Gerek dünya ve bölge ölçeğindeki siyasal gelişmelerin seyri, gerekse de iç siyasal takvim, Türkiye’de son birkaç yıllık göreli siyasi sükûnetin 2006 yılında değişmeye başlayacağına işaret etmektedir. Suriye’ye ve İran’a yönelik emperyalist baskının hızla tırmandırıldığı ve özellikle İran’a bir saldırı ihtimalinin gündemde olacağı, Türkiye’nin de bu planlara dahil edilmeye çalışıldığı bir uluslararası siyasal iklime ilaveten, içeride de seçim baskısının ve cumhurbaşkanlığı seçiminin gündemi artan ölçüde belirleyeceği görülüyor. Tüm bunlara düzen cephesinin Kürt sorununda yaşadığı sıkışmışlığı ve özellikle Kıbrıs meselesi dolayısıyla gerilimin artacağı anlaşılan AB ile ilişkilerdeki sorunları da eklemek gerekiyor.
Ekonomi cephesinde birikmekte olan çelişkiler de hesaba katıldığında, giderek ağırlaşacağı anlaşılan bu sorunlar dolayısıyla, özellikle TÜSİAD’çı büyük sermaye, bir yandan hükümetin hassaslaşan rejim içi dengeleri sarsacak biçimde kontrol dışına çıkmaması, bir yandan da daha genel ve uzun vadeli siyasal düzenlemeler için müdahalelerde bulunuyor. TÜSİAD’ın, rektör Yücel Aşkın üzerinden hükümetin yürüttüğü ve statükocu güçlerin tepkisini çeken harekâta yönelik çıkışı, Orhan Pamuk meselesinde hükümeti eleştiren tarafta yer alması ve cumhurbaşkanıyla sıcak görüntüler vererek onun seçim barajının düşürülmesi mesajına ortak olması bu müdahalelerin örnekleriydi.
Bunlar ve daha birçok görünür görünmez basınçların bir sonucu olsa gerek, başbakan soğukkanlılığını yitirerek TÜSİAD’a çatmaya hatta ona sopa göstermeye kalktı. Başbakanın hiddetli mesajını alan kapıkulu aygıtı, gözünü karartıp Mustafa Koç hakkında soruşturma başlatacak kadar ileri gitti. İş sonradan tatlıya bağlandı gibi görünse de, hükümetin cami duvarına işemiş olduğu gerçeğinin TÜSİAD tarafından tümüyle unutulacağını düşünmek saflık olur. Aslında TÜSİAD bu hamlelerle hükümete, açmış olduğu kredinin sınırsız olmadığı mesajını vermekte ve evin sahibinin kim olduğunu hatırlatmaktadır.
Tam da gerilimi takip eden günlerde büyük sermayenin “think-tank” kuruluşu niteliğindeki TESEV’in akademisyenlere hazırlattığı yeni bir seçim sistemi önerisinin tanıtım kampanyası başlatıldı. “Temsilde adalet” ve “siyasi istikrar” sağlamak amacıyla hazırlandığı belirtilen bu sisteme göre seçim barajı kaldırılıyor, sadece 2-3 vekil çıkaracak dar seçim bölgelerinin söz konusu olduğu ve ikinci tercihin yapılabildiği tercihli çoğunluk esasına dayanan bir seçim sistemi öngörülüyordu.
Hatırlanacağı gibi hükümet uzun zamandır seçim sisteminin değiştirilmesi yönünde hem AB’nin hem de çeşitli sermaye sözcülerinin eleştirilerine maruz kalmaktaydı ve eleştiriler daha ziyade, yüzde 10 gibi pek rastlanmayan yükseklikteki barajın varlığına odaklanıyordu. Nitekim cumhurbaşkanı da barajın “birkaç” puan indirilmesini talep ediyor. Tabii cumhurbaşkanının hesabı daha ince: Kürt hareketinin meclise girmesini engelleyecek kadar yüksek, ama AKP’yi dizginlemek için gerekli diğer bazı partilerin girmesini sağlama alacak kadar düşük bir baraj!
Bu irili ufaklı seçim sistemi değişikliği önerilerini, son yıllarda çeşitli sermaye sözcüleri tarafından sıkça dile getirilen başkanlık sistemi istekleriyle birlikte ele aldığımızda, büyük sermayenin siyasal sisteme ilişkin daha geniş çaplı bir değişiklik arayışının önemli bir cephesini görmüş oluyoruz. Nitekim geçtiğimiz yıl bu günlerde TÜSİAD başkanı Sabancı şunları söylemişti: “Türk siyasal sistemine ilişkin her türlü değişiklik önerisi demokrasiye, siyasi istikrara ve yönetimde etkinliğe katkıda bulunmalıdır. Siyasal yapı bir bütündür. Başkanlık sistemi/parlamenter sistem tartışması yaparken, seçim ve siyasi parti sistemlerini mutlaka hesaba katmak gerekir.” Seçim sistemine ilişkin son önerinin bu çerçevede yer aldığı açık bir şekilde anlaşılıyor.
Burjuvazinin ihtiyacı
Yeni seçim sistemi önerilerinde olsun başkanlık sistemi önerilerinde olsun ısrarla vurgulanan hususun “siyasi istikrar” olduğu hemen göze çarpıyor. Bu, arzulanan değişimin demokrasiyle, “halkın temsili”yle pek ilgili olmadığına dair önemli bir ipucu vermektedir. Burjuvazi 12 Eylül faşist darbesiyle işçi sınıfını ezmiş, hatta onu sendikal örgütlülük alanında bile neredeyse tümüyle etkisizleştirmiş ve böylece kendisine bir dikensiz gül bahçesi yaratmış olduğu halde neden “istikrar” telâşına düşmüştür?
Bunun birkaç nedeni var. En temel neden, örgütsel ve siyasal açıdan etkisizleştirilmiş olduğu halde işçi sınıfı ve diğer emekçi yoksul kesimlerin buhar olup uçmamış olmasıdır. Burjuvazinin daha akıllı unsurları, işçi sınıfından ümidi kesip kendine yeni dinamikler arayanların ya da hepten mücadeleyi terk edenlerin aksine, sınıfın nesnel varlığı devam ettiği müddetçe, kapitalizmin varlığını tehdit edecek devrimci patlamaların her zaman mümkün olduğunu bilmektedir.
Yine nihayetinde bu temel noktaya çıkan, ama farklı düzlemde yer alan başka sebepler de var. Türkiye’de burjuvazi günün koşullarına uygun biçimde programını yürütecek nitelikte siyasi kadrolara ve örgütlere sahip olmamanın sıkıntısını çekmektedir. Vaktiyle Cem Boyner’in sahneye çıkmasının ve daha sonra Kemal Derviş üzerinden yürütülen sonuçsuz çabaların anlamı buydu. Yıllardır süren “İkinci Cumhuriyet” tartışmasının ve medya köşelerinde yığınak yapmış olan liberal akıl hocası takımının varlığının da anlamı budur. Elbette mevcut partiler ve kadrolar sonuçta burjuva düzenin hizmetkârlarıydılar. Ancak Türkiye’nin özgün tarihsel koşullarını yansıtan siyasi rejimin bir parçası olan bu unsurlar, Türkiye kapitalizminin geldiği yeni evrenin ve Soğuk Savaş sonrasının bastıran gereklerini sorunsuz biçimde yerine getirecek nitelikte değildiler.
Tekrar etmek gerekirse, burjuvazi, kıran kırana bir kapışmanın yürümekte olduğu yeni dünya şartlarında, mevcut siyasi yapı ve kadroların yetersiz kaldığını düşünmektedir. Temelde dünya kapitalizminin genel bunalımı tarafından belirlenen bu şartların burjuva liderler ve partiler için zorlu ve yıpratıcı olması nedeniyle, daha kolay yenilenebilir, esnek, parti ve lider değişikliklerinin daha çabuk ve sorunsuz yapılabileceği bir yapılanmaya geçmek istemektedir. Bu yapılanmayla, halkın gözünde yıprananlar, sorun çıkarma fırsatı bulamadan değiştirilebilmeli ve böylece düzenin imajı daha kolay tazelenerek, halkın tepkisi daha kolay yönlendirilip yatıştırılabilmelidir.
İşçi sınıfı ve diğer emekçi halk yığınlarının çalışma ve yaşam koşullarına dönük ağır bir saldırı programının yürütüldüğü günümüzde, “siyasi istikrarın” sağlanmasının giderek güçleşeceği açık. İşin dibine indiğimizde “siyasi istikrar” arayışıyla aslında kitlelerin isyanını önlemenin kastedildiğini görürüz. Son zamanlarda MGK toplantılarında da sıkça “sosyal patlama tehlikesi”ne dikkat çekilmesi bunun yalnızca sıradan bir göstergesidir. Kitleler yaşadıkları ve bundan sonra yaşayabilecekleri daha beter koşullara isyan etmemeli, bunları sineye çekmeli, ama daha önemlisi bunların nihayetinde kendi iyiliğine olduğuna ikna olmalı, ve daha da önemlisi bunları kendi kararları ve seçimleri olarak görmelidir. Burjuvazinin bu “siyasi istikrar” söylemini “demokrasi” söylemine sarıp sarmalayarak sunmasının hikmeti de buradadır. Çünkü burjuva demokrasisinin püf noktası tam da bu aldatmacanın sürekli olarak yeniden üretilmesidir. Çağımızın egemen sınıfı olan burjuvazinin temel sıkıntısı, gerçek hayatta “demokrasi” kavramının çağrıştırdığı tüm olumlu değerlerin canına okurken, görünüşte demokrasi oyununu oynamak zorunda olmasıdır. Zira kapitalizm gezegene yerleştiği ölçüde, egemenlerin halkın gönlünü çelmeden, onu şöyle ya da böyle razı etmeden egemenliklerini uzun süre sürdürmeleri mümkün değildir. “Demokrasi”nin ardındaki temel gerçek bu olunca elbette ortaya demokrasi adına bin bir türlü garabetin çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Burjuvazi pek kolay olmayan bu oyunu sürdürebilmek için yüzyıllar boyunca çeşitli tedbirler, mekanizmalar geliştirmiş, bunları mükemmelleştirmiştir.
Demokrasi ve Burjuvazi
Bir halk hareketi niteliğini kazanmış tüm devrimlerde demokrasinin kapsamını dönemin koşullarına göre azami ölçüde genişletme eğilimleri hep kendini göstermiştir. Bu, aynı niteliği taşıyan burjuva devrimler için de geçerlidir. Nitekim İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinde bu eğilimler değişik derece ve biçimlerde hayat bulmuşlardır. Ancak burjuvazi kendi devrimi içinde patlak veren bu eğilimleri bir yandan bastırmaya, dizginlemeye, bozmaya ya da boşa çıkarmaya, bir yandan da hasımlarına karşı bu dinamikten yararlanmaya çalışmıştır. Burjuvazinin bu çabalarının ürünü, demokrasinin temsili sistemle sınırlanması olmuştur.
İngiliz Devriminde burjuva diktatör Cromwell yalnızca mülk sahiplerinin oy hakkının bulunduğu bir cumhuriyeti savunurken, emekçi kesimler, her evin aile reisinin oy hakkına sahip olduğu ve iki yılda bir seçilen bir parlamenter cumhuriyeti ve ayrıca yargının da halk tarafından seçilmesini, tam bir din, düşünce ve basın özgürlüğü talep ediyorlar, hatta bazıları daha da ileri giderek mülkiyetin kaldırıldığı ve toprağın ortaklaşa ekilip biçildiği komünal bir toplumu savunuyorlardı. İngiliz Devriminin gerçek kitle tabanını oluşturan bu kesimlerin baskısıyladır ki, yine bu kesimlerin dinamizm verdiği devrim ordusunun başında yer alan Cromwell, kralın başını uçurma noktasına kadar ileri gidebilmişti. Kendi amaçlarına ulaşma yolunda emekçilerin devrimci enerjisinden yararlanan burjuvalar, daha sonra saldırılarını onlara yönelterek devrimin ordusu içinde çeşitli evrelerden geçen bir tasfiye hareketi yürüttüler. Emekçi kesimlerin taleplerinde yer alan birçok hususun gerçekleşmesi ancak yüzyıllar sonra oldu ya da hiç olmadı. Örneğin İngiltere’de tüm erkeklere oy hakkının verilmesi bile ancak 20. yüzyılda oldu, yargının seçilmesi ise hiç gerçekleşmedi. Devrimin ordusu içinde hayat bulan milis demokrasisi hızla son buldu.
Benzer türde eğilimleri Amerikan Devrimi sürecinde de görmek mümkündür. Bugünden geriye bakanlar, günümüzde yeryüzü gericiliğinin ana üssü olan Amerikan devletinin temel kurucu belgelerinden biri olan Bağımsızlık Bildirgesinde, halka kötü yönetimler karşısında ayaklanma hakkı ve görevinin verilmesine şaşırabilirler. Aynı sürecin daha ehlileştirilmiş bir ürünü olan ABD Anayasasında da milis oluşturma esası vurgulanarak halka silahlanma hakkı tanınır. Elbette devrim günlerinin bir kalıntısı olan bu hak bugün bir kabuğa indirgenmiştir. Bu ilerici unsurlar aslında genel olarak devrimde yer alan halk tabakalarının burjuvalar üzerindeki baskısını yansıtmaktadır. Bugün hâlâ Amerika’da bazı eyalet ve bölgelerde yargıçların, savcıların, polis şeflerinin ve başka devlet görevlilerinin seçimle gelmesinin, bazı durumlarda görevden alma mekanizmasının mevcut olmasının, mahkemelerdeki halk jürisi uygulamasının kökeni hep o günlerin radikal demokrasi eğilimlerinin artık kabuk haline gelmiş kalıntılarıdır.
Bu eğilimler karşısında büyük burjuvalar, ta o devrim günlerinden itibaren bu tür talepleri etkisizleştiren ya da dengeleyen düzenlemeler yapmışlardır. Örneğin güçler ayrılığı mekanizması ve demokrasinin doğrudan ya da temsili olması tam da Amerikan Devrimi sırasında bir tartışma konusuydu ve burjuvalar güçler ayrılığını ve temsiliyeti dayattılar. Devrimin kimi sözcüleri temsili demokrasinin demokrasi değil bir aldatmaca olduğunu açık yüreklilikle söyleyecek kadar dürüsttüler.
Benzer eğilimlerin söz konusu olduğu Fransız Devriminden uzun boylu bahsetmeyeceğiz. Yalnızca burjuvazinin, devrimin halkçı “aşırılıklarını” geri devşirebilmesi için bugüne kadar tam beş cumhuriyet gerektiğini belirtelim. Son kez 1958’de, yarı-Bonapartist bir role soyunan de Gaulle’ün bastırmasıyla hazırlanan yeni anayasayla kurulan bugünkü 5. Cumhuriyet, parlamentonun gücünü kısıtlayan bir yarı-başkanlık sistemi esasına dayandırılmıştır.
Genel bir muhasebe yaptığımızda, başka her türlü sorun bir yana, sadece genel oy hakkının bile gelişmiş kapitalist ülkelerde yerleşmesinin ancak 2. Dünya Savaşından çok sonra olabildiğini hatırlamak gerekiyor. Genel oya gelene kadar, oy hakkı mülk sahipliğiyle, servet sahipliğiyle, vergi verenlerle, okuma-yazma bilenlerle, erkeklerle vs. sınırlanmıştır. Uygulamada öne çıkan en temel kısıtlama şüphesiz kapitalizmin ruhuna uygun olarak mülkiyet esasına göre olan kısıtlamaydı. O zamanlar kendi düzeninin sağlamlığına yeterince güvenemeyen burjuvazi, işçi sınıfının oy hakkına kavuşmasının özel mülkiyet sistemi için büyük risk oluşturacağını biliyordu. Ancak işçi sınıfına önemli tavizler vermek zorunda kalarak ve ama bununla da onu ehlileştirerek oy hakkının genelleşmesine izin verildi.
Burjuva demokrasisinin niteliği
Siyasal alan ile ekonomik alanın göreli ayrışması kapitalizmi tarihsel olarak kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan ayıran bir niteliktir. Daha önceki toplumsal formasyonlarda sömürü ekonomi dışı zora dayandığı halde, tarihte ilk kez kapitalizmde sömürü ekonomik zor esasına dayanıyordu. Kapitalizmde ilke olarak kimse kimseyi zorla köle, serf ya da kul yapmıyordu. Üretim araçlarına sahip olmayanlar da “özgür”dü. Özgürce aç kalma ve ölme hakkına sahiplerdi.
Ekonomik ve siyasal alandaki bu göreli ayrışma sayesinde burjuvazinin demokrasisi siyasal alanla sınırlı kalmaya mahkûm, temsili bir demokrasi niteliğini taşımak zorundadır. Bu demokraside en yüce hak, ve aynı zamanda sınır, özel mülkiyettir. Ama her ne kadar ekonomik ve siyasal alan birbirinden ayrışmış ve burjuvazinin egemenliğinin kaynağı ekonomi olsa da, siyasal alan, yani siyasal egemenlik, burjuvazi için hayati öneme sahiptir. Zira siyasal egemenlikten yoksun bir ekonomik egemenlik topal bir egemenliktir ve nitekim burjuva devrimlerinin temel motivasyonu da, burjuvazinin ekonomik egemenliğini siyasal egemenlikle taçlandırarak garanti altına almak istemesi olmuştur. Ama bu süreç bir kez tamamlandıktan sonra bu ayrışma halk kitleleri için yanıltıcı bir özgürlük ideolojisinin dayanağı olur.
O halde halk bu temel ayrımla öncelikle mülkiyete dokunma hakkından men edilmiştir. İkinci olarak, temsili mekanizmanın doğası gereği halk karar alma hakkına da sahip değildir. Yani buradaki temsil ya da vekalet, halkın aldığı ya da genel çerçevesini çizmiş olduğu kararların uygulanması için verilen bir vekalet (emredici vekalet) değildir. Halk yalnızca 4-5 yılda bir, arada bir daha karışamayacağı bir şekilde, kendi önüne sunulan parti ya da siyasetçilerden birini seçip köşesine çekilmelidir. Yani sözde egemenliğin sahibi olan halk (“hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”), egemenliğini “temsilcilerine devretmeli”, dolayısıyla demokrasimiz temsili bir demokrasi olmalıdır. Bununla bağlantılı bir diğer kısıtlama, halkın, seçtiği temsilcileri denetleme ve görevden alma hakkının olmamasıdır. Bu bakımdan burjuva demokrasisi pasif demokrasidir.
Ancak bu kadarı da burjuvaziye yetmez. Burjuvazi siyasal temsil mekanizmasıyla bile olsa mülksüz yığınların toplumsal yaşamın düzenlenmesindeki etkisini elden geldiğince kısıtlamaya çalışır. Bunun temel araçlarından birisi “kuvvetler ayrılığı” denen örgütlenmedir. İktidar yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayrılır ve halka çoğu durumda yalnızca 4-5 yılda bir yasama temsilcilerini seçme hakkı verilir.
Bunların ötesinde burjuvazi siyasi istikrar sağlayabilmek ve işçi sınıfı temsilini kısıtlamak için seçim düzleminde birtakım düzenlemeler yapar. Seçmen kitlesini sınırlamaktan tutun, barajlara, eşit olmayan oy uygulamalarına, orantılı temsili dışlayıcı türlü seçim sistemlerine (başta çoğunluk sistemi denilen sistem meselâ) ve nihayet seçim hilelerine başvurur.
Burjuva demokrasisinin tarihsel gelişimine baktığımızda, bazı biçimsel adımlar atılmış gibi görünse de özde halk temsilinin sürekli olarak daha etkisiz hale geldiği ve geniş halk yığınlarının seçimlere giderek artan ölçüde ilgilerini yitirmekte olduğunu görüyoruz. Bu, seçimlerle bir şeyin değişmediğine dair yerleşen kanının bir ifadesidir. Burjuva demokrasisi halkın demokratik özlemlerine çare olamadığı gibi, onların artan ölçüde boğulması anlamına gelmiştir. Diğer taraftan bu tarihsel gelişim içinde temsili kısıtlayıcı biçimlerin daha fazla yaygınlık kazandığını da gözlemekteyiz. Meselâ parlamenter biçime karşı başkanlık sistemi uygulamaları yayılmaktadır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte kurulan, başta Rusya olmak üzere yeni kapitalist ülkelerin hemen tamamında da başkanlık sistemi yürürlüğe konmuştur.
Son yıllarda Türkiye’de de sıkça başkanlık sistemi tartışmalarının açılması ve seçim sistemi değişikliği önerisi de bu genel eğilimlerin bir uzantısından başka bir şey değil aslında. Biçimsel olarak bakıldığında sanki halkın seçme hakkı geliştiriliyormuş gibi bir düzenleme (“yürütmeyi [başkan] de halk seçiyor!” ya da “barajlar kalkıyor!”), ama gerçekte halk açısından iktidarı kontrol ve etkileme olanaklarından daha fazla uzaklaşma ve siyasal aygıtın sermayenin çok daha doğrudan kontrolüne alınması. İşte burjuva demokrasisi oyununun günümüz koşullarındaki somut eğilimleri bunlardır.
İşçi demokrasisi
Burjuva demokrasisi temsili nitelikte olduğu için, düzen sıkıştığı ölçüde kendi ayağına da dolanmaktadır. O nedenle burjuvazi, belirli bir partinin hükümet edecek çoğunluğu elde etmesini neredeyse olanaksızlaştıran orantılı temsil ilkesinden uzaklaşmaktadır. Artan siyasal çelişki ve çekişmeler de eskinin istikrarlı koalisyonlarını giderek olanaksızlaştırdığı için, seçim sistemlerinde iki aşamalılık ve çoğunluk (“birinci gelen hepsini alır”) yöntemleri daha fazla rağbet görmektedir. Böylece burjuvazi kendi sebep olduğu soruna, temsilin özünü daha da kısıtlayan daha otoriter çözümler bulmaktadır. Tüm dünya ölçeğinde demokratik hak ve özgürlüklerin genel bir daraltılma sürecine girilmiş olduğunu ve “terör” bahanesiyle polis devleti uygulamalarının gelişmiş burjuva demokrasilerinde bile yaygınlaştığını özel olarak belirtme gereğini duymuyoruz.
Burjuvazinin yarattığı bu deli gömleğinden kurtulmanın ve demokrasi kavramının yarattığı olumlu çağrışımları (demos+kratei=halk egemenliği) hayata geçirmenin tek yolunu tarihte esas olarak işçi sınıfının vermiş olduğu mücadeleler ve ortaya koyduğu deneyimler göstermiştir. Paris Komünü örneği ve sovyet demokrasisinin somutlandığı Rus Devrimi örneği ve daha birçok yenilgiye uğramış işçi devrimi örnekleri (Almanya, Macaristan, İspanya vb.) doğrudan demokrasi örnekleri olarak üstünlüklerini sergilemişlerdir. Lenin çürümüş burjuva parlamentarizmi karşısında Komün’ün üstünlüğünü şöyle açıklıyordu: “Burjuva toplumun iliklerine dek çürümüş, satılık parlamentarizmi yerine, Komün, düşünce özgürlüğü ve tartışmanın yutturmaca halinde yozlaşmadığı organları koyar. Bu organlarda, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşmaz: çünkü parlamenterler [bu organlara seçilenler] kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar.” (Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Y., 1989, s.58-9) Böylece hayatı üreten emekçi halk kitleleri doğal üyesi oldukları işçi konseylerinde kararlarını özgürce tartışarak kendileri alacaklar, uygulayacaklar ve sonuçlarını her an denetleyeceklerdir.
İşçi sınıfının devrimle birlikte kuracağı kendi demokrasisi, bunu, Marx’ın Komün örneğinden çıkarsayarak genelleştirdiği üç ana tedbirle yürütecektir. Birincisi, sürekli ordunun ortadan kaldırılarak tüm halkın silahlandırılması; ikincisi tüm memurların seçimle gelmesi, sorumlu olması ve seçmenler tarafından istenildiği anda görevden alınabilir olması; üçüncüsü, tüm devlet görevlilerinin ortalama işçi ücretinden fazla ücret almaması. Sınıf bilinçli işçiler her demokrasi tartışması patlak verdiğinde gerçek bir demokrasinin bu temel ilkelerini döne döne hatırlamalıdırlar. Yeri gelmişken belirtelim ki, sosyalizm söylemi altında bürokratik bir diktatörlüğü savunanlar bu noktaları pek hatırlamak istemezler. Onların sosyalizmi, pasifleştirilmiş halka yukarıdan buyruklarla “ekonomik kalkınma” vermektir.
Türkiye’de demokrasi sorunu kronik bir sorundur ve bu sorun işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır. Tam da Türkiye’deki burjuva rejimin kuruluşundan itibaren süregelen olağanüstü baskıcı karakteri nedeniyle bu topraklarda devrimci demokrasi hareketi, yani küçük-burjuva devrimci hareket çok yaygın ve etkili olmuştur. Türkiye gibi ülkelerde bu kronik demokrasi sorununun bir devrim sorunu olduğuna şüphe yoktur. Sonradan görme azgelişmiş ülke burjuvazilerinden bu bağlamda dişe dokunur reformlar beklemek boşunadır. Ne var ki devrimci demokrasi bunun ancak proleter sosyalist nitelikte bir devrimle olabileceğini, mülkiyete tayin edici darbeler indirilmeden, kapitalizmin tasfiyesi söz konusu olmaksızın demokratik özlemlerin gerçekleştirilmesinin imkânsızlığını göremez. Bugün hâlâ Türkiye ve Arjantin gibi kapitalizmin hayli yol almış olduğu ve çok uzun yıllardır burjuva cumhuriyetle yönetilen ülkelerde bile “kurucu meclis” gibi burjuva demokrasisinin biçim ve araçlarını temel şiar olarak ileri süren sosyalistler bulunuyor. Üstelik bu, Latin Amerika ülkelerinde halkın devrimci ayaklanmalar sırasında nüve halinde de olsa yer yer konsey (sovyet) tipi örgütlenmeler oluşturduğu halde yapılabilmektedir.
Diğer taraftan, demokrasi sorununun temel çözümü proleter sosyalist devrimin konsey tipi örgütsel mekanizmalarında olmakla birlikte, işçi sınıfı birtakım demokratik reformlar için mücadeleyi elden bırakmaz. Özellikle işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren, sınırsız grev, gösteri, eylem, örgütlenme özgürlüğü ve sosyalist basın için özgürlük gibi temel noktalarda, düzen çerçevesinde elde edilebilecekler konusunda yanılsamalara kapılmaksızın var gücüyle mücadele eder. Bu mücadele Lenin’in de hep belirttiği gibi işçi sınıfının demokrasi okulundaki eğitimini oluşturur.
Yine bu çerçevede, elbette her türlü barajın ve özellikle mevcut durumda ezilen Kürt halkının politik temsilcilerinin önündeki engellerin kaldırılması, temsilde orantılılığın sağlanması ve bölgeler arası temsil eşitsizliğinin (taşra oylarının işçilerin yoğun olduğu büyük kentlerdeki oylardan 3-4 kat daha değerli olması gibi) kaldırılması gerekir. Bu gibi değişiklikler karşısında değişik burjuva kesimlerin yaygarasını kopardığı “politik istikrar”, “etkin yönetim”, “hükümet krizi” gibi sorunlar işçi sınıfının derdi olamaz. Burada önemli olan, bu tür taleplerin, doğrudan demokrasiyi ifade eden taleplerle bütünlenmesi ve gerçek demokrasinin ancak bir işçi demokrasisi olarak cisimleşebileceğinin her fırsatta vurgulanmasıdır.
link: Levent Toprak, Burjuvazinin Demokrasi Oyunu, 13 Ocak 2006, https://marksist.net/node/950
Sendikal Yasaklar Savaşarak Aşılır
Üniversite Hayalleri ve Sonuç