İngiltere’de 8 Haziranda yapılan seçimler, iktidardaki Muhafazakâr Partinin hesaplarını altüst eden bir oy dağılımıyla sonuçlandı. Bir yıl önce Brexit yenilgisi nedeniyle istifa eden David Cameron’un koltuğuna oturarak başbakan olan Theresa May, daha yüksek sayıda milletvekili kazanarak işçi sınıfına dönük saldırı programları da dahil olmak üzere siyasi hamlelerini daha rahat hayata geçirmek için Nisan ayında bir baskın seçim kararı almıştı. Brexit görüşmelerine daha güçlü bir pozisyonda girme amacını ise bunun bahanesi olarak göstermişti. May bu kararı alırken, İşçi Partisiyle arasındaki oy farkının 20 puana kadar çıktığını gösteren anketlere güvenmiş (anketler o dönemde Muhafazakârların oy oranını %45, İşçi Partisininkini ise %25 düzeyinde gösteriyordu) ve yapılacak erken seçimde hem milletvekili sayısını arttırmayı hem de İşçi Partisi (Labour) lideri Corbyn’e büyük bir hezimet yaşatarak onu İşçi Partisi liderliğinden de devirmeyi hesap etmişti. Ancak sonuç onun açısından tam bir fiyasko oldu.
13 milyon 667 bin oy (%42,5) alan Muhafazakâr Parti (Tory), 331 milletvekilliğiyle girdiği bu seçimden 318 milletvekiline düşerek çıktı. May’in tarihe gömmek istediği Corbyn önderliğindeki İşçi Partisi ise kirli oyunu bozarak 12 milyon 875 bin oyla (%40) parlamentodaki sandalye sayısını 232’den 262’ye çıkardı. Sonuçta May, bırakalım milletvekili sayısını arttırmayı, salt çoğunluk olan 326’yı bile bulamayarak tek başına hükümet kuramaz hale geldi.
İngiltere seçimlerinde karşı karşıya kalınan manzara aslında Türkiye’nin 7 Haziran 2015 seçimleriyle büyük bir benzerlik gösteriyor. Erdoğan da seçimlere giderken 400 milletvekilliği hayalleri kurmuş, güçlü liderlikten, istikrardan dem vurmuş, koalisyonla kaosu özdeşleştirmiş ve körüklediği bu korkuyla muhalefeti manipüle edip sindirmeye çalışmıştı. Ancak partisi hiç beklemediği bir yenilgiyle karşılaşmıştı. AKP o seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına rağmen tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğa ulaşamamıştı. İngiltere’de de 400’lerin hesabını yapan May, 8 Haziran seçimleri sonucunda tek parti hükümeti çıkaramaz hale gelmiş bulunuyor.
Bir yıl önce David Cameron da bir yandan Brexit referandumunu ortaya atıp bir yandan da Avrupa Birliği’nde kalmayı savunan bir tutum takınmış ve referandumdan ayrılık oyları yüksek çıktığında düştüğü durum nedeniyle istifa ederek sahneden sıvışmıştı. Şimdi May de kibirle kabara kabara girdiği oyundan suratını duvara toslamış biçimde çıkıyor ve bu durumu örtbas etmeye çalışıyor.
“Koalisyon kaostur”cu Erdoğan’ın İngiliz versiyonu May’in “güçlü liderlik, güçlü hükümet, istikrar” diye bağırırken, güçten düşüp koalisyon hükümeti kurmak zorunda kalması tarihin bir ironisi olsa gerek. Corbyn’in mezarını kazmaya girişirken ayağı kayıp yere kapaklanan May’in, hükümet kurmak için en az 8 milletvekiline daha ihtiyacı var. Bu yüzden bir küçük ortak arayışında ve bu ortak da Kuzey İrlanda’dan gelen Protestan, İngiliz işbirlikçisi Demokratik Birlikçi Parti (DUP) olarak sivriliyor. Bu seçimde Birleşik Krallık parlamentosuna 10 milletvekili sokan DUP, gericilikte Muhafazakâr Partinin birkaç adım önünde koşuyor.
Seçimlerden önce yayınladığımız İngiltere’de Seçim ve Kapitalist Çürüme başlıklı yazımızda, bu seçimlerin politik atmosferde belirgin bir hareketlilik ve değişim yarattığına dikkat çekmiş, bu değişimin işçi sınıfının ruh hali, politikaya ilgisi ve politik yönelimi bakımından olumlu bir atmosfer yarattığını vurgulamıştık. Corbyn’e mevzi de kazandıran bu değişimi seçim sonuçlarıyla somutlayacak olursak şu hususları vurgulayabiliriz:
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, tahmin edilenden çok daha az farkla ikinci parti olan İşçi Partisi bu seçimlerin gerçek galibidir. Trenlerde, metroda bedava dağıtılarak halkın beynini yıkama işlevi gören İngiliz bulvar gazeteleri de dahil olmak üzere burjuva medyanın neredeyse bütünü Corbyn aleyhine sefil bir karalama kampanyası yürütmüş, ancak işçileri, emekçileri açıkça aptal yerine koyan bu kampanya nihayetinde ters tepmiştir. Hırsı çapını aşan, kibirli Theresa May, burjuva medyanın tam desteğini arkasına almasına, seçimden iki üç hafta önce “IŞİD” tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen katliamları korku atmosferini körüklemek ve bunu Corbyn’e yönelik saldırı operasyonunun bir parçası haline getirmek üzere bütün çirkefliğiyle kullanmasına rağmen arzu ettiği sonuca ulaşamamıştır. Burjuva medyada fazlasıyla şişirilen bir figürken birden bire kendini “döneminin en kötü politikacısı” unvanını kazanmış pozisyonda buluvermiştir. May’in seçim sloganı olan “güçlü liderlik” ve “istikrar” da içi boş bir komediye dönüşmüştür!
Blairci politikalarla birlikte merkez sağ bir partiden farkı kalmayan ve geleneksel tabanıyla arasında giderek açılan bir uçurum oluşan İşçi Partisi, Corbyn’in partinin rotasını yeniden sola kıran bir seçim programı sayesinde sıçramalı bir çıkış yapmıştır. Seçim sonuçları, Corbyn’in seçim manifestosunda sıraladığı taleplerin gerçekçi olmadığını, halkın ilgisini ve desteğini kazanamayacağını, İşçi Partisinin ağır bir yenilgi alacağını iddia edenlerin yüzünde bir şamar gibi patlamıştır. Partinin Blairci sağ kanadının ağır saldırısı altında seçime giren Corbyn, buna rağmen kazandığı başarıyla Blairci sağ çizgiye de güçlü bir şamar indirmiştir.
Gençlik, Muhafazakârların tüm görmezden gelme, küçümseme, ciddiye almama tutumuna rağmen, karşısında onun sorunlarına eğilen ve çözüm sunan bir politik tutum gördüğünde bal gibi de politikayla ilgilendiğini bu seçimlerde bir kez daha göstermiş ve ağırlıklı bir şekilde (18-24 yaş arasındaki gençlerin %70’i) İşçi Partisine oy vermiştir. Seçmen kayıtlarının son gününde bile yüz binlerce genç kayıt yaptırmış ve seçimlere katılmıştır.
Tüm burjuva iktidarların sıkışınca can simidi gibi sarıldıkları terör umacısını May de sonuna kadar istismar etmiş, bu sayede en azından İşçi Partisinin daha geniş bir kampanya yapmasının önüne geçmiş, ama istediği sonuca ulaşamamıştır. Üstelik Türkiye’de olduğu gibi İngiltere’de de tam da seçim öncesine gelen bu saldırıların pek de tesadüf olamayacağı, olsa bile siyasi iktidarın dış politikadaki savaşçı çizgisinin bu saldırılara nesnel zemin yarattığı yönündeki algı güçlenmeye başlamıştır.
AB karşıtlığıyla, ırkçılığıyla, İslamofobikliğiyle öne çıkan faşist UKIP bu seçimde on puandan fazla oy kaybederek parlamentoya tek bir milletvekili dahi sokamamıştır. Ekonomik kriz ve savaş koşullarında aşırı sağ hareketlerin tüm dünyada yükseliş içinde olduğu bir süreçte gerçekleşen bu sonuç önemlidir. Üstelik UKIP’e giden işçi sınıfı oylarının bir bölümünün Labour’a dönmüş olması bunu daha da önemli kılmaktadır. Küçük-burjuva kesimlerin yanı sıra kendilerini saldırı altında ve çıkışsızlık içinde hisseden işçi sınıfından unsurların da faşist hareketlere yönelebildikleri bir ortamda, UKIP’e oy veren emekçilerin, sorunlarına çözüm getirebileceğini düşündükleri bir sol önderlik gördüklerinde ona yönelmekte tereddüt etmemeleri, defalarca yinelediğimiz şu tespiti doğrulamaktadır: Faşist hareketler sosyalist önderliklerin hatalarının sonucunda güçlenirler! Önerdiği programla ve pratiğiyle onda güven yaratan, umut oluşturan bir sol önderlik görürse, işçi sınıfı umutsuzluğun siyasi ifadesi olan faşizme değil umuda ve bu umut uğruna mücadeleye yönelecektir. Corbyn’li İşçi Partisinin yaptığı çıkış da (tüm yetersizliklerine ve sol-reformizmi aşamamasına rağmen) bunun kanıtıdır.
Şimdi, liderliği fena halde zedelenen ve arkasında İngiliz halkının büyük desteği olduğuna dair poz da kesemeyecek olan May’in önünde, daha da zorlu geçeceği anlaşılan Brexit görüşmeleri duruyor. Brexit bahanesiyle başlatılacak yeni saldırı dalgasının işçi ve emekçi sınıflarda iyice büyüteceği hoşnutsuzluk ve tepkinin iktidar partisinin işini zorlaştıracağı açıktır. Bu durum, önümüzdeki süreçte İngiltere’de sınıf mücadelesi sahnesinin hareketleneceğine işaret ediyor.
link: Marksist Tutum, İngiltere: Theresa May Kazdığı Kuyuya Düştü, 12 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5692
“Siz İşinize Bakın, Biz İşimize!”
Kadınların Mücadelesi, Mücadelenin Kadınları /3