Her sene 8 Mart’la beraber alevlenen “Emekçi Kadınlar Günü mü, yoksa sadece Kadınlar Günü mü”, “kapitalist düzene karşı sınıfsal bir başkaldırı mı, yoksa ezilen cinsin ezen cinse karşı muhalefeti mi”, “erkekler içeri mi, dışarı mı?” tartışmaları, kuşkusuz burjuvazinin 8 Mart’ı sadece bir tüketim gününe dönüştürmüş olmasından daha önemli boyutlar içeriyor. Peki bu tartışmalara feministler tarafından verilen cevaplar, son tahlilde hangi sınıfın çıkarlarının ifadesi?
Kadın sorunu, en genel anlamda bakıldığında, kadın cinsinin tâbi, bağımlı, yönetilen, sindirilmiş, aşağılanmış olması ve bu durumun her iki cins tarafından da kabul görmüş olması diye tarif edilebilir. Bu durum, sınıflı toplumların yapısı gereği sürekli bir biçimde yeniden üretilerek egemen kılınmaktadır. Ancak burada yanıtı bulunması gereken temel bir soru şudur: kadın olmaktan kaynaklı bu sorunlar, farklı sınıflara ait kadınlarda aynı şekilde mi yaşanmaktadır? Hangi sınıfın kadınları, günlük mesainin ardından ev işleri yapmakla yükümlü? Hangi sınıfın kadınları işten atılıyor, greve çıktığında devletin copunu ensesinde buluyor? Hangi sınıfın kadınlarının eğitim hakkı engelleniyor? Hangi sınıfın kadınları sünnet ediliyor?
Her sene 8 Mart’ta feminist veya sol feminist gruplara mensup kadınlar, her ne kadar erkek egemen sisteme, hiyerarşiye, devlete, savaşa karşı çıktıklarını söylüyor olsalar da, verdiklerini söyledikleri mücadele miting alanına erkekleri sokmama mücadelesi ile sınırlı kalıyor. Feministlere göre, kadının ezilmişliği, sınıflar üstü, sınıfsal bir ayrım gütmeden kadın olan herkesin mağduru olduğu bir sorundur. Bu yüzden de 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak anılmalıdır! Onlar, kadın sorununun kapitalizmden önce de varolan bir sorun olduğu için kapitalizmin temel çelişkileriyle açıklanamayacağını, kapitalizme karşı mücadele ile sınırlanamayacağını söyleyip dururlar. Tüm kadınlarla aynı sorunlara sahip olduğumuzu, kadın üst kimliğiyle, sınıfsal ayrım gütmeden, aynı safta yürümemiz gerektiğini savunurlar. Kime karşı? Bu soruya bir sürü tumturaklı yanıt verseler de, son tahlilde, kadın sorununa ilişkin mücadeleyi, erkeklere karşı verilen bir mücadele olarak, cinslerin birbirlerine karşı egemenlik mücadelesi olarak ortaya koymaktan bir adım ileri gidemezler.
Bu yaklaşım mantıken şu sonuçların çıkmasına yol açıyor: Kadınların yüzyıllardır süren ezilmişliğinin, aşağılanmasının sebebi, sadece erkek cinsinin kadın cinsi üzerindeki bu ezici egemenliği ise, erkekler herhalde genlerindeki birtakım arızalar nedeniyle kadın cinsine karşı bu kadar gaddardırlar. Çünkü sorun feministlere göre kadın ve erkek olmakla açıklanmaktadır. Erkekler, sırf erkek oldukları için, kadın sorunu konusunda kadınlarla birlikte mücadele edemezler. Çünkü hiçbir erkek, kadın cinsi üzerindeki iktidarından samimiyetle vazgeçemez. Bu yüzden de miting alanına giremezler. Maalesef işin acı yanı bu görüşe sahip feministlerin arasında kendine Marksist ve tarihsel materyalist diyen kadınların da var olmasıdır.
Kadın cinsinin ezilmişliği kapitalist toplumdan önce de vardı. Bu bakımdan kadın sorunu tarihsel bir sorundur. Sınıflı toplumlara geçiş ve özel mülkiyetin gelişimiyle birlikte kadın cinsinin ikinci cins olması, erkek egemen bir toplum modelini de beraberinde geliştirdi. Üretim aracı sahibi erkekler, kadın cinsini üretimden kopararak kendine tâbi kıldı ve kadının hayatı üzerinde tek söz sahibi oldu. Böylece erkekler tarafından aşağılan ve hor görülen kadın, boynundaki boyundurukla evinin çevresinden ayrılamayan, bağımsız bir kişilik ve kimliği olmayan bir cins olarak muamele gördü, görüyor. Bu muamele farklı toplumlarda farklı düzey ve derecelerde yüzyıllardır devam ediyor.
Erkek egemen toplumlarda yüzyıllardır zapturapt altına alınan kadınlar, sınıflı toplumların temel unsurlarından biri olan miras kurumunun işlerliğini sağlayarak, miras hakkına sahip “meşru” çocuklar doğuruyorlar. Buradan yola çıkarak kadınların ezilmişliğinin sebebinin erkek cinsinin hegemonyası olduğu söylemek, buzdağının su üstünde kalan küçük kısmını görmektir. Oysa su altında kalan kısım çok daha derin, köklü ve önemlidir. Kadın ve erkekler, sınıflı toplumlardan önce, yani özel mülkiyetin ve dolayısıyla miras kurumunun olmadığı, sınıflı toplumların tarihinden çok daha uzun süren bir dönem boyunca anaerkil bir toplum modelinde yaşadı. Birbirlerinin üzerinde hegemonya kurmadan. İçimiz rahatlayarak söyleyebiliriz ki, demek ki sorun erkeklerin genlerindeki arızalardan kaynaklanmıyor.
İnsanların bilinçlerini belirleyen onların toplumsal varlıklarıdır. İnsanlığın tarih boyunca günlük ekmeğini çıkarma biçimi, onun yaşam biçimini ve dolayısıyla da düşünme biçimini belirledi. İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerini belirleyen, onların üretim araçları karşısındaki konumlanışlarıdır. Yaşamı kavramak ve açıklamakta temel olarak kullanılan tarihsel materyalist yöntemin bu en temel argümanları ışığında soruna baktığımızda, kadınların ezilmişliğinin basitçe erkeklerin şiddet yanlısı güdülerinden kaynaklandığını söylemenin en hafifinden cahillik olduğunu görürüz. Özel mülkiyetin doğuşu, artı-ürünün birikimi, sınıfların oluşumuna yol açmış ve miras kurumunu ortaya çıkarmıştır. Bu durum da kadınların üretim sürecinden kopartılarak, erkeğe bağımlı kılınmalarına ve babası belirli çocuklar doğurmaları için zapturapt altına alınmalarına yol açmıştır. Anlaşılıyor ki, kadın sorunu hiç de sınıflar üstü bir sorun değildir. Tam tersine sınıflı toplumun ürünüdür.
Kapitalizmin diğer sınıflı toplumlardan bu konuya ilişkin ayrılan bazı yönlerini burada belirtmek lazım. Kadının erkeğe bağımlılığının koşulu olan üretim sürecinden uzaklaştırılması, kapitalistlerin kâr dışında hiçbir “değer” tanımamaları sayesinde aşılmaktadır. Kadınlar bugün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olma hakkı konusunda, en azından dünyanın önemli bir bölümünde erkeklerle eşitler. İşçi kadınlar işçi erkeklerle beraber mülksüzler; burjuva kadınlar burjuva erkeklerle birlikte mülk sahibi ve egemenler. Böylece kapitalizm, kadınları işçi ya da burjuva olarak üretim sürecine katmış ve üretim araçları karşısındaki konumlanışlarına göre sınıflarının erkekleri ile onları hukuksal olarak eşitlemiştir. Böylece kapitalizm kadınları yeniden üretim sürecine katarak onların kurtuluşlarının koşullarını da yaratmıştır.
Tarihte hiçbir zaman egemen sınıfın kadınları ile ezilen sınıfın kadınları, kadın sorununu aynı şiddette yaşamadılar. İlk gece hakkı, feodal dönemde sadece serflerin genç kızları içindi. Soylu ailelerin kadınları kendi sınıfsal egemenliklerini diğer ezilen sınıfın kadınlarına karşı acımasızca göstermekten hiç de geri durmadılar. Bugün kadın bir patron veya müdürün hakaretlerine, aşağılamalarına, kadın işçilerin de erkek işçilerle birlikte maruz kalmaları gibi. Egemen sınıfın kadınları açısından, sınıfsal egemenliklerinin getirdiği hâkimiyet, kadın cinsi olarak aşağılanmalarına her zaman baskın çıkmıştır. Çünkü yaşamın temel çelişkisi, sınıf çelişkisidir.
Sınıflı toplumların ürünü olan kadın sorunu, sınıflar ortadan kalkmadan çözülemez. İşte feministlerin anlamadığı da budur. Bugün üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi nedeniyle işbölümü esasta kadın ve erkek ayrımına dayanmıyor. Evet tarihsel olarak kapitalizm kadınların üretim sürecine yeniden katılmalarını sağlayarak kadınlarla erkekler arasındaki biçimsel hukuki eşitliği sağladı. Ancak unutmamak gerekir. Kapitalizm sınıflı bir toplumdur. İnsanların bilinçlerini belirleyen de toplumsal varlıklarıdır. Sınıflı bir toplumda, hiyerarşinin doğal kabul edildiği bir toplumda, egemen ideolojinin burjuva ideolojisi olduğu bir toplumda, sınıflı ve hiyerarşik toplum biçimi toplumun her hücresine nüfus etmek zorundadır ve etmiştir de. Ancak böylelikle egemen sınıf kendi sınıf çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak kabul ettirebilir. Burjuva ideolojisi tüm ilişkilerde kendini bu açıdan yeniden üretmek zorundadır. Sınıfsal ayrımın bu kadar keskinleştiği kapitalist sistemde, ekonomik olarak özgürleşen ve konumu nedeniyle de “saygınlığa” kavuşan burjuva kadının bu sınıflı toplumun devamına ilişkin sarsılmaz çıkarları vardır. Bugün esas olarak işçi sınıfının kadınları için, sınıfsal ezilmeyle birlikte kadın olarak aşağılanma da yaşanmaktadır. İki türlü ezilme işçi kadının sınıfsal kimliğinde bütünleşmiştir. Sınıflı toplumlar ortadan kalkmadan, kadın sorununun çözümünden ya da işçi sınıfının kadınları için bir kurtuluştan bahsetmek nasıl mümkün olabilir?
Sınıflı toplumların tarihten silinmesi için mücadele vermeden, toplumdaki eşitsizliği ve hiyerarşiyi her gün yeniden üreten ve bu yönüyle kadın ve erkek arasındaki ilişki biçiminde de belirleyici olan kapitalizmin yıkılması için mücadele vermeden, yükseltilen içi boş eşitlik sloganlarının uygulanabilir bir yönü bulunmuyor. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sınıflı toplumların son temsilcisi olan kapitalizme karşı, kapitalizmin yarattığı tüm tahribatlara karşı verilmesi gereken mücadeleleri de kapsayan, sınıfsal bir başkaldırı günüdür. Bu başkaldırının dile getirildiği mitinglere kiminle gidersiniz? Kadın sorununu kapitalizmin sınırları dahilinde biçimsel bir eşitlik temelinde çözmeye çalışan kadınlarla mı? Yoksa kapitalizmi, sınıfları, toplumdaki tüm eşitsizliği ve hiyerarşiyi tarihin çöplüğüne atmaya hayatını adamış, yılın 364 günü beraber mücadele ettiğiniz komünist erkek yoldaşlarınızla ve aynı çileyi birlikte yaşadığınız, birlikte sömürüldüğünüz erkek sınıf kardeşlerinizle mi? Safımızı bilmek lazım.
Yaşasın Kadın ve Erkek İşçilerin Sınıf Mücadelesi!
Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!
link: Gebze’den MT okuru bir büro işçisi, 8 Mart ve Kadın Sorunu, 4 Mayıs 2006, https://marksist.net/node/1001
Diyarbakır Aynasında Liberalizmin Acizliği
1 Mayıs mitingi Gaziantep’te de yapıldı