Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrasından 21. yüzyıl başlangıcına dek uzanan dönemi, tüm iniş ve çıkışlarına rağmen ekonomik yaşamda genel bir canlılık sergiledi. Derin krizlerin ve nice insanın yaşamını yok eden iki büyük dünya savaşının ardından gelen bu canlılık dönemi, “kapitalist üretim sürecinin önemli ölçüde karakter değiştirdiği” yolundaki görüşlerin de yaygınlık kazanmasına yol açacaktı. Zamane iktisatçıları, kapitalist sistemin artık krizlerini atlatabilecek yetkinliğe ulaştığını ve sistemin eski dönemin özelliklerine benzemeyen yeni bir tarihsel döneme girdiğini şişinerek ilân ediyorlardı. Burjuva iktisatçıların ekonomik yükseliş dönemi boyunca kapitalist sistemi tahkim edici ideolojik çıkarsamalar yapmalarında ve kapitalizmin artık ölümsüz bir çağa girdiği mavalını okumalarında garipsenecek bir yan yoktu. Tuhaf olan, bir zamanlar Marksist geçinen kişilerin de neredeyse burjuva iktisatçıların kuyruğundan sürüklenircesine bu propagandadan etkilenmeleriydi.
Henüz üzerinden çok zaman geçmediği için hatırlanacaktır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, daha önceki dönemlerde Marksist etiket taşıyan pek çok yazar, büyük oranda liberalizme kaymış ve sözde bilimsellik cilasıyla parlatılan inkarcılık o dönemde adeta moda haline gelmişti. Propaganda bombardımanıyla öyle bir düşünce atmosferi yaratılmıştı ki, bu atmosferin etkisi altında kalan birçok sosyalist çevre de, Marx’ın Kapital’deki çözümlemelerini artık yetersiz bulur olmuştu. Kapitalizmin ekonomik işleyiş yasaları hakkındaki Marksist açılımları sığ bulup “derinleştirme”ye girişen bu “ekonomik tahlil” meraklıları, aslında Marx’ın satırlarında yer alan o zengin düşünceleri bir nebze olsun kavrayabilmiş değillerdi. Hatta bazılarının buna zaten hiç mi hiç niyeti yoktu. Ne var ki, globalleşen kapitalizmi göklere çıkaran tüm reklam kampanyalarına ve burjuva medya tarafından moda haline getirilen kapitalizm övgücüsü “yeni düşünce” akımlarına rağmen, krizlere karşı bağışıklık kazandığı iddia edilen “çağdaş” kapitalizmin ekonomik mekanizmaları yine büyük bir krizle sarsılmaya başladı.
Geride bıraktığımız yıllar boyunca kapitalizmin krizleri konusunda çeşitli yanlış yaklaşımlara tanık olduk. Örneğin ekonomi önemli bir yükseliş kaydederken, sözümona devrimcilik adına sürekli olarak bir kriz çığırtkanlığı yapıldı. Ya da tersine, büyük bir ekonomik çöküntü kapıdayken, hâlâ kapitalist ekonominin yükselişinden söz edildi. Oysa somut gerçeklik pek çok karmaşık yön içerse bile, binbir gizle sarılıp sarmalanmış değildir. Ayrıca da, ekonomik kriz örneğinde olduğu gibi, işçi ve emekçi kitlelerin sonuçlarını her gün derinden hissettikleri olguları salt sergilemekle yetinmenin, devrimcilikle, Marksist tutum almakla bir ilgisi yoktur.
Burjuva iktisatçıların yaptığı gibi, bol rakamlı ekonomik dönem tahlillerinin fazlaca ön plana çıkartılması ve Marksist çözümleme adına bunun neredeyse tek boyutlu bir eğilim haline getirilmesi hiç de doğru bir tutum değildir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine yol gösteren Marksizm, kapitalist krizler konusunda ahkam kesmeyi değil, ekonomi hangi durumda olursa olsun kapitalist sistemi tarihin çöp sepetine fırlatıp atacak bir mücadelenin hazırlığını yürütmeyi öngörüyor. Kuşkusuz ki, bu görevin gerekli kıldığı ideolojik-teorik mücadeleyi Marksizme yaraşır tarzda olabildiğince geniş ve zengin biçimde ele almanın ve yürütmenin de asli bir görev olduğu asla inkâr edilemez. Fakat bir komünistin ekonomi ağırlıklı konuları inceleme yöntemi elbette akademisyenlerden tamamen farklıdır ve farklı olmalıdır. Adeta burjuva iktisatçılarıyla yarışma tutkusu içinde, kapitalizmin ne zaman krizden çıkacağı ne zaman yeniden krize gireceği gibi konuların ayrıntılarına gömülüp, aslolan hususların ikinci plana itilmesi onaylanabilecek bir tutum değildir. Netice olarak, kapitalist ekonomik krizler ve doğurabileceği sonuçları kavrama çabası esas olarak Marksist bir temele oturtulmalı ve bu gibi konularda da yanlış eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütülmelidir.
Günümüzdeki kriz ve boşa çıkan hayaller
Gelişme sürecinin diyalektiği gereği, ekonomik bakımdan işlerin iyi gittiği dönemler bir yandan kapitalistlerin ve onların ideologlarının kendilerine olan güvenlerini tazelerken, aynı zamanda bir sonraki dönemin hayal kırıklığını yaratacak sorunların mayalandığı süreçlerdir. Somut bir örnek son dönemde yaşanan krizden verilebilir. Son büyük ekonomik krizin patlak vermesinden önce yaşanan boom dönemi boyunca burjuva ekonomistleri, kapitalizmin artık kesintisiz bir büyümeyi sağlayacak yeni bir döneme girdiğini ilân ettiler. Özellikle 90’lı yıllara damgasını basan bu ideolojik propaganda dönemini geçmiş dönemlerden ayırdeden iki önemli husus öne çıkartıldı. Birincisi, Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşüydü. Burjuva ideologları bu durumu kapitalist sistemin üstünlüğü ve ölümsüzlüğü doğrultusunda kitlelerin beynini yıkayan bir araca dönüştürdüler. İkincisi ise, yeni teknolojik buluşlar sayesinde kapitalizmin artık krizlerini denetim altına alabilecek mekanizmaları yarattığı yolundaydı.
İnternet, bilgisayar, cep telefonları gibi yeni teknolojilerde somutlanan buluşların yaygınlaştırılması sayesinde 90’ların başından itibaren özellikle ABD’de ekonomik yükseliş sürdürülebildi. Bu durum, kapitalist ekonominin 70’li yıllardan itibaren görece bir durgunluk eğilimi içine sürüklendiği yolundaki değerlendirmelerin doğru çıkmadığı ve aslında yeni teknolojik devrim sayesinde kapitalist çevrimlerin doğasının değiştiği şeklinde sunuldu. Kapitalizmin boom’ları takiben kaçınılmaz olarak içine düşülen krizler eşliğinde yol aldığını açıklayan Marksist çözümlemenin artık çağdışı olduğu ilân edildi. Çünkü örneğin yeni teknoloji sayesinde piyasadaki talebi tam olarak belirlemek, stokları istenildiği biçimde kontrol altına almak ve bu suretle aşırı-üretim eğiliminin önüne geçmek pekâlâ mümkün olacaktı!
Burjuva propagandasını güçlendiren unsurlardan bir diğeri de, bu dönem boyunca dünya ticaretindeki muazzam genişleme ve gelişmekte olan ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonunun artan hızı, kısacası küreselleşme olarak adlandırılan gelişmelerdi. Kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında tek bir dünya sistemi boyutuna ulaşması, sanki geçmişte yaşanan çelişkileri ortadan kaldıracak sihirli bir değişim yaratacaktı. Küreselleşmenin kapitalist çıkarlara uydurulmuş propagandası, teknolojide kaydedilecek devrimci atılımların kapitalizmi adeta bir gençlik iksiriyle güçlendireceği doğrultusundaki yanlış kavrayışlara zemin döşedi. Yürürlükte olan ekonomik sistemin tarihsel olarak derinleşen çelişkilerine ve yaşlanmışlığına rağmen salt teknolojinin bu olumsuzlukları yok edebileceği vehmine kapılmak, özellikle genç kuşaklar arasında yeniden bir kapitalizm tapınmasına yol açtı.
Oysa teknoloji tek başına insanlığın gidişatını belirleyemez; asıl belirleyici unsur onun hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Kapitalizm altında teknolojik gelişmeler işçi sınıfının üretkenliğini arttırmanın, üretim için gerekli emek-zamanı azaltarak üretken sınıftan sağılacak artı-değeri, dolayısıyla kârı yükseltmenin aracından başka bir şey olmadı ve olamaz. Ayrıca da kapitalizmin tarihinde her zaman olduğu gibi, yeni teknolojiler önce muazzam kârların sağlanmasına fırsat verse bile, gerçekleşen teknolojik devrim yaygınlaştıkça kâr oranları kaçınılmaz olarak düşecektir. Kapitalist sisteme yükseliş ivmesi veren koşullar bir süre sonra tersine dönerek bu kez bir inişe yol açacaktır. Kaldı ki günümüzdeki yeni teknikler bizlere ne denli çarpıcı görünürse görünsün, bir teknolojik devrimin kapitalizme sağlayacağı gelişme potansiyeli tarihsel akış içinde son tahlilde görelidir.
Kapitalizmin tarihinde önemli teknolojik buluşların birbirini izlediği ve giderek daha yaygın bir biçimde uygulamaya sokulduğu, bu temelde yeni, canlı ve bereketli pazarların yaratıldığı atılım dönemleri olmuştur. 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle, önce tek bir motorla hareket ettirilen basit makinelerin kullanımından, bunların bir araya getirilmesiyle elde edilen daha karmaşık makinelere geçildi. Bu sayede manüfaktürden sabit sermayenin sınai üretimine yükseliş kaydedildi. Özetle, kapitalizme muazzam bir sıçrama imkânı yaratan faktör yalnızca birtakım teknolojik yenilikler sorunu değil, sanayi devrimi örneğinde olduğu gibi üretimin örgütlenmesinde devrim yaratacak tarihsel yenilikler çağıdır.
90’lı yıllarda peşpeşe uygulamaya giren yeni teknolojilerin de kapitalizmde benzer bir atılım dönemini başlatacağı iddia edilmiştir. Fakat bu iddia neticede burjuvazinin gerçekliğe dönüşemeyen boş bir propagandası düzeyinde kaldı. Çünkü kapitalizmin gençlik yıllarında gözlemlenen parlak gelişme dönemleri, birbirini karşılıklı olarak etkileyen çeşitli yenilikler sayesinde pek çok sektörde zincirleme biçimde kaydedilen sıçramalara, bu gelişmelerin dünyadaki bakir alanlara taşınmasına, yeni pazarların çok büyük ölçeklerde yaratılmasına bağlıydı. Keza geçmiş dönemlerde gerçekleşen teknolojik devrimler, emek-yoğun eski teknolojilerin yerini emek-zamandan büyük tasarruflar sağlayan yeni üretim tekniklerinin alması sayesinde artı-değer üretimini muazzam ölçeklerde arttırıcı özelliklere sahipti. Kapitalizm bu türden bir gelişme potansiyeli taşıdığı gençlik dönemlerini çoktan geride bırakmıştır. Günümüzde metaların üretimi için gerekli emek-zamanı daha da kısaltacak teknik buluşlar gerçekleşse bile, bunların seri halde ve çok yaygın biçimde uygulamaya sokulması kapitalist üretim tarzının karakteriyle hiç mi hiç bağdaşmamaktadır.
Yeni teknolojik devrim olarak adlandırılan buluşlar teknik bakımdan ne denli cazip olursa olsun, kapitalistleri ilgilendiren, işin teknik mucize boyutu değildir. Onlar bu buluşların son derece karlı, yeni ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Ne var ki kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır. Kaldı ki, yeni teknolojinin yarattığı pazar olanakları dünya kapitalist sistemindeki büyük eşitsizlikler nedeniyle kısıtlıdır. Bu nedenle kısa sürede çok ciddi bir aşırı-üretim krizi yaratan yeni teknoloji, kapitalizmin içsel yasalarını fazlasıyla kanıtlamış bulunmaktadır. İnsan toplumunun ihtiyaçlarının karşılanması bakımından çok büyük bir anlam ifade edebilecek olan yeni teknolojiler, kâra bağımlı kapitalist düzen açısından yeni sorunların kaynağıdır.
Ancak kapitalizm teknik temelini sürekli olarak devrimcileştirmeden de varlığını sürdüremez. Kapitalistler metaların üretim maliyetlerini düşürebilmek için üretkenliği arttırmak, daha çok makineleşmek zorundadırlar. Salt teknik açıdan düşünüldüğünde bu ilerleyişin mutlak anlamda sınırları olmasa da, uzun dönemde kapitalist üretimin niteliğiyle giderek bağdaşmayan bir karakteri vardır. Üretim sürecinde mekanizasyonun yoğunlaşması, canlı emeğin ölü emek karşısında gerilemesi demektir. Bu durum üretici güçlerin gelişmesi bakımından bir ilerleme anlamına gelse de, kapitalist işleyişte sermayenin organik bileşimini yükselterek kâr oranlarını düşürür. Ayrıca, yeni teknik buluşlarla çalışma saatlerini en asgari düzeylere çekme olanağı, artı-değer üretme sürecinin özsel niteliğiyle çelişir. Birincisi, makineler artı-değer yaratmaz ve dolayısıyla robotların işçi sınıfının yerini aldığı bir kapitalizm düşünülemez. İkincisi, kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesine rağmen artı-değer üretimini yükseltmek mümkün görünüyorsa da, bunun da tarihsel bir sınırı vardır. Çünkü işçi sınıfının düşen çalışma saatlerine karşın aynı ölçekte yükseltilemeyen toplumsal satın alma gücü, bu kez de yaratılan artı-değerin gerçekleşme sorununu çok daha büyük bir ölçekte gündeme getirecektir. Sermayenin kendini artan biçimde değerlendirebilmesi yalnızca daha çok canlı emeği sömürebilmesine değil, üretim sürecinde el konan artı-değeri piyasada kâra dönüştürebilmesine de bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerdeki gelişme giderek çok daha şiddetli biçimde kapitalist üretim tarzının öz niteliğiyle bağdaşmaz hale gelmektedir.
Günümüzde uygulamaya sokulan teknolojik yenilikler görece olarak ekonomiyi canlandırıcı özellikler taşısa bile, kapitalizm artık tarihsel olarak yaşlanmıştır. Çok daha büyük engellerle yüz yüze gelerek ve daha derin krizlere sürüklenerek ilerleme eğilimi içine girmiştir. Örneğin 90’lı yıllarda enformasyon teknolojisinde sağlanan sıçramalar dünyada eşzamanlı ve yaygın bir uygulama alanına kavuşamadı. Kaldı ki bu yenilikler, bir dönem bu sayede canlanan ABD ekonomisinde bile çeşitli sektörleri kucaklayan uzun vadeli ve istikrarlı bir yükselişin zeminini döşeyemedi. Aslında geçtiğimiz dönem boyunca yaşanan boom, son derece istikrarsız seyreden ve borsa oyunları, kredi mekanizması sayesinde şişirilen bir karaktere bürünerek gelişti.
İşte tüm bu gerçekler, 90’lı yıllarda yeni teknolojiler temelinde kaydedilen ekonomik büyümenin yanı sıra gerçekleşen somut gelişmelerde yansımasını buldu. Örneğin bilgisayar teknolojisinde kaydedilen yenilikler aslında çalışma saatlerinin düşürülmesine olanak sağlarken, ABD dahil tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının daha uzun saatler boyunca çalıştırılması yaygınlaştı. Sınıfın ücret düzeyine ve kazanılmış sosyal haklarına büyük bir saldırı yürütüldü, geniş kitlelerin satın alma gücü düşürüldü. Yeni üretim sektörlerindeki ekonomik gelişme, diğer sektörleri peşi sıra sürükleyemediği ve dünyada yeterli bir pazar alanı bulamadığı için çok daha kısa sürede bir aşırı-üretim bunalımına dönüştü. Varolan pazarların yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması ve emilmesi açısından yetersizliği, teknik buluşlara rağmen üretkenliği arttırma hızını frenledi. Böylece bir yanda dünyada milyonlarca insan doğru dürüst yiyecek ekmek ve içecek su bulamazken, diğer yanda yeni teknoloji ürünlerinin çok kısa sürede hurdaya çıkartılan ya da satılamayan çeşitlemelerinden devasa stoklar yükselmeye başladı.
21. yüzyılın eşiğinde ve yeni milenyumun ilk döneminde kapitalist ülkelerde peşpeşe patlak veren ve bir sistem krizi olarak gelişen ekonomik kriz, dünya ticaretindeki ani düşüşlerle de kendini ortaya koymuştur. Pazar olanaklarının daraldığı koşullarda emperyalist güçler arasında kızışan rekabet, bu güçlerin öncelikle kendi çıkarlarını koruma güdüsüyle harekete geçmelerini zorunlu kılar. Aslında globalleşen kapitalizmin özelliğine ters düşen korumacılık önlemleri bu nedenle yeniden arttırılmıştır. Fakat hemen belirtmeliyiz ki, bu tür gelişmeler konjonktüreldir; kapitalistlerin çıkarı dünya ticareti önündeki tıkanıklıkların bir an önce aşılabilmesini gerektirir. Emperyalist güçler için aslolan içe kapanma değil, tam tersine canlı bir dünya ticareti ve ondan en büyük payı kapabilmektir.
Kapitalist sistemin yükseliş kaydettiği konjonktürlerde görece daha sarsıntısız ve ılımlı biçimde yürüyüp giden rekabetin niteliği, koşulların değişmesiyle birlikte dönüşüme uğrar. Kapitalist sistemi sarsan derin krizlerin yaşandığı tüm dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de emperyalist güçler arasında giderek artan gerilim şimdi yeni saflaşmaları ve hesaplaşmaları gündeme getirmiştir. Bunun en çarpıcı göstergesi ABD ve AB arasında tırmanan çekişmelerdir. Böylece 21. yüzyılın ilk dönemine damgasını basan olgu görece istikrar değil, her alanda tam bir istikrarsızlıktır. II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist yükseliş dönemine özgü dengeler artık tamamen altüst olmuştur ve kapitalist sistem sarsıcı krizlerle, büyük çalkantılarla karakterize olan kaotik bir dönemin içine girmiştir.
Kapitalizm sınai çevrimler temelinde yol alır
Kapitalizm bilindiği gibi genelleşmiş meta ekonomisidir. Bu üretim tarzının temel özelliği, yalnızca değerin değil, aynı zamanda artı-değerin üretildiği bir üretim süreci olmasıdır. Fakat ekonominin yolunda gidebilmesi için, daha çok artı-değerin üretilmesi yeterli olmayıp, bir de bunun piyasada realize olması gerekir. Böylece gerçekleşen kârın önemli bir bölümü kapitalist sınıf tarafından yeni yatırımların gerçekleştirilmesi için kullanılacak ve kapitalist üretim süreci bir genişletilmiş yeniden üretim süreci olarak somutlanacaktır. Genişletilmiş yeniden üretim süreci, üretim alanıyla dolaşım alanının bütünlüğünden oluşur. Fakat bu bütünlük, eşzamanlı ve uyum içinde hareket edemeyen (örneğin üretim ve tüketim arasındaki, satış ve ödeme zamanı arasındaki kopukluklar gibi) iki alanın çelişkili birlikteliğidir.
Kapitalizm genişletilmiş yeniden üretimi sürdürebilmek için toplumsal emek üretkenliğini arttırmak zorundadır. Ne var ki bu devinim, sermaye birikimindeki duraklama ya da tıkanıklıklarla kesintiye uğrar. Kapitalizm, ortaya çıkacak tıkanıklıkları hesaba katmaksızın üretimi arttırma yönünde bir eğilim taşıdığı için, kârlılığı yükseltmede veya kârı gerçekleştirmede sorunlar çıktığında, sermaye birikimi sürecinde çeşitli spazmlar hasıl olur. Kapitalizmin devresel aşırı-üretim krizlerini oluşturan temel faktör, işte bizzat sürecin bu karakteridir. Dolayısıyla Marx’ta sermaye birikimi sürecinin incelenmesi dışında ayrı bir bunalım teorisi yoktur. Çünkü kapitalist sistemin temel hareket yasaları sermaye birikiminin yasalarıdır. Sermayenin kendini sürekli geliştirme arzusuyla, bizzat kapitalist işleyişin çıkardığı engeller arasında patlak veren çatışma kapitalist bunalımların kaynağıdır. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.
O halde, ekonomik gelişmeyi kesintisiz ve doğrusal bir süreç olarak algılamamak gerekir. Devinim halindeki tüm süreçleri incelediğimizde görürüz ki, yukarı doğru tırmanışı yaratan çeşitli faktörler süreci bir tepe noktasına taşıdıktan sonra kendi karşıtlarına dönüşür ve böylece ani düşüşlere, çöküntülere neden olurlar. Kapitalist ekonomik işleyişte de her yükselişin bir düşüşü vardır ve bu olgu sistemin bir hareket yasasıdır. Bu nedenle, arızi nedenlerle patlak veren bazı mali krizler bir yana, incelememize konu olan devresel ekonomik krizler tesadüfi olaylar değildir. Egemen kapitalist güçlerin sistemin bu krizlerinden kaçıp kurtulabilmelerinin bir yolu yoktur.
Kapitalist sistemin tarihini incelediğimizde, ekonominin birbirini izleyen sınai çevrimler temelinde yol aldığını görürüz. Bu çevrimler esasen sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı tarafından güdülenmektedir. Sınai çevrimler tıpkı bir insanın soluk alıp vermesinde olduğu gibi daralma ve genişleme fazlarını, kriz ve boom evrelerini içerir. Marx, bir çevrim sırasında işlerin, birbirini izleyen durgunluk, canlanma (orta derecede faaliyet), hızlanma (yükseliş, boom) ve bunalım (kriz, çöküntü)[1] dönemlerinden geçtiğini açıklar. Kriz sınai çevrimin en önemli evresidir ve birbirini izleyen çevrimleri ayırdetmeyi mümkün kılar. Fakat kapitalist ekonominin bu periyodik salınımlarını zamansal ve kuvvetsel olarak eşdeğer çevrimler olarak algılamak son derece yanlış olacaktır. Çevrimlerin içerdiği yükseliş ve çöküntülerin ekonomik büyüklükleri kadar bizzat bu çevrimlerin süresi de değişkendir. Örneğin Marx döneminde ortalama olarak on yılda bir tekrarlandığı söylenen sınai çevrimlerin, ilerleyen yıllar içinde daha kısa süreler itibarıyla sıralandığı bilinmektedir.
Sınai çevrimler konusuna Marx, yatırılan sermayenin toplam devrini incelerken değinir. Yatırılan sermaye-değerin bir çevrimden geçmek zorunda olduğunu, örneğin on yıllık bir çevrim süresinin, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı tarafından belirlendiğini söyler.[2] Hatırlanacağı gibi döner sermaye (işçilere ödenen değişen sermayeyle, değişmeyen sermayenin hammadde, yardımcı madde gibi kısa sürede tüketilen kısmının toplamı) üretim sürecine girdiğinde bütün değerini ürüne aktarır. Oysa sabit sermaye (değişmeyen sermayenin bina, makine, teçhizat gibi üretim faktörlerine ayrılan kısmı), girdiği üretim sürecinde değerinin ancak bir kısmını (aşınan ve yıpranan kısmını) ürüne aktarır ve takip eden üretim süreçlerinde de işlev görmeye devam eder. Sabit sermayenin çeşitli unsurlarının dayanıklılık süresi de farklı olacağından, Marx, yatırılmış bulunan toplam sabit sermayenin ömrünü tamamlayıp (ürün ve değer yaratıcı işlevi son bulup) yenilenmesi gerekene kadar ortalama olarak, örneğin on yılın geçtiğini varsaymıştır. Ancak burada kesin rakamların söz konusu olamayacağını da eklemiştir. Çünkü pek çok değişken vardır. Örneğin sürekli teknik yenilikler daha dayanıklı malların üretimini mümkün kılıp sabit sermayenin fiziksel ömrünü uzatır; fakat öte yandan daha onlar fiziki ömürlerini tüketmeden çok önce yenilenmelerini zorunlu kılar, yani manevi değer kaybına neden olurlar.
Kapitalist ekonominin durgunluktan çıkıp canlanma dönemine geçişi işgücünün daha üretken biçimde kullanılmasını -daha çok artı-değer elde edilmesini- mümkün kılan yeni üretim tekniklerine bağlıdır. Her zaman daha çok kâr peşinde olan sermaye, işgücünün verimini arttıran yeni tekniklerin uygulamaya sokulduğu ve kârlılığın yüksek olduğu yatırım alanlarına kaymaya başlar. Kontrol ettikleri sermayenin gücüne güvenen ya da risk almaktan çekinmeyen kapitalistler erken davranarak, ekonomik canlanmanın ilk dönemlerinde ortalamanın üzerinde kâr elde edebilirler. Çünkü yeni bir üretim tekniğini devreye sokarak emek üretkenliğini yükselten ve böylece maliyeti düşüren kapitalist, henüz diğer kapitalistler harekete geçmemişken ürünleri eski değerlerine dayanan daha yüksek bir fiyattan satabilir. Ve böylece diğerlerine oranla aşırı bir kâr elde edebilir, fakat bu aşırı kâr gerçekte diğer kapitalistlerin payından sızdırılmıştır. Yeni tekniklerin uygulanması yaygınlaştıkça ürün artık daha ucuza malolan yeni değerinden satılmaya başlanacak ve başlangıçta aşırı kâr elde edenler de ortalamaya doğru çekileceklerdir.
Kapitalist ekonominin canlanma dönemlerinde talep genelde yükselişe geçer ve bir önceki dönemin uzantısı olan birikmiş stoklar eritilmeye başlanır. Bunalım döneminde kullanılmayan atıl kapasite değerlendirilir, kapanmış fabrikaların bir bölümü açılır, yatırımlar canlanır. İşsizlikte azalma, genelde ücretlerde bir yükselme gözlenir. Tüketim, fiyatlar ve ortalama kâr oranı artmaktadır. Dolaşımdaki para miktarı yeterlidir ve paranın geriye akışı sanayi kapitalistlerini zora sokmayacak şekilde yumuşak ve düzenlidir. Dolayısıyla bu tür dönemler, kredinin en esnek ve kolay biçimde geri ödenebildiği dönemlerdir. Kullanılan kredi miktarı artar, piyasa genişler, borsa canlanır. Ekonomide spekülatif kızışmanın ya da kredi sisteminde ciddi bir tıkanıklığın henüz oluşmadığı bütün bir canlanma dönemi boyunca faiz oranlarıyla ilgili bir sorun da yoktur. Faiz oranları durgunluk dönemindeki gibi en alt düzeyde olmasa da, genelde yatırımları cesaretlendirici biçimde düşük seyreder.
Ekonomideki bu canlanma belirtileri piyasadaki iyimserliği alabildiğine körükler ve kârlılıktaki yükseliş nedeniyle yatırımlar büyük bir hızla genişler. İşsizlik daha da azalır, fiyatlar artmaya devam eder, kredi kullanımı alabildiğine büyür. İşlerin iyi gittiği süre boyunca bu faktörler karşılıklı olarak birbirlerini etkileyerek ekonominin yukarıya doğru çıkışını mümkün kılarlar. Böylece ekonomik canlanma tepe noktasına doğru tırmanır ve bir boom dönemi yaşanır. Boom, ekonominin ateşinin arttığı, pek çok yeni yatırımcının piyasaya dalmasıyla kredi mekanizmasının şiştiği, faiz oranlarının yükselişe geçtiği bir dönemdir. Yüksek bir kâr beklentisiyle ekonominin çeşitli sektörlerine giderek daha fazla sermayenin akması sonucunda bir aşırı-üretim eğilimi ortaya çıkar. Kâr oranları düşmeye başlar ve böylece yeni bir kriz mayalanır.
Devresel bunalımların mayalandığı boom sürecine eşlik eden diğer bir olgu da başını alıp giden spekülasyon eğilimidir. Çünkü kapitalist rekabetin amacı daha fazla kâr elde edebilmektir. Kapitalistler sanayi alanında daha çok ürün elde edip üne kavuştukları için değil, daha çok kâr elde ettikleri için mutlu olurlar. Bu bakımdan Marx, modern kapitalizmde sınai görünümlü yarışmanın bile son tahlilde ticari bir yarışma olduğuna değinir. Onun belirttiği gibi, modern ulusların ekonomik yaşamlarında, herkesin üretim yapmaksızın kâr elde etme çılgınlığına kapıldığı evreler bile vardır. Ancak üretim yapmadan toplam kâr miktarını yükseltebilecek sihirli bir formül yoktur. O nedenle spekülasyona dayanan çılgınlık nöbetleri, üretim sürecinde yaratılmış bulunan toplam artı-değerden daha büyük bir pay kapma yarışından ibarettir.
Süreç dikkatle incelenirse, gerçekte bütün bir boom dönemi boyunca pompalanan daha fazla yatırım yapma, daha fazla kapasite kullanma ve daha fazla üretme eğiliminin sonucu ekonominin aşırı biçimde ısınmış olduğu görülecektir. Bu nedenle ekonomi birtakım hastalık belirtileri vermeye başlamıştır bile. Fakat tüm bu belirtilerin düzenli bir biçimde ve ortaya çıkar çıkmaz kendini hissettirdiğini ve kapitalistlerin bilincine yansıdığını söylemek imkânsızdır. Kapitalist ekonomi bir bütün olarak düşünüldüğünde, hastalıkların kolayca teşhisini olanaksız kılan çok karmaşık bir organizma gibidir.
Kapitalist birikim süreci birçok yerden kırılmaya yazgılıdır ve tıkanıklık başgösterdiğinde, sürece dahil olan faktörler birbirlerini artan biçimde olumsuz yönde etkilerler; böylece ekonomi bir çöküş içine girer. Genişletilmiş yeniden üretim sürecindeki bu kırılma noktaları, ekonominin boom’dan çöküntüye sürüklendiği momentlerdir. Dolayısıyla her boom’un tepe noktası, yani kapitalistlerin işlerin en parlak biçimde geliştiğini düşündükleri fazlar aslında yeni bir çöküşün de tam öncesidir. Gerçekte boom’un son dönemlerinde yeni bir bunalımın mayalanmasına karşın, ekonomideki aşırı canlılığın yerleştirdiği iyimserlik ve çeşitli senet oyunları sayesinde geriye ödemeler bir süre daha düzenli olarak devam eder. Böylece çok kârlı bir iş görüntüsü uzunca bir süre daha varlığını sürdürür. Marx, “birdenbire patlak veren çöküşe kadar işler daima tepeden tırnağa sağlıklı ve kampanya bütün hızıyla devam etmektedir”[3] der. Bu nedenle çöküşler her zaman çok ani biçimde gerçekleşmiş gibi görünür ve genelde her seferinde burjuva iktisatçılarını ve onların peşinden sürüklenenleri şoka sürükler.
Kapitalist sistem her düzeyde, gerek ülkeler ve gerekse de ülke içinde farklı sektörler itibarıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu yasa gereğince, bir yandan ekonomik krizin farklı ülke ve alanlarda mayalanma hızı ve derecesinde bir eşitsizlik söz konusuyken, diğer yandan krizin patlak vermesiyle birlikte her düzeyde bileşik bir etkilenme gerçekleşir. Bu karmaşık işleyiş temelinde, sermayenin iki temel alanı yatırımların arttırılması ya da kısılması bakımından eşzamanlı tepkiler veremez. Marx, bütün sermayeyi iki büyük sınıfa ayırır, bunları “Sınıf I, üretim araçları üreten ve Sınıf II, bireysel tüketim malları üreten”[4] biçiminde tanımlar. Bazı yazarların birinci ve ikinci kesim olarak da niteledikleri bu ayrım noktası, kapitalizmin anarşik doğasını sergilemesi bakımından önemlidir. Büyük işletmeler ya da karteller düzeyinde bazı planlamalar yapılsa bile kapitalist ekonomi genelde dengesizliklerle, orantısızlıklarla ilerleyebilir. Üretim araçlarının üretim süresiyle, bireysel tüketim mallarının üretim süresi denk değildir; birinci kesimde gerek sabit sermaye yatırımının boyutu, gerekse üretim zamanı ikinci kesime oranla daha fazladır. Örneğin tekstil üretiminde yavaş yavaş stoklar birikmeye başladığında, tekstil makinaları üreten firmalar henüz ekonomideki büyük canlılığın etkisiyle aldıkları siparişlerle boğuşmaktadırlar. Dolayısıyla her iki kesimde üretim eşzamanlı olarak kısılmamaktadır. Bu da krizlerin şiddetini arttıran ve krizden çıkışı geciktiren önemli bir faktördür.
Kriz dönemlerinde kâr oranlarında ani düşüşler yaşanır; yatırımlar kısılır; elde stoklar birikir. Toplu işten çıkarmalar başlar, talep düşer, dolaşım daralır. Fiyatlar ve ücretler düşer, çalışan işçi sayısı azalır, ticari işlemlerin kitlesi küçülür. Zaten aşırı-üretimi tüketemeyen piyasa daha da daralır ve krediler geri ödenemez hale gelir. Bunalım sırasında piyasada bol miktarda meta vardır, fakat fiyat düşüşlerine rağmen bunlar paraya çevrilememektedir. Marx, yeniden üretim sürecindeki genişlemede ya da hatta normal akışta bir bozukluk olduğunda kredinin de kıtlaştığına ve kredi ile meta elde etmenin güçleştiğine değinir. Bu nedenle, nakit ödeme talebi ve kredili satışlar konusunda gösterilen titizlik, çevrimin bunalım evresinin temel bir özelliğidir. Kredinin daralmasıyla birlikte dolaşımda paraya duyulan ihtiyaç artmış ve faiz oranları daha da yükselmiştir. Böylesi dönemlerde paraya duyulan ihtiyaç, satın almaktan çok ödeme yapabilmek içindir. Yeni işlemleri başlatmak için değil, eskileri sonuçlandırmak için yeni borçlanmalara başvurulur.
Kriz çeşitli iflâslara yol açar ve koşullara dayanamayan fabrikalar kapanır, makinelerin ve sabit sermayenin önemli bir bölümü üretim süreci dışına düşerek tahrip olur. Piyasayı kaplayan genel bir güven bunalımı sonucunda tahvillerin ve şirket hisse senetlerinin değeri düşer. Sermayenin hangi kısmının bunalımdan ne kadar etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşlerin iyi gittiği dönemlerde genel kâr oranının eşitlenmesine hizmet ederek kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası esmesini mümkün kılan rekabet, krizle birlikte bir ölüm-kalım savaşı haline gelir. Marx’ın dediği gibi, sorun kârın değil zararın paylaşılması olunca, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve başkasının sırtına yükleme çabası içine girecek ve böylece rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir savaşa dönüşecektir. Ancak güçlü mali yapıları nedeniyle üretimi sürdürebilen, kâr oranlarındaki düşüşe rağmen toplam kâr kitlesindeki artışı koruyabilen büyük sermaye kuruluşları ayakta kalabilir. Bunalım döneminde sermaye daha da merkezileşir ve yeniden yapılanır.
Sermaye kazançları giderek düştüğü için bir kısım sermaye tasfiye edilecek ya da değer yitirerek büyük tekeller tarafından ucuza kapatılacaktır. Krizin sonuçlarının realize olmasıyla birlikte toplam toplumsal sermayenin değeri düşer, borsa dibe vurur, faiz oranları aşağıya çekilir ve piyasaya kötümser bir ruh hali egemen olur. Böylece, kriz döneminde dibe vuran ekonominin bir çırpıda içinden çıkamadığı bir durgunluk dönemi yaşanır. Durgunluk dönemi boyunca faiz oranlarının dipte seyretmesine rağmen, yaşanan krizin etkileri henüz geçmemiş, stoklar eritilmemiş ve iflâs korkusu atlatılmamış olduğundan yeni yatırımlara girişme konusunda büyük bir çekingenlik söz konusudur. Ortaya çıkan aşırı-üretim krizinin şiddetine ve dünya ölçeğinde yaygınlık derecesine bağlı olarak, bir durgunluk dönemi görece kısa sürüp daha sancısız biçimde canlanmaya geçileceği gibi, 1929 krizinde ya da bugün yaşanan krizde görüldüğü gibi tersi de mümkündür.
Ekonomik krizin yaşanması kapitalistleri aşırı-üretim ve aşırı kapasitenin yarattığı sorunlardan kurtararak yeniden bir büyüme alanı açmaktadır. Krizin realize olmasıyla birlikte rekabete dayanamayan sermaye piyasadan çekilmiş, geriye kalan sermaye toplam artı-değeri daha yüksek bir kâr oranı üzerinden paylaşma olanağına kavuşmuştur. Eğer bunalım döneminde işçi sınıfı ücret düşüşlerini engelleyememişse sömürü oranı da yükselmiştir. Tüm bu faktörlerin biraraya gelerek durgunluğa son verecek doğrultuda işlemesi halinde kapitalist ekonomi yeni bir canlanma içine girer. Kriz döneminde ortaya çıkan işsizlik azalmaya başlar, artan taleple birlikte fiyatlar yükselişe geçer. Canlanma belirtileri piyasada yeniden iyimser bir ruh hali yaratmaya koyulur, daha çok kâr elde edebilme iştahı artar ve böylece kapitalist ekonomi yeni bir boom dönemine doğru ilerler. Ve nihayet bir başka aşırı-üretim krizinin patlak vermesi kaçınılmaz hale gelir. Bu nedenle kapitalist gelişimin tarihi giderek şiddeti artan bunalımların tarihidir. Marx’ın deyişiyle, “Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir”.[5]
Kapitalizmin devresel krizleri hem sistemin kaçıp kurtulamayacağı bir hastalıktır hem de sistemin içerdiği tüm çelişkilere ve orantısızlıklara rağmen işleyişini mümkün kılan tedavidir. Bunalım, üretim sürecinin birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla kurulmasından başka bir şey değildir. Krizler temelinde ve krizler sayesinde yol alabilen bu sistem, sağlanan ekonomik büyümeye karşın aslında bir anlamda yap-boz tahtası benzeri düzensiz bir karaktere sahiptir. Bu gerçeklik yıllar önce Komünist Manifesto’da Marx ve Engels tarafından çarpıcı biçimde dile getirilmiştir. Orada, burjuvazinin bunalımları nasıl atlatabildiği sorusu şöyle yanıtlanır: “Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yokederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.”[6]
Kâr oranının düşme eğilimi yasası
Ekonomik krizlerin kapitalist işleyişe içsel olduğu gerçeğinden kaçmaya çalışan burjuva iktisadı, krizlerin tamamen tesadüfi olduğunu ve ücret ya da fiyat dalgalanmaları gibi faktörlerden kaynaklandığını iddia edegelmiştir. Oysa bu dalgalanmalar boom-kriz sarmalının nedeni değil sonucudur ve ücretler ya da fiyatlar genelde ekonomik gidişata bağımlı değişkenlerdir. Kapitalizm kendini aşırı-üretim biçiminde açığa vuran kriz olasılığını her an içinde taşır. Krizin bir olasılık olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşmesinde bazı arızi faktörler değil, kapitalizme özgü bazı temel yasalar rol oynar. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalist krizlerin ortaya çıkışında merkezi bir öneme sahip bulunmaktadır. Marx, bu eğilimin, “modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için hayati nitelikteki yasası” olduğunu belirtir ve “tarihi perspektiften en önemli yasadır”[7] der. Sermaye birikim sürecinde kâr oranlarının düşüş eğilimi kapitalistler arasındaki rekabeti kızıştıran ve dolayısıyla krizleri mayalayan bir faktördür.
Kâr oranlarının düşüşüne değinen görüşler ilk kez Marx tarafından gündeme getirilmemiştir. A. Smith ve D. Ricardo gibi klasik iktisatçılar bu konuya el atmışlar fakat doğru bir açıklama getirememişlerdir. Bu klasik iktisatçıların temel yanılgısı, düşüş eğilimini emeğin daha az üretken hale gelmesine bağlamak istemeleridir. Marx, tam tersine emeğin üretkenliğinin artması nedeniyle kâr oranının düşüş eğilimi sergilediğini ortaya koymuştur. Aslında artı-değer oranındaki, sermayenin organik bileşimindeki ve sermayenin devir hızındaki dalgalanmalar kâr oranını belirleyen başlıca faktörlerdir. Marx, kâr oranını ücret dalgalanmalarının doğrusal bir fonksiyonu olarak gören Ricardo’yu eleştirmiştir. Ricardo’nun değerlendirmesinin tersine, gerçek ücretler yükselirken kâr oranı da yükselebilir; gerçek ücretler düşerken kâr oranı da düşebilir.
Marx, Ricardo’nun gözünde kâr oranı ve artı-değer oranının özdeş terimler olduğuna dikkat çeker. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Kâr oranı ise işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Bu nedenle, artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşmeyle birlikte toplam sermaye artar ve dolayısıyla kâr oranı düşer. “Kâr oranının böyle düşüşü, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği içindir. İşçi daha az sömürüldüğü için değil, ama daha çok sömürüldüğü içindir.”[8] O halde emeğin üretkenliğini arttırarak artı-değerin kitlesini yükselten gelişim, aynı zamanda kâr oranındaki düşme eğiliminin de nedenidir. Çünkü artı-değerin kitlesi yükselse bile, bu değerin daha da büyük ölçüde artmış bulunan toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilecek kâr oranı düşecektir.[9]
Kapitalist kârın kaynağı olan artı-değer üretimini arttırmanın iki yolu bulunmaktadır. İşgününün, yani çalışma saatlerinin uzatılmasıyla artı-değerin çoğaltılmasına artı-değerin mutlak artışı denir. Aynı çalışma süresi içinde, işçinin ücretinin eşdeğerini ürettiği gerekli-emek zamanının azaltılması sayesinde artı-değerin arttırılmasına ise nisbi artış denir. Ancak hemen belirtelim ki, kapitalist üretim tarzı altında emeğin üretkenliğinin arttırılabilmesinin bizzat sistemin özelliğinden kaynaklanan sınırları bulunmaktadır. Çünkü artan makineleşme sayesinde gerekli-emek zamanını alabildiğine kısaltmak genel anlamda cazip gibi görünse de, kapitalizmin varlık nedeni canlı emeğin sömürüsüdür. Dolayısıyla üretim sürecinde canlı emeğin varlığını neredeyse ortadan kaldıracak bir makineleşme düzeyi, yani robotlaşma kapitalizmin temel karakteriyle tamamen çelişmektedir.
Bu nedenle kapitalist sistem çalışma saatlerini hiç de umulduğu gibi kısaltmazken, sistemin mantığının izin verdiği sınırlar içinde artı-değerde nisbi artış sağlayacak yöntemleri yürürlüğe koyar. Kapitalist gelişme artan makineleşmeyle emeğin üretken gücünü yükseltmektedir. Böylece aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin, giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletleri) işlemesini, yeni değerlere katabilmesini mümkün kılmaktadır. Bunun sonucunda hem değişmeyen sermaye giderleri artmakta hem de değişmeyen sermayenin değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı yükselmektedir. Sermayenin organik bileşimini gösteren bu oranın artması kapitalizmin yasasıdır ve kapitalist üretim tarzı sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Fakat değişen sermayeye ilişkin azalma da mutlak tarzda bir azalma olarak yorumlanmamalıdır, bu nispi bir azalmadır. Aslında toplumsal sermaye tarafından harekete geçirilen sömürülen emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla artı-emeğin mutlak kitlesi pekâlâ büyüyebilir; bireysel kapitalistlerin denetimindeki sermayeler gitgide büyüyen bir artı-emek miktarına el koyuyor olabilirler.
Kapitalist işleyişin gerçekliği Marx tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi, ürettiği artı-değerin kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir. Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[10] Demek ki büyüyen kâr kitlesine karşın, kapitalist işleyiş yasası, değişmeyen sermayenin değerini sermayenin canlı emeğe yatırılmış bulunan kısmına göre daha da büyük bir hızla arttıracak ve kâr oranı düşme eğilimi sergileyecektir.
Kâr oranının düşmesi sermaye açısından olumsuz bir duruma işaret eder; çünkü bu oran sermayenin kendini hangi düzeyde yeniden değerlendirebildiğini ifade etmektedir. Sermaye birikimini artı-değer oranı değil, ama artı-değerin toplam sermaye harcamalarına oranı, yani kâr oranı ve toplam kâr miktarı motive etmektedir. Kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür. Metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler. Bu nedenle yeni üretim yöntemleri ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman çok sayıda kapitaliste cazip görünebilir.
Toplumun üretken gelişimi ile varolan üretim ilişkileri arasında artan uyumsuzluğun kendini keskin çelişkiler, bunalımlar ve kramplar biçiminde ortaya koyduğu açıktır. Giderek sıklaşan devresel krizlerle bir bölüm sermayenin yıkıma uğraması sayesinde kâr oranının geçici olarak kendini yeniden toparlama imkânına kavuşması, fakat her şeye karşın kâr oranındaki düşüş eğiliminin devam etmesi, kapitalist üretim tarzının sınırlarına işaret eder. Krizlerdeki sermaye yıkımının anlamını şu sözlerle açıklar Marx: “Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak zorla tahrip edilmesi, pılını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır.”[11] Açıktır ki, sermayenin tarihi gelişimi içinde üretici güçlerde sağladığı gelişim, belli bir noktadan sonra sermayenin değerlenme sürecini ilerletecek yerde, onu yıkıma uğratmaya başlamaktadır. Böylece üretici güçlerin daha da gelişmesi sermaye için bir ayakbağı haline gelmeye başladığı gibi, sermaye ilişkisi de emeğin üretici güçlerinin gelişmesi için bir ayakbağına dönüşmektedir.
Kâr oranının düşme eğilimi yasası gibi karmaşık bir konunun basite indirgenip çarpıtılmaması için önemle vurgulayalım ki, bu yasayla kastedilen kâr oranında düzenli bir biçimde gerçekleşen mutlak bir düşüş değildir. Söz konusu yasayla açıklanan düşüş, yalnızca tarihsel bir eğilimi ifade etmektedir. Çünkü somut kapitalist işleyişte, bazı zıt yönlü etkiler mutlak anlamda düşüşü frenlerler. Bu nedenle yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelir. Kâr oranındaki düşüşü frenleyen faktörler bağlamında şunları sıralar Marx: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış; 2. Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi; 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması ve sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki sermayenin, bazı sanayi dallarında sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu ülkelere kayması; 4. Nispi aşırı-nüfus; 5. Dış ticaret; 6. Hisse senetli sermayenin artışı. Hemen belirtelim ki bu faktörler yasanın varlığını ortadan kaldırmamakta, fakat etkisini azaltmakta ve ona kendine özgü bir eğilim niteliği kazandırmaktadırlar. Sermaye birikim sürecinin içerdiği zıt yönlü etmenlerin çatışmasının bunalımlarda açığa çıktığını vurgular Marx. Ortalama kâr oranları sınai çevrimlerin boom ve kriz evrelerindeki yükseliş ve düşüşlerle dalgalanır. Ne var ki kâr oranındaki düşüşü frenleyen etkenler uzun dönemde zayıflamakta, kapitalist sistem 1929 örneğinde olduğu gibi ciddi bir durgunluk tehdidiyle yüz yüze gelebilmektedir.
Kâr oranlarındaki düşüş, sadece ulusal düzeyde değil uluslararası ölçekte de rekabeti yoğunlaştırır. Güçlü tekellerin dünya arenasında sivrilmesine, çokuluslu sermaye evliliklerine ve böylece sermayenin merkezileşmesine yol açar. Kapitalist gelişimin bu yoğunlaşması, artan sermaye ihracı ve genişleyen dünya ticareti, giderek çok daha büyük miktarlarda kredi kullanımını da kaçınılmaz hale getirir. Kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin bu temelde hızlanması, sermaye birikim sürecinin önüne dikilen ulus-devlet engelinin aşılmasında olumlu bir rol oynamaktadır. Fakat aynı gelişme diğer taraftan, kapitalist bunalımların geçmiş dönemlere oranla çok daha fazlasıyla bir dünya bunalımı biçiminde patlak vermesinin de zeminini döşemektedir.
Krizin şiddetlenmesinde kredi mekanizmasının rolü
Bankacılık sisteminin oluşması ve yaygınlaşmasıyla, sermayenin bölüştürülmesi işi bireysel kapitalistlerle tefecilerin elinden alınarak devasa ölçeklerde büyüyen bankaların elinde toplanmıştır. Böylece bankacılık ve kredi mekanizması, kapitalist üretimi bizzat kendi sınırlarının ötesine itmede en güçlü manivela halini almıştır. Emperyalizm çağında sermayenin alabildiğine yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bankaların muazzam ölçeklerde büyümesi ve mali sermayenin egemenliğiyle birlikte kredi sistemi de kapitalist işleyişte merkezi bir önem kazanmıştır. Kapitalist üretimin ve ticaretin yalnızca ulusal sınırlar dahilinde değil, uluslararası düzeyde devasa gelişmesi borç paraya duyulan ihtiyacı inanılmaz boyutlarda büyütmüştür.
Kapitalizmin gelişim tarihi içinde kredi çok önemli bir yere sahiptir. Marx, kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması olan rekabet ve kredinin de geliştiğine dikkat çeker. İlk aşamalarında birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine giren kredi sistemi, giderek büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çekmektedir. “Ama çok geçmeden” der Marx, “rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve nihayet sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür”.[12] Kapitalizmin emperyalist aşaması, aşırı-üretimle kitlelerin sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin kapitalist pazara getirdiği kaçınılmaz engellerin kredi sistemi sayesinde aşılmaya çalışıldığını gözler önüne serer. Fakat kredi kapitalist krizlerin kaynağını ortadan kaldırmamıştır. Tam tersine, krizlerin bu mekanizma sayesinde geciktirilmeye ve hafifletilmeye çalışılması daha büyüklerinin yolunu döşemiştir.
Kredi sistemi sayesinde daha büyük çaplı yatırımların yapılabilmesi sermayenin organik bileşimini yükseltirken, böylece kâr haddinin de azalmasına neden olur. Kapitalistler devasa üretim araçlarını daha büyük ölçeklerde işletmek ve bütün bellibaşlı kredi kaynaklarını bu amaca yöneltmek zorunda kaldıkça, sınai depremlerin gitgide çoğalacağını belirtmiştir Marx. Çünkü pazarların gelişmesi, devasa ölçeklerde büyüyen üretimin gerisinde kalmaktadır. Bu noktada bazı yanlış anlamaların önüne geçmek gerekir. Pazarlar sorunu bir zamanlar Rusya’da Narodniklerin iddia ettiği gibi, kapitalist gelişmenin eskiye oranla pazarları daraltmasından kaynaklanmaz. Narodniklerin bu tür yanlış görüşleriyle mücadele eden Lenin’in de işaret ettiği gibi, aslında kapitalist gelişme pazarı genişletir. Fakat bu genişleme üretici güçlerdeki katlamalı büyümenin daima gerisinde kalır.
Kapitalist gelişmeyle birlikte üretim yığını ve bunun sonucu olarak da daha geniş pazarlara duyulan ihtiyaç büyümektedir. Böylece her bir bunalım sonucunda, kapitalist sistem, o zamana dek ele geçirilmemiş ya da yalnızca yüzeysel olarak sömürülen bir pazarı sisteme katmaya çalışarak yol almaktadır. Ve dolayısıyla kapitalist sistem olgunlaştıkça, ferahlatıcı potansiyeller azalmaktadır. Marx’ın deyişiyle, bu nedenle “dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır”.[13] İşte bu çelişki nedeniyle de bunalımlar daha sıklaşmakta ve şiddetlenmektedir. Sonuçta kapitalist dünya sisteminin olgunlaşmasına, yeni pazarlar yaratmak ve varolanları emperyalist güçler arasında yeniden paylaşmak amacıyla çıkartılan emperyalist savaşlar eşlik etmektedir.
Kredi sistemi kapitalist yeniden üretim sürecini hızlandıran ve dolayısıyla aşırı-üretim sorununu ve spekülasyonu da katmerleyen bir unsurdur. Marx, kredi sisteminin, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırdığını açıklar. Kapitalist üretim tarzının maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, bizzat kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Fakat aynı zamanda kapitalist bunalımları da hızlandıran kredi mekanizması, aslında eski üretim biçimini çözüp dağıtacak ögeleri oluşturmaktadır. Böylece bir anlamda kendi kendini inkâr edercesine, yeni bir üretim tarzına geçişin temellerini döşemektedir. Marx, kredi sisteminin özünde yatan iki özelliği şu sözlerle açıklar: “Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek, ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.”[14]
Kredi sistemi sanayinin çeşitli sektörlerine yatırım yapmak isteyen kapitalistlerin kaynak sıkıntısını gidererek üretimin önünü açar. Ayrıca geniş kitlelerin borçla satın almasını yaygınlaştırıp tüketimi arttırır. Böylece bir yandan kapitalizmin bunalımlarını azdırırken bir yandan da sanki bunalımlara bir çözüm getirirmiş gibi görünür. Fakat ister yatırımcı ve isterse tüketici kredisi biçiminde ele alınsın, gerçekte kredi musluklarını sürekli açık tutmanın olanağı yoktur. Bankaların ve kredi kuruluşlarının kredi sistemini ayakta tutabilmeleri için, verilen kredi tutarlarının faiziyle birlikte geri ödenmesi gerekir. Geri ödemelerde sorunlar biriktikçe kredi genişlemesi duracak, kredi muslukları kısılacaktır. Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir sistemde, kredi musluklarının birdenbire kısılmasıyla birlikte bir bunalımın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten bu nedenle, gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk bakışta bir para ve kredi bunalımı gibi görünür. Kâr haddinin düşmesine karşılık faiz haddinin yükselmesi nedeniyle borsada hızlanan spekülasyon, böylesi dönemlerde önemli miktarda para sermayeyi kendine çeker. Fakat işin gerçeğinde, borsadaki “aşırı” kârın kaynağı üretim sürecindeki genişlemeden kaynaklanmayan spekülatif bir kârdır. Ve borsada bunalımın patlak vermesiyle birlikte ani biçimde çöker.
Bunalımla birlikte kredi sisteminde de büyük bir çöküntü yaşanır: “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[15] Kapitalist üretim sürecini özel mülkiyet engelinin ve ulusal sınırların ötesine itme bakımından bir manivela hizmeti gören kredi sistemi, bir yandan kapitalizmin dünya ölçeğinde yayılmasını hızlandırır, diğer yandan çeşitli ülkelerde patlak veren krizlerin giderek çok daha derin biçimde bir dünya krizine büyümesinin temelini oluşturur. Kapitalizmin yayılması işin gerçeğinde aşırı-ticaret, aşırı-üretim ve aşırı-kredi anlamına gelmektedir. Bir kez bunalım patlak verdi mi, “o zaman bütün bu ulusların aynı zamanda aşırı-ihracat yaptıkları (yani aşırı-üretimde bulundukları) ve aşırı-ithalat yaptıkları (yani, aşırı-ticaret yaptıkları), hepsinde fiyatların şiştiği ve kredinin gereğinden fazla yayıldığı ortaya çıkar. Ve hepsinde aynı çöküş olur”.[16]
Çok açıktır ki II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan uzun dönemli ekonomik yükselişin motor gücü Amerika olmuştur. Toplam dünya üretimi içinde tek başına beşte birden fazla yer tutan Amerika’da, sınai çevrimlerin gelgitlerine rağmen pazarı canlı kılan temel faktör kredi mekanizmasıdır. Bu nedenle Amerikan ekonomisi şirketlere ve tüketicilere verilen borç miktarı bakımından birinci sırayı işgal etmiştir. 90’lı yıllarda yaşanan boom’un ve onun umulandan biraz daha fazla sürdürülebilmesinin altında yatan gerçek de kredi mekanizmasıdır. Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde tüketici kredilerinin yükselişinde büyük sıçramaların yaşandığı bu yıllar boyunca, gerçekte satın alma güçleri son derece sınırlı olan işçi ve emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilmiştir. Geniş kitleler bizzat kapitalist sistem tarafından yaratılan “tüketim çılgınlığı” yıllarında, bu kredilerin faiziyle birlikte geri ödeneceği gerçeğini hatırlamak istemeksizin, kapitalist ekonomiyi uzun bir süre boyunca canlı tutmuşlardır.
Fakat tatlı hayallere dalıp doğa yasalarından kurtulmak nasıl mümkün değilse, kapitalizmin iç yasalarının yaratacağı felâketlerden uzak durabilmek de asla mümkün olamaz. Bu yasaların koyduğu kaçınılmaz engeller karşısında, ekonomik büyüme kredi pompasıyla ilanihaye sürdürülemez. Piyasalardaki durgunluğun, devlet harcamalarının arttırılması ve kredilerin şişirilmesiyle ertelenmeye çalışılmasının bir sınırı vardır. Bir dönem için ertelenmiş gibi görünen sorunlar, gerçekte uluslararası banka sistemini tehdit eden zincirleme bir iflâs ve çöküş tehlikesinin kaynağıdır. Geri ödenmeyen borçların muazzam miktarlara ulaşmasıyla birlikte işler tamamen terse döner. Bir yandan artık yeni kredi açılamazken öte yandan biriken faizlerle birlikte kartopu gibi büyüyen borç rakamları geniş kitleleri yıkıma sürükler. Bu da talepte ani ve sıçramalı daralmalarla sonuçlanır. Bu durum kontrol altına alınamayan ve belirtilen faktörlerin birbirini daha da olumsuz yönde etkilemesi sonucunda derinleşen bir depresyon eğilimidir. Nitekim uzun süredir Japonya’nın yaşadığı bu “felâket”, sonunda Amerika’nın da başına gelmiş ve dünya ekonomisinin bu motor gücü kendi sarsıntılarıyla birlikte bir bütün olarak kapitalist sistemi de çalkantılı bir dönemin içine sokmuştur.
[1] Çeşitli yazarlar çevrimin farklı evrelerini tanımlamak için son tahlilde aynı anlama gelecek değişik kavramlar kullanmaktadırlar. Örneğin çevrimin hızlanma evresini yükseliş, refah veya boom kavramlarıyla nitelemek; kriz evresi için buhran, bunalım, çöküntü, depresyon vb. sözcüklerini kullanmak konunun özünde hiçbir değişiklik yaratmayacaktır. Kaldı ki Batı dillerindeki sözcüklerin Türkçe’ye çevirisi sırasında da çeşitlemeler söz konusudur. Örneğin depresyon’un sözlük karşılığında kriz, durgunluk kavramlarını bulacağınız gibi, resesyon sözcüğü için de aynı kavramlarla karşı karşıya gelirsiniz. Kaldı ki bir sınai çevrimin evreleri birbirinden tamamen yalıtılmış kompartımanlar gibi değildir. Bu nedenle, örneğin kriz ve durgunluk evreleri adeta içiçe geçmiş gibidir. Marksizm bir olayın somut gerçekliğini, onun gelişme fazları arasındaki diyalektik ve geçişsel ilişkiler temelinde ele alır. Ayrıca, kapitalist krizler bağlamında cereyan eden kavram spekülasyonu karşısında gerçekten de uyanık olmayı gerektiren bir durum vardır. Unutmayalım ki, kapitalist kriz gerçeğini gözlerden saklayabilmek amacıyla Batılı kapitalist ülkelerde iktisatçılar her seferinde yeni kavramlar kullanmayı tercih ediyorlar. Örneğin 1929 krizinin kötü anılarını hatırlattığı için depresyon sözcüğü yerine resesyon sözcüğü; çöküş anlamına gelen collapse yerine slump kullanılıyor ve liste böylece uzayıp gidiyor. Netice olarak, bu gibi konularda da doğru bir tutum takınmak ve konunun özünü kavramaya çalışacak yerde kavram çeşitlemeleri nedeniyle boş tartışmalara düşmemek gerekir. Karışıklık yaratmamak için belirteyim ki, yazı içinde kapitalist sınai çevrimi, birbirini izleyen canlanma, boom, kriz ve durgunluk evreleri itibarıyla ele alacağım. Boom sözcüğü genelde yükseliş anlamına geliyor olsa da, çevrimin ilerleyişi içinde ifade edeceği özel anlam, sıradan bir yükseliş (örneğin orta derecede faaliyet anlamındaki bir canlanma) değil büyük bir canlılık, Marx’ın dikkat çektiği üzere belirgin bir hızlanma olacaktır. Son olarak hatırlatmak istediğim husus ise şudur: Kapitalist gelişme eğrisi üzerinde gözlemlenen dalgalanmaları nitelerken, yükseliş ve düşüş (ya da alçalış) gibi kavramları kullanmayı tercih ettim. Bu dalgalanmaların sınai çevrimin uzun dönemli benzeşikleri haline sokulup konunun bulandırılmaması için uzun süreli boom ya da uzun süreli kriz sözcüklerini kullanmaktan kaçındım. Yazı içinde yeri geldiğinde değinileceği gibi, uzun dönemli dalgalanmalar hangi yönde olursa olsun -ister yükseliş isterse alçalış- kapitalizm kendi hareket yasaları gereğince yine sınai çevrimler, yani başlıca evreleri itibarıyla ifade edecek olursak kriz ve boom’lar temelinde yol almaktadır.
[2] Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.211
[3] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.430
[4] Marx, Kapital, c.3, s.735
[5] Marx, Kapital, c.3, s.221
[6] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.138
[7] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.682
[8] Marx, Artı-Değer Teorileri, c.2, Sol Yay., Ankara 1999, s.419
[9] Burada kastedilen kar, toplam artı-değerin ayrıca sanayici kârı, faiz ve rant şeklinde bölüşülmesinden bağımsız olarak bizzat kendisine eşittir.
[10] Marx, Kapital, c.3, s.193-194
[11] Marx, Grundrisse, s. 683
[12] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.664
[13] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.61
[14] Marx, Kapital, c.3, s.390
[15] Marx, Kapital, c.3, s.225
[16] Marx, Kapital, c.3, s.436
link: Elif Çağlı, 1. Bölüm, 2 Kasım 2003, https://marksist.net/node/1132