Türkiye birçok temel hak ve özgürlüğün rafa kaldırıldığı, sayısız iktidar muhalifinin sudan gerekçelerle hapislere atıldığı, parlamentonun işlevsizleştiği, yargının iktidara kul köle olduğu, her şeyin KHK’larla düzenlendiği bir tek adam rejimi altında yeni bir seçime gidiyor. Normalde 3 Kasım 2019’da yapılması gereken seçimler, hızlı bir hamleyle, neredeyse 1,5 yıl geriye, 24 Haziran 2018 tarihine çekildi. İçte ve dışta meşruiyet görüntüsü açısından, mevcut rejimin anayasal olarak tüm yönleriyle yürürlüğe sokulmasında bir sandık onayına ihtiyaç olduğu görülüyor. Erdoğan bu sandıktan kendisi için nihai meşruiyet vizesini almış olarak, eski rejimin kurumsal kalıntılarını (başbakanlık, bakanlar kurulu vs.) tümüyle ilga edip yeni rejimi anayasal anlamda resmen başlatmak, içte ve dışta muarızlarının karşısına bu sıfatla dikilmek niyetinde.
Bir seçim yapılacaksa, yeni rejim açısından bunun kendi lehine en uygun şartlarda yapılacağı ve bu bakımdan 3 Kasım 2019’a kadar beklenmeyip erkene çekileceği uzun zamandır konuşulan bir olasılıktı. Seçimin zamanlamasını belirleyen içte ve dıştaki süreçlerin seyri olacaktı ve nitekim öyle de oldu. Erdoğan hiç kuşkusuz bir yandan dışta, esas olarak Suriye’de elde edeceklerini azami noktaya ulaştırmayı, bir yandan da içte uzun süredir suni hormon pompaladığı ekonomi cephesinde oluşacak sahte bir büyüme ve refah algısının azami noktaya varmasını hedefliyordu. Ancak her iki açıdan da, geriye düşüş süreci beklediğinden önce başladı.
Bir yandan Suriye’deki süreç bir limit noktasına geldi ve daha öte “zafer” haberlerinin bir zemini kalmadı. Erdoğan bu noktayı mümkün olduğunca öteye atmaya çalışıyor ve zamana oynamanın yeni olanaklar doğurabileceğinin hesabını yapıyordu. Ancak bu oyun fazla uzayamadı. Diğer yandan, benzer bir manzara ekonomide kendisini gösterdi. Kapitalist ekonominin dengelerini altüst edercesine uygulanan politikalar, mevcut dünya ekonomik konjonktüründe güçlü bir şekilde ters tepme sinyalleri vermeye başladı. Hiç şüphesiz anketlerle düzenli olarak havayı koklamakta olan iktidar, kendisine bağlı seçmen kitlesinde algının değişmeye başladığını açıkça gördü. Görülen bir başka şey de kitlelerde artan hoşnutsuzluğun bir belirtisi olarak, yeni kurulan İYİ Partiye ve yeniden canlanmaya başlayan Saadet Partisine AKP ve MHP’den kayış dinamiğinin ivme kazandığıydı.
Bu durum çekmecede bekletilen erken seçim senaryosunun düşünülenden de erken bir tarihe çekilmesiyle sonuçlandı. Böylece, sahneye konulan bir mizansenle Bahçeli’nin ağzından “erken seçim” niyeti duyuruldu. Aslında seçimin erkene alınacağının en son ve en açık göstergesi Türkiye’nin en büyük ana akım medya odağı olan Doğan Medya grubuna apar topar el konulmasıydı. Uzun süredir zaten epeyce kontrol altında tutulan ve istikamet gösterilen Doğan Medya’nın resmen rejimin nüfusuna geçirilmesi, telaşın açık belirtisiydi. Kaldığı kadarıyla bile Doğan Medya’nın mevcut kadrolarının aşındırıcı olabilecek etkisine tahammül edilemeyecek bir noktaya gelinmişti. Örtbas, çarpıtma, manipülasyon ihtiyacı katlanarak artmıştı.
Normalde 16 Nisan 2017’deki referandumda geçen Anayasa değişikliklerinin öngördüğü uyum düzenlemelerinin yapılmış, bunlar arasında özellikle de seçimlerle ilgili düzenlemelerin tamamlanmış olması gerekiyordu. Ancak bunların çok büyük bir bölümü yapılmamıştı. Yani rejim henüz nasıl yapılacağına dair yasaların bile olmadığı bir seçimi ilan etmiş oldu. Tabii seçim kararı alındıktan sonra, istim arkadan geldi, ilgili düzenlemeler apar topar kanunlaştırılmaya başlandı. Hatta bunun için hükümet bir yetki yasası çıkardı ve yine bir KHK ile bu kanunları tartışmasız-itirazsız-son sürat bir şekilde çıkarma yoluna gitti.
Sıkışma
Bütün bu telaşın bir anlamı var: Saray rejimi sıkışmıştır. Evet, yeni rejimin efendileri ellerinde büyük bir güç toplamış bulunuyorlar ve bu onlar için büyük bir avantaj, ama ne kapitalizmin işleyen yasalarının üstündeler ne de güçleri, dünyanın geri kalanını kontrol edecek denli büyüktür. İçte ve dışta değişik açılardan büyümekte olan çelişkiler sonucu rejimin sıkışıklığı artmıştır. Seçimin erkene alınmasının gerekçesi olarak utangaçça ilan edilen hususlar, sıkışmanın rejimin sahipleri cephesinden itirafı niteliğindedir. İlk çıkışı yapma rolü verilen Bahçeli’ye göre, “Seçim sürecine giden yolda toplumsal, ekonomik ve siyasi dinamikleri etkileyen çok sayıda menfi faktör yeşermektedir… Önümüzde kontrol edilemeyen beklenmedik birtakım olumsuz gelişmelerin ortaya çıkma ihtimali ise asla göz ardı edilmemelidir ve bunun pek çok emaresi de şimdiden belirginleşmiştir... Seçim sürecini etkileyen faktörlerin başında, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası ilişkileriyle bunların sosyal, siyasal ve askeri yansımaları gelmektedir. Bir diğer tayin edici öğe ise ekonomik göstergeler ve hükümetin alacağı tedbirlerdir. Bir başka önemli unsur ise uluslararası aktörler tarafından yönlendirilen denetimsiz göç trafiğidir”. Devam eden Bahçeli sonucu şöyle çıkarıyor: “Türkiye’nin bu ağırlık altında daha fazla kalması, 3 Kasım 2019’a kadar sabırla dayanması mümkün değildir. Ülkenin, sistem tartışmalarıyla boğulmak istendiği bugünkü şartlar altında 3 Kasıma ulaşması, istikrar ve dengeyle ulaşması zorlaşmaktadır.” Çok geçmeden arzı endam eden Erdoğan da, “Suriye’deki gelişmelerin hızlandığı, makroekonomik dengeden büyük yatırımlara kadar önemli kararlar vermemiz gereken bir dönemde seçim konusunu ülkemizin gündeminden bir an önce çıkarmak şarttır” demiş ve daha sonraki bir konuşmasında da, “24 Haziranda seçim yapma kararının bir çeşit depreme hazırlık faaliyeti” olduğunu ilan etmiştir.
Bu ifadeler uzun boylu izahı gerektirmiyor. Ülke, bizzat baş failin ağzından ilan edildiği üzere, bir “depremin” eşiğine getirilmiştir. Gerçekten de, 15 yılı aşkın süredir devam eden tek parti iktidarının ardından ülkenin getirildiği nokta “deprem” benzetmesiyle anlatılacak cinstendir. Tüm bu yıllar boyunca sefil bir propagandayla istikrar için koalisyonların değil tek parti iktidarlarının olması gerektiğini, dünyanın en yüksek seçim barajının gerekli olduğunu pompalayanlar, şimdi bir yandan ittifak ve koalisyon sistemini resmi hale getirip pazarlarken, bir yandan da ülkenin bir krizde olduğunu itiraf ediyorlar. Üstelik bu iktidar safahatının son iki yılı tüm devlet erklerinin tek elde toplanıp alabildiğine keyfi ve hoyrat biçimde kullanıldığı, parlamentonun işlevsizleştirildiği, medyanın aşağı yukarı tamamının ele geçirildiği, grevlerin yasaklandığı, yüz binlerce insanın hapislere atıldığı, işine son verildiği bir olağanüstü hal altında geçmiştir. Böylece “tek parti iktidarı istikrar getirir” mavalının çöküşünün yanına, “olağanüstü hal istikrar getirir” yalanının çöküşü de eklenmiştir.
Bugün çok ciddi bir ekonomik krizin ayak sesleri kendini duyurmaktadır. Uzun yıllardır uygulanan ekonomik saldırı ve yağma politikaları, dünyada ekonomik konjonktürün de değişmesiyle birlikte, büyük oranda inşaat ve kent rantına dayalı hormonlu büyüme politikalarını hızla bir darboğaza sürüklemektedir. Bugün yaşananlar, Türkiye’nin organik bir parçası olduğu kapitalist dünya ekonomisinin tıkanıklıklarıyla da bağlantılı olarak, biriken çelişkilerin artık geçiştirilemeyecek bir noktaya gelmesini temsil ediyor. Sürekli olarak dışarıdan gelen borçla finanse edilen büyüme, mali sermayenin korunaklı limanlar olarak görülen gelişmiş kapitalist ülkelere doğru geri dönüş eğilimine girmesiyle birlikte, tıkanmaya ve borcun çevrilmesini zorlaştırmaya başlamıştır. Bugün Türkiye’nin dış borcu 450 milyar doları aşmış durumdadır. AKP iktidara geldiğinde dış borç 100 milyar doların altındaydı. Bu, 15 yılda 4,5 kat artış anlamına gelmektedir. Büyüyen sadece borç değildir; özellikle son birkaç yılda borcun milli gelire oranı, cari açık, bütçe açığı, enflasyon, döviz kurları, faizler de yükselmektedir. Döviz kurlarının sadece yılbaşından bu yana %20’yi bulan zıplamalı yükselişi, borcun TL karşılığını daha hızlı büyütmektedir. Eklemek gerekir ki, işlerin bu noktaya gelmesinde Erdoğan’ın uluslararası sermayeye pek güven vermeyen tutumları, özellikle de ABD ve AB ile birçok konuda zıtlaşması, bölgede alt-emperyalist bir siyaset izleme konusunda boyunu aşan hamlelere kalkışması, iktidarının toplumsal desteğini ve yandaş sermaye gruplarının çıkarlarını korumak için yaptığı harcamalar ve faiz konusundaki takıntılı tutumu da rol oynamıştır.
Tüm metaların temel girdisi konumundaki akaryakıta gelen silsile halindeki zamlar ve zaten üretim girdilerinin çok ciddi oranda ithalata dayalı hale gelmiş olması nedeniyle yükselen maliyetler, kaçınılmaz olarak hayat pahalılığını hızla arttırmaktadır. Üstelik son dönemdeki hızlı yükselişlerin girdiler üzerindeki etkisi henüz fiyatlara tümüyle yansımış değildir. İşsizlik, kamuya geçici işçi alımıyla vahim durumu hafifletme çabalarına, verilerdeki tüm makyajlama gayretlerine ve rakamların son dönemdeki kötüleşmenin etkilerini henüz tam olarak yansıtmamasına rağmen yükselmektedir. Üstelik hükümet görüntüyü kurtarmak için ekonomiye sayısız müdahalede bulunduğu halde durum böyledir.
Dev şirketler birbiri ardına borçlarını ödeyemez duruma gelmekte ve borçlarının “yeniden yapılandırılması” için bankaların kapısını aşındırmaktadır. Dövizdeki yükseliş devam ederse, döviz cinsinden yüksek borcu olan çok sayıda şirketin zincirleme iflas etmesi söz konusudur. Bu tehlikeyle paçası tutuşan hükümet, tüm faiz karşıtı nutuklarına rağmen Erdoğan’ı faiz artışına razı edebilmiş görünmektedir. Ama bunun derde deva olacağı şüphelidir. Şimdiye kadar kapitalist ekonominin asıl büyük motoru haline getirilmiş inşaatta da büyük iflasların kapıda olduğu, hatta bunun ilk örneklerinin yaşandığı görülüyor. Bunu engellemek için hükümetin kamu bankaları üzerinden tüketici kredisi faizlerini düşürme şeklindeki müdahaleleri de işe yaramamaktadır. Bu alandaki büyük çöküşlerin işsizliği özellikle ağır biçimde etkileyeceğini söylemeye gerek yok. Kitlelerde biriken hoşnutsuzluğun farkında olan hükümet, kötüleşmenin muhtemelen kendi beklentisinden de hızlı ilerlemesi nedeniyle, algı değişimini düzeltmek, hiç olmazsa daha kötüye gitmesini engellemek için son haftalarda emekçi kitlelere rüşvet üstüne rüşvet dağıtmaya girişti. Paçaları tutuşmuş halde dış kaynak arayışına çıkan hükümet, “varlık barışı” gibi afili adlar altında kara paranın aklanmasının yolunu bir kez daha açtığını ilan etmek durumunda kaldı.
Suriye’deki tıkanma ise sıkışmanın diğer bir boyutunu oluşturmaktadır. Türkiye’nin Suriye’de kâh bir büyük emperyalist gücün, kâh ötekinin yanına yanaşmak suretiyle kullandığı marj alanının limitlerine dayandığı görülüyor. Esas olarak Rusya’yla yapılan pazarlık çerçevesinde verilen tavizler karşılığında elde edilen imkânların sonuna gelinmiştir. Gelinen noktada, Türkiye İdlib bölgesi dışında cihatçı grupların hâkim olduğu neredeyse tüm cep bölgelerin temizlenmesinde isteksizce de olsa katkısını sunmuş ve işin bu safhası artık tamamlanmıştır. Cihatçı gruplar açısından geriye esas olarak İdlib kalmıştır. Türkiye’nin önce Cerablus bölgesine daha sonra da Afrin’e girmesine izin veren Rusya, önce Halep’in temizlenmesiyle ilk taksit ödemeyi almış, ardından başta Şam’ın Doğu Guta bölgesi olmak üzere diğer ceplerdeki temizlikle ikinci taksit ödemeyi almış, şimdi de sıra İdlib’e gelmiştir. Türkiye İdlib’te kendisine verilen “kontrol noktaları” oluşturma görevini de sündüre sündüre de olsa yerine getirmiştir. Geriye buranın nihai temizliği kalmış durumdadır.
Öte yandan tüm zorlamalara rağmen ABD’den Menbiç ve Fırat’ın doğusu konusunda vize alamamış, bu konuda da yelkenleri suya indirmiştir. Birkaç hafta öncesine kadar neredeyse her gün işittiğimiz Menbiç naraları yerini manidar bir suskunluğa bırakmıştır. Genel olarak ABD ve Avrupa desteğindeki SDG güçlerinin kontrolünde olan bölgelerin ve Türkiye’nin kontrolündeki toprakların akıbetinin ne olacağı sorunu daha öteye bırakılmış görünmektedir. Tüm bu tablo, Suriye bağlamında yeni kahramanlık ve zafer öyküleri ya da gaza edebiyatı için şu aşamada pek malzeme kalmadığını, dolayısıyla seçimler bağlamında buradaki savaş sürecinin kullanılması imkânlarının sınırlandığını göstermektedir.
Toplumda hoşnutsuzluk, muhalefette canlanma
Güncel siyasal durum ve seçimle ilgili temel bir belirleyen, iktidarın dış politikada ve ekonomide sıkışmışlığı ise, bir diğeri de genel olarak toplumsal hoşnutsuzluğun artmasıdır. Bunun bir yönünü AKP ve MHP’ye oy veren kitlelerin bir bölümünün hoşnutsuzluğu oluşturmaktayken, diğer yönünü muhalif kitlelerin dört bir koldan kuşatan baskı rejimi altında tümüyle pasifize olmayıp, diriliğini koruması, hatta giderek canlanması oluşturmaktadır.
Erdoğan’ın keyfi tek adam rejimi muhalif kitlelerin yanı sıra kimi AKP’li kesimleri de rahatsız etmeye başlamıştır. Çalışma ve yaşam koşullarının belirgin biçimde ağırlaşması, özellikle hayat pahalılığının gitgide daha sert biçimde kendini hissettirmesi genel bir hoşnutsuzluğun zeminini döşüyor. Bu zemin üzerinde, Erdoğan’ın fazla ileri gittiğini, kibirli davrandığını düşünenlerin sayısı artıyor. Aslında ekonomik koşulların bu denli ağır olmadığı iki yıl önceki 7 Haziran seçimlerinde bile böylesi bir durum kendisini göstermiş ve AKP’nin oyu %40 düzeyine düşmüştü. Aslında AKP’nin büyüsü çoktan bitmiştir. Oy tabanının bir bölümü her şeyi kaybederiz korkusuyla sıkı sıkıya sarılırken, bir başka bölümü kendisini tatmin edecek başka bir seçenek arayışına girmiş haldedir. Hiçbir koşulda bu kitleler gidişatın iyi olduğunu, geleceğin parlak olduğunu düşünmüyor. Baskın ruh hali endişedir. Erdoğan’ın miting ve kitle toplantılarındaki cansızlık, kendisinin bile bunu bir şikâyet konusu olarak dile getirip kitleyi canlandırmaya çalışması bir göstergedir. Bir diğer gösterge de medyadaki tüm istilaya rağmen, ara ara bazı AKP’li yazarların kendi cephelerinde durumun sorunlu olduğuna dair itiraflarda bulunmasıdır.
Kitleler açısından medya ile ilgili şöyle bir durum da söz konusudur. Özelikle ekonomik durum kötüleşirken medyanın bunu pek işlemiyor oluşu, aksine her şey iyi gidiyormuş gibi tablolar çizmesi tepki toplamakta, ters tepmektedir. Şu anda büyük televizyon kanalları içinde muhalif içerikli haber bülteni olan Fox Haber’in en çok izlenen ana haber bülteni olması bu konuda fikir vermektedir.
Muhalif kitleler cephesine gelince, bu kitlede var olan ve burjuva muhalefetin izlediği rejimi meşrulaştırıcı politikalar nedeniyle pekişip genelleşme eğilimi gösteren “ne yapsak boş, bir şey değişmez” havası kırılmıştır. Bir moralsizlik değil, aksine yükselen bir moral hava vardır. Bütün bunlar burjuva muhalefetin ta 15 Temmuz’dan bu yana izlediği heves kırıcı yatıştırma politikalarına rağmen söz konusudur. Aslında bu durumun kendisi toplumdaki genel haleti ruhiye değişimi hakkında fikir vermektedir. Muhalif kitleler 7 Haziran sürecinden beri uygun koşulların olduğu her durumda bir canlanma göstermiş, 16 Nisan referandumu gecesi sokağa çıkma eğilimi göstermiş, Adalet Yürüyüşü ve sonundaki mitingde ciddi bir hareketlilik yaşamış, bu yılın 1 Mayıs’ına kitlesel ve moralli bir katılım sergilemiş ve son olarak da şimdi bu seçim sürecinde benzer bir canlanma içine girmiştir. Türkiye’de şu anda 7 Haziran 2015 seçimleri öncesindekine kısmen benzeyen bir hava oluşmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun sönük profilinden farklı bir portre çizen, Kürt sorunu gibi konularda dahi suskun kalmayan, hatta Mecliste Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında ret oyu vermiş Muharrem İnce’nin aday gösterilmesinin, rejime muhalif CHP kitlesi açısından toparlayıcı, canlandırıcı bir işlev gördüğü görülüyor. Tüm medyanın karartmasına rağmen, seçim ilanından itibaren uzun süredir ilk kez gündem muhalefet tarafından belirlenmeye başlamıştır.
Aslında iktidarın seçim bağlamındaki pozisyon ve söylemleri, hatta kimi konulardaki suskunlukları, bu havayı tersinden doğrular niteliktedir. AKP olsun MHP olsun Kürtleri düşmanlaştırıcı söylemden dikkatle kaçınıyorlar. Sadece bu değil, savaşçı bir söylemi bile pek işitmiyoruz. Bunun Kürt kitlelerdeki kızgınlığı yatıştırma çabası olduğunu görmek zor değildir. Ama sorun sadece Kürt meselesi de değildir, AKP ve Erdoğan’ın seçim propagandasında özgürlüklerden, yargı bağımsızlığından vs. söz ediliyor olması, hatta yer yer laiklikten dem vurulması da dikkat çekicidir. Öte yandan yoksul emekçileri doğrudan ilgilendiren birtakım seçim rüşvetlerinin apar topar dağıtılmaya başlanması da dikkat çekicidir. Kitlelerdeki hoşnutsuzluğu ve iktidarın telaşını doğrulamanın yanı sıra, tüm bunların işaret ettiği temel bir nokta var. Rejim, tüm baskıcı karakterine rağmen sadece çıplak zor yoluyla yönetememekte, kitlelerde en azından belirli bir düzeyde rıza üretme zorunluluğundan kaçamamaktadır. Bu Erdoğan ve AKP açısından bir zayıf noktadır, iktidarının maliyetini yükseltmektedir. Erdoğan seçim badiresini ne yapıp edip atlatsa bile, bu hoşnutsuzluğun sonraki süreçte de yerinde duracağı, hatta gelecek yeni saldırılarla daha da artacağı düşünüldüğünde, bu noktayı görmenin önemi de artmaktadır.
Normal bir seçim değil
Kitlelerin genel olarak artan hoşnutsuzluğu ve muhalif dinamiklerdeki canlanma, siyasal denklemdeki olumlu unsurlar olmakla birlikte, tüm bunlar bizi 24 Haziranda yapılacak seçimlerle ilgili siyasal denklemin çok önemli bir diğer özelliğine getirmektedir. Bu seçimler normal seçimler değildir, olmayacaktır. Burjuva düzende her alanda olduğu gibi bu alanda da genel olarak büyük bir eşitsizlik olması bir yana, burjuva demokrasisinin asgari kuralları dahi bu seçimlerde geçerli değildir. Her şeyden önce seçimlerin OHAL rejimi altında yapılacak olması kendi başına bir şaibedir. Bu, insanlar üzerinde açık bir devlet baskısı ve seçim sandıkları üzerinde devletin karanlık gölgesidir.
Başkan adaylarından biri olan Demirtaş hapiste tutulmakta, medya ablukası ve karartması misliyle artmakta, binlerce HDP yöneticisi, örgütçüsü ve üyesi keza hapiste tutulmakta, HDP’nin seçim çalışmaları engellenmekte, muhalefet parti ve liderlerinin çalışmalarına medyada neredeyse hiç yer verilmemektedir. Sosyalist çizgideki partilerin seçimlere katılma hakkı açıkça gasp edilmiş, hiçbirinin seçimlere katılmasına izin verilmemiştir. YSK’yı kontrolüne almış olan iktidar, seçim yasalarını da her türlü manipülasyona uygun tarzda değiştirmiş, sandıklar üzerinde demokratik denetimi kısıtlamış durumdadır. 16 Nisan referandumunda bizzat YSK tarafından yasadışı olarak yapılanlar şimdi yasal hale getirilmiştir.
Seçim Saray rejimi için artan ölçüde bir badireye dönüşmüştür. Sarayın bu badireyi atlatmak için elinden gelen her yolu kullanacağına, tüm gücüyle yükleneceğine kimse şüphe etmemelidir. 7 Haziran seçimlerinin öncesinde ve asıl olarak da sonrasında yaşananlar unutulmamalıdır. Nitekim Erdoğan da İngiltere röportajlarında 7 Haziran sonrasına açıkça gönderme yapmıştır.
Ne yapmalı?
Bu seçimlerde, türlü dalavereyle de olsa tek adam rejiminin “seçimle” pekiştirilerek sürdürülmesi planlarını zora sokacak, sonrasındaki toplumsal ve siyasal mücadelelere daha elverişli zemin oluşturacak doğrultuda bir yaklaşım gösterilmesi son derece önemlidir. Seçimlerin manipüle edilmesi doğrultusunda planlamaların yapıldığına şüphe yoktur. Başka bir soru bağlamında söylese de Erdoğan’ın A, B, C planlarının olduğundan söz etmesi, iktidarı terk etmemek için her yolla sonuna kadar direneceğini gösteriyor. Ancak siyaset bir mücadeledir, mücadele edecek güçler sorunudur. Erdoğan bunu yapmaya çalışacak, muhalif güçler de kendi kulvarlarından bunu boşa çıkarmaya çalışacaktır.
Erdoğan liderliğindeki totaliter rejim, ortaya koyduğu sandıkla Erdoğan’ın başkanlığının onaylanmasını ve meşruiyetinin tescil edilmesini istiyor, bunun aksi bir sonuç çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Ancak yine de şu bilinmeli ki, sandıktan bu sonucu çıkarsa da rejim istediği türden bir rahata kavuşamayacaktır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere hem ekonomik hem de siyasi krizin öğeleri fazlasıyla mevcuttur. Erdoğan işçi sınıfındaki büyüyen hoşnutsuzluğu giderebilecek sus paylarını sunabilecek olanaklardan yoksundur. Dolayısıyla Erdoğan kendisi için gitgide bir badireye dönüşen seçimi atlatsa bile, Türkiye’yi yeni toplumsal ve siyasal mücadeleler beklemektedir. Günümüzün dünya koşullarında Türkiye somutluğundaki bir ülkede işçi sınıfını ve genelde emekçi kitleleri hedef alacak ağır saldırıların uzun süre sineye çekilmesi mümkün değildir. Dahası uluslararası alanda Türkiye’nin ciddi bir sıkışmışlığı söz konusudur. Bir yanda ABD diğer yanda Rusya ters yönlere çekiştirmekte, tarihsel kriz koşullarında Türkiye üzerine giderek daha fazla basınç bindirmektedirler. Bu hususlar sınıf devrimcilerinin 24 Haziran seçimlerine yaklaşımının bir başka yönünü oluşturmaktadır. O nedenle mücadele hiçbir surette sandığa hapsedilmemelidir.
Bu seçimlerle ilgili izlenmesi gereken politikanın temel bir çizgisi, tek adam rejiminin zayıflık ve kırılganlıklarını büyütmek, seçimlerden rejimin meşruiyet krizini derinleştirmek üzere yararlanmaktır. Bu bakımdan, hâlihazırda oluşmuş ve kendi kanallarından akmakta olan tepkilerin, olası en büyük sonucu almasını sağlamaya çalışmak bu perspektifin doğal bir gereğidir. Herkes bu rejime karşı kendi protestosunu, kendi HAYIR’ını (ya da kendi TAMAM’ını) yükseltmelidir. Marksist Tutum açısından özelde Demirtaş’ın ve HDP’nin desteklenmesi tercihinin yanı sıra, genelde seçimlerde rejim blokunun karşısındaki kümeyi her koldan büyütmeye çalışmak ve sandıkta bu kümenin en yüksek oyu almasını gözetmek gerekmektedir. Sallanan, tereddüt geçiren AKP-MHP seçmeni işçi-emekçilerin rejim blokundan uzaklaştırılarak karşı cephede konumlanmasını sağlamak, onlara bu baskıcı rejim karşısında tutum alıcı yönde adım attırmak özellikle önemlidir. Bir adımsa bir adım, iki adımsa iki adım, vb.!
Öte yandan rejimin seçimi kendi meşruiyetinin bir aracına çevirme, manipülasyon, dalavere ve oy gaspı çabalarını, onu kendi oyun bahçesi haline getirme gayretini boşa çıkarmanın bir boyutunu hiç kuşkusuz ezilen Kürt halkıyla dayanışma oluşturmaktadır. Son günlerdeki oportünist sessizlik bir yana, rejim ta 7 Haziran seçimlerinden bu yana Kürt halkına, onun temsilcilerine karşı adeta bir kan davası gütmektedir. Kürt halkı adeta cüzamlı muamelesine tâbi tutulmuş, kentleri o günlerden bu yana yakılıp yıkılmış, belediyelerdeki temsilcileri derdest edilmiş, belediyelerine tepeden paraşütle kayyum atanmış, başta Selahattin Demirtaş gibi en önemli liderler olmak üzere binlerce siyasi temsilcisi hapse atılmış, örgütlü faaliyet yapma olanakları neredeyse ellerinden alınmıştır. Cumhurbaşkanı adayı olan Demirtaş ısrarla hapiste tutulmakta, seçimlere eli kolu bağlı sokulmak istenmektedir. Rejim Kürt halkının oylarını gasp ederek HDP’yi baraj altında bırakmak ve onun hak edeceği 70 civarındaki milletvekilliğine havadan konmak istemektedir. Normal şartlarda Meclis çoğunluğunu sağlama ihtimali hayli düşük olan AKP-MHP cephesi ancak böylesi bir gaspla buna ulaşabilecek. Bunların rejimin karakteri hakkında da fikir veren kirli hesaplar olduğu açıktır. Mevcut şartlarda Kürt halkıyla dayanışma bu hesapları boşa çıkarma çabasının önemli bir kolunu oluşturacaktır.
Yazımızı 15 Temmuzdan 24 Haziran seçimlerine giden sürece ilişkin bazı önemli hususları hatırlatarak noktalayalım. Devrimci muhalefetin gücünün çok sınırlı olduğu koşullarda, asıl olarak büyük kitleleri etkileme gücündeki diğer muhalif güçlerin 15 Temmuz’dan bu yana rejimin meşruiyetini hedef alacak bir yol tutturmaları mümkündü. Meclisten çekilmek, referandumu boykot etmek, Adalet Yürüyüşü örneğinde olduğu gibi sokağı hareketlendirmek türü yollar şimdiye kadar etkin biçimde devreye sokulsaydı, bugünkü seçimin boykotu gibi seçenekler anlamlı olabilirdi. Ancak o safha geçilmiştir. Bunun yanı sıra, tarif etmeye çalıştığımız gibi, toplumdaki hoşnutsuzluk artmış, nüfusun en az yarısını oluşturan muhalif kitlelerde seçim süreciyle birlikte bir siyasal hareketlenme ve moral motivasyon başlamıştır. Özetle hava değişmiştir. Toplumda bu gidişatın değiştirilebileceğine dair iyimser ve hatta coşkulu bir hava oluşum halindedir. Bu durumda tek adam rejimine karşı, seçimleri dışlamayan ama ona endekslenmeyen bir mücadele hattı izlemek en doğru yoldur. Seçime endekslenmeyen böyle bir hat, aynı zamanda bu olumlu havanın hayal kırıklığına dönüşmesini engellemek için de elzemdir.
link: Levent Toprak, 24 Haziran’a Giderken, 28 Mayıs 2018, https://marksist.net/node/6377
ABD’nin İran Hamleleri, Lübnan’da ve Irak’ta Seçimler
Eleğin Çemberi