Liranın dolar karşısında günden güne eriyip değersizleşmesi, Türkiye’deki ekonomik krizin ve emekçilerin derinleşen yoksulluğunun bir göstergesine dönüşmüş durumda. Fakat tek adam yönetiminde ifadesini bulan totaliter rejim, bir taraftan sermayeyi ihya etmek üzere işçi sınıfına saldırılarını sürdürürken, öte taraftan da hem bu saldırıları hem de ekonomik krizin emekçiler cephesinde yarattığı yıkımı gözlerden saklamak için bir algı operasyonu yürütüyor. Tabiri caizse âlemi ahmak, emekçileri yaşadıklarını bile kavrayıp bilince çıkartamaz zannederek –ve aslında bunu murat ederek– büyüyen sorunların sorumlusunun kendisi olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Siyasi iktidarın pervasızca yalan söylemesi, istatistik verilerini çarpıtıp işsizliği ve enflasyonu düşük göstermesi, içeride toplum ve muhalif kesimler üzerindeki baskı dalgasını yükseltmesi, uluslararası alanda gerilimleri körükleyip sürekli yeni dış düşman yaratması onun stratejisinin bir parçasıdır. Totaliter rejimin bu hareket tarzı onun niteliğiyle tutarlıdır ve ondan başka türlü davranmasını beklemek eşyanın doğasına aykırı hareket etmesini istemek olur.
Siyasi iktidar toplumun ne durumda olduğu, ne yaşadığı ve hissettiğiyle değil, yaşadığını nasıl algılaması ve hareket etmesi gerektiğiyle ilgileniyor. “Evimize ekmek götüremiyoruz” diyen esnafın sözlerinin çarpıtılması, sanki söz konusu olan ve kast edilen bir kuru ekmeğe ulaşıp ulaşamamakmış gibi bir algı yaratılmak istenmesi rejimin hareket tarzını özetliyor. Elbette yüz binlerce insan kuru ekmeğe bile muhtaç konumdadır ama esnafın esas kastı bu değil, derinleşen yoksullaşmayla birlikte gerekli geçim araçlarına ulaşamamak, yaşam koşullarının zorlaşması ve artan geçim sıkıntısıdır. Ekmek ise tüm bunların sembolüdür. Ancak rejim sözcüleri kasıtlı olarak konuyu kuru ekmeğe indirgiyor, ardından da şu sözleri edebiliyorlar: “Elhamdülillah, bugün asgari ücretiyle, maaşıyla, her şeyiyle birçok ülkeyi geride bırakmış bir Türkiye var. Büyüme oranına bakıyorsun, şu anda dünyada hamdolsun en iyi noktada olan bir ülkeyiz. IMF’nin, OECD’nin ölçeklerine bakıyorsun, en iyi konumda olan ülke konumundayız ama bunlar hesap kitap bilmiyor.” Bu lafların amacı kuşkusuz yaratılmak istenen “her şey yolunda” algısını beslemektir ama aynı zamanda sarayın topluma hangi zaviyeden baktığını ve ne denli uzak olduğunu da gözler önüne seriyor. Yoksulluk çukurundaki halka “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diyen Fransa kraliçesi Marie Antionette’in ruh halinin bugün Erdoğan’da cisimleşmesi, ekmek isteyene keyif çayı önermesi kesinlikle bir tesadüf değildir.
Unutmamak lazım ki rejimin şiddet aygıtlarından medya ordusuna kadar tüm gücüyle abanarak istediği doğrultuda toplumun algısını yönetmek istemesi, onun her adımını hesapladığı anlamına gelmez. Türkiye’de olağan burjuva rejim tasfiye edilmiş ve olağanüstü bir rejim kurulmuştur. Bu rejim, ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak istiyor; bu yüzden iç ve dış siyaseti olağanüstü tarzda şekillendirip buradan besleniyor. Onun yapısı, üzerine bastığı nesnel zemin ve hareket tarzı, kaçınılmaz olarak gerçeklerden kopmasına, kendi muhayyilesini gerçek sanmasına, burjuva siyaseti kapsamında bile akıldışı sayılacak tepkiler vermesine yol açıyor. Bunu ekonomiden dış siyasette alınan pervasız ve histerik tutuma kadar birçok alanda görebiliriz. Mesela damat Bakanın hazırladığı ekonomi programlarına bakalım: Süslü cümlelerle doldurulan ve her seferinde “yeni” vurgusunun yapıldığı ekonomi programlarındaki son derece iddialı hedeflerin hiçbirine ulaşılamamıştır. Buna rağmen Bakan, en son açıkladığı yine “yeni” olan programda Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 0,3 oranında büyüyeceğini iddia ediyor. Kuşku yok ki böyle bir büyüme olsa bile bu alabildiğine düşük oranlı bir büyüme anlamına gelir ve ekonomik canlanmaya değil krizin sürdüğüne işaret eder. Fakat Hazine ve Maliye Bakanı, söz konusu büyümenin nasıl olacağını ve hangi ekonomik parametreler üzerinde yükseleceğini açıklayamıyor, yalnızca iddia ediyor. En basitinden, açıklanan programa göre 2023’te dolar kuru 8,02 lira olacaktır. Oysa daha şimdiden dolar bu seviyeyi bir hayli geçip ilerlemiş ve liranın alım gücüne bir darbe daha vurmuştur.
Haziran ayındaki raporunda Türkiye ekonomisinin yüzde 5 oranında küçüleceğini belirten IMF, Ekimde yayınladığı Dünya Ekonomisinin Görünümü raporunda da aynı öngörüyü korudu. Kapitalizm 2020’ye, tarihinde eşi benzeri görülmedik bir krizle girmiştir ve şu ana kadar burjuva devletler şirketlerin kasasına 12 trilyon dolar akıtmalarına, kitlesel iflasları engelleyip ekonomik çöküşü yumuşatmalarına rağmen dünya ekonomisi yüzde 4,4 oranında daralacaktır! Raporda, Çin hariç gelişmekte olan ülkelerin durumunun umut vermediğine; Arjantin, Türkiye, Brezilya ve benzeri ülkelerin ekonomilerinin kırılgan yapısına dikkat çekiliyor. Gerçek buyken, Amerika ve Almanya ekonomileri yüzde 6, İngiltere ve Fransa ekonomileri ise yaklaşık yüzde 10’a yakın küçülecekken nasıl olacak da bir küresel krizde, ihracatının büyük kısmını bu ülkelere yapan Türkiye’nin ekonomisi büyüyebilecektir? Amaç tüm zor koşullara rağmen bu rejimin Türkiye’yi ayakta tuttuğu ve devasa güçler gerilerken Türkiye’nin büyüdüğü düşüncesini kitlelerin zihnine yerleştirmektir. Elbette rejim nasıl ki verileri çarpıtarak ve gerçekleri saklayarak işsizliği ve enflasyonu düşük gösteriyorsa, ekonominin büyüdüğünü de aynı yolla iddia edebilir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda bu yalan ve manipülasyon belirli ölçülerde iş de görebilir. Ne var ki sermaye çevrelerinin rejimin algı oyunlarının etkisinde kalması düşünülemez.
Sermaye yalnızca kârı bilir ve bu tutkusunun peşinden gider. Türkiye’ye yatırım yapmaya çağrılan veya borç için kapısı çalınan uluslararası sermaye çevreleri, rejimin iddialı ve ayakları yere basmayan, uçuş halindeki ekonomi programına istihzayla gülüyor ve kapitalizmin katı gerçeklerini hatırlatıyorlar. Son tahlilde sermaye için pratikte nasıl adımlar atıldığı, nasıl kârlı koşullar yaratıldığı ve bunun için güvence verilip verilmediği önemlidir. Gayrisafi yurtiçi hâsılanın 650 milyar dolara düştüğü, buna karşılık toplam dış borcun 450 milyar dolar olduğu, merkez bankasının rezervlerinin eridiği, bütçe açığının dev adımlarla büyüdüğü, gerçek enflasyonun yüzde 30’larda seyrettiği, rejimin dış siyasetinin ekonomideki kırılganlığı beslediği koşullarda uluslararası sermayenin enflasyonun altındaki faize yatırım yapması ya da düşük faizle borç vermesi onun doğasına ve hareket tarzına aykırıdır. Ekonominin zayıf yapısı, bu alandaki kural ve teamüllerin yok edilmesi, sahte istatistiklere dayalı bir ekonomik görünüm yansıtılması, sermaye kontrolleri anlamına gelen önlemler alınması, rejimin dış siyasal gerilimi körüklemesi, yandaş sermayenin çıkarlarını en başa koyması gibi nedenlerden dolayı uluslararası sermayenin Türkiye’ye olan iştahı kapanmıştır.
Başta Erdoğan olmak üzere rejim sözcüleri sabah akşam demeden ekonomik kurtuluş savaşı verdiklerini söylüyor, dış güçlerin kuşatması nedeniyle Türkiye’nin saldırı altında olduğu algısını toplumda hâkim kılmak istiyorlar. Böylece sorunu dışsallaştırıp ekonomik krizin kapitalizmden kaynaklandığı, rejimin iç ve dış siyasetinin krizi alabildiğine azdırdığı gerçeğinin kitleler tarafından sorgulanmasını engellemeye çalışıyorlar. Garip bir durum söz konusu: Bir taraftan küresel güç olma hayalleri kurup bu doğrultuda son derece iddialı, hırslı ve saldırgan emperyal bir siyaset izlerken, öte taraftan tabiri caizse emperyalist rekabette boyunun ölçüsünü alınca mazlumu oynuyor, dünyanın Türkiye’yi kıskandığını ve yükselişini engellemeye çalıştığını propaganda ediyorlar. Bu durum, yalnızca rejimin içeriye dönük propaganda ihtiyacıyla açıklanamaz. Ortada açıkça patolojik bir sorun var ve bunun kaynağı, nesnel ekonomik temelin çok ötesine geçen emperyal hayallerdir. Özellikle iktidar blokunu oluşturan burjuva kesimler, tam da Fransa ve diğer emperyalist güçler gibi olmaya can atıyorlar. Ama Türkiye’nin ekonomik gücü ve sermaye birikim düzeyi buna yetmiyor. Türkiye orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeler kategorisinin üst basamağında yer almasına ve alt-emperyalist bir konumu işgal etmesine rağmen, emperyalist ülkeler halkasına tırmanamıyor. Üstelik ekonomisindeki zayıflık, belirsizlik ve dış siyasette birçok alanda yalnızlaşması mevcut konumunu koruyup koruyamayacağını da tartışmalı hale getiriyor.
Türkiye ekonomisi 2018’de patlak veren krizin etkisinden sıyrılamadan, dünya kapitalizminin büyük tufanının dalgaları altında kalmıştır. Totaliter rejim, işçi sınıfının örgütsüz olmasından ve burjuva muhalefetin ataletinden yararlanarak kitlelerin algısını yönetmek ama aynı zamanda toplum üzerindeki baskısını arttırarak varlığını korumak, dalgalar çekilince gemisini tekrardan yüzdürmek istiyor. Özellikle hırslı ve saldırgan emperyal politikasını uygulayacağı bir zemine kavuşacağını hayal ediyor. Ancak kapitalizmin tarihsel tıkanıklığının küresel yıkıcı krizlerle kendini dışa vurduğu bugünkü koşullarda, Türkiye ekonomisi gelecek yıllarda belirli bir büyüme kaydetse de, bu büyümenin rejimin dışarıdaki hayallerini gerçeğe dönüştürecek şekilde ekonomiyi ayağa kaldırması, içeride ise devasa ölçekteki işsizliği (10 milyon) eritmesi ve emekçilerin derinleşen yoksulluğunu yumuşatması düşünülemez. Türkiye işçi sınıfı bilhassa son iki yıldır sert bir yoksullaşma yaşıyor. Yalnızca yılbaşından bu yana asgari ücret dolar karşısında tam 800 lira değer kaybetmiştir. Liranın değersizleşmesi, doğal olarak fiyatların hızla yükselmesine, işçi sınıfının reel ücretlerinin ve alım gücünün hızla erimesine neden oluyor. Derinleşen yoksulluk giderek toplumun daha geniş bir kesimini içine alarak milyonları mutlak yoksulluk basamağına doğru itiyor. Aslında gayrisafi yurt içi hâsılanın ve kişi başına gelirin on yıl önceki düzeyin bile altına düşmesi, hem ekonomideki çöküşün hem de emekçilerin yoksullaşmasının boyutlarını sergiliyor.
Üstelik rejimin koronavirüsü bahane ederek çalışma yaşamını tümüyle sermayenin arzusuna göre şekillendirmesi, milyonlarca insanı kısa çalışma ya da ücretsiz izin ödeneğine mahkûm etmesi, yeni esnek ve güvencesiz çalıştırma modelleriyle kıdem tazminatının gasp edilmesinin yolunu açması, ücretleri alabildiğine aşağı çekecek düzenlemeler yapması işçi sınıfının yoksulluğunu daha da derinleştirip kalıcı hale getirecektir. Krizin salgınla birleşen etkisi esnaf ve küçük işletmelere de ağır darbeler indirmekte, iflaslar yaygınlaşmakta ve bu kesimlerin yoksulluğu artmaktadır. Fakat rejimin tepesindekiler yoksullaşma karşısında emekçilere nefis terbiyesi hatırlatması ve öbür dünyayla avunma çağırısı yaparken, sermaye sınıfına kaynak aktarmayı aralıksız sürdürüyorlar. Asla unutmamak lazım ki ekonomik verileri ne kadar çarpıtırlarsa çarpıtsınlar, işsizliği ve enflasyonu ne kadar düşük gösterirlerse göstersinler, bir toplumu uzun süre illüzyonla yönetemezler. Kitlelerin yaşamındaki dramatik kötüye gidişin toplumsal huzursuzluğu beslememesi düşünülemez. Önümüzdeki dönemde derinleşen yoksulluğun ağır sonuçları gerçek boyutlarıyla kendisini daha fazla dışa vuracaktır. Elbette ekonomik alandaki sorunların otomatikman siyasal alanda kendisini göstermesini beklemek doğru olmaz. Özellikle toplumun yapay temelde kutuplaştırıldığı, işçi sınıfının örgütsüz olduğu ve burjuva muhalefetin düzenin tehlikeye girebileceği korkusundan dolayı kılını kıpırdatmadığı Türkiye şartlarında! Ekonomik alandan doğan sorunların ve kitlelerin yoksullaşmasının ağır sonuçlarının yaşanması, derinden hissedilmesi, zaman içinde bunun geçici olmadığının anlaşılması ve bilince çıkartılması gerekiyor.
Her ne kadar burjuva muhalefeti tüm sorunları seçime havale etse ve kitle hareketini yükseltme gibi bir dert taşımasa da, toplumsal hoşnutsuzluk zemininin güçlenmesi rejimi ürkütmektedir. Saraylıların nefisten ve sabırdan bahsetmeleri, sergiledikleri ikiyüzlülük elbette AKP’ye oy veren kitlelerin de dikkatinden kaçmamaktadır. Nitekim AKP’nin oy tabanındaki çözülme ve kopuşlar devam etmektedir. Önümüzdeki dönemde seçimlerin olup olmayacağı, olsa bile hangi koşullarda vuku bulacağı tümüyle belirsizdir. Ancak rejim, kendisi açısından her türlü hazırlığı yapmakta, devlet düzenini tahkim etmekte, muhalefetin krizin doğurduğu hoşnutsuzluk zeminini kullanmasını engellemeye çalışmaktadır. Burada tek tek olaylar üzerinde durmaktan ziyade genel görünümü vurgulayalım. Rejimin baskı dalgasını maden işçilerinin hak arayışlarının engellenmesinden sokakta röportaj vererek iktidarı eleştiren emekçinin evinin basılıp gözaltına alınmasına, HDP’nin sindirilmesine dönük operasyondan Anayasa Mahkemesi ve TTB’nin hedefe konmasına kadar geniş bir yelpazede sıralayabiliriz. Rejim, itiraz eden ve üstelik toplum nezdinde meşruiyeti olan, muhalefete alan açan hiçbir odak görmek istemiyor. Tüm totaliter rejimler, bu tür direniş odaklarının iktidarlarına karşı bir isyanın kıvılcımını çakabileceği korkusuyla yaşar ve onları bastırmaya çalışırlar. Maden işçilerinin eylemlerinin derhal bastırılmak istenmesinin, salgına karşı gerekli önlemlerin alınmadığına dair eleştiriler getiren TTB’ye ve hak ihlalleri kararı veren Anayasa Mahkemesine dönük baskının ardında bu endişe yatmaktadır.
Türkiye’de totaliter bir rejim kurulmuş olmasına, bu rejim “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denen başkanlık sistemiyle anayasal temele oturtulmasına rağmen, anayasa tümden değiştirilebilmiş değildir. Esasında bu tür bir rejimin kurum ve kuruluşlarıyla vücut bulması için anayasanın tümüyle yeniden yazılması gerekmiyor. Örneğin Almanya’da Weimar anayasası teknik olarak faşist rejim çökene kadar kaldırılmamıştır. Ancak unutmamak lazım ki sayısız benzerliğin yanı sıra, Türkiye’deki rejimle Almanya’daki Hitler rejimi arasında ciddi farklılıklar var. Türkiye’deki tek adam rejimi partilerin, sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin kapısına hepten kilit vuramazken, toplumun muhalif kesimlerini de tümden susturamamıştır. Hem bu açılardan hem de ekonomik krizden dolayı rejim kırılganlıkları olan bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, bu koşullarda, Anayasa Mahkemesinin tam anlamıyla zapturapt altına alınamaması, bu mahkemenin kimi davalarda hak ihlali kararı vermesi ve meşruiyet tartışması yaratarak muhalefete alan açması rejimin canını sıkmaktadır. Rejim, anayasa mahkemesini tümüyle susturarak, aynı zamanda yapmak istediği kimi değişikliklerin sorgulanmasının ve bir şekilde engellenmesinin de önüne geçmeyi hedeflemektedir.
Rejim bir taraftan baskı dalgasını arttırarak ve öte taraftan muhalefeti parçalamaya dönük bir operasyon yürüterek önündeki her türlü direnç odağını etkisiz hale getirmek istiyor. HDP’nin sindirme operasyonlarıyla etkisizleştirilmeye ve hatta parçalanmaya çalışılmasını, İYİP içine salınan nifakı, neredeyse hiçbir toplumsal sorunda CHP yönetiminden farklı bir düşünce dile getirmeyen Muharrem İnce ve Mustafa Sarıgül’ün ayrı parti kurma girişimlerini bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Rejim, dış gerilimi körükleyip krizler yaratarak, aynı zamanda HDP’yi hedef alıp Kürt düşmanlığını ve milliyetçiliği kışkırtarak, dolayısıyla siyasal süreci olağanüstü tarzda şekillendirerek başta CHP olmak üzere muhalefeti yeni açmazlarla karşı karşıya bırakıyor. Karabağ ve Fransa krizlerinde gördüğümüz gibi CHP, bir kez daha koşa koşa rejimin arkasında hizalanmıştır. Kuşkusuz CHP’nin bu açmazlara düşmesinin nedeni, onun devletçi yapısı, liderliğinin Kürt sorununun çözülmesi noktasında demokratik bir tutum alamaması, ulusal çıkar adına rejimin histerik dış siyasetinin yol açtığı krizlerin arkasından sürüklenmesidir.
Rejimin bekası için içeride ve dışarıda yeni gerilimler yaratılması bir zorunluluktur. Bu yapılamadığı koşullarda, yalnızca ekonomik alandaki yıkım ve toplumsal sorunlar değil ama aynı zamanda dış siyasal alandaki sıkışma da daha fazla görünür hale gelmektedir. Rejimin varlığını koruma ve iç siyasal süreci şekillendirme ihtiyacıyla izlediği emperyal siyaset ve bu bağlamda yarattığı krizler kesinlikle birbirinden kopartılamaz, bunlar bir bütünün parçalarıdır. Nitekim son olarak AB’nin ikinci büyük gücü olan Fransa’nın cumhurbaşkanı “Macron’un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı” olduğu ilan edilmiştir. Erdoğan, “Batılı için Müslüman Türktür, Türk de Müslümandır” diyerek, hem gerilimin odağına İslamı yerleştiriyor hem de Osmanlı konusuna gönderme yaparak, İslamın sözcüsü pozları kesiyor. Kuşkusuz bu kışkırtıcı dilin amacı gerilimi büyütmek, sorun çıkartmak ve Avrupa’da bu sorun üzerinden Müslüman kitlelerin hamiliğine soyunmaktır. Ne var ki rejim sözcülerinin burjuva diplomasisini paspas etmeleri onların güçlü olmalarından kaynaklanmıyor. Kullandıkları kaba dil ve savurdukları tehditler uzun uzun hesaplanmış ve kurgulanmış bir stratejinin ürünü de değil. Tersine, Türkiye’nin Libya’dan Doğu Akdeniz’e, Suriye’den Karabağ’a kadar uluslararası alanda büyük ölçüde yalnız kalmasının ve sıkışmasının doğurduğu hezeyanın ifadesidir.
link: Marksist Tutum, Rejimin Sorunları Büyüyor, 3 Kasım 2020, https://marksist.net/node/7107
ABD Seçimleri Ne Anlatıyor?
Kafkasya: Masallar Diyarından Savaş Arenasına