Myanmar’ın batısında yer alan Arakan eyaletinde yaşayan Müslüman Rohingya halkının uğradığı zulüm, son haftalarda yerli ve yabancı İslamcı medyanın baş konularından biriydi. Endonezya’sından Malezya’sına, İran’ından Türkiye’sine kadar pek çok ülke, katliam boyutuna varan saldırılardan Myanmar hükümetini sorumlu tuttu ve BM’nin derhal duruma müdahale etmesi gerektiği yönünde açıklamalar yaptı. Batı medyasının (daha düşük bir dozda olsa da) yer verdiği katliam haberleri sayesinde oluşan uluslararası baskının da etkisiyle Myanmar hükümeti duruma el koyduğunu (bölgede sıkıyönetim ilan etmek suretiyle), çatışmaların sona erdiğini ve isteyen ülkelerin heyetlerinin gelip incelemeler yapabileceğini söylemek durumunda kaldı.
Medyada yer alan haberler o denli çarpıcı ve etkileyiciydi ki, Suriye’deki iç savaş ve Kürt sorunuyla dolu olan gündem bir süreliğine olsa da değişti ve kamuoyunun ilgisi bir anda Arakanlı Müslümanların yaşadığı sıkıntılara çekildi. Kürtler hariç ezilen halklara “insani yardım götürme” pozları kesen Türkiye’nin atak dışişleri bakanı, yanında başbakanın eşi ve kızı olduğu halde Myanmar’a apar topar bir ziyaret düzenleyerek hem hükümetle resmi görüşmelerde bulundu hem de durumu yerinde incelemek amacıyla Arakan eyaletine gitti. Kuşkusuz bu heyete çeşitli işadamları ve Kızılay da eşlik ediyordu. Yürek burkan görüntüler eşliğinde Kızılay’ın perişan vaziyetteki halka yaptığı yardımlar medyada epeyce yer alırken, kadrajın dışında kalan sahnelerde Türk işadamlarının ve diplomatlarının gayet “duygusal” nedenlerle yürüttükleri girişimler cereyan ediyordu.
Başta Türkiye olmak üzere çeşitli İslam ülkelerinin bu “insanlık dolu” girişimleri, demokrasi götürme ve insani yardım konusunda çok daha duyarlı ve deneyimli olan (!) Amerikan emperyalizmi tarafından da desteklendi ve teşvik edildi. Amerikan emperyalizminin el atmayı planladığı yerlerdeki demokrasi ve insan hakları sorunlarına karşı pek bir hassas olan bazı sivil toplum örgütlerinin raporladığı ve gayretkeş çabalarla dünyanın gündemine soktuğu gelişmeler, zaten Batı kamuoyunun ilgisi dâhilinde olan Myanmar’ın bir kez daha tartışmalara konu olmasına sebep oldu. Emekçilerin, gördükleri iç karartıcı manzaralar karşısında samimi duygularla yürekleri sızlarken, emperyalistler ve bölgesel güçler kendi planlarını hayata geçirecek ve çıkarlarını geliştirecek hamleler yapmakla meşguldüler. Bu arada Arakanlı Müslüman halkın çektiği acılar da, emperyalistlerin kirli emellerini hayata geçirebilmesinin malzemesi oluyordu.
İşin aslı, Myanmar’ın Arakan eyaletinde yaşananlara yönelik bu tutumlar, bir yandan kapitalizmin çürümüşlüğünün ve insanlık dışılığının, diğer yandan da emperyalizmin klasik yöntemlerinden biri olan “ulusal, dinsel, etnik ve bölgesel sorunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma” taktiğinin tipik göstergelerinden biridir. Myanmar devletinin ülkedeki etnik azınlıklara uyguladığı baskılar ve giriştiği katliamlar hiç de yeni ve bilinmez değildir. Hatta özel olarak Arakan’daki Müslüman sorununun yaratıcılarından biri olarak İngiliz emperyalizmini saymak mümkündür. Ama bu tür konularla ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği gibi ilgilenen Batılı emperyalistlerin başını çeken ABD, son yıllarda Asya-Pasifik bölgesiyle özel olarak ilgilendiğinden, Arakan meselesi Çin’in güçlü nüfuzu altındaki Myanmar’ın sözde sivil hükümetine karşı kullanılacak önemli bir koz niteliği taşıyordu. Bu yüzden mesele kısa sürede dünya medyasının gündemine taşındı. Ancak ABD, tıpkı Suriye meselesinde olduğu gibi, kendisini bir miktar geride tutarak çeşitli İslam ülkelerini öne itti. Çünkü uzun zamandır Batı’nın ekonomik ve siyasi ambargosu altındaki Myanmar’da ordunun güya demokratik bir seçim düzenleyerek yönetimi “sivil” bir hükümete bırakmasının ardından, uzun yıllar sonra çeşitli Amerikan firmaları (Chevron, General Electric, Visa, 20th Century Fox gibi) ülkede yatırımlar yapmaya başlamış ve çeşitli imtiyazlar elde etmişlerdi. Şimdi durduk yerde Myanmar hükümetiyle arasının bozulmasını arzulamayan, ama Çin’in ülkedeki güçlü nüfuzunu kırmak açısından böyle bir kozu kullanma fırsatını da kaçırmak istemeyen ABD; Türkiye, Endonezya, Malezya gibi ülkeleri öne iterek istediği yaygaranın kopmasını ve basıncın oluşmasını sağlamış oldu.
Kendi bulunduğu bölgede zaten başa güreşen güçlerden biri olan Türkiye’nin emperyalist vizyonu açısından ise bu sorun, kaçırılmaması gereken bir fırsat niteliği taşıyordu. Tıpkı yakın zaman önce gündeme gelen Somali örneğinde olduğu gibi, Türkiye, kendi emperyalist emelleri doğrultusunda ve ABD’nin de inayeti ve yönlendirmesiyle, buralara “insani yardım götürme” bahanesiyle yerleşmek için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Geçmişte bu hayaller için Türkî halklar malzeme ediliyordu. Şimdi burjuvazinin ufku daha genişlemiş olduğundan, “Türk dünyasının liderliği”, “Müslüman dünyanın liderliği” hedefine büyütülmüştür. Artık nerede Müslümanların başına bir iş gelse veya Müslümanlarla ilgili bir durum olsa, orada Türkiye’yi görmek mümkün olacaktır. Böylece Müslümanlık ve İslamiyet gibi konuların Türkiye’nin emperyalist vizyonunun bir aracı kılındığı da tescillenmektedir.
AKP hükümeti açısından konuyu olabildiğince abartarak gündeme taşımanın bir sebebi de, hiç kuşkusuz, Suriye ve Kürt meselelerinde yaşadığı köşeye sıkışmışlık halinden bir nebze olsun kurtularak zaman kazanmaktı. Gelişmelerin bu açıdan ne kadar işlev gördüğü tartışılır olsa da, Türkiye’nin ve Batılı emperyalistlerin, böylesine insani bir dramı dahi nasıl kirli emellerine alet edebildiklerini göstermesi açısından ibret vericidir.
Arakan meselesinin arka planı
Konu, özellikle İslami medya tarafından abartılı ve ısrarlı bir şekilde gündeme taşınmış olduğundan, akıllara takılan önemli sorulardan biri, ortada gerçekten bir sorun olup olmadığıdır. Hele ki Türkiye gibi ezilen Kürt halkına on yıllardır zulüm yapılan bir ülkede, güya insani duygularla dolup taşan bu çevrelerin, Kürt halkının çektiği acılar karşısında bu denli kör, sağır ve dilsiz olup da başka ülkelerdeki halkların acılarına bu denli duyarlı olmaları, doğal olarak şüphe uyandırmakta ve insanları “acaba işin içinde nasıl bir bit yeniği var” sorusunu sormaya yöneltmektedir. Kuşkusuz işin içinde pek çok bit yeniği vardır, ama Arakan’da ve Myanmar’ın diğer bölgelerinde yaşayan Müslüman azınlığın ciddi baskılara maruz kaldığı da bir gerçektir.
Arakan’da yaşayan Müslümanların (Rohingya halkı) bugünlerde gündeme gelmesine yol açan olaylar dizisi özetle şöyledir. Önce Haziran ayında 3 Müslümanın Budist bir kıza tecavüz ettikleri ve öldürdükleri haberi ortalığa yayılmış, ardından 300 kişiden oluşan Budist bir topluluk, içinde Müslümanların bulunduğu bir otobüsü durdurarak 10 kişiyi öldürmüştü. Sonrasında ise olaylar hızla yayılarak etnik ve dinsel bir çatışmaya dönüşmüştü. Eyalette çoğunluğu oluşturan Budistler (eyalete adını veren Arakan halkı), Myanmar ordusunun ve polisinin de göz yummasıyla, hatta çoğu durumda desteğiyle, Rohingyalara yönelik yer yer katliama varan saldırılara girişmişti. Rohingyalar da kimi yerde kendilerini savunmak kimi yerde de karşı saldırıda bulunmak suretiyle harekete geçmişti. Bu noktadan sonra, Temmuz ayı içinde hükümet bölgede sıkıyönetim ilan ederek kontrolü eline almış, ama Rohingyalara yönelik saldırılar devam etmiş, daha da ötesi iş etnik göç noktasına vardırılmıştı. Sonuç olarak, toplamda binden fazla insan ölmüş (farklı kaynaklar farklı rakamlar verdiğinden ölü sayısı 85 ilâ 3000 arasında değişmektedir) ve on binlercesi de göç etmek zorunda kalmıştı. Göç etmek zorunda kalanlar asıl olarak Rohingyalardır ve şu anda 100 bine yakın insan Bangladeş sınırındaki kamplarda yaşam savaşı vermektedir. Son birkaç aylık gelişmeler bunlardır, ama mesele hiç de yeni bir mesele değildir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, etnik ayrımcılık ve dolayısıyla da etnik çatışmalar, Myanmar tarihinde hemen hiçbir dönem eksik olmamıştır. Ülkedeki etnik çeşitlilik, bu çatışmaların nesnel zeminini oluşturmaktadır. 55 milyon nüfuslu Myanmar’ın yaklaşık %60’ı Budist Burma halkından oluşmaktadır. Geri kalan %40’ı ise çeşitli etnik topluluklar teşkil etmektedir. Burma halkı hariç ülkede 135 civarında farklı etnik grup olduğu bilinmektedir ama azınlık statüsünde görülen 7 topluluk mevcuttur; Arakan, Çin, Kaçin, Karen, Mon ve Şan halkları. Burmalılar genel olarak ülkenin merkez ve iç bölgelerinde, diğer etnik gruplar ise çevre ve sınır bölgelerinde yoğunlaşmış durumdadırlar. Bu 7 azınlığın dışındaki etnik gruplar ise azınlık statüsü bile taşımadıklarından, azınlık haklarına da sahip değildirler. Örneğin Rohingyalar, Myanmar devletince “Bangladeş’ten gelmiş yasadışı göçmenler” olarak görüldüklerinden vatandaş bile sayılmamakta ve hiçbir sosyal-siyasi haktan da yararlanamamaktadırlar. Arakan eyaletinde sayıları 1,5-2 milyonu bulan ve tüm ülkede de 3 milyon civarında olan Müslüman kesime yönelik negatif ayrımcı politikaların uzun yıllardır izlendiği bir gerçekliktir.
Ülkede ve bölgede hâkim din Budizm olmasına rağmen, hemen hemen 9. yüzyıldan beri bölgede Müslüman azınlıkların yaşadığı bilinmektedir. İngiliz emperyalizminin hâkimiyetine kadar bu Müslüman azınlıkla Budist çoğunluk arasında büyük bir sorun yaşanmamış, ancak İngilizler tüm sömürgelerinde yaptıkları gibi, burada da hâkimiyetlerini daha rahat sürdürebilmek adına halklar arasına nifak tohumları ekmekten geri durmamışlardır. Hindistan’dan ve Bangladeş’ten işçi olarak getirtilen Müslümanlar, ülkedeki Müslüman azınlıkla birleşince ve Budist çoğunluğun bağımsızlıkçı hareketini kırmakta kullanılınca ilk düşmanlıklar da yeşermiştir. Her ne kadar sonradan ülkenin bağımsızlığını elde etmesi sürecinde Müslümanlar da diğer halklar gibi mücadelede yerlerini alsalar ve 1948’deki bağımsızlıktan 1960’lardaki askeri darbeye kadar ülke federatif bir biçimde yönetilmiş olsa da, özellikle bu tarihten sonra, güya sosyalist Birmanya rejimi, gerçekte tam bir askeri diktatörlük altında Burma halkı hariç her türlü etnik topluluğa karşı tam bir etnik ayrımcılık ve baskı uygulamıştır. Bu yüzden bugünkü birleşik Myanmar’ı oluşturan hemen her bir eyalette farklı dozda ve düzeylerde silahlı isyan hareketleri vücut bulmuş ve yakın zamana kadar da sürmüştür.
Nihayet 2008’de yapılan anayasal düzenlemeyle birlikte, azınlık olarak tanımlanmış etnik gruplara, silah bırakmaları ve Sınır Güvenlik Gücü adı altında orduya katılmaları şartıyla, özerklik yönünde bazı kısmi haklar tanınmıştır. Ancak sorunun kökten çözümü açısından bu düzenleme yeterli olmamıştır, çünkü ne ordu güdümündeki Myanmar hükümeti verdiği sözlerin hepsini tutmuş ve ne de Myanmar üzerindeki nüfuzlarını sürdürmek ve geliştirmek açısından bu hareketlerin bazılarını el altından destekleyen ve manipüle eden Çin, Tayland ve Hindistan gibi ülkeler ellerini geri çekmişlerdir. Neticede 2008 anayasasıyla öngörülen uzlaşma platformuna silahlı grupların bir kısmı katılmamıştır.
Myanmar’daki etnik çatışmaların kolayından ve kısa vadede çözülmeyeceği açıktır. Bu tabloya Myanmar’da iktidarın asıl sahibi olan ordunun siyasi gücünü korumak için sürdürdüğü devletçi-şovenist ve hatta yer yer ırkçı politikalar da eklendiğinde, mesele daha da çözülemez bir hal almaktadır.
Önemli bir tarihsel arka plana sahip etnik sorunların ve Arakan meselesinin Batılı emperyalistlerce bugün gündeme getirilmesinin ise farklı ekonomik ve siyasal sebepleri vardır. Obama yönetimindeki ABD’nin hegemonya yarışındaki yerini sağlamlaştırmak açısından, en büyük rakiplerinden biri olan Çin’i kuşatmak ve gücünü kontrol etmek için Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaşması, Arakan meselesine olan ilginin gerçek nedenini ortaya koymaktadır. Çin’in Myanmar’da nüfuzunu sürdürmek ve güçlendirmek için giriştiği yeni proje de, ABD’nin bölgeye dönük adımlarını hızlandırmıştır.
Söz konusu proje, Myanmar’ın batısında yer alan ve Bengal Körfezine açılan Arakan eyaletinin sahil şeridinden başlayan ve tüm Myanmar’ı boylu boyunca kat ederek Çin’e bağlanan bir boru hattının inşasıyla ilgilidir. Boru hattıyla Bengal Körfezindeki zengin yataklardan petrol ve doğalgaz Çin’e nakledilecek, böylece hem Çin’in artan enerji ihtiyacı karşılanmış, hem de aynı bölgeye inşa edilecek büyük limanlarla, yine Çin için Ortadoğu’dan ve Afrika’dan tankerlerle gelen petrol boru hattına ulaştırılmış olacaktır. İnşasına çoktan başlanmış olan bu proje, bölgede Çin’in nüfuzunun artması ve ekonomik açıdan sıkıntı yaratan enerji açığının kapatılması açısından son derece önemlidir. İşte tam da aynı nedenle ABD’nin ilgisi de bu bölgeye yoğunlaşmış durumdadır.
Pek çok örnekte olduğu gibi, tesadüfe yorulamayacak denli isabetli bir şekilde, projenin kilit ve başlangıç noktası olan Arakan eyaletinde yukarıda aktardığımız etnik çatışmalar patlak vermiştir. Çin’in etkisini kırmak için ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki Müslümanlarla yakın ve sıkı ilişkiler geliştirdiği bilinen bir olgudur. Birkaç yıl öncesinde yaşanan Endonezya-Aceh Müslümanları vakası, Türkiye’nin de hevesle dâhil olması bakımından, hatırlanması gereken bir örnektir. Ve yine pek çok örnekte olduğu gibi ABD (ve söz konusu İslam dünyası olunca önem kazanan bir partner olarak Türkiye), Müslüman azınlığın çektiği sıkıntılara son vermek, demokrasiyi geliştirmek gibi gerekçelerle olaylara dahil olmakta, mevcut sorunları kendi çıkarlarının ve planlarının parçası haline getirmeye uğraşmaktadır.
Bu yüzden, Arakan’da yaşanan olaylarda ABD’nin ve onun bölgedeki müttefiki sayılabilecek Hindistan, Tayland, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin işin içinde parmağı olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktur. Çünkü bölgenin istikrarsızlaşması hem projenin güvenliğini tehdit etmekte ve dolayısıyla da varlığını tehlikeye sokmakta, hem de Batılı güçlere Myanmar’ın içişlerine daha fazla karışmak ve böylece Çin’in artan nüfuzunu kırmak açısından fırsat yaratmaktadır. Ancak bu tablodan yola çıkarak olayların tamamen ve/veya sadece emperyalistlerin tezgâhı olduğunu söylemek de doğru değildir. İşin aslı emperyalistler, hemen her zaman olduğu gibi burada da, mevcut bir sorunu kaşıyarak ve sonuçlarından faydalanarak sürece dâhil olmaktadırlar. Yoksa sorunu sıfırdan yaratmış değillerdir.
Myanmar ordusunun yarım asırlık diktatörlüğü sorunun asıl kaynağıdır. Azınlık olarak tanıdığı ve bazı haklar vermek zorunda kaldığı topluluklar dışında kalan gruplara yönelik son derece baskıcı ve ayrımcı politikalar izleyen devlet, özellikle Müslümanları tamamen ülke dışına sürmek yönünde bir zorunlu göç politikasını uzun zamandır sinsi biçimde uygulamaktadır. Yüzyıllardır orada olan Müslümanları “yasadışı göçmenler” olarak tanımlaması ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakması bunun en önemli kanıtıdır. Devletin milliyetçi ideolojisinin temel dayanaklarından biri olan Budizm, etnik kökenleri farklı olsa da ülkenin %90’a varan bir çoğunluğunun dini inanışını oluşturmaktadır. Bu durumda Müslümanlar, egemenlerin milliyetçiliği yükseltmesinde daha kolay hedef haline getirilebilmektedir.
Öte yandan, olayların gelişiminde Myanmar devletinin işine gelen taraflar olduğunu da belirtmemiz gerekir. Arakan eyaletinin çoğunluğunu oluşturan Budistleri el altından Müslümanlara karşı kışkırtan devlet, nihayetinde “üç Müslümanın bir Budist kıza tecavüz edip öldürmesi” haberini (ki bunun düzmece veya provokasyon olması kuvvetle muhtemeldir) Budist halk arasında yayarak olayların gelişmesine sebebiyet vermiş ve devletin kolluk güçleri de saldırılara ve katliamlara göz yummuş, desteklemişlerdir. Bu sayede olaylar tamamen kontrolden çıkma noktasına gelince de, bölgede sıkıyönetim ilan ederek duruma el koymuştur. Sıkıyönetim ilanı, 2008 anayasasıyla birlikte kimi eyaletlere bazı özerklikler tanımış olan merkezi devletin, bölgeye tekrar tamamıyla hâkim olması ve gücünü tekrar tesis etmesi anlamında önemlidir. Aynı ihtiyacı boru hattının geçtiği tüm bölgelerde duyan merkezi devlet, bir kısmında oradaki gruplarla anlaşarak, bir kısmında onları sindirerek otoritesini tesis etmiştir.
Diğer yandan, Çin’le rakip olan Hindistan’ın, Müslüman azınlık üzerinden Myanmar’ı sıkıştırmaya çalıştığı iddiaları da mevcuttur. Yani nereden bakılırsa bakılsın konu girift bir hal almış durumdadır. Ve tam da bu koşullarda Türkiye de sürece dâhil olarak “ben de varım” demiş ve oyuna girmiştir.
Türk medyasının Ara(nan)kan’ı keşfi ve halkların kurtuluşu meselesi
Türkiye’nin neden bu denli hevesli bir biçimde meseleye dâhil olduğu ya da olmaya çalıştığı, kafaları kurcalayan bir diğer sorudur. Türkiye’nin ABD gibi Çin’le bölgede bir nüfuz yarışı içinde olmadığı açıktır. Oradaki Müslüman azınlığa yardım götürmek suretiyle dolaysız ekonomik veya siyasi çıkar sağlanması da şimdilik pek söz konusu değildir. Türkiye burjuvazisinin, kendisinin iddia ettiği gibi, “insani duygulara” sahip olmadığı da Kürt halkına yaptığı onca zulümden belli olduğuna göre, sebep nedir? Bu sorunun cevabı, Kemalistlerin ve onların kuyruğuna takılmış durumdaki solcuların bir türlü açıklayamadığı biçimde, Türkiye’nin artık alt-emperyalist bir ülke olduğu ve buna uygun bir vizyon geliştirmeye çalıştığı gerçeğinde yatmaktadır.
Kuşkusuz Türkiye burjuvazisinin ülke dışındaki Türk ve Müslüman halklara ilgisi yeni değildir. Geçmişte Demirel tarafından “Adriyatik’ten Çin’e” deyişiyle formüle edilen bu ilgi, AKP döneminde tam anlamıyla ete kemiğe bürünmüştür. AKP’nin emperyal ideolojisinin merkezine Türklüğün yanı sıra Müslümanlığı oturtması boşuna değildir. Bu sayede AKP önderliğindeki Türkiye burjuvazisi, sadece Türkiye’nin yakın civarındaki bölgelerde değil, dünyanın çok uzak köşelerinde dahi emperyal yayılmacılıklarına dayanak bulabilmektedirler. Üstelik Kürt meselesi ile birlikte düşünüldüğünde Müslümanlık ortak paydası burjuvazi için çok daha işlevlidir. Bu ortak payda, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde yer alan ve neredeyse tamamı Müslüman halklardan oluşan coğrafyada özellikle geçerlidir.
Yine BOP bağlamında düşünüldüğünde ve AKP’nin bugüne kadar izlediği dış politika hattı değerlendirildiğinde, görülmektedir ki, AKP kendisine Müslüman dünyanın lideri olmak gibi bir misyon biçmiştir. Bunda, gerek BOP’a konu olan coğrafyada ve gerekse de Asya-Pasifik hattında azımsanamayacak bir Müslüman nüfusun bulunduğu gerçeğinden ve ABD’nin planlarını hayata geçirme noktasında bu Müslüman coğrafyaya model oluşturabilecek yegâne ülkenin kendisi olduğu düşüncesinden hareket etmektedir. Bu misyonun ne kadar gerçekçi olduğu veya AKP’nin bunu başarıp başaramayacağı ayrı bir konudur, ama sonuçta AKP bu misyona uygun bir dış politika izlemektedir. Hal böyle olunca da Türkiye’nin, bugün Arakan Müslümanlarına, dün Endonezya’da Acehlilere veya Somali’de Ogadenlilere “insani yardım” götürmeye çalışmasına şaşırmamak gerekir. Türkiye burjuvazisi, Somali’de neyi amaçlıyorduysa Myanmar’da da aynı amacı taşımaktadır.
Ancak işin işçi sınıfını ilgilendiren asıl yanı şudur; gerek Türkiye’nin gerekse de diğer emperyalist ve bölgesel güçlerin “insani yardım” veya “demokrasi” adı altında yaptıklarının, ezilen ve acı çeken halklara bir faydası yoktur. Çünkü bu burjuva güçlerin tek derdi kendi planlarını ve çıkarlarını hayata geçirmektir. Bugün Batılı güçleri ve komşu ülkeleri içişlerine karışmakla suçlayan Myanmar egemenleri, geçmişte İngilizlere karşı Japon faşizmiyle işbirliği yaparak kendi halkını kırdırmış, sonra da güçlenen “komünist” Çin’in safında yer tutarak onlarca yıl boyunca “sosyalizm” adı altında halkına kan kusturmuştur. Nihayet değişen dünya dengeleri sonucu Batılı emperyalist güçlerin basıncına boyun eğmiş ve göstermelik bir “demokrasiye geçiş” rejimiyle, eskiden düşman saydığı Amerikan tekelleriyle işbirliği yapmakta beis görmemiştir. Kimi solcuların hâlâ komünist gördüğü Çin’in egemen bürokrasisi ise, yine kendi çıkarları için Myanmar’daki askeri diktatörlüğü koruyup kollamış, onun halkına yönelik katliamlarını bizzat desteklemiştir. Bugün de ekonomik çıkarları ve siyasi nüfuzu gereği, Müslüman azınlığa yapılan baskıları desteklemektedir. Batılı emperyalistlerin ve Türkiye’nin niyeti de özünde farklı değildir. Onlar da kendi siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda Müslüman azınlığın ve diğer etnik grupların acılarını kullanmaktadırlar. Bu yüzden, açıkça söylemek gerekir ki, emperyalist-kapitalist sistem son bulmadıkça ve emekçi sınıfları, halkları ezen, sömüren egemenler ortadan kaldırılmadıkça, ne ezilen halkların acısı ne de emekçi sınıfların çilesi son bulacaktır.
link: Kerem Dağlı, AKP’nin Arakanlı Müslüman “Sevdası”, Eylül 2012, https://marksist.net/node/3089
Savaş Harcamaları Artıyor
Diyanet İşleri Başkanlığı, Cemevleri ve TC’nin Laikliği