından da onun düşünceleri tipik bir örnektir. Bu tür düşünceler, içinde bulunulan koşullar gereği kendini “komünist” renklere boyayan küçük-burjuva milliyetçiliğinin, gerçekte proletaryaya ve onun devrimine duyduğu sınıfsal tepkiyi dile getirmektedir. Ezilen ulus milliyetçiliğini “sosyalizm” diye satmaya çalışan Galiyev şöyle demektedir:
Müslüman halklar proleter milletlerdir. İngiliz ve Fransız proleterleri ile Fas ve Afganistan proleterleri arasındaki fark çok büyüktür. Müslüman ülkelerde milliyetçi hareketlerin sosyalist bir devrim karakterinde olduğu ileri sürülebilir.[76]
Sultan Galiyev, dünya üzerindeki esas çelişkinin sanayi metropolleri ile sömürgeler arasında olduğunu savundu. Doğu milletleri için tek çıkar yolun, “Doğu’nun proleter milletlerinin birleşerek Batı üzerinde bir diktatörlük kurmaları” olduğunu söyledi. Bu görüşlerinin uzantısı olarak, “geri kalmış proleter milletlerin, gelişmiş ülkelere karşı çıkarlarını savunan” ve III. Enternasyonal’e bağlı olmayan ayrı bir enternasyonalin kurulması gerektiğini iddia etti. Bakû Kurultayına katılan Müslüman temsilciler, Sovyet devletine güvensizlikle onun desteğine duydukları gereksinim arasında bocalayan karmaşık duygular ve esas olarak da küçük-burjuva milliyetçiliğine dayanan sözde komünizm sempatizanlığı sergilediler.
Bakû Kurultayında, ulusal ve sömürgeler sorununun Komintern raportörü olan Pavloviç, konuşmasında, İkinci Kongre tezlerinde yer alan doğrultuyu yineledi:
III. Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde yapılan tartışmalarda biz Doğu’nun geri kalmış halklarının ileri bir proletaryaya sahip ülkelerin yardımıyla Sovyet tipi düzene kavuşabilecekleri ve bir ara devresinden sonra kapitalist aşamadan geçmeden komünist aşamaya ulaşabilecekleri sonucuna vardık.[77]
Macaristan Sovyetler Cumhuriyeti başkanı Bela-Kun ise, Komintern Başkanlık Kurulu adına tezleri kurultay delegelerine sundu. Tezlerin altıncı maddesinde şöyle denmekteydi:
Batı’da Komünist Partinin zaferi Doğu Halklarının sömürülmesine son verecektir.
Doğu’yu emperyalist sömürüden tümüyle kurtarmak, toprakları çalışanlara vermek ve sömürücüleri iktidardan uzaklaştırmak için ... yabancı sömürgecileri iktidardan kesinlikle uzaklaştırmak ve yoksul sınıfların iktidarını Sovyetçi temeller üzerine kurmak gerekir. Doğu’nun çalışan yığınlarının çıkarı, ülkelerinde Sovyetçi düzenlerin kurulması gereğinin anlaşılmasındadır.[78]
Kurultay delegelerine sunulan tezler oybirliğiyle onaylandı. Bakû Kurultayının yayınladığı Doğu’nun Halklarına başlıklı bildiri şu sözlerle sona eriyordu:
Dünyanın ileri ve geri, bağımlı ve bağımsız, metropol ve sömürge ülkeler diye bölünmesini ortadan kaldırmak için sizi bir Kutsal Savaş’a çağırıyoruz.
Doğu halkları! Bu Kutsal Savaşta Batı’nın bütün devrimci işçileri ve ezilen köylüleri sizinle birlikte olacaklar. Size yardım edecek, sizinle birlikte dövüşecek ve canlarını verecekler.[79]
Görüldüğü gibi, Komintern yetkilileri Kurultay tartışmaları sırasında ileri sürülen ve Doğu’yu merkez kabul eden açılımlara katılmamışlardı. Bu doğru bir tutumdu. Ne var ki, Avrupa’daki devrimci dalganın geri çekilişinin yarattığı moral bozukluğunu hafifletme çabası içinde, Doğu’daki devrimci potansiyel yine de bir hayli abartılı biçimde öne çıkarılacaktı.
Kurultay tarafından kabul edilen kararlar arasında Türkiye’deki ulusal mücadeleyi ilgilendiren önemli bir madde de yer alıyordu. Bu maddede, Türkiye’deki ulusal devrimci hareketin yalnızca yabancı sömürücülere yönelik olduğu belirtilmekteydi. Bu hareketin işçi ve köylülerin ezilmekten ve sömürülmekten kurtulmaları anlamına gelmeyeceği gerçeği vurgulanıyor ve başarılı olsa bile, “Türk çalışan yığınları için en önemli sorunların çözümünü getirmeyecektir” deniliyordu. Nitekim, genelde eski Osmanlı paşalarının öncülüğüne hapsolan Türkiye milli mücadelesinin sonucu bu satırları fazlasıyla doğruladı.
Üçüncü Kongre Öncesindeki Ortam ve Türkiye Sorunu
Sovyet devletinin içine girdiği olumsuz koşullar bakımından 1921 yılı bir dönüm noktasıdır. Avrupa’da devrim umudunun solmakta olduğu iyice açığa çıkmıştır. Sovyet devletinin yalıtılmışlığına son vereceği düşünülen Alman devrimi yenilgiye uğramış, Alman Komünist Partisinin Mart ayaklanması karşı-devrimci güçler tarafından bastırılmıştır. Yalnızlaşan Sovyet devleti, tek başına burjuva devletlerle yan yana yaşamak gibi bir sorunla yüz yüze gelmiştir. Avrupa devriminin imdada yetişmeyeceğinin belli olmasıyla birlikte, yalıtılmış Sovyet devletinin yaşatılması için burjuva devletlerle “barışçı” ilişkiler kurulması politikası gündeme gelmiştir. 1921 yılının Mart ayında, Sovyet devletinin içine düştüğü yalnızlığın sonucu olan uygulamalar birbirini izler.
Sovyet hükümeti, ekonomik yıkım ve açlık tehlikesinin önüne geçebilmek amacıyla 16 Mart tarihinde İngiltere ile bir ticaret anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma gereğince Sovyet hükümeti, Asya’da İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde politik faaliyette bulunmamayı taahhüt etmektedir. Ardından 18 Martta Polonya ile barış anlaşması imzalanır. Bu arada Sovyet hükümetinin İngiltere ile yaptığı anlaşmanın yarattığı durum değişikliği somut yaşama yansır. Bir tarafta İngilizler M. Kemal ile anlaşma yolunu döşerlerken, diğer tarafta Sovyetler de Kemalist Türkiye ile bir “dostluk” anlaşması imzalamaktadır. Böylece, daha önce Komintern kongrelerinde alınmış ilkesel kararlarla pratikte değişen siyasal dengelerin arasındaki gerilim, Türkiye’de M. Kemal’in öncülüğünde yürümekte olan “milli mücadele”ye yaklaşımda da açıkça hissedilecektir.
Milli mücadelenin burjuva önderi M. Kemal, başlangıçta güçsüz ve destekten yoksun olduğu koşullarda, kendini Sovyet hükümetine neredeyse “komünist” gösterecek atraksiyonlar yürütmüştür. Örneğin, 29 Kasım 1920’de Moskova’ya gönderdiği telgrafta, burjuva iktidarına son vermek için Asya ve Afrikalı halklar ile Batı proletaryasının işbirliğinden söz etmektedir. Ne var ki, koşullar Sovyetler’in aleyhine değişikliğe uğradığında, M. Kemal, Türkiye coğrafyasının Sovyet devleti açısından taşıdığı stratejik öneme ziyadesiyle güvenecektir. Bu sayede Sovyet yardımını nasılsa garantide hissedecek ve Sovyetler Birliği faktörünü, artık yalnızca kendini emperyalistlere kabul ettirmek için bir koz olarak kullanacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak isteyen emperyalist devletlere karşı, kendine hiç değilse Anadolu’da bir yer ayırmak ve kendi ulus-devletini kurmak isteyen Türkiye burjuvazisi, Anadolu topraklarındaki ulusal mücadelenin kendi kontrolü dışına çıkmaması için her yola başvurmuştur. 1921 Ocak ayında Türkiye Komünist Partisinin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, milli mücadelenin burjuva önderliğinin emriyle düzenlenen bir suikast sonucunda Karadeniz’de boğularak öldürülürler. Bu katliamın ardından, Çerkez Ethem önderliğindeki köylü mücadelesi (Yeşil Ordu hareketi) bastırılır. Bu gelişmelere rağmen, Sovyet hükümeti M. Kemal ile ilişkilerini bozmaz; hatta duyulan bir rahatsızlık bile dile getirilmez. Sovyet hükümeti büyük ekonomik ve askeri zorluklarla boğuşurken, Mart 1921’de imzalanan dostluk ve yardım anlaşması gereğince, M. Kemal’e on milyon altın ruble ve önemli miktarda silah gönderir.
Sovyetler’in burnunun dibinde, Anadolu’da, Ekim devriminden etkilenen gerçek bir anti-emperyalist halk hareketinin gelişmesi, hem Türk burjuvazisinin hem de Batılı emperyalist devletlerin korkulu rüyasıydı. Bir yanda, kendi burjuva düzenini kurarak Batılılaşmaya, kapitalistleşmeye can atan Türk burjuvazisi; öte yanda, Sovyet devriminin Anadolu’ya yayılmasından ürken emperyalistler. Bu güçler gerçekte bir çıkar birliği içindeydiler. Bu durum, hem M. Kemal’in emperyalist devletlere ne ölçüde kafa tutabileceğinin belirlenmesinde, hem de emperyalist hükümetlerin akıllarını başlarına devşirip Kemal gibi burjuva önderlere uzlaşma eli uzatmalarında temel bir etken oldu. Sovyet hükümetinin, “Sovyet devletinin korunması” amacıyla Türkiye burjuvazisine verdiği ödün de bu süreçte önemli bir faktör oluşturdu.
Bu durum Türkiye komünist hareketini daha baştan çok güçsüz bir konuma itti. Kurucu liderlerinin burjuvazi tarafından katledilmesi ve ardından gelen sistematik baskılar, Türkiye’de komünist hareketin yolunu kesti ve Kemalist burjuva önderlik bu sayede emekçi kitleler üzerinde rahatlıkla hegemonyasını kurabildi. Ve böylece, ulusal kurtuluş mücadelesini burjuva sınırlar içine hapsetmeyi, onu salt ulusal bağımsızlığın kazanılması ve modern burjuva ulus-devletin kurulması noktasında durdurabilmeyi başardı. Kısacası, Türkiye’de “ulusal kurtuluş mücadelesi”, bir işçi-köylü ayaklanmasına dönüşemeden, burjuva önderliğin hegemonyası altında ve bizzat bu önderliğin adlandırdığı üzere “milli mücadele” sınırları içinde kaldı. Türkiye burjuvazisinin, bu mücadeleyi kendi resmi tarihine, “ezilen uluslara örnek oluşturan anlı-şanlı bir anti-emperyalist mücadele” olarak yazması kendi bileceği bir işti. Ama ne yazık ki, başlangıçta bir ölçüde Komintern’in zaafları ve takiben asıl olarak Stalinist yozlaşmanın etkisiyle, Türkiye’de uzun yıllar boyunca komünistler de aynı telden çaldılar.
Hatırlarsak, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelesi içinde burjuva demokratlarla geçici işbirliği yapılabileceğine değinen İkinci Kongre kararları, buna ilişkin koşulları da belirlemişti. Komünistler her şeyin başında, proleter mücadelenin çıkarlarını başa almak ve taktikleri ona göre belirlemekle yükümlüydüler. Adına ister ittifak, ister işbirliği densin, “geçici” sıfatı, çerçevesi çizilmiş somut bir sorun temelinde bir eylem birliğini anlatır. Kuşkusuz, bu tür işbirliklerinde komünistlerin temel prensibi, “ayrı yürü, birlikte vur; bayraklar karışmasın” sözlerinde özlü biçimde ifadesini bulur. Yani temel ölçüt, her ne adına olursa olsun bağımsız siyasal örgütlenmeden ödün vermemek olmalıydı. Bu nedenle, uyanıklığı elden bırakmamak ve örgütlenmeye zarar veren koşullarda, buna zarar verenlerle işbirliğine girmemek komünistler açısından zorunlu bir koşuldu.
Evet, ilkelere bağlılık iddiasıyla somut koşulları hesaba katmayıp kaskatı kesilmek siyasal mücadelede doğru bir tutum değildir. Fakat “somut koşulların gereğini yerine getirme” adına ilkelerin çiğnenmesini hoş görmek ise, zamanla daha büyük hatalara, sapmalara temel oluşturur. Daha büyük bir savaşı kazanabilmek için küçük bir muharebeyi kaybetmekte bir sakınca yoktur; ya da savaşı kaybetmemek amacıyla bazen kötü bir barış yapmak zorunda kalınabilir. Sovyet hükümetinin 1918’de Almanlarla imzaladığı Brest-Litovsk barış antlaşması örneğinde olduğu gibi. Böyle bir durumda kural, olumsuz bir kararı bir olumluluk örneği olarak sunmamak, zorunlulukları ve terslikleri olanca açıklığıyla ortaya koyabilmektir. Pratikteki her siyasal tutumun örnek bir tutum olmayabileceğini, tersine bazen karşılaşılan güçlüklerin komünist önderleri hiç de hoş olmayan kararlar almakla yüz yüze getirebileceğini açıkça bilmek de yaşananlardan ders çıkarmanın bir unsurudur.
Brest-Litovsk barış anlaşması, kötü fakat nesnel koşulların dayattığı bir kararın çarpıtılmadan ilân edilmesi bakımından anlaşılabilir bir örnekti. Ne var ki, Türkiye sorununun Komintern’de açıkça tartışma konusu yapılmayıp, bir oldu-bitti gibi üstünün örtülmesinin haklı çıkartılabilecek bir yanı yoktu. Bu hatalı tutum nedeniyle, Türkiye’deki milli mücadelenin ve M. Kemal önderliğinin niteliği konusunda pek çok yanılsama doğdu; istismara açık boşluklar yaratıldı. Bu durum, daha sonra Stalinizmin egemenliği altında Türkiye komünist hareketine empoze edilecek sınıf uzlaşmacı çizginin de sorgulanmadan kabul edilmesine zemin oluşturacaktı. Bu ortamda Stalinizm, mevcut zaafları fırsat bilecek ve böylece Türkiye komünist hareketine uzun yıllar boyunca, Kemalizm kuyrukçuluğu, ezen ulus milliyetçiliği, “kendi” burjuvazisiyle sarmaş dolaş bir garip “cephe” ya da “anti-emperyalizm” anlayışı egemen olacaktı.
Geçmiş dönemlerden dersler çıkartabilmek için, Sovyet hükümetinin Türkiye’deki burjuva önderliğe sunduğu desteğin doğru olup olmadığının sorgulanması bugün dahi anlamlıdır. Kuşkusuz ki, devrimci bir mücadele, devrimcileri nice hoşa gitmeyen fedakârlıkları yapmak zorunluluğuyla yüz yüze getirebilir. “Parça-bütün” ilişkisi bağlamında “bütün”ün çıkarlarının korunmasının başa alınması gerekebilir. Ne var ki, örneğimiz temelinde tarihten doğru bir ders alabilmek için, “bütün”ün dünya devriminin çıkarları olduğunu asla göz ardı etmemeliyiz. Proletaryanın devrimci mücadelesinin başarısı, devrimlerin tek tek işçi devletleri sınırları içine hapsedilmesine değil, tam tersine devrimin dünya ölçeğinde sürekliliğine bağlıdır. Fakat bu ilke de eğer salt bir söz kalıbına dönüştürülmek istenmiyorsa, kuşkusuz ki, içinde bulunulan somut koşulların o an neyi olanaklı ya da olanaksız kıldığını doğru hesap etmek gerekir.
Örneğin Ekim Devriminin kazanımlarının henüz gerçeklik olduğu bir durumda, yeniden güç toplayıp dünya devriminin yeni bir saldırısını başlatmaya hazırlanmak için, bu mevziin korunmak istenmesi devrimci bir tutumdur. Bu hususun yanlış anlaşılmaması bakımından, Lenin döneminde doğru temelden hareket eden koruma kaygısıyla, Stalin döneminin “koruma” içgüdüsü arasındaki bağdaşmaz karşıtlığı hatırlatalım. Stalin dönemindeki temel sorun, artık egemen bürokrasinin devletine dönüşmüş bulunan bir “Sovyetler Birliği”nin, dünya devriminin ilerleyişinin göz göre göre boğulması pahasına korunmak istenmesiydi. Bu zorunlu hatırlatmadan sonra yine Lenin dönemine ilişkin irdelememize dönecek olursak, sonucu şu şekilde toparlayabiliriz: Sovyet hükümetinin Türkiye sorunundaki tutumu, “parça-bütün” ilişkisi çerçevesinde kabul edilebilir bir temele oturtulabilse dahi, yine de iki nedenden ötürü izlenen yol doğru değildi. Birincisi, gerçeklerin açıkça dile getirilmeyişi; ikincisi ise, milli mücadelenin burjuva önderliğine birtakım ödünler verilirken, daha dünyaya gözlerini yeni açan bir komünist hareketin siyasal bağımsızlığının ve önderlerinin yaşamının korunması için gereken uyanıklığın gösterilmemiş oluşu.
Komintern Üçüncü Kongresi (Haziran-Temmuz 1921)
Bu kongre, Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin yalıtıldığı, Sovyetler’in muazzam ekonomik güçlüklerle yüz yüze bulunduğu olumsuz bir dönemin başlangıcına denk düşmektedir. Komintern, artık dünya devriminin yeni bir ilerleyişini örgütlemekten ziyade, yeniden güç toplayabilmenin sorunlarıyla boğuşmaya başlamıştır. İşte bu koşullarda, ilerde çok önemli tartışmalara ve saflaşmalara yol açacak olan birleşik işçi cephesi gündeme getirilir. Amaç, işçi sınıfı hareketinin dünya ölçeğinde vahim bir gerileyiş içine girdiği koşullarda, sınıf hareketini güçlendirebilecek bir çıkış yolu bulabilmektir. Lenin döneminde onaylanan bu cephe anlayışı, işçi sınıfının çeşitli örgütleri arasında güç ve eylem birliğinin oluşturulmasını hedefleyen doğru bir siyasal taktiktir.
Üçüncü Kongrede, sömürgeler sorunu üzerinde uzun boylu durulmamıştır. Troçki, 27 Haziran oturumunda Dünya Ekonomik Bunalımı ve Komünist Enternasyonal’in Yeni Görevleri başlıklı ana konuşmayı yapar. Konuşması, kapitalist dünya ekonomisinin kapsamlı bir analizini içermekte ve savaşın bitimini takip eden üç yıl içinde gerçekleşen ekonomik canlanmayı dikkate almaktadır. “Sermayenin hâlâ hemen hemen bütün dünyada tahtında oturduğunu” belirten Troçki, savaş sonrasında güç ilişkilerinin değiştiğine ve burjuvazinin kendini daha güçlü hissetmeye başladığına değinir. Mevcut durumu daha önceki dönemin koşullarıyla karşılaştıran Troçki, “şimdi, Komünist Enternasyonal’in III. Dünya Kongresi sırasında durum, I. ve II. Kongreler sırasındaki gibi değil” demektedir.[80] Keza Radek de, 30 Haziran oturumunda Enternasyonal’in taktiği üzerine yaptığı konuşmada, devrim dalgasındaki geri çekiliş koşullarına işaret eder:
Kapitalist toplumun uzun bir rahat soluk alma döneminde, Komünist Enternasyonal’in, bizim genelde yükselen devrim çizgisi diye gördüğümüz duruma göre daha başka görevleri vardır. Böyle bir durumda onun görevi, proletaryayı doğrudan bütün iç savaş imkanlarına hazırlamak olmayabilir. O zaman onun görevi, örgütlenme, ajitasyon ve gelecek çarpışmalar için orduyu biçimlendirme olabilir.[81]
Üçüncü Kongrede, o dönemde Asya ülkelerinde yaşanmakta olan önemli gelişmeler üzerinde de yeterince durulmamıştır. M. Kemal ile varılan anlaşmanın bir yansıması olarak Türkiye konusunda suskun kalınır ve Türkiye’de komünistlere yönelik baskılara hiç değinilmez. Evet, ne yazık ki kongre kararlarında, Türk komünistlerinin katledilmelerini protesto edecek tek bir söz bile edilmemiştir. Üçüncü Kongre, gerek genelde devrim dalgasındaki geri çekiliş ve gerekse özelde Sovyet hükümetinin İngiltere ile yaptığı anlaşmanın basıncıyla sömürgeler sorununa yer vermemiş, tartışmalar sırasında bu sorun bir iki cümle ile geçiştirilmek istenmiştir. Örneğin, sömürge ülkelerden gelen delegelerin konuşma süresi kongre başkanlığı tarafından beş dakikayla sınırlandırılır. Bu tutumu kınayan Roy, beş dakikalık konuşma süresini, protestosunu dile getirmeye ayırır:
Raporumu sunmam için (Hindistan üzerine) bana beş dakika verildi. Bu konuya bir saat bile yeterli olamayacağı için, bu beş dakikayı enerjik bir protestoya ayırmak istiyorum. Bu kongrenin Doğu sorununu ele alış tarzı saf anlamda oportünisttir ve daha çok bir İkinci Enternasyonal Kongresi’ne yakışır. Doğulu delegelerin söylemelerine izin verilen birkaç cümleden herhangi bir pratik sonuç çıkarmak kesinlikle imkansızdır.[82]
Kongre tartışmaları ve kararları bağlamında değinmemiz gereken önemli bir husus da, Lenin’in 5 Temmuzda kongre delegelerine sunduğu Rus Komünist Partisi’nin Taktikleri Üzerine Rapor’dur. Rapor bir bölümüyle ulusal kurtuluş mücadeleleri sorununu da içermektedir. Bu mücadelelerin, dünya devriminin ilerde yeni bir yükselişe geçtiği koşullarda anti-emperyalist bir mücadeleye dönüşebilme olanağına işaret etmektedir Lenin:
Dünya devriminin kaçınılmaz olarak tayin edici savaşlarında, yeryüzünde yaşayanların çoğunluğunun öncelikle ulusal kurtuluş niteliğinde olan hareketinin kapitalizme ve emperyalizme karşı dönüşeceği ve belki de tahminlerimizden çok daha fazla devrimci bir rol oynayacağı açıktır. Enternasyonalimizde ilk defa bu mücadeleye hazırlanma sorununu ele almamız gerçeğini önemle belirtmek gerekir. Tabii ki bu konuda diğerlerine göre çok daha fazla güçlükler var fakat her şeye rağmen hareket ilerlemektedir. Ve ezilen kitleler –sömürge ülkelerdeki köylüler– hâlâ geri kalmış olmalarına rağmen, dünya devriminin gelecek dönemlerinde çok önemli devrimci rol oynayacaklardır.[83]
Dünya devriminin geri çekildiği koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelelerinin kendi başlarına emperyalist-kapitalist sisteme ağır darbeler indirebilmesi mümkün değildir. Zaten Lenin de, sömürge ülkelerdeki ezilen kitlelerin henüz bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğindeki hareketinin, hangi koşullar altında gerçekten anti-emperyalist bir mücadeleye dönüşebileceğini sorgulamaktadır. O, bir yandan bu iki mücadele arasındaki kapsam farkını belirtmekte, diğer yandan böyle bir dönüşümü dünya devriminin yükselişi koşullarına bağlamaktadır.
Uzakdoğu Komünist ve Devrimci Örgütleri Birinci Kongresi (Ocak 1922)
Kongre, Asya’nın ezilen uluslarının bağrında gelişmekte olan mücadeleyi, proletaryanın ve ezilen halkların dünya ölçeğinde birliğinin sağlanması temelinde değerlendirir. Kongrenin Manifestosunda, Uzakdoğu emekçilerinin birliğinin Komünist Enternasyonal bayrağı altında oluşturulması perspektifi dile getirilir. Asya ülkelerindeki mücadele salt ulusal kurtuluş mücadelesi düzeyiyle sınırlı olarak değil, sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele kapsamında ele alınır. Zorbaların devrilmesi ve emekçilerin adil düzeninin kurulması, asalakların kovulması, işçi ve köylülerin saflarından çıkacak olanların iktidarının kurulması hedefi ilân edilir. Manifesto, Asya ülkelerinin emekçi kitlelerine bir çağrıyla sona ermektedir: “Örgütlenin! Mücadele saflarımıza katılın! Sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele için işçi ve köylü örgütleri kurun! Savaşa hazırlanın!”[84]
Manifestoda yer alan en önemli açılım, dünya emperyalistlerine karşı dünya proletaryasının ve dünyanın ezilen halklarının birliği isteminin ilk kez açık bir savaş parolası biçiminde ifade edilmiş olmasıdır. Marx ve Engels’in ünlü çağrısı genişletilerek şu savaş sloganı yükseltilmiştir: “Komünist Enternasyonal büyük sloganı ortaya koydu: Bütün ülkelerin işçileri ve bütün dünyanın ezilen halkları, birleşin!”[85]Böylece, Komintern Üçüncü Kongresinde gündeme getirilen “birleşik işçi cephesi” taktiği genişletilmekte ve işçi sınıfının, emperyalist sisteme karşı mücadelede ezilen ulusların emekçi kitleleriyle birlikte oluşturacağı anti-emperyalist cephe anlayışına varılmaktadır.
Birleşik mücadelenin çekirdeğini işçi sınıfı örgütlerinin oluşturması ve proletaryanın bağımsız örgütlenmesi ilkesine titizlikle riayet edilmesi koşuluyla bu tür taktiklerin uygulanması doğrudur. Fakat bu gibi konular aslında çok hassas konulardır ve tam bir netlik gerektirir. Örneğin, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganında ifadesini bulan tarihsel hedefin, “ezilen halklar”ın eklenmesiyle genişletilmesi, o günün koşullarında anlamlı bir çağrı olsa da, bu konuda hiçbir bulanıklık yaratılmamalıdır. Anti-emperyalist mücadelede aslolan, öncelikle işçi sınıfının birliğinin sağlanmasıdır. Ancak bu temele oturtulacak olan cephe taktikleri, proletaryanın ittifaklar siyasetine doğru biçimde can verebilir ve devrimci proletaryanın mücadelesini sağlıklı bir şekilde ilerletebilir. Ne yazık ki cephe sorunu Lenin dönemi Komintern toplantılarında uzun boylu tartışılamamış ve yeterli açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu konuda Lenin’in savunduğu çizgiyi daha sonra Troçki sürdürmeye çalışmış, ama Komintern’de ve Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle, genelde dünya komünist hareketine tamamen yozlaştırılmış bir cephe anlayışı yerleştirilmiştir.
Komintern Dördüncü Kongresi (Kasım-Aralık l922)
Dördüncü Kongre Lenin’in katıldığı son Komintern kongresi olacaktı. Lenin hastalığı nedeniyle kongreye ancak tek bir rapor, Beş Yıllık Rus İhtilali ve Dünya İhtilalinin Perspektiflerini sunabilmişti. Bu arada, bir önceki kongrede sömürgeler sorununun ele alınmasını önleyen diplomatik ortam yeni gelişmelerin sonucunda değişikliğe uğramıştı. Örneğin, Türkiye sorununun ele alınacağı Lozan Konferansına Sovyet hükümetinin katılımına İngiltere karşı çıkmıştı. Böylece, Sovyet hükümetinin daha önceki dönemde İngiltere’yle varılan diplomatik anlaşmanın basıncına boyun eğmesi faktörü ortadan kalkmıştı. Dördüncü Kongre sömürgeler sorununa oldukça büyük bir yer ayırdı. Ulusal sorun ve sömürgeler sorununa ilişkin karar taslağı, Komintern yöneticilerinin yardımıyla Doğu ülkelerinden gelen delegasyonlarca hazırlandı.
Kongre tartışmaları içinde gündeme getirilen milliyetçilik sorunu, tıpkı İkinci Kongrede olduğu gibi eğilim farklarının gözlemlenebilmesini sağlıyordu. Doğu delegeleri arasında Müslüman ülkelerden gelen ve Panislamizmi savunan milliyetçi delegelerin yanı sıra, Hindistan’dan gelen komünist Roy gibi, ulusal ve sömürgeler sorununu proletaryanın devrimci misyonu temelinde ele alan delegeler de vardı. Ve bu farklı görüşlerin birbiriyle bağdaşması olanaklı da değildi, doğru da değildi.
Örneğin Müslüman milliyetçilerin temsilcilerinden biri olan Endonezya delegesi Tan Malaka, Panislamizmi, Doğu’nun Müslüman halklarının ilerici ve anti-emperyalist siyasal akımı olarak lanse etmeye çalışmakta ve savunmaktaydı. O, bu noktadan kalkarak tüm milli hareketlerin desteklenmesi gerektiği görüşünü ileri sürüyordu. Malaka, henüz dinin bile etkisinden kendini kurtaramamış ve ilkel bir milliyetçilik temelinde yapılanmış bazı Doğu delegelerinin tipik bir örneğiydi.
Roy ise ulusal soruna, işçi sınıfının mücadelesinin ilerletilmesi bakımından yaklaşmaktaydı. Kongrenin tartışma gündemine oldukça önemli ve kapsamlı görüşler getirdi. Bu nedenle Roy’un tezleri, kısaca da olsa üzerinde durmayı gerektiriyor. Roy, Komintern’in İkinci Kongresinden sonra yaşanan deneylerin, ulusal ve sömürgeler sorununda çok daha kapsamlı ilkelerin saptanabilmesini mümkün kıldığına dikkat çekmekteydi. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrimci ulusal hareketleri değerlendiren İkinci Kongre, özellikle emperyalist ülkelerin komünist partilerine bu hareketleri destekleme görevini vermişti. Kongre delegelerine bu hususu hatırlatan Roy, önemli bir eksikliğe de işaret ediyordu:
Ama biz o zamanlar II. Kongrenin bu kararını, bu talimatını nasıl hayata geçireceğimizi bilemiyorduk. Çünkü o günlerde, “sömürge ve yarı-sömürge” gibi kapsamlı bir deyimin, çok çeşitli bölge ve halkları içine aldığını bilenlerin sayısı pek azdı. Bu bölge ve halkların ise, toplumsal gelişme düzeyleri çok çeşitli, içinde bulundukları siyasi ve sınai gerilik birbirinden farklıydı. O zamanlar biz, bu ülkelerin hepsi siyasi, ekonomik ve toplumsal bakımdan geri olduklarına göre, topunu aynı sepete atabileceğimizi ve bu meseleyi de genel bir mesele olarak çözebileceğimizi sanıyorduk. Bu yanlış bir görüştü. [86]
Kapitalizmin oldukça geliştiği Hindistan gibi bir sömürgede, ancak daha geri bir ülkenin koşullarında geçerli olabilecek bir siyasal çizgide hareket etmek doğru değildi. İkinci Kongre sonrasında yaşanan Türkiye, Çin, Hindistan deneyimleri, Doğu ülkelerine toptancı yaklaşımın yanlışlığını kanıtlamıştı. Bu nedenle Roy, bu ülkeleri başlıca üç gruba ayırıyordu:
Doğu ülkelerini üçe ayırabiliriz. İlkin, kapitalizmin oldukça yüksek bir gelişme düzeyine ulaştığı ülkeleri görüyoruz. Bu ülkelerde sanayi, sadece büyük sermaye merkezlerinden ithal edilen sermayeler sayesinde gelişmiş değildir, bunun yanında yerli bir kapitalizm de yeşermiştir. Bu kapitalizm, sınıf bilinci gelişmiş bir burjuvaziyle, bunun karşıtı olan bir proletaryanın oluşmasına yol açmıştır. Aynı şekilde, bu proletarya da kendi sınıf bilincini geliştirmekte ve yavaş yavaş siyasi aşamaya yönelen ekonomik mücadeleler vermektedir. İkinci olarak, kapitalist gelişmenin başladığı, ama henüz geri bir düzeyde bulunduğu, toplumun belkemiğini ise hâlâ feodalizmin oluşturduğu ülkeleri sayabiliriz. Üçüncü olarak ise, ilkel ilişkilerin egemen olduğu, feodal ataerkil düzenin topluma damgasını vurduğu ülkeler vardır.
... bu ülkelerin her birinde devrimci bir hareketle karşı karşıyayız. Ne var ki, bu ülkelerin toplumsal yapısı farklılıklar gösterdiği için, devrimci hareketin doğası da farklıdır. Toplumsal nitelik farklı olduğu oranda hareketlerin programı da farklı olmalı, ona göre farklı taktikler uygulanmalıdır.[87]
Birinci kategorideki Doğu ülkesi Hindistan örneğinde somutlanmaktaydı. Kapitalizmin daha gelişmiş olduğu böyle bir sömürge ülkede, yerli burjuvazinin emperyalizmin himayesi altında olmayı kendisi için daha yararlı göreceği açıktı. Bu nedenle Roy haklı olarak, bu tür ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelesinin toplumsal devrime dönüşme olasılığının sadece emperyalistleri değil, yerli burjuvaziyi de daha baştan korkutup ona göre tutum belirlemeye yönelteceğini düşünmekteydi. Emperyalizm döneminin temel özelliğini doğru kavrayan Roy, tıpkı Lenin ya da Troçki’nin işaret ettiği gibi, emperyalizmin yeni bir sömürü yöntemi anlamına geldiğini de belirtmekteydi: “Bugün emperyalizm artık eski sömürü yöntemlerini terk etmeyi uygun görüyor, yerli burjuvaziye ya da yerli burjuvazinin belli bir kesimine çeşitli siyasal ve ekonomik ödünler veriyor.”[88]
İkinci kategoriye giren Türkiye gibi ülkelerde ise, milli mücadelenin burjuvazinin gelişmesine paralel olarak derinleşmekte olduğunu söylüyordu Roy. Bu ülkelerde de burjuvazinin emperyalizmle uzlaşma tehlikesi vardı; ama burjuva milliyetçi hareketlerin nesnel olarak bir ölçüde ilerletici bir işlevinin olduğu da doğruydu. Aslında, burjuvazinin devrimci bir etken olup olamayacağını söyleyebilmek için, mutlaka özel tarihi nedenler dikkate alınmalıydı. Kısacası, somut durumun değerlendirilmesi şarttı ve Roy genelde doğru bir ölçüt getirmekteydi. “Burjuvazi, miadını doldurmuş geri toplum biçimlerine karşı ayaklandığı zaman, devrimci bir etken olur. Yani, mücadele özünde feodal düzene yöneliyor ve burjuvazi bu mücadelede halka önderlik ediyorsa, durum böyledir.”[89]
Fakat emperyalizm döneminde burjuvazinin, geniş köylü kitlelerinin çıkarına olacak radikal değişimlerden duyduğu korku önemli bir gerçeklikti. O nedenle genelde sömürge ülkeler burjuvazisi, siyasal bağımsızlığı kazanmak ama toplumsal hareketliliğin daha ileri hedeflere ilerlemesinin de önüne geçebilmek amacıyla hareket etmekteydi. Bir başka deyişle, sömürge ülkelerin burjuvazisi sömürge statüsünden kurtulmak için mücadele yürütebilir, ama emekçi kitlelerin çıkarına olan tarım devrimi gibi konularda da rahatlıkla karşı-devrimci saflara geçebilirdi. Bu gerçeklerin farkında olan Roy, yerli burjuvazinin emperyalizmle her an uzlaşmaya açık olduğunu, bu burjuvaziden kapsamlı devrimcilik ya da anti-emperyalizm beklenemeyeceğini belirtiyordu. Böylece, Türkiye’deki milli mücadele konusundaki tereddütlerini de açıklamış oluyordu: “Buralarda söz konusu olan, zayıf, gelişmemiş ve ezilmiş bir burjuvazi ile güçlü ve gelişmiş bir burjuvazi arasındaki mücadeledir. Bu bir sınıf mücadelesi olmayıp bir tür rekabet mücadelesidir, dolayısıyla uzlaşmanın unsurlarını da içinde barındırmaktadır.”[90]
Gerek Hindistan gerekse Türkiye örneğinde olsun, yerli egemen unsurların emperyalist kapitalizmle uzlaşma yolları aradığı ortaya çıkmıştı. O halde, bu tür ülkelerde emekçi kitlelerin ulusal kurtuluş mücadelesinin emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele düzeyine yükseltilebilmesi için, önderliğin proletarya tarafından ele geçirilmesi zorunlu bir koşuldu. Ve kapitalizmin bir ölçüde gelişmiş olduğu bütün ülkelerde bunun gerçekleştirilebilmesi mümkündü. Roy’un belirttiği gibi, sömürge ülkelerdeki hareket bu sayede devrimci bir nitelik kazandığında, bu durum yalnızca emperyalist sermayeyi tehdit etmekle kalmıyor, yerli egemen sınıflara da yöneliyordu: “Sömürge ülkelerde ikili bir mücadelenin sürdüğüne tanık oluyoruz. Bu mücadele, hem yabancı emperyalizme hem de yabancı emperyalizmi dolaylı ya da dolaysız güçlendiren ve destekleyen yerli üst sınıflara karşı sürdürülmektedir.”[91]
Mısır ve Hindistan’da emperyalist İngiltere’ye karşı yürüyen mücadele, burjuvazinin korkaklığı ve yalpalayan tutumu nedeniyle duraklamıştı. “Oysa buralarda geniş köylü ve işçi kitlesini kucaklayan büyük bir devrimci hareket vardı. Bu hareket, emperyalizmi ciddi bir biçimde tehdit ettiği halde, emperyalizme ağır bir darbe indirememiştir. Bunun çok basit bir sebebi vardır: Hareketin önderliği burjuvazinin elindeydi!”[92] Türkiye’deki milli mücadelenin sınırlı içeriğini göz önünde bulunduran Roy, bu konuda da önemli bir değerlendirme yapmaktaydı:
Türkiye halkının kazandığı önemli zaferin, bugün hareketin başında olan feodal askeri klik yüzünden, mantıksal sonuçlarına götürülemediğini hepiniz biliyorsunuz.
Bu zümre, kendini bir grup emperyaliste satmayı çıkarlarına uygun gördü; bir emperyalist gruba karşı öteki ile birleşmeyi ise, çıkarlarına daha da uygun görmektedir. Bu tutumları belki gruplarının daha da genişlemesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın Sultanın yerine tahta çıkmasına hizmet edebilir (Mustafa Kemal Paşa, esas olarak İngiliz emperyalizminin bir aletiydi) ama, Türkiye’nin milli meselesinin çözümüne kesinlikle hizmet etmez. Bundan daha iki-üç ay önce, dünyadaki tüm devrimci unsurlar Mustafa Kemal Paşa’nın zaferlerini coşkuyla selamlarken, bugün Kemal, işçilerle köylülerin gücü sayesinde kurtulmuş olan özgür Türkiye’de, bu işçilerle köylülerin iyiliği için çalışan herkesi zalimce kovuşturuyor.[93]
Roy’un değerlendirmeleri, Stalin döneminde genel bir eğilim düzeyine yükseltilen tutumdan, burjuva milliyetçi önderliklere övgüler düzme tutumundan çok farklıdır. Yaşanan deneyimler, burjuvazinin siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir ulusal mücadelenin önderliğini pekâlâ üstlenebileceğini kanıtlamıştır. Ne var ki, gerçek bir anti-emperyalist mücadele söz konusu olduğunda durum tamamen değişir. Böylesi durumlarda burjuvaziden ilerici, devrimci misyonlar beklemek çok tehlikeli bir yanılsama olur. Nitekim Roy’un açıklamaya çalıştığı esas sorun da budur. Hatırlanacağı gibi, birleşik cephe konusunda devrimci Marksist tutum, Stalinizm döneminde yerleştirilen ve komünistleri burjuvazinin önderliğindeki “ulusal mücadele” cepheleri içinde eritmekle sonuçlanan “sınıf işbirliği” anlayışından tamamen farklıdır. Emperyalizme karşı birleşik cephe sorununda da Roy, doğru bir siyasal yaklaşım sergilemiştir:
Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalizme karşı bir birleşik cepheyi, Batı ülkeleri işçilerinin birleşik cephesiyle omuz omuza örgütlemek zorundayız. ... Son iki yılın deneyinin de gösterdiği gibi, bu cephenin örgütlenmesi burjuva partilerinin önderliğinde gerçekleştirilemez. Dolayısıyla bu cephenin yönetimini ve örgütlenmesini kendi elimize alabilmek için bu ülkelerdeki partilerimizi geliştirmek zorundayız.[94]
Roy sorunu esas olarak işçilerin savaş birliğinin sağlanması temelinde kavramaktaydı, ama kongre delegeleri arasında gelecek dönemin Stalinist çizgisini savunan anlayışlar da yok değildi. Örneğin Roy’un “devrimci ulusal hareketler burjuvazinin liderliği altında başarıya ulaşmayacaklardır” demiş olmasına karşın, Çin delegesi Lin Yen Chin, burjuvazi ile birlikte bir anti-emperyalist cephenin oluşturulması kararına vardıklarını açıklıyordu:
Çin’de emperyalizmi defetmek için anti-emperyalist birleşik cephenin zorunlu olduğu varsayımı temelinde, partimiz, Kuomintang ulusal devrimci partisi ile bir ulusal cephe oluşturma kararını almıştır. Komünist Parti üyeleri bireyler olarak Kuomintang’a katıldılar ... Eğer bu partiye girmezsek, şüphesiz büyük ve yüce bir ideal olan ancak kitlelerin peşinden gitmediği bir komünizmi vazederek yalıtılmış kalacağız. ... Eğer Kuomintang’a girersek kitlelere, bizim de devrimci demokrasiden yana olduğumuzu, ancak kitlelerin günlük taleplerini göz ardı etmememize rağmen devrimci demokrasinin bizim için yalnızca bir araç olduğunu gösterebileceğiz. ... Kitleleri etrafımızda toplayabilir ve Kuomintang partisini bölebiliriz.[95]
Komünistlerin kendi siyasal bağımsızlıklarını feda edip, “cephe birliği” adına, burjuvazinin hegemonyasındaki bir örgüte (Kuomintang’a) katılmalarının ne gibi sonuçlara yol açtığı, kimin kimi güçlendirdiği, kimin kimi böldüğü, takip eden yıllarda yaşanan Çin Devrimi içinde açıkça ortaya çıktı. Ancak bu gerçeklerin ortaya çıkması için, olumsuz bir deneyimin yaşanması da gerekmiyordu. Çin delegesinin dile getirdiği düşünceler, Komintern’in İkinci Kongresinde özellikle Lenin’in uyarıda bulunduğu hususlarla ve kongre tezlerinin genel çerçevesiyle uyuşmayan uzlaşmacı tutumlardı. Ne var ki Dördüncü Kongre, Çin komünistlerinin yaklaşımını açıkça eleştirmedi.
Dördüncü Kongre tartışmaları içinde Roy’un gündeme getirmiş olduğu önemli değerlendirmeler, kongre tezlerine yansımıştır. Tezler, sömürgeler sorununda İkinci Kongre kararlarına oranla daha kapsamlı yaklaşımlar içermektedir. Hele ki, Üçüncü Kongrenin bu sorunu yeterince tartışmadığı hatırlanacak olursa, Dördüncü Kongrenin sömürgeler sorunundaki çözümlemelerinin önemi daha da artar. Kongre tezlerinin içeriği genelde doğru bir bakış açısını yansıtmakla birlikte, yine de bazı problemler vardır. Kongre karar metni, birbiriyle bağdaşmayan kimi düşüncelerin yan yana sıralanması şeklindeki bir eklektizmi sergilemektedir. Örneğin, kongre karar metninin giriş bölümünde bazı delegelerin görüşleri (Roy’unkiler de) kısaca aktarılırken, çok farklı değerlendirmeler herhangi bir yorum eklenmeksizin yan yana getirilmiştir. Kısacası, bazı eksiklikler ve tartışmaya açık noktalar olduğunu düşünsek de, Dördüncü Kongre tezleri ve kararları söz konusu sorunlarda önemli bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Dördüncü Kongre tezlerinde ulusal bağımsızlık mücadelesine yaklaşım, genel hatlarıyla İkinci Kongre kararlarında yer aldığı gibidir:
Tüm ulusal devrimci hareketler için geçerli olan temel görev, politik bağımsızlığı kazanmak ve ulusal birliği meydana getirmektir. Bu sorunun gerçek ve mantıksal olarak uygun olan çözümü, böyle bir ulusal hareketin ne dereceye kadar gerici feodal ögelerle ayrışabildiğine, geniş çalışan kitleleri kendi hedeflerine ne ölçüde kazanabildiğine ve bu kitlelerin toplumsal taleplerine kendi programında yer verip vermemesine bağlıdır.[96]
Tezler, ulusal kurtuluş mücadelesinin anti-emperyalist bir mücadeleye ilerlemesi açısından, köylü kitlelerinin katılımını ve bu amaçla devrimci bir tarım programının gerekliliğini ortaya koymaktaydı. Burjuva milliyetçiler, mücadele hedeflerini salt siyasal bağımsızlığın kazanılması ve ulus-devletin kurulmasıyla sınırlamak isterken, komünistler mücadeleyi daha da ileriye götürmekle yükümlüydüler. Bu çerçevede, köylülüğün ağır bastığı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde tarım devriminin önemi büyüktü. Yine kongre tezleri, İkinci Kongre kararlarında da dikkat çekildiği gibi, burjuva milliyetçilerin kendilerini “komünist” bir kılığa büründürmeleri ve böylece proleter birliklerini yolundan saptırmaları tehlikesine işaret etmekteydi:
... Sovyet Rusya’nın politik otoritesinin avantajını ele geçiren ve kendilerini işçilerin sınıf içgüdülerine uyarlayan burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri, –kendileri bunun her zaman tam bilincinde olmasalar da– embriyon halindeki proleter birliklerini sınıf örgütlenmesinin doğrudan görevleri yolundan saptırmak amacıyla burjuva demokratik özlemlerini “sosyalist” veya “komünist” bir kılığa büründürdüler (örneğin, Türkiye’deki Yeşil Ordu Partisinin pan-Turanizmi komünist renklerle boyaması, Çin’deki Kuomintang’ın bazı liderlerinin “devlet sosyalizmi”ni vazetmesi gibi).[97]
Geri ülkelerin kurtuluşunu, gelişmiş ülkelerin proletaryasıyla ittifak ve Sovyet sistemine geçiş temelinde ele alan tezlerde şöyle denmekteydi:
Batı’nın proletaryasıyla kurulacak bir ittifak, Sovyet cumhuriyetlerinin uluslararası federasyonunun yolunu temizleyecektir. Geri ülkeler için Sovyet sistemi, ilkel varoluş koşullarından, dünya ekonomisi alanındaki üretim ve dağıtımın kapitalist yöntemiyle yer değiştirmeye yönelmiş gelişmiş komünist kültüre en sancısız geçiş biçimini sunmaktadır. Bu, Rusya imparatorluğunun bağımsızlığını kazanmış sömürgelerindeki Sovyet yapısının deneyimi tarafından kanıtlanmıştır.[98]
Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Komintern’in ikili bir görevinin olduğu belirtiliyordu. Birinci görev, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarını temsil eden komünist partilerin çekirdeğini yaratmaktı. İkinci görev olarak da, emperyalizme karşı yöneltilmiş ulusal devrimci hareketi azami ölçüde desteklemek, bu hareketin öncüsü olmak ve ulusal hareket içinde sosyal hareketi vurgulamak, genişletmek gerekiyordu. Dördüncü Kongre yerinde bir değerlendirmeyle, sömürge ülkelerde devrimin ulus-devletin kuruluşuyla sınırlanamayacak toplumsal dönüşüm boyutunu ortaya koydu:
Sömürge devriminin nesnel görevleri, bu devrimin nihai zaferi dünya emperyalizminin egemenliği ile uyuşamayacağından ötürü, burjuva demokrasisinin sınırlarını aşacaktır. Önceleri yerli burjuvazi ve entelijensiya sömürge devrimci hareketlerinin şampiyonlarıydılar. Ancak, proleter ve yarı-proleter köylü kitleleri mücadelenin içine sürüklendikçe, burjuva ve tarım burjuvazisinin ögeleri, halkın alt sınıflarının toplumsal çıkarları öne çıkmaya başladığı oranda harekete yüz çevirmeye başladılar. Sömürgelerin genç proletaryasının önünde uzun bir mücadele vardır. Bu mücadele, geniş çalışan kitleleri “tarih-öncesi” şartlarda tutarken endüstriyel ve kültürel gelişmenin tüm avantajlarını kendilerine saklamaya ve bunları tekelleştirmeye çabalayan kendi egemen sınıflarına ve emperyalist sömürüye karşı, tüm bir tarihsel dönemi kucaklayan bir mücadeledir.[99]
Tezlerde, sömürge ülkelerdeki mücadeleye yanlış yaklaşımlar karşısında komünistler uyarılıyordu. İşçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunma adına, sömürgelerde emperyalist zorbalığa karşı verilen mücadeleye katılmamanın Doğu’daki proleter devrimi gözden düşürmekten başka bir işe yaramayacağı belirtiliyordu. Bu yerinde değerlendirme, ardından gelen daha da önemli uyarılarla bütünlenmekteydi:
Eş derecede bir küstahlık da, “ulusal birlik” ya da burjuva demokratlarıyla “iç barış” adına, işçi sınıfının en acil ve günlük çıkarları için verilecek mücadeleden uzak durmaya çalışmaktır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki komünist işçi partilerinin ikili bir görevi vardır. Politik bağımsızlığın kazanılmasını hedefleyen bir burjuva demokratik devrimin görevlerinin mümkün olan en radikal çözümü için savaşmak; ve işçi ve köylü kitlelerinin kendi sınıf çıkarları için mücadeleye girmeleri amacıyla onları örgütlemek ve böyle yapmakla milliyetçi burjuva kamptaki tüm çelişkileri suiistimal etmek. Toplumsal talepleri öne çıkararak, burjuva-liberal taleplerin kendisine bir çıkış sunmadığı devrimci enerjiyi ortaya çıkaracaklar ve bunu daha da teşvik edeceklerdir.[100]
Anti-emperyalist birleşik cephe oluşturmanın, proletaryanın bir başka sınıfın örgütüne ya da siyasi çizgisine katılımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, devrimci Marksizm açısından cephe faaliyetinin özü, emekçi kitlelerin işçi sınıfının devrimci mücadele hattına kazanılmasıdır. Dördüncü Kongre tezlerinde bu konuyla ilgili olarak şu değerlendirme yapılmaktadır:
Bu sloganın uygunluğu, tüm devrimci ögelerin seferberliğini talep eden, dünya emperyalizmi ile girişilen uzatmalı mücadelenin geleceğinden kaynaklanır. Bu seferberlik, yerli egemen sınıflar halk kitlelerinin ölümcül çıkarlarına karşı yönelmiş dış sermaye ile uzlaşmaya meylettiğinden daha da gereklidir. Ve tıpkı, Batı’da, birleşik proleter cephe sloganının, sosyal demokratların proletaryanın çıkarlarına ihanetinin teşhirine yardımcı olması ve halen de yardım etmesi gibi, anti-emperyalist birleşik cephe sloganı da çeşitli burjuva-milliyetçi grupların tereddütlerini teşhir etmeye yardım edecektir. Bu slogan aynı zamanda devrimci iradenin gelişimine ve işçi kitlelerinin sınıf bilincinin berraklaşmasına ön ayak olacak ve onları yalnızca emperyalizme karşı değil, aynı zamanda feodalizmin kalıntılarına karşı da savaşanların ön saflarına geçirecektir.[101]
Açıktır ki, sömürge ülkelerde siyasal bağımsızlığın kazanılması ile mücadele sona ermemekte, tersine burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişki daha kolay kavranır hale gelmektedir. Bu gerçeği dikkate alan kongre tezleri, “Bağımsız Türkiye’de bile, işçi sınıfı birlik kurma özgürlüğünden yararlanamıyor ki bu, burjuva milliyetçilerinin proletarya karşısındaki tutumlarının bir göstergesidir” demektedir. Tezlerde, burjuva demokrasisi ile geçici anlaşmaların ancak ve ancak proletaryanın bağımsız siyasal örgütlenmesinden ödün verilmemesi koşuluyla yapılabileceği vurgulanmaktadır:
Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki işçi hareketleri her şeyden önce bir bütün olarak kendisi için anti-emperyalist cephede bağımsız bir devrimci faktör konumunu kazanmalıdır. Burjuva demokrasisi ile geçici anlaşmalar, yalnızca, bu işçi hareketinin bağımsız bir politik faktör olarak önemi kavrandığında ve politik bağımsızlığı güvence altına alındığında izin verilebilir ve gerekli bir şey olabilir.[102]
Kongre tezlerinde yer alan çok önemli hususlardan biri de, anti-emperyalist birleşik cephe mücadelesinin proleter Sovyet cumhuriyetleri ile sıkı bir ittifak talebi temelinde yürütülmesi gereğidir. Fakat bu da yetmez, mücadele platformu mutlaka işçi sınıfının diğer geçişsel taleplerini de içermelidir. Dördüncü Kongrenin, sömürgelere ilişkin olarak metropol ülkelerin komünistlerine verdiği görev de doğru bir tutumu yansıtır:
Sömürgesi olan ülkelerin komünist partileri, sömürgelerdeki proleter ve devrimci hareketler için sistematik bir maddi ve manevi yardımı örgütleme görevini üzerlerine almalıdırlar. ... Sömürgelerdeki Avrupalı komünist işçiler, yerli proletaryayı örgütlemeye çaba göstermeli ve somut ekonomik taleplerle ... onların güvenini kazanmalıdırlar. Sömürgelerde ayrı Avrupalı komünist örgütlerin oluşumu (Mısır, Cezayir) sömürgeciliğin gizli bir biçimidir ve yalnızca emperyalist çıkarlara yardım eder. Komünist örgütlerin ulusal temelde oluşumu, proleter enternasyonalizminin ilkeleri ile bağdaşmaz.[103]
SONSÖZ
Böylece, Komintern’in ilk dört kongresi döneminde ulusal sorun, sömürgeler sorunu ve anti-emperyalist mücadele konularındaki belli başlı açılımları ve kararları ana hatlarıyla değerlendirmiş bulunuyoruz. Amacımız, Stalinizmin egemenliği altında uzun yıllar boyunca “Marksizm-Leninizm” adına yutturulan düşünce ve siyasal tutumlarla aramızdaki sınır çizgisini ortaya koyabilmekti. Problemli gördüğümüz birkaç husus bir yana bırakılacak olursa, Lenin dönemi Komintern belgelerinin, genelde enternasyonalist komünist bir yaklaşım sunduğu inancındayız. Bu nedenle de, bu döneme ilişkin kongre kararlarını, tartışılan sorunlarda nihai çözümler sunan tamamlanmış reçeteler olarak dogmalaştırmamak, onlarda varolan kimi eksik ve yanlış yönlerin üzerinden atlamamak koşuluyla önemli bir hareket noktası olarak kabul ediyoruz.
Dördüncü Kongreyi izleyen yıllar içinde, Lenin’in ölümü ve Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin iktidarının kuruluşuyla birlikte Komintern’in çizgisi ve niteliği tamamen değişti. Stalin’in egemenliğindeki Komintern, Lenin döneminde belirlenen ilkelere uymak ne kelime, onları birer birer buharlaştırıp yok etme konusunda uzmanlaştı. Küçük-burjuva milliyetçi güçlerin kendilerini “komünist” renklere boyama girişimlerine bizzat yardımcı olundu. Komünist güçler, burjuvazinin hegemonyası altındaki ulusal cepheler içinde eritildi. Çin devrim sürecindeki Kuomintang deneyimi başlı başına çarpıcı bir örnektir. Tüm sorunlarda olduğu gibi anti-emperyalizm sorununda da Stalinizm, Marksizmden tamamen uzaklaşarak burjuva reformizmine açılan bir küçük-burjuva sosyalizmi anlayışını yerleştirdi. Kısacası Stalinist Komintern, Marksist enternasyonalizmden ve Komintern’in Lenin dönemi çizgisinden tam bir kopuştu. Bu kopuşun nasıl gerçekleştiğini ve Lenin dönemi Komintern çizgisinden nasıl adım adım uzaklaşıldığını sergilemeye girişmeyeceğiz. Troçki’nin bu konuda yürüttüğü mücadele ve Lenin sonrası Komintern çizgisini eleştirdiği tarihsel değerlendirmeler devasa bir başvuru kaynağı olarak önümüzde duruyor.
Stalinist Komintern döneminde, dünya devriminin ilerletilmesi mücadelesi “sekter”, “maceracı”, “Troçkist” olarak damgalanıp mahkûm edilmişti. Sovyet egemen bürokrasisinin çıkarlarını yansıtan bir resmi komünizm yaratılmıştı. Ve bu “komünizm” devrimci Marksizme karşı yürüttüğü savaşı, gerçekte Ekim Devrimini tasfiye eden ama kendini onun mirasçısı gibi gösteren Stalinist Komintern’in resmi otoritesi sayesinde kazanmıştı. Bu nedenle, ne yazık ki uzun yıllar boyunca artık genelde devrimcilik de, reformizm de bu Stalinist siyasal çerçevenin içinde aranıp bulunacaktı! Bu çerçevede reformizm, burjuva parlamenter mücadeleyi başa alarak evrim yoluyla “sosyalizm”e geçmeyi tasarlayan bir siyasi eğilimse; devrimcilik de “ulusal sosyalizm”i esas alan bir küçük-burjuva radikalizminden öteye geçmeyecekti.
Kendini “Marksist-Leninist” olarak sunan çeşitli Stalinist siyasetlerin ya da Stalinizmden bir kopuş olarak lanse edilen “Avrupa komünizmi”nin üzerlerini örten çeşitli renklerdeki boyaları kazıdığımızda karşımıza ortak bir öz çıkmaktaydı. Bu öz, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin yıkılması hedefinin yerine, ulusal sınırlar temelinde devletçiliğe dayanan bir sözde sosyalizm anlayışının geçirilmesiydi. Bu bağlamda, Avrupa ülkelerindeki resmi komünist partilerin “anti-tekel”, “ileri demokrasi” programlarıyla, emperyalizme bağımlı ülkeler olarak adlandırılan gruba giren ülkelerdeki “ulusal devrimci”, “ulusal demokratik” programların ortak yönü, proletarya hegemonyası ilkesinin açıkça çiğnenmesiydi. Bunların hepsi, burjuvazi içinden bulunup çıkartılan “dost” kesimlerle oluşturulan “cephe stratejileri”ydi. Lenin döneminde, proletaryanın yeniden güç toplamasını, savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçebilmesini amaçlayan cephe taktiği, Stalinist egemenlik altında tamamen iğdiş edilmişti.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ekim Devriminin yarattığı cazibe nedeniyle, emperyalist hükümetler ulusal kurtuluş mücadelelerinin toplumsal devrime dönüşmesi ihtimalini ciddi bir tehlike olarak gördüler. Sömürge ülkelerdeki mücadelenin daha ileri boyutlara ulaşmasını engellemek üzere, ulusların kaderlerini tayin hakkını kendilerince kabul ettiler.[104] Emperyalistler açısından, gerçek proleter devrimlerin önünü kesebilecek her yol, bir yerde katlanılabilir bir durum demekti. Despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş Sovyetler Birliği açısından ise, Stalin’in temellerini attığı büyük ulus şovenizmi Sovyet liderlerinin yürütecekleri dünya politikasının esas belirleyeni olacaktı. Çünkü bu büyük ulus-devletin çıkarlarının korunması ve kollanması, kendini dünya devriminin merkezi olarak sunmaya devam eden bürokratik diktatörlüğün hayat-memat sorunuydu.
Resmi komünizm dünyası, “Sovyet devletinin çıkarlarının korunmasına hizmet etmek, dünya devrimine hizmet etmiş olmaktır” yalanı ekseninde döndü durdu. Dünya devrimindeki gerçek bir ilerleyiş, Stalinizmin yarattığı yalanlar dünyasının sonu olabilirdi. Bu nedenle, emperyalistlerle Stalinist egemenler arasında bir amaç birliği olmasa da, dünya devriminin ilerleyişinden duyulan korku temelinde yine de bir konsensüs oluşmuştu. İkinci Dünya Savaşı bu konsensüsün parçalanması gibi göründüyse de, savaş konjonktürü aslında emperyalist güçler arasındaki uzlaşmaları da parçalayan sıcak bir paylaşım dönemiydi. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki bu sıcak rekabet savaşı, onların, sahtece bile olsa kendini dünyaya sosyalist olarak lanse eden Sovyetler Birliği’nin defterini dürmelerine engel oldu. Dünya ölçeğindeki gelişmeler karşısında kendi ulus-devletinin varlığını ve çıkarlarını korumak amacıyla tutum alan Stalinist egemenlik, İkinci Dünya Savaşının emekçi kitlelere ölüm getiren yıllarını, kapitalist düzeni yıkacak devrimci bir başkaldırıya dönüştürmekten uzak durdu. Avrupa ülkelerindeki direniş hareketleri, burjuvaziyle ortak “anti-faşist” cephelerin içinde eritildi.
İkinci Dünya Savaşının bitiminde, savaştan galip çıkmış bulunan Sovyetler Birliği’nin doğrudan müdahalesi sayesinde kurulan yeni “sosyalist” devletlerin de katılımıyla, dünya artık kapitalist ülkeler blokunun yanı sıra bir de “sosyalist blok”a kavuşmuştu. Artık iki bloklu bir dünya vardı ve emperyalist ülkeler arasındaki rekabet mücadeleleri de, bu iki blok arasında sürüp gidecek bir soğuk savaşın ardına gizlenmiş bulunuyordu. İşte bu dönem boyunca yürüyen ulusal kurtuluş mücadeleleri, genelde Sovyet blokunun yanında tutum alır göründüler ve bunu emperyalist güçlere karşı bir tehdit unsuru, bir koz olarak kullandılar.
İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar içinde Yugoslavya, Arnavutluk, Çin devrimlerinden başlayıp, Küba, Vietnam örnekleriyle ilerleyen devrimlere de Sovyet bürokrasisinin yaklaşımı, hep Sovyet devletinin çıkarlarının korunması hesabınca belirlendi. Çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri arasından özellikle bu devrimleri ayırıp belirtmenin bizce bir nedeni var. Çünkü ulusal kurtuluş mücadelesi süreci içinde hegemonyanın resmi Komünist Partiler tarafından ele geçirildiği bu örnekler[105], burjuvazinin önderliğinde sonuçlanan ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı bir boyut taşıyordu.
Sovyet bürokrasisinin salt kendi arzusuna kalsaydı, belki bu deneyimler de emperyalist ülkelerle el altından yürütülen uzlaşmalar temelinde “ulusal kalkınmacı” burjuva iktidarların kurulmasıyla sonuçlanabileceklerdi. Ne var ki bu devrimler, böyle bir sonuca rıza göstermeyen fakat proletaryanın devrimci hegemonyasını da benimsemeyen sözde komünist önderliklerin hegemonyası altında ilerlediler. Bu önderlikler, Sovyet bürokrasisine şu ya da bu ölçüde kafa tutmuş olsalar da, kendilerini son tahlilde yine de Stalinist “ulusal kalkınmacı” bir sosyalizm anlayışı temelinde var ettiler. Sovyetler Birliği’ndeki egemen bürokrasinin gücüne imrendiler ve Stalinizmin egemenliği altında artık despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş olan Sovyet devletini örnek aldılar. Ülkelerinde gelişen devrim sürecini kendi mezheplerine uygun bir yönelime sokabildiler ve bürokratik Sovyet devletinin benzeri olan kendi ulus-devletlerini kurdular.
Kısacası, bu ülkelerdeki devrimler, diğer ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı olarak emperyalist sistemden kopuşu ve kapitalizmin dışına çıkmayı gerçekleştirmiş olsalar da, bu değişim asla Ekim Devriminin benzeri olmadı. Dünya devrimini amaçlayan gerçek komünist çizgiye karşı çıkan önderliklerin hegemonyası altında devrimin ilerleyişi durdurulmuş oldu. Buralarda devrim süreci, Ekim zirvesine ulaşamadan, yani proletaryayı hiç mi hiç iktidara getirmeden daha baştan Stalinist bürokratik rejimin kopyalarını doğurdu. Bu ülkelerdeki sosyo-ekonomik sistem, kuruluşundan başlayarak despotik-bürokratik rejim olarak yapılandı. Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, işçi devrimiyle kurulan gerçek bir işçi iktidarının daha sonra egemen olan bürokrasi eliyle tasfiyesine dayanan bir karşı-devrim süreci yaşanmadı buralarda.
Bu ülkelerin kapitalist işleyişin dışına çıkabilmeleri, kuşkusuz ki Sovyetler Birliği’nin emperyalist sistem karşısında ayrı bir güç odağı olmasından kaynaklanıyordu. Sovyet devleti bürokratik bir diktatörlük idiyse de, onun da kendi varlığının idamesi için gücünü yaygınlaştırmaya, pekiştirmeye, emperyalist ülkelere kafa tutmaya ve olabildiğince çok sayıda devleti kendi yanına çekmeye ihtiyacı vardı. İşte, söz konusu ülkelerde bürokratik Sovyet rejimini örnek alan yeni ulus-devletlerin kuruluşu gündeme geldiğinde, bu devletleri Sovyet blokunun içine çekecek yardımları sunmak Sovyet bürokrasisi açısından bir zorunluluktu. Bu yardımların koşulu Sovyet egemen bürokrasisinin otoritesine boyun eğilmesiydi ve bu koşula uyulduğu sürece yardımlar sürdü, uyulmadığında ise kesildi.
Özü itibarıyla Sovyetler Birliği’ndeki despotik-bürokratik rejimin benzerleri olan ulus-devletler açısından da yüce amaç, kendi ulus-devletlerinin çıkarlarını en iyi biçimde koruyacak yolları bulmak ve uygulamaya koymaktı. O nedenle, bu bürokratik diktatörlüklerin kendi aralarında da çıkar çatışmalarının olması kaçınılmazdı. Nitekim dünya, emperyalist blokla Sovyet bloku arasındaki çekişmelerin yanı sıra, kendilerini sosyalist olarak adlandıran ülkeler arasındaki çatışmalara ve hegemonya mücadelesine de tanık oldu. Sovyet-Çin rekabeti bu durumun en tipik örneğiydi.
Sovyet blokunun güçlendirilmesi, dünya devriminin çıkarları açısından olumlu bir anlam içermiyordu fakat Sovyet egemen bürokrasisinin varlığının sürdürülmesi açısından her şey demekti. O nedenle, soğuk savaş yılları boyunca gelişen ulusal kurtuluş mücadelelerinin Sovyet blokunun yanına çekilmesi, Stalinist egemen bürokrasinin çıkarlarıyla çelişen bir hedef değildi. Ne var ki, ulusal kurtuluş istemiyle başlayan ayaklanmaların, siyasal bağımsızlığın kazanılması noktasında durmayıp proletarya hegemonyası altında toplumsal devrime ilerlemesi bürokratik diktatörlük açısından gerçek bir tehditti. Ve böylesi tehditlerin savuşturulması gerekliydi.
Genelde burjuva ulus-devletlerin kuruluşuyla sonuçlanan ve dolayısıyla kapitalist sistemden kopmayan çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri de yaşandı. Bir zamanlar kendilerini hangi şekilde adlandırmış olurlarsa olsunlar, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Sudan, Cezayir vb. tüm bu örneklerde ortak yön, bu ülkelerdeki ulusal mücadelelerin siyasal bağımsızlığın kazanılmasıyla sınırlı kalan burjuva demokratik karakteriydi. Ulusal mücadelelerin başını çeken önderliklerin, o dönemin dünyasındaki denge koşulları nedeniyle kendilerini daha devrimci ya da sosyalizm yanlısı olarak göstermeleri nihai sonucu değiştirmiyordu.
Bu ülkelerin çoğu burjuva iktidarlar altında ve devletin ekonomik yaşamda doğrudan rol üstlenmesiyle, yani devlet kapitalizmi sayesinde emperyalist sisteme entegrasyon yolunu tuttular. Fakat Sovyet bürokrasisi tarafından, “kapitalist olmayan yol”a girmiş, yani sosyalizme ilerleyen ülkeler olarak lanse edildiler. “Sosyalist blok” içinde yer almayan, ancak karşılıklı çıkarlar temelinde Sovyetler Birliği ile iyi geçinen ülkeler için de bir blok icat edildi ve bunlara “Bağlantısızlar Bloku” denildi. Böylece, Hindistan örneğinde olduğu gibi, burjuvazinin Sovyet bürokrasisinin desteğine yaslanıp, şu ya da bu emperyalist devlete kafa tutması da “anti-emperyalizm” mertebesine yükseltildi.
Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist blok”un çöküşü ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle girdiğimiz yeni dönem içinde, artık bu çarpıtılmış “anti-emperyalizm” akımlarını doğrudan destekleyen bir “sosyalist” devlet yok. Fakat, bir ideolojinin yaslandığı maddi temel ortadan kalkmış olsa bile, o ideoloji daha uzun süre yaşamaya devam edebilir. Biliyoruz ki, kökleşmiş düşünceler direngendirler. Nitekim, ortodoks Stalinist ya da merkezci siyasal akımlar dünyanın çeşitli yerlerinde hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Ve artık yaşanmış onca deneyimden sonra çok açık ki, işçi sınıfı temeline oturtulmamış bir “anti-emperyalizm”in proletaryanın devrimci mücadelesine hiçbir yararı dokunmayacaktır.
Bugün, bir yandan kapitalist sistemin içine düştüğü kriz nedeniyle emperyalist savaş borularının çalındığı, diğer yandan işçi hareketinin dünyanın çeşitli bölgelerinde yeniden sesini duyurmaya başladığı çok önemli bir tarihsel dönemeç noktasında bulunuyoruz. Eski dönemin yerleşik yanılgılarına karşı sistemli bir mücadele yürütmeksizin, yeni dönemin görevlerinin üstesinden gelmek mümkün değil. Yeni bir atılım gerek ve bunun için her bakımdan çok kararlı bir mücadele yürütülmeli. Yeni bir atılım anlamına gelecek bir örgütlenme, eski dönemin yerleşik fakat çarpık anlayışlarıyla açık ve kapsamlı bir hesaplaşma üzerine oturtulmayacaksa, bunca zahmete ne gerek var?
[57] III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979, s.9-10
[58] age, s.11
[59] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.370-371
[60] Lenin, age, s.372
[61] Lenin, age, s.374
[62] III. Enternasyonal-Belgeler, s.31-32
[63] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.188
[64] Lenin, age, s.188
[65] Lenin, age, s.189
[66] Lenin, age, s.189
[67] Lenin, age, s.189
[68] Lenin, age, s.189-190
[69] aktaran: F. Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., Nisan 1990, s.315
[70] age, s.315
[71] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.193
[72] bkz. III. Enternasyonal-Belgeler, s.43-49
[73] akt: F. Claudin, age, s.330
[74] Lenin, age, s.195
[75] Sultan Galiyev’in görüşlerinde ifadesini bulan proletarya karşısındaki küçük-burjuva hoşnutsuzluğu, uygulamadaki hatalardan da kendine haklılık payı çıkararak bir siyasal eğilim olarak belirginleşti. İlerleyen yıllar içinde, özelde Maoizmin ve genelde Üçüncü Dünyacı görüşlerin temelini oluşturacak bu siyasal eğilim, Doğu devriminin dünya devriminin temel taşı olduğu düşüncesini yansıtmaktaydı. Büyük Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet devletinin içinde daha sonra ortaya çıkan bürokratik yozlaşma ve onun ulusal sorundaki yansıması olan ezen ulus şovenizmi, küçük-burjuva devrimciliğine boyundan büyük misyonlar atfedilmesine elverişli bir zemin yaratmış oluyordu.
[76] aktaran: H. C. D’Encausse-S. R. Schram, Marksizm ve Milliyetçilik, Yol Yay., Ekim 1976, s.59
[77] Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Koral Yay., Şubat 1975, s.157-158
[78] age, s.200-201
[79] age, s.275-276
[80] III. Enternasyonal-Belgeler, s.56
[81] age, s.57
[82] akt: F. Claudin, age, s.316
[83] Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, Pencere Yay., Kasım 1989, s.128
[84] III. Enternasyonal-Belgeler, s.64
[85] age, s.62
[86] Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, Kaynak Yay., Ekim 1985, s.127-128
[87] age, s.128-129
[88] age, s.130
[89] age, s.132
[90] age, s.132
[91] age, s.133
[92] age, s.134
[93] age, s.134-135
[94] age, s.139
[95] “The Theses On the Eastern Question Adopted by the Fourth Comintern Congress (November 1922)”, The Communist International (1919-1943) Documents, s.383
[96] age, s.385
[97] age, s.387
[98] age, s.388
[99] age, s.388-389
[100] age, s.389
[101] age, s.390
[102] age, s.390
[103] age, s.392-393
[104] ABD’nin 28. başkanı olan Thomas Wilson, 8 Ocak 1918’de kongreye sunduğu ve ardından Paris Barış Konferansında Milletler Cemiyetinin kuruluş kararıyla birlikte Avrupalı hükümetlere kabul ettirdiği ünlü On Dört Maddesinde “Amerikan usulü barış”ın temellerini attı. Söz konusu maddeler arasında yer alan dış politika ilkesi, güçsüz ülkelere maddi baskı uygulamayı reddetme ve küçük halkların haklarına ve çıkarlarına saygı gösterme esaslarına dayandırılıyordu.
[105] Küba’da mücadele, önce küçük-burjuva önderliğin (Castro önderliğindeki gerilla hareketi) hegemonyası altında gelişmiş fakat bu önderlik iktidara geldikten sonra ABD ile ipleri koparmış ve SSCB ile yakınlaşmıştır. Böylece Küba devriminin önderliği de resmi Komünist Partilerin kervanına katılmıştır.
link: Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme /3, 30 Aralık 2006, https://marksist.net/node/1137