“Kürt açılımı” tartışmaları tüm ateşiyle sürüyor. Konu siyasal gündemi aşağı yukarı bütünüyle işgal etmiş durumda ve bunun zorlama bir gündem yaratma çabasının ürünü olmadığı çok açık. Bu durum konunun kendisinin yakıcı niteliğinden kaynaklanıyor. Böylesi yakıcı ve ağır bir sorunda, hükümetin, bir “çözüm” getireceği vaadiyle yeni bir süreç başlattığını duyurmasının ve bu yolda birtakım görüşmelere girişmiş olmasının gündemi tümüyle işgal etmesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Doğal olarak Türkiye’deki tüm siyasi görüş ve eğilimler de konuya ilişkin görüş bildirip, tutum belirliyorlar. Tartışmanın toplumun geniş kesimlerine sirayet ettiği bu şartlarda, işçi sınıfının bilinçli kesimlerinin doğru bir perspektifle hareket etmeleri ve sınıf kardeşlerine doğru bir bakış açısı vermeleri kuşkusuz özel bir önem taşıyor. Bu bakımdan enternasyonalist komünistlerin Kürt sorununda yıllardır savundukları pozisyonları mevcut “açılım” tartışmaları bağlamında bir kez daha somutlamak ve bu çerçevede, sürecin niteliğini, dinamiklerini ve yönelimini ortaya koymak gereklidir.
“Açılım süreci”
Hükümetin “açılım süreci”nin neleri içerdiği henüz açıkça ortaya konmuş değil. Ama ellerinde genel çerçevesiyle bir plan olduğuna şüphe yok. Kendine özgü üslubuyla Erdoğan’ın “fazla zamanımız yok, bu meseleyi yılsonuna kadar çözmeliyiz” demesi de elde bir an önce uygulamaya sokulmayı bekleyen bir “yol haritası” olduğunu gösteriyor. Buna ilişkin hükümete yakın unsurlardan sızan ve hiç şüphesiz devlet içinde kendi kaynaklarına sahip statükocu-devletçi burjuva muhalefetin salvolarından anlaşılan bazı hususlar var: Kürtçe yerleşim adlarının iadesi, Kürdoloji enstitülerinin kurulması, Kürtçenin kullanımı bağlamında anadilde eğitime varan bir süreç, yerel yönetimlerin yetkilerini ve serbestliğini arttırmak, anayasada vatandaşlık tanımında değişiklik vb. Bunların bir niyet ve plan dahilinde tasarı olarak mevcut olup olmaması ayrı bir sorundur, önümüzdeki dönemde hayata geçip geçmeyeceği ya da ne ölçüde geçeceği ayrı bir sorun.
“Açılım süreci” kapsamında hükümetin çantasında neler olabileceğine dair yukarıda sıraladığımız hususların bir gerçekliği var mıdır? Sıralananlardan biraz eksik biraz fazla olabilirse de, bunların tasarı olarak varlığından şüphe etmek için bir sebep bulunmuyor. Burjuva siyasetin kurtlar sofrasında, rakipleri tarafından ciddi biçimde hırpalanacağını bile bile, hükümetin böylesi bir siyasi riske girmesi dahi kendi başına çok şey anlatıyor. O da kendisinden önceki hükümetler gibi Kürt sorununda işi “otomatik pilota” bağlayıp idare-i maslahat yolunu seçebilirdi. Ve doğrusu bugüne kadar elinden geldiğince öyle de yapmıştır. Ama iş bugün MGK genel sekreterliği yapmış eski bir büyükelçinin (Ümit Pamir) ağzından Kürtler arasında referandum yapılması önerisi yapmaya kadar varmışsa, herkes Öcalan’ın ilan edeceği yol haritasını bekler hale gelmişse, artık daha fazla ertelenmesi zor görünen bir ihtiyacın söz konusu olduğu açık demektir. Tartışmanın ölçüsüz hararetine, polemiklerin sertliğine ve yoğunluğuna, argümanların içeriğine, statükocu burjuva muhalefetin olası gelişmelerin önünü almak ya da sınırlamak için sergilediği tutuma ve tehditlerine bakıldığında “paketin” bir hayal ürünü olmadığı anlaşılabiliyor.
Düzen cephesi içinde en azından bir kesimin, dünyanın başka yerlerindeki ulusal/silahlı hareketler örneklerinde yaşananlara benzer bir süreç başlatma denemesi yapmak istediği açıktır. Nasıl Filistin’de FKÖ ile ve İrlanda’da da IRA ile görüşmeler yapılmak suretiyle, karşılıklı verilen hak ve ödünlerle buralardaki sorunlar yeni bir mecraya sokulmuş ve sonunda bu hareketler ehlileştirilerek yeni bir konuma gelmişlerse, Kürt sorununda da kaba hatlarıyla benzer bir şey istenmektedir.
Ancak asıl mesele, bir planın mevcudiyetinden ziyade, ne ölçüde hayata geçeceği meselesidir. Ve bu da, Kürt hareketinin genel olarak bir bekleme durumu içinde olması ve örgütlü işçi hareketinin eksikliği nedeniyle, mevcut somutlukta asıl olarak düzen cephesi içindeki dalaşmanın seyrine ve uluslararası konjonktüre bağlıdır. Bu süreç, daha önce defalarca olduğu gibi, yine geriye çevrilebilir, akamete uğrayabilir ya da ancak kısmen hayata geçirilebilir. Bunların hepsi somut olasılıklar dahilindedir. Ve bu çerçevede, ortaya ele avuca gelir bir sonuç çıkmaması, esas itibariyle düzen içindeki “istemezükçü” güçlerin ağır basmasının sonucu olacaktır.
Nitekim “açılım” meselesinin duyurulduğu günleri takip eden yaklaşık bir aylık süre genel olarak ılımlı bir hava içinde geçmesine rağmen, karşı güçlerin bastırması sonucu son günlerde bu hava nispeten kırılmış görünmektedir. Ancak salvolar karşısında bazı oportünist beyanlara rağmen hükümetin şimdilik geri kaçmaya başladığı söylenemez. Bu tür dalgalanmalar muhtemelen defalarca olacaktır. Sonunda hükümetin ve onunla birlikte hareket eden devlet güçlerinin bu basınca ne kadar direnebileceklerini süreç gösterecek.
Bu da bizi, içerdiği siyasi risklere rağmen, hükümetin ne sebeple böylesi bir “açılıma” giriştiği sorusuna getirir. Sebeplerin ne olmadığı çok açıktır. Hükümet bu işe ne demokrasi sevdasından, ne “artık kardeş kanı akmasını durdurmak” ve “anaların gözyaşını dindirmek” istediğinden, ne de mazlum Kürt halkının acılarına gerçekten son vermek istediğinden kalkışmaktadır. Genel bir ifadeyle koyacak olursak, hükümet, Türkiye kapitalizminin ve emperyalizmin artık ertelenmesi neredeyse imkânsız hale gelmiş yakıcı istek ve ihtiyaçlarının bir sonucu olarak bu işe girişmektedir. Türkiye’nin Kürt sorunu, ki bu egemenlerin gözünde esas olarak arkasında halk desteği olan güçlü bir silahlı hareketin varlığı sorunudur, hem Türkiye hem de ABD ve AB egemenleri için ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Burjuvazinin uzun “çözüm” sancısı
“29. Kürt İsyanı”nın daha öncekilerin birçoğunun aksine küçük ve bastırılabilir bir hadise olmadığı kesin biçimde ortaya çıktığı ve bunun aynı zamanda Türk kapitalizmi için büyüme ve yayılma fırsatları anlamına gelen yeni bir uluslararası konjonktüre denk geldiği andan itibaren, Türk egemen sınıfı içinde Kürt sorunu konusunda bir yaklaşım ayrılığı baş gösterdi. Geleneksel çizgiden farklılaşan bir eğilim Kürt sorununun kaba bastırma ve inkâr ile ortadan kaldırılamayacağını, birtakım tavizlerle bu sorunun bir şekilde çözüm yoluna konması gerektiğini savunmaya yöneldi. Çünkü bu sorun Türkiye’nin Ortadoğu’da bir bölgesel güç olmasının ve kendi nüfuz alanını genişletmesinin, özetle Türkiye kapitalizminin gelişmesinin önünde ciddi bir engeldi. Ancak daha ziyade geleneksel statükocu devlet aklı ve politikalarını özümsemiş ve tüm refleksleri buna göre şekillenmiş temel devlet kurumları ve kadroları bunda ciddi risk görüyor ve buna razı gelmiyordu. Bu farklılaşma aşağı yukarı Özal’dan beri, yani 20 küsur yıldır böyledir.
Elbette egemen sınıf içinde yürüyen bu mücadele salt Kürt sorunuyla sınırlı değildir. Türkiye’de kapitalizmin geldiği yeni gelişme aşaması, onun emperyalist yeniden paylaşım mücadelelerinde soyunması beklenen yeni işlevler, AB’ye katılım ve tüm bunlarla da bağlantılı olarak geleneksel devlet yapılanmasında zorunlu hale gelen bazı ciddi değişiklikler vb., tüm bu başlıklar mücadelenin konusu olmuştur. Ancak yine de bu mücadelenin en önemli ve yakıcı konusu Kürt sorunu olmaya devam etmiştir. Öyle ki, Kürt sorununda açılım savunan düzenin tepe noktalarındaki birçok sembol isim şüpheli ölümlere uğramıştır.
“Çözümcü” eğilim yıllar içinde fırsatını bulduğu her konjonktürde konuyu gündeme getirmiş, tartıştırmak istemiş, hatta Kürt hareketiyle gizli temaslarda bulunmuş, ancak girişimleri her seferinde karşı eğilimin baskın çıkmasıyla sonuçsuz kalmıştır. Devlet aygıtında güçlü olan karşıt statükocu eğilim bu tür her girişimi sabote edecek provokasyon araçlarına sahip olma üstünlüğüyle bunu başarmakta zorlanmamıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki, bugünkü girişimin bir farklılığı, özellikle Ergenekon davası süreciyle bu güçlere ciddi darbeler vurulmuş ve sabotaj olanaklarının kısıtlanmış olmasıdır. Sonuç olarak Özal’ından Çiller’ine, Mesut Yılmaz’ına kadar hemen hemen tüm hükümetler bir yandan savaşı sürdürürken bir yandan da “federasyon”dan, “Bask modeli”nden, “Avrupa yolunun Diyarbakır’dan geçtiği”nden bahsetmek durumunda kalmışlardır. Ayrıca bu eğilimi yansıtan biçimde çoğu gizli kalmış çalışmalar yapılmış, birçok raporlar hazırlanmıştır. Bugün devletin kasalarında bu tür raporların yer aldığına şüphe yoktur.
Böylece bu eğilim mücadelesini bir sarkacın salınımına benzetmek mümkündür. Bu sarkaç 20 küsur yıldır “çözümcüler” ile statükocular arasında salınıp durmuştur. Şimdi sarkaç bir kez daha “çözüm” yönüne doğru salınıyor. Bu seferki salınımın öncekilerden daha kuvvetli bir salınım olduğu birçok yönüyle görülebiliyor. Medyadaki belirtiler, hükümetin hamleleri, ordunun eskisi gibi yüksek perdeden sesini çıkarmaması, devlette bir mutabakattan söz edilmesi vs. sayılabilir.
Ancak bu seferki süreç de, daha öncekiler gibi, ciddi çelişkilerle yüklüdür, ciddi sınırlılıklar ve darkafalılıklar söz konusudur. Günlük gazetesinin kapatılması, Öcalan’ın avukatlarla görüşmesinin engellenmesi, Kürt hareketini adeta muhatap almamak için gösterilen gayretkeşlik, muhalefetin salvoları karşısında hemen geleneksel devlet söylemine sarılmalar, sürdürülen askeri operasyonlar vb., bunlar hep sürecin çelişkili ve sallantılı niteliğini ortaya koyuyor.
Ulusal sorun kapitalizm altında çözülemez mi?
Sosyalistlerin genişçe bir kesimi, genelde ulusal sorunlara burjuva düzen çerçevesinde bir çözüm olamayacağı düşüncesinden hareketle, Kürt sorunu bağlamında ortaya atılan “açılım”ın tümüyle bir aldatmaca, bir uydurmaca olduğunu savunuyor. Bu hem burjuva siyasetinin hem de ulusal sorunun doğasını anlamamak anlamına gelmektedir. Bu kesimler, ulusal kurtuluş sorununu adeta toplumsal kurtuluş sorunu düzeyine yükselttikleri ve ona boyundan büyük anlamlar yükledikleri için, burjuva düzenin bu tür açılımlara yetenekli olmadığını varsaymaktadırlar.
Oysa Marksizmin başından beri dikkat çektiği gibi ulusal sorunun tarihsel kapsamı burjuva demokratik sınırlar içindedir. Özü gereği burjuva düzenin temel kabullerine halel getirmeyen ulusal sorunlar, düzen sınırları içinde çözüme kavuşturulabilir nitelikte sorunlardır. Ulusal hareketler de, yine, yola nasıl çıkmış olurlarsa ve kendilerini hangi renklere boyamış olurlarsa olsunlar, son tahlilde burjuva siyasetin yol ve yordamları uyarınca hareket ederler. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş olduğu 20. yüzyılda sayısız ulusal kurtuluş mücadelesi yaşanmış ve bu yüzyıl boyunca sayısı 100’ü aşan yeni devlet kurulmuştur. Ve bu hiç de emperyalist-kapitalist düzenin yıkılması ya da ortadan kalkması anlamına gelmemiştir. Hatta tarihsel bir perspektiften bakıldığında, ulusal kurtuluş mücadelelerinin en büyük yaygınlığa ve başarıya ulaştığı 2. Dünya Savaşı sonrası dönem, bırakalım kapitalizmin ortadan kalkmasını ya da darbe almasını, kapitalizmin tarihindeki en canlı ve uzun ekonomik yükseliş dönemine denk gelmiştir.
Demek ki, “burjuva düzen altında ulusal sorun asla çözülemez” ya da “egemenler ezilen ulusa hiçbir hak ve özgürlük vermez” gibi genel geçer varsayımlarla soruna yaklaşmak temelsizdir. Bu bakımdan her bir ulusal soruna kendi somut koşulları içinde bakarak ve hiçbir ihtimali göz ardı etmeyerek yaklaşmak en doğrusudur. Burjuva düzen, şartlar gerektirdiğinde, gönülsüz de olsa, burjuva demokratik sınırları aşmayan tavizleri verebilir. Bu, işçi sınıfı açısından burjuva düzeni allayıp pullamak ya da ona olduğundan büyük yetenekler yüklemek anlamına gelmediği gibi, düzene ve egemen sınıfa karşı her zaman azami bir şüphecilik ve güvensizlikle yaklaşma tutumumuzla da çelişmez. İşçi sınıfının büyük ve asli davası emeğin kurtuluşu davasıdır ve bu da burjuva düzenin sınırları içinde gerçekleşemeyecek bir davadır. O nedenle de düzenin her zaman en hassas olduğu sorun onun özünü hedef alan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Bu temel gerçekleri asla unutmamak gerekiyor.
Sosyalist solda şoven tutumlar
Türkiye sosyalist solunun geniş kesimlerinin Kemalizm ve Stalinizm okulunda şekillenen şoven önyargıları, başka birtakım sorunlarda olduğu gibi, Kürt sorununda da sağlıklı tutumlar almasını engellemektedir. Özünde şoven olan tutum, anti-emperyalizm söylemiyle, anti-Amerikancılıkla örtülmeye çalışılmaktadır. Birkaç istisna dışında Türkiye sosyalist solunda Marksizmin devrimci mirasına dayanan sağlıklı bir tutum geliştiren yoktur.
Bugün “açılım süreci” tartışmalarında da pek çok sol çevre, bütün vurguyu “bu ABD planıdır” diye yaparak MHP-CHP’yle aynı eksene yerleşiyor ve düzenin vermeye doğru itildiği birtakım demokratik haklara karşı konum alıyorlar. Meseleyi ABD’nin TC’ye dayatması olarak koymakla, bir yandan bizzat TC’nin Ortadoğu’ya dönük emperyalist-yayılmacı niyetleri olduğu gerçeğinin (kimileri buna yeni-Osmanlıcılık diyorlar) üstünü örtüyorlar; bir yandan da Kürt halkının taleplerinin haklılığını gözden düşürüyorlar. Bugün Kürt sorununa düzen cephesinden getirilmek istenen “çözüm”de ABD emperyalizminin de çıkarı olduğuna ve buna ilişkin plan/projelerin hazırlanmasında ABD emperyalizmiyle TC’nin işbirliği yaptığına şüphe yoktur. Ancak ne Kürt sorunu ABD’nin icadıdır ne de Kürt halkının ulusal demokratik talepleri temelsizdir. Bunların hepsi bu toprakların sahici sorunları ve talepleridir. Emperyalistler bir ulusal soruna parmak sokuyorlar diye, o ulusal sorun gerçekliğini ve ulusal demokratik talepler haklılıklarını yitirmez. Lenin’in de hatırlattığı gibi: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 1992, s.128-9)
Doğrusu “emperyalizmin planı” diye yaygarayı koparanlar, o aynı emperyalizmin geçmişte Kürdistan’ı bölüp parçalayıp en büyük kısmını Türk egemen sınıfına teslim etmesi hakkında pek söz etmemektedirler. Aksine o anlaşmalarla tesis edilmiş sınırları kutsayıp yüceltmektedirler. Tam sosyal-şovenizme yakışır bir ikiyüzlülük! Yani emperyalizm benim milliyetçi çıkarlarımın işine geldiğinde sessizce yan cebime koy, gelmediğinde “emperyalizm” diye yaygarayı bas!
Bu sosyal-şoven eğilimin en olgun temsilcisi konumundaki TKP (SİP), yayınladığı sözde Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesinde, “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır” diyebilmekte ve yerel yönetim yetkilerinin arttırılmasını bile Kürtlere çok görebilmekte, geleneksel devlet söylemiyle tam bir ağızbirliği ederek PKK’ye silah bırakma çağrısı yapabilmekte, başka metinlerinde de “uluslararası anlaşmalara dayalı devlet sınırları korunmalıdır” diyebilmektedir. Siyasetinin temel eksenini “ülkemizin birliğini koruma ve güçlendirme” ilkesine dayandıran bir siyasetten de ancak bu beklenirdi. Birlik ve beraberliğin ancak gönüllülükten ve bunun ezilen halka kendi kaderini tayin hakkının verilmesinden geçtiği temel gerçeğini tümüyle hasıraltı eden bir tutum!
Elbette şovenizme çıkan tutum ve yaklaşımların TKP (SİP) ile sınırlı olmadığını biliyoruz. ÖDP ve Halkevleri gibi çevreler hemen akla gelen belirgin unsurlar olarak zikredilebilir. Onların metinleri ve beyanlarında da çeşitli kılıklar altında şovenizmin sırıttığını görmek zor değildir.
Sosyalistlerin bu kesimleri, çoğu kez utangaç bir görünüm arz eden şovenizmlerini örtmek için, kulağa hoş gelen, ama son tahlilde yan yollara sapmaktan ya da konuyu bulandırmaktan başka anlama gelmeyen klişe sözler ediyorlar. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ağızlarına bile almayan, hatta bıraktık bunu, mücadelenin yan ürünü olarak düzenin taviz niteliğinde verme noktasına geldiği demokratik hak ve özgürlükleri bile açık ve kararlı biçimde savunmaktan geri duran bu kesimler, örneğin, Kürt sorununda “ancak emek eksenli bir çözüm gerçek çözüm olabilir” diyorlar. Ne zaman Kürt sorunu alevlense ve somut dönemeçlerde açık bir tutum sergileme gereği doğsa, bunlar ulusal sorunu unutup “yoksul Kürt emekçilerinin sorunu”ndan, “Türk ve Kürt emekçilerin birliği”nden dem vurmaya başlarlar. Bu tutumlar derinlere sinmiş ve incelmiş bir şovenizmden başka anlama gelmemektedir. Türk sosyalist solunun şoven geleneğine de sahip çıkılarak ifade edilen, “kimse bu sorunları konuşmazken biz gündeme getiriyorduk” türü övünmelerle de bu şovenizmin üzeri örtülemez.
Devrimci işçi sınıfının tutumu
Bugün yaşanan sürecin nereye varacağı, ne gibi sonuçlar üreteceğini tahmin etmek için henüz erken. Yukarıda da söylediğimiz gibi bu süreç büyük çelişkilerle yüklü, çetin bir süreç. Tüm sürecin gerisingeri dönmesi de, birtakım hakların elde edilmesi de mümkün. Ancak yine de unutulmaması gereken nokta şudur ki, süreç kısa vadede sonuçsuz kalsa bile, hiç de uzak olmayan bir sonraki adımda daha güçlü biçimde gündeme gelecektir. Kürt sorununun varlığının inkâr edilmesi ve mevcut durumun aynen sürdürülmesi bu noktadan sonra mümkün değildir.
Burada işçi sınıfının devrimci mücadelesi perspektifinden yapılması gereken şey, hangi gerekçeyle olursa olsun “açılım” sürecini baltalama anlamına gelecek bir çizgi tutturmak değil, bu vesileyle düzenin ikircikli biçimde açmaya zorlandığı demokratik hak ve özgürlükler penceresini sonuna kadar zorlamak ve ezilen Kürt halkının tüm demokratik ulusal haklarını elde etmesine yardımcı olmaktır.
Enternasyonalist komünistler prensip olarak elbette tüm dünya halklarının birliğinden, kaynaşmasından yanadırlar. Ama bu ilke ancak ve ancak halkların gönüllülüğü temelinde gerçekleştirilebilir bir şeydir. Anahtar kelime gönüllülüktür. Gönüllülüğü temin etmenin tek yolu da ezilen ulusa kendi kaderini tayin hakkının (UKKTH) verilmesidir. Bu nedenle enternasyonalist komünistler ulusal sorun vesilesiyle yapılan tüm tartışmalarda asli ve gerçek çözüm talebi olarak özünde ayrı devlet kurma hakkı olan UKKTH’yi öne çıkarırlar. Ayrılıp ayrılmamaya karar verecek olan ezilen ulusun kendisidir. Zorbalıkla, haksızlıkla temin edilmiş bir birliği savunur konumda olanların anlamaz göründükleri şey şudur: birliğe ancak ayrılma hakkı yoluyla varılabilir. Rusya’da 1917 Ekim Devriminde Bolşevik Partinin hayata geçirdiği politika buydu ve bir milletler hapishanesi olan ülkede devrimin ardından azınlık milliyetlerin büyük çoğunluğu birliği tercih ettiler. Ayrılmayı tercih eden birkaç ülkeden biri olan Finlandiya’da halkın bugün bile Lenin’e yönelik büyük bir saygı duyuyor olması da bu doğru siyasetin sembolik bir ifadesidir.
Açılım tartışmalarında düzen sözcüleri içinden ilk kez bir referandum önerisi de gelmiş bulunuyor. Bu öneriyi yapan kişi sıradan bir kişi değil, MGK genel sekreterliği yapmış eski büyükelçi Ümit Pamir. Bu vesileyle ortaya çıkan saptırmacalar ve tuzaklar karşısında şimdiden uyanık olmak gerekiyor. Pamir ayrılmayı isteyip istemediklerinin Kürtlere bir referandumla sorulması gerektiğini söylüyor. İlk bakışta çok radikal görünen ve Kürt halkına UKKTH veriliyor çağrışımı yapan bir öneri. Medyada bunu alkışlayıp destekleyen yazarlar da oldu. Ancak Pamir’in bu öneriyi bağladığı şartlar UKKTH’nin özünü tümüyle zedeleyici nitelikte.
Birincisi, Pamir Kürtlere sadece ayrılmayı isteyip istemediklerinin sorulmasını istiyor. Şayet Kürtler ayrılmayı istemezlerse bunun dışında kendilerinin belirleyebilecekleri hiçbir seçenek sunulmuyor. Yani seçenekler, “ya ayrılın ya da bizim size dayatacağımız her şeye razı olun” şeklinde. Diyelim federasyon, özerklik, konfederasyon ya da başka bir biçimde birliği seçme hakkı yok! İkincisi, ayrılma cevabının kabul edilebilmesi için 3 kişiden 2’sinin evet demesini, yani salt çoğunluğu değil yüksek bir çoğunluğu şart koşuyor Pamir. Üçüncüsü ve en önemlisi, Pamir referandumun bir kez yapılmasını ve meselenin bununla kapanmasını talep ediyor. Oysa UKKTH özü gereği bir kereye mahsus bir hak değil, bâki bir haktır. Bir halk, tarihin belli bir döneminde bu hakkı belirli bir yönde kullanırken başka bir dönemde başka yönde kullanabilir.
Elbette bu öneri, mevcut haliyle bile düzen açısından oldukça radikal bir öneridir. Nitekim bunu tümüyle sulandırıp anlamsızlaştırmak için, başkaları da referandumda Türklere de ne istediklerinin sorulması gerektiğini ortaya atmıştır. Böylece, ezilen ulusun kaderini, bu kez demokratik bir görüntü altında, yine ezen ulusun belirlemesi istenmiş olmaktadır.
Düzen cephesi sorunun gerçek çözümünden uzak durmak için çırpınadursun, devrimci işçi sınıfı ulusal sorunun gerçek ve kalıcı çözümü olarak UKKTH’nin tanınmasını her fırsatta ileri sürmekle birlikte, bununla yetinmeyerek, tartışma konusu olan somut başlıklarda bütünleyici demokratik talepleri savunur. UKKTH’nin “tanınmasına bağlı olarak şu hususlarda bir mücadele de yürütülmelidir: 1) Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılması, (…) 3) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savunan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesi, 4) Ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılması.” (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist.com)
İlk madde kapsamında enternasyonalist komünistler Kürt ulusal hareketini hedef alan askeri ve polisiye operasyonlara derhal son verilmesini, koruculuk sisteminin lağvedilmesini ve Kürt halkının siyasi temsilcilerinin talepleri doğrultusunda onlarla masaya oturulmasını savunurlar. Bu bağlamda, tartışmalarda sıkça telaffuz edilen muhatap sorununun tek gerçek adresi de ulusal hareketin temsilcileridir. Tüm politik tutsaklar serbest bırakılmalı ve özgürce siyaset yapmalarının koşulları sağlanmalıdır. Yakın tarihlerdeki benzer silahlı hareketlerde (örneğin İrlanda’da IRA) de süreç böyle olmuştur.
Yine bu bağlamda bir önemli husus “silahların bırakılması” meselesidir. “Çözüm” yanlısı olsun karşıtı olsun tüm düzen güçleri ve sözcüleri sürekli olarak PKK’nin kayıtsız şartsız silah bırakmasından, “dağdakilerin indirilmesi”nden söz ediyorlar. Ancak, silahlı mücadele veren bir siyasal hareketin, kendisiyle hiçbir müzakere yapılmadan, uğruna mücadele ettiği amaçlar bakımından hiçbir dişe dokunur adım atılmadan, karşılıklı anlaşmayla belirlenmiş güvenceler olmadan silah bıraktığı görülmemiştir. Bu tür çağrıları yapanlar arasında TKP (SİP) gibi kendine sosyalist diyenler varsa, bu ayrıca şovenizmin dikâlâsıdır.
TKP (SİP) gibi sosyal şovenistlerin “Türkçenin resmi devlet dili olarak korunmasını” savunmalarına karşı enternasyonalist komünistler, hiçbir dile ayrıcalık tanınmamasını, başta Kürtçe olmak üzere, talep edilen tüm dillerin devlette, siyasette, eğitimde serbestçe kullanılmasına olanak sağlanmasını, bununla bağlantılı olarak anadilde eğitim hakkını savunurlar. Lenin’in şu sözleri rehber niteliğindedir: “Demokratik bir devlet, yerli dillere tam bir özgürlük tanımak ve herhangi bir dilin bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak zorundadır.”
Aslında bu ayrıcalık meselesiyle doğrudan doğruya bağlantılı bir husus da “Türk milleti” ibaresidir. Şovenizmin resmi temsilcileri bu adlandırmanın etnik bir göndermesi olmadığını savunacak kadar pişkinlik göstermektedirler. Eğer bir ülkenin adı o ülkede yaşayan halkların birine ayrıcalık tanıyorsa ve diğer halklar bundan rencide oluyorsa bunun demokratik açıdan savunulabilir hiçbir tarafı olamayacağı açıktır. Ekim Devrimi sonrası Çarlık topraklarında kurulan işçi devletinin adında ne etnik ne de coğrafi bir gönderme yapılmış, yalnızca devletin niteliğini (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) vurgulayan bir adlandırma seçilmişti. Bu da demokrasi ve özgürlük söz konusu olduğunda işçi sınıfının üstünlüğünü gösteren bir semboldür.
Toparlayacak olursak bugünlerde başlatılmış görünen “açılım” süreci fiiliyatta nasıl ilerlerse ilerlesin, işçi sınıfına düşen, bir yandan ısrarla ilkesel olarak UKKTH’yi ileri sürmek bir yandan da onu somut süreçle bütünleyici biçimde demokratik talepleri ileri sürerek açılım penceresini sonuna kadar zorlamaktır. Sürecin çelişkilerine, Türkiye kapitalizminin yayılmacı planlarına ve büyük emperyalist güçlerin niyetlerine işaret etmek, Kürt halkının, nihai çözüm olmasa bile, bu süreçten birtakım kazanımlarla çıkmasını engelleyici bir tutumun dayanağı yapılamaz. Ana vurguyu emperyalistlerin “melun planları”na yapmak, ezen ulus konumundaki ve şoven önyargılarla dolu Türk emekçilerin bu önyargılardan kurtulmasına değil, aksine onların daha da pekişmesine hizmet eder.
link: Levent Toprak, Kürt Sorununda “Açılım” Sancısı, 1 Eylül 2009, https://marksist.net/node/2233
Avusturya’da Ekonomik Krizin Yeni Boyutları
Devrimcilere Karşı Devlet Terörü Devam Ediyor