Bismarkçılık: Burjuva düzenin tepeden kuruluş biçimi
Genel bir yaklaşım olarak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha ziyade burjuva düzenin korunmasının elzem hale geldiği durumlara denk düştüğünü söyleyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süreçlere ise Bismarkçılık ya da Kemalizm gibi olgular damgasını basmaktadır. Yine de, Kemalist iktidarı veya benzerlerini Bonapartizmin bir çeşitlemesi olarak ele alan Marksist değerlendirmeler olduğunu biliyoruz.
En başta Marx ve Engels, Bismarck’ın “ulusal” rejimini çeşitli vesilelerle Bonapartizme benzetmişlerdir. Troçki bu benzetmenin, Bismarck’ın Fransız Bonapartizmi örneğinde olduğu şekilde köylüler tarafından desteklenmemesine, bu Demir Şansölye’nin bir plebisit (halk oylaması) sonucunda iktidara gelmeyip meşru ve hanedandan gelen kral tarafından usulüne uygun olarak atanmasına rağmen yapıldığını hatırlatır. “Bununla birlikte Marx ve Engels haklıydı” der. Bu düşüncesini şöyle açıklar: “Bismarck mülk sahibi sınıflarla proletarya arasındaki çelişkiden Bonapartist bir tarzda yararlandı ve bu yoldan iki mülk sahibi sınıf arasındaki, burjuvazi ile junkerler arasındaki karşıtlığın üstesinden gelerek bir asker-polis aygıtını ulusun üzerine çıkardı. ... Bismarck Alman Birliği sorununu, Almanya’nın dıştaki büyüklüğü meselesini kendine göre halletti.”[121]
Aralarındaki bazı ayrım noktalarına rağmen, Bonapartizm ve Bismarkçılık kavramlarıyla anlatılan tarihsel olgular arasında gerçekten de özde bir benzerlik vardır. O nedenle kapitalist süreçlerdeki değişik gelişme halkalarının farklı özelliklerini kavramaya çalışmakla birlikte, bu gibi hususlarda kısır tartışmalara girmek gerekmiyor. Nitekim Engels, meselenin asıl önem taşıyan boyutuna açıklık getirmiş, özel olarak Bismarkçılığın ne anlama geldiğini de ortaya koymuştur. 1848 sonrası dönemi, Almanya’nın öncülük ettiği yeni bir dönem, tepeden devrimler dönemi diye niteler Engels.
Fransa örneğinde Bonapartizm nitelemesindeki vurgu, kurulu burjuva düzeni korumak için tesis edilen olağanüstü rejim üzerindeyken, Prusya veya Türkiye gibi tepeden burjuva devrimlerde ise, burjuva düzenin daha baştan olağanüstü biçimde kurulması noktasındadır. Hatırlanacağı gibi Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruyabilmesi için, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliği ele geçirmesi anlamına gelir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür.
Tarihi incelediğimizde kapitalist gelişme süreçlerine eşlik eden burjuva dönüşümlerin hızının ve gerçekleşme biçiminin ülkeden ülkeye farklılıklar arz ettiğini görürüz. Ayrıca, tüm ülkeleri kapsayan genel bir burjuva devrim tipinden söz etmek de mümkün değildir. Burjuva devrimler konusunda dikkat çeken önemli bir husus, erken gerçekleşen burjuva devrimlerle gecikmiş örnekler arasındaki kapsam farkıdır. Avrupa’da 1648 İngiliz ve 1789 Fransız burjuva devrimleri, kapitalist gelişmenin önündeki engelleri daha devrimci tarzda temizler ve burjuva düzenin görece daha demokratik biçimde yapılanmasını mümkün kılarken, Almanya’da burjuva devrim daha farklı bir yol izlemiştir.
İlk örneklerde burjuvazi eski düzene karşı devrimci bir sınıf olarak belirmiş durumdadır. Zira proletarya, henüz burjuvaziyi siyasal bakımdan korkuya sevk edecek ya da kitleleri peşine takacak bir güce ulaşmış değildir. Bu sebeple erken devrimlerde burjuvazi, tarihin tekerleğini daha hızlı ilerletebilecek bir devrimci rolü 1848 sonrası örneklere oranla başarıyla oynayabilmiştir. Yine aynı nedenlerle, erken burjuva devrimlerde burjuvazi emekçi kitleleri peşine takabilmiş ve bu tür devrimler kitlelerin aşağıdan rolü sayesinde demokratik dönüşümlerin önünü açabilmiştir.
Fakat 1848’e gelindiğinde Avrupa’da nesnel koşullar çok önemli bakımlardan değişmiş bulunmaktadır. Kapitalizm bir hayli yol almış ve artık tarih sahnesine burjuvaziyi ve onun düzenini tehdit edebilecek yeni bir sınıf, proletarya çıkmıştır. “Ve, her yerde burjuvazi için zaferler kazanmış olan bu proletarya, artık, özellikle Fransa’da, tüm burjuva düzenin varlığının devamı ile bağdaşmaz nitelikte istekler öne sürmekteydi.”[122] der Engels.
1848, burjuva devrimler arasındaki kapsam farkının belirginleştiği bir tarihsel dönemeç noktasıdır. İtalya, Avusturya, Almanya gibi geç burjuva devrim örneklerinde, burjuvazi proletarya korkusu nedeniyle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşır. Bu bakımdan söz konusu ülkelerde 1848 burjuva devrimleri başarıya ulaşamamış, yarı yolda kalmıştır. Avrupa’da 1848’de patlak veren devrimci dalga, en tipik örneği Almanya’da somutlandığı üzere cüce devrimlerle sonuçlanır. Cüce Alman devriminin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçlar da, alttan gelen devrimleri yaşayan ülkelere kıyasla cüce olacaktır.
Burjuvazi ve Karşı Devrim adlı makalesinde, Marx da, 1848 Prusya Mart devriminin 1648 İngiliz ya da 1789 Fransız Devrimi ile karıştırılmaması gereğine dikkat çeker. İngiltere’de 1648’de burjuvazi, monarşiye, feodal soyluluğa ve resmi kiliseye karşı modern soylulukla bağlaşıklık kurmuştur. 1789 Fransası’nda ise burjuvazi, monarşiye, soyluluğa ve resmi kiliseye karşı halk ile ittifak halindedir. Her iki devrim de, sadece zaman bakımından değil içerik bakımından da modellerinin yüz yıl ilerisindedirler. Her iki devrimde de hareketin gerçek öncüsü burjuvazidir. Proletarya ve küçük-burjuvazi ise, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile burjuvazinin tarihsel çıkarlarının gerçekleşmesi için mücadele etmektedirler.
Nitekim Fransa’da görülen devrimci terör, mutlakıyet, feodalizm ve dar kafalılıkla avamca hesaplaşılmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, 1648 ve 1789 devrimleri salt İngiliz ve Fransız devrimleri olmayıp Avrupa tarzında devrimlerdir. Bunlar yalnızca toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındaki zaferi değil, yeni Avrupa toplumu için siyasal düzen ilânıdırlar.[123]
Marx’ın deyişiyle, Prusya’daki Mart devriminde ise bundan eser bile yoktur. Bu devrim aslında Avrupa devriminin geri bir ülkedeki cüce kalmış yan etkisi gibidir. Çağının önünde olacağı yerde, çağının yarım yüzyıl gerisindedir. Alman burjuvazisi o denli tembelce, korkakça ve yavaşça gelişmiştir ki, feodalizm ve mutlakıyeti tehdit eder duruma geldiği anda, kendisinin de proletarya ve proletaryaya yakın duran tüm kentli kesimler tarafından tehdit edilmekte olduğunu görmüştür. Keza 1789 devrimini 1848 devrimiyle karşılaştırdığımızda, ilkinin yükselen bir çizgi izleyerek geliştiğini, halbuki ikincisinin inen bir çizgi çizdiğini görürüz.
Yenilgiye uğramış, yarım kalmış cüce burjuva devrimlerin görevini tamamlamak üzere gerçekleşen tepeden devrimler de, eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen, kapitalist gelişmenin önünü uzlaşmalar temelinde açmaya çalışan bir niteliğe sahiptir. Ayrıca Prusya’daki junkerler[124] örneğinde gözlemlendiği gibi, büyük toprak sahipleri de zamanla burjuvalaşmaya başlar ve burjuvazi bu eklentisi nedeniyle toprak sorununu devrimci tarzda çözme potansiyelini yitirir. Bu bakımdan tepeden devrimler, hiçbir örnekte burjuva devrimin görevlerini kapsamlı biçimde çözememişler, zamana yayılmış bir değişim ve sınırlı reformlarla yetinmişlerdir.
1866 yılı Almanyası’ndaki tepeden reformları değerlendirirken, Engels, bu reformların toplumsal ilişkilerde hemen hiçbir değişiklik yapmadığının altını çizer. Hepsi de bürokratik sınırlara uyarlanmış birkaç burjuva reformunun, diğer Batı Avrupa ülkeleri burjuvazisince uzun zamandan beri elde edilen şeylerin düzeyine asla erişemediğini belirtir. En önemlisi de, Almanya’da sanayi ve burjuvazi gelişirken siyasal yaşamda devlet bürokrasisinin ağırlığı devam etmektedir ve 1866 reformları bürokratik yetkiler sistemini olduğu gibi bırakmıştır.[125]
Kapitalist gelişme, ulusal birliğin sağlanması ve burjuva dönüşümlerin gerçekleştirilmesi bakımından İngiltere ya da Fransa’ya oranla gecikmiş bir örnek olan Almanya tarihine, Prusya gericiliği damgasını vurur. Bismarck’ın desteğiyle gerçekleşen Kuzey Alman Birliği[126], Almanya’nın Prusya’nın egemenliği altında birleştirilmesinde belirleyici bir adım oluşturur. Tepeden reformlar siyasal yaşamı demokratikleştirmese bile kapitalizmin önünü açar. Nitekim Engels Prusya’nın 1870’deki durumuna işaret ederken, eski döneme oranla yaşanan son derece hızlı sınai gelişmeye dikkat çeker. Ayrıca eski dönemdeki devlet biçimiyle, yeni gelişmeler temelinde ortaya çıkan devlet biçimi arasındaki farka da işaret eder.
1840’tan sonra yavaş yavaş dağılan krallığın temel varlık koşulu, soyluluk ile burjuvazi arasında bir denge sağlamaya çalışmaktır. Fakat artık toprak ağaları ile burjuvalar arasındaki mücadelenin yerini burjuvalarla işçiler arasındaki mücadele almaktadır. Artık soyluluğu burjuvazinin baskısına karşı değil, fakat tüm varlıklı sınıfları işçi sınıfının baskısına karşı korumak önem kazanmaktadır. Buna paralel olarak eski mutlak krallık da biçim değiştirmiş ve yeni duruma uygun bir devlet biçimi ortaya çıkmıştır. İşte Engels, Prusya’da Bonapartçılığın, feodalizmi kendine özgü bir tarzda ortadan kaldırmaya çalışan modern bir devlet biçimi olduğunu belirtir ve Prusya’nın eski dönemin mutlak krallığından artık Bonapartçı bir krallığa dönüşmüş olduğunu da ekler.[127]
Dolayısıyla, biz burada, “eski mutlak monarşinin temel koşulunun –toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge– yanısıra modern Bonapartçılığın temel koşulunu da –burjuvazi ve proletarya arasında bir denge– buluyoruz” der Engels. Onun bu tespiti, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak Bonapartist rejimleri tanımlayan denge faktörünün içeriğindeki değişimi açıklaması bakımından fevkalâde önemlidir. Fakat hem eski mutlak, hem de modern Bonapartçı monarşide gerçek hükümet yetkisi, özel bir ordu subayları ve devlet memurları kastının elindedir. “Prusya’da bu kast kısmen kendi saflarından, kısmen daha alt aristokrasiden, daha nadir olarak da yüksek aristokrasiden ve en az da burjuvaziden beslenmektedir. Toplumun dışında, ve sözde üstünde bir konum işgal eder görünen bu kastın bağımsızlığı, devlete, toplumun karşısında bir bağımsızlık görünümü vermektedir.”[128]
O halde, Marx’ın yeğen Bonaparte’ın iktidarı vesilesiyle değindiği ve Engels’in de burada açımladığı şekliyle modern Bonapartçılığı, yalnızca egemen kesimler arasındaki çıkar çatışmaları temelinde açıklamak yanlıştır. Kapitalizm geliştikçe Bonapartizm de artık yeni sınıfsal güç ilişkileri üzerinde yükselir. Sanayi kapitalizmi dönemine özgü Bonapartizm, bir yanda egemen kesimler arasındaki çatışmalar, diğer yanda ise bu kesimlerin tümünün proletarya karşısındaki korkusu nedeniyle burjuva düzeni tahkim edecek bir denge rejimi ihtiyacına denk düşer.
Engels, Ailenin Kökeni’nde, özel mülkiyete dayanan toplumlarda devletin kural olarak iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen duruma gelen sınıfın devleti olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte siyasal yapılanmada bazı istisnai dönemler söz konusu olabilir. Bu istisnai dönemler, savaşım durumundaki sınıfların yenişemeyip denge tutmaya çok yaklaştıkları dönemlerdir. Engels’in deyişiyle, böylesi dönemlerde devlet gücü bir süre için bir sözde-aracı olarak bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları, soyluluk ile burjuvazi arasındaki dengeyi böyle kurmuştur. Birinci ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu’nun Bonapartçılığı, bağımsız görünümünü, proletaryaya karşı burjuvaziyi ve burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanarak korumuştur. Bismarck ulusunun yeni Alman İmparatorluğu’nda ise, “terazinin bir kefesine kapitalistler, bir kefesine de emekçiler konmuş ve ikisinin sırtından da, ahlâksız Prusyalı toprak ağalarına çıkar sağlanmıştır.”[129]
Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşmamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bismarck’lara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır.
Bir yandan parlamentoyu baskı altına alırken diğer yandan kapitalistlerin kârlarının yükselmesini sağlayan Louis Bonaparte örneği, Bismarck’a esin kaynağı oluşturur. Bismarck burjuvazinin siyasal işlevini bizzat üstlenerek, bu bakımdan onu bir anlamda ikinci plana itmiş gibi olsa da, burjuvazinin ulusal ve ekonomik programını başarılı bir biçimde uygulamıştır. Bu bakımdan Bismarck’ın siyaseti, Bonapartizmin Prusya-Alman koşullarına uygulanmış bir biçimidir.
Bu ve benzeri tarihsel örneklerde, burjuvazi, eski siyasal düzen içindeki zayıf konumuyla yetinmeyip modern bir siyasal iktidara kavuşmayı arzulamaktadır. Ama bu arzusunu gerçekleştirmek için gereken güç, enerji ve kararlılığa sahip değildir. Oysa Engels’in dediği gibi, siyasette yalnızca iki belirleyici güç vardır: “Devletin örgütlü gücü ordu ve halk yığınlarının örgütlenmemiş ilkel gücü.”[130]
Almanya’da burjuvazi yığınlardan mutlakıyetten korktuğundan daha fazla korkmaktadır ve ordu da onun emrinde değil, Bismarck’ın emrindedir. İşte bu koşullarda, burjuvazinin ulusal çıkarları açısından ihtiyaç duyduğu devrimi Bismarck gerçekleştirir. Yine Engels’in vurguladığı bir başka husus da, Prusya veya Türkiye’deki tarihsel gelişme tipini kavramak bakımından büyük önem taşır. Şöyle ki, Alman burjuvazisi enerjik bir yürütme gücü karşısında korkak ve iradesizdir ama kesin olan yön, mülk sahibi sınıfların içinde bir gelecek umudu taşıyan tek kesimi oluşturduğudur.
Engels’in Almanya örneği için Bonapartizm kavramını kullanmasının nedeni, burjuvazinin toplumsal egemenliği uğruna siyasal iktidarı Bismarkçı devlet bürokrasisinin hükümetine terk etmesi gerçeğidir. Almanya’da hükümet birtakım reformları gerçekleştirip Almanya’nın işgücünü tam ve sınırsız bir biçimde sermayenin emrine verirken, ticaret ve spekülasyonu kayırırken, burjuvazi de öz siyasal iktidarından vazgeçmiştir. “Burjuvazi, kerteli toplumsal kurtuluşunu, kendi öz siyasal iktidarından hemen vazgeçme pahasına satın alır” der Engels. “Elbette, böylesine bir uzlaşmayı burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getiren baş neden, hükümet korkusu değil, proletarya korkusudur.”[131]
Almanya’da Bismarkçılık siyasal iktidara devlet bürokrasisini oturttuğundan, devletin niteliği konusunda da pek çok yanılsamaya kaynak teşkil edecektir. Örneğin, Almanya’da devletin sınıflardan bağımsız bir güç olduğu, bu nedenle diğer burjuva devletlerin yapamayacağı pek çok şeyi yapabileceği (konut sorununu çözmek gibi) yolunda yaygın söylemler vardır. “Bu gericilerin dilidir” diyen Engels, Almanya’da devlet gerçeğiyle ilgili şu açıklamayı yapar: “Almanya’da varolduğu şekliyle devlet aynı şekilde içinden geliştiği toplumsal tabanın zorunlu bir ürünüdür. Prusya’da ... hâlâ güçlü bir toprak sahibi aristokrasi ile, bugüne kadar ne Fransa’daki gibi dolaysız siyasal egemenlik kazanmış, ne de İngiltere’deki gibi az çok dolaylı bir egemenlik kazanmış olan oldukça genç ve son derece korkak bir burjuvazi bir arada bulunmaktadır.”[132] Ancak bir yandan da kapitalizm gelişmekte ve toprak sahibi aristokrasi ile burjuvazinin yanı sıra, hızla çoğalan ve gün geçtikçe daha da örgütlü hale gelen proletarya da sahnede yerini almaktadır.
Prusya örneği pek çok yönden Osmanlı’dan TC’ye uzanan sürece ışık tutar, fakat yine de bazı farklılıkların üstünden atlamamak gerekir. Almanya’nın geçmişinde, Osmanlı’nın toplumsal düzeninden farklı olarak toprakta özel mülkiyet vardır; Almanya Türkiye örneğinden çok daha önce kapitalist gelişme yolunu tutmuştur. Alman Birliği 1860’larda sağlanmış ve bu sürece hızlı bir kapitalistleşme eşlik etmiştir. Oysa Osmanlı örneğinde, eski toprak düzeni (Asyatik yapı) 17. yüzyılda çözülüş sürecine girmiş olsa bile, toprakta özel mülkiyet hâlâ gelişmemiştir. O nedenle, kapitalizm bu topraklara büyük bir gecikmeyle girebilmiştir. Ayrıca, Osmanlı’ya bağlı eyaletlerin ulusal bağımsızlıklarını kazanıp ayrılması ve İmparatorluğun parçalanmasından sonra kalan coğrafyada 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi durumu, Prusya’nın 1860’lardaki kapitalist gelişme düzeyinin çok gerisindedir.
Prusya’da bu tarihlerden itibaren eski devletin ve devlet bürokrasisinin çözülüşü de hız kazanır. Hızlı sınai gelişme ve özellikle borsa dolandırıcılığı bütün egemen sınıfları spekülasyon girdabına sürükler. Böylece eski aristokratlar ve bürokratlar da borsaya ve anonim şirketlerin yönetici listelerine üşüşmeye, burjuvalaşmaya başlarlar. Üst bürokrasi giderek özel devlet görevine sırtını dönmekte ve sınai şirketler yönetiminde daha kârlı mevkiler peşinde koşmaya başlamaktadır. Prusya’da kapitalist gelişmeye koşut olarak bürokraside cereyan eden bu değişim, Türkiye’de çok daha sonra ve daha da zamana yayılmış olarak gerçekleşecektir.[133]
Burjuva dönüşümlerin eski düzenin egemen sınıflarıyla uzlaşarak, kontrollü ve zamana yayılmış biçimde gerçekleştirilmesi tepeden devrimlerin ortak özelliğidir. Alttan gelecek devrimden duyulan korkuya ve uzlaşmacı tutuma rağmen, kapitalist gelişmenin önlenemeyen ilerleyişi yine de burjuva dönüşümleri kaçınılmaz hale getirir. Ve bu dönüşümler güdük tarzda bile olsa bizzat tepe tarafından gerçekleştirilir. Almanya örneğini hatırlayalım. Engels bu tip gelişmeler nedeniyle, “1848 devriminin mezar kazıcıları onun vasiyetini yerine getirecek kişiler haline gelmişlerdi”[134] der.
Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır. Zaten Engels, Bismarkçılığı bu nedenle Bonapartizmin bir çeşidi olarak ele almıştır.
Tepeden burjuva devrimlerin Marksist açıdan sağlam biçimde değerlendirilebilmesi için, bürokrasi-devlet ilişkisinin ve bu temelden yükselen devletçilik olgusunun doğru kavranması çok büyük bir önem taşır. İncelediğimiz örneklerde devlet, burjuvaziden bağımsız bir bürokrasinin devleti olmayıp, bürokrasinin öncülüğünde burjuvalaşan devlettir. Özgün koşullar nedeniyle öne çıkan devlet bürokrasisi bağımsız bir kast değil, burjuvazinin bir parçasıdır. Onun bu bağlamdaki özgün konumu, devlete kendi özel mülkiyeti gibi sahip çıkmasıdır. Marx’ın deyişiyle, bürokrasi devletin özünü kendi zilyetliğinde (sahipliğinde) tutmakta ve bu onun özel mülkiyetini oluşturmaktadır.[135] Ve en önemlisi, bu gelişme tipinde devlet bürokrasisi ve devletçilik kapitalist gelişmenin önünü kendine özgü bir tarzda açıyor olsa da, siyasal bakımdan daha fazla baskı ve gericilik kaynağıdır.
Engels Bismarkçılığın bu özelliğine değinir. Onun yaptığı şey, “Alman burjuvazisine gerçek gücün kimde olduğunu mümkün olan en sert biçimde anlatmak, onların liberal hayallerini en şiddetli tarzda dağıtmak, ama Prusya’nın emellerine uygun düşen ulusal istemlerini gerçekleştirmekti” der.[136]
Gerek Engels ve gerekse Marx, burjuva düzende devletin kolektif bir kapitalist olduğuna her vesileyle dikkat çekmişlerdir. Kapitalist toplumda devletin sınıf niteliğini gölgeleyen ve kapitalist devlet mülkiyetini özel mülkiyete oranla işçi sınıfının daha şimdiden cebine koyduğu bir tarihsel kazanım gibi sunan görüşler Marksizme tamamen aykırıdır. İşçi ve emekçilerin uzun yıllar süren mücadeleler sonucunda, kapitalist devleti, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal alanlarda halka bedava veya ucuz hizmet sunmaya mecbur kılması ile kapitalist devletçilik birbirine karıştırılmamalıdır.
Kapitalist devletçiliğin işçi sınıfının çıkarları noktasından olumlu bir faktör olarak değerlendirilmesi son derece yanlış ve zararlı bir eğilimdir. Hele ki Prusya ya da Türkiye örneklerinde olduğu üzere, burjuva devletin daha baştan işçi sınıfı üzerinde neredeyse despotizmi çağrıştıran bir egemenlik kurduğu ülkelerde! Bu ülkelerde burjuva devlet, “her derde deva devlet baba!” imajıyla baskıcı yönünü örtülemeye çalışmakta ve bu da derin bir bilinç çarpılmasına neden olmaktadır.
Devrimci Marksizm, burjuva devletçiliği hakkında işçi solu adına sempati yaratan görüşlerle her zaman hesaplaşmıştır. Örneğin Marx ve Engels, dönemin işçi önderi Lassalle’ı, Bismarck devletçiliğini desteklemesi nedeniyle mahkûm etmişlerdir. Keza Lenin, Bismarck’ın tarihte kendi usulüyle ilerici bir iktisadi rol oynadığını kabul eder. Fakat bu nedenle Bismarck devletçiliğine sosyalistler tarafından destek verilmesini haklı bulan bir “Marksist”in gülünç olacağını söyler.[137]
Bismarck ve benzerlerinin tarih içinde oynadığı rolün doğru değerlendirilebilmesi bakımından, tarihte zorun rolü konusunda Engels’in yaklaşımı hatırlanabilir. Her siyasal zor, genelde toplumsal nitelikte iktisadi bir göreve dayanmaktadır. Ancak bu siyasal zor iki farklı yönde etkili olabilir: “Ya normal iktisadi evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, iktisadi evrim hızlanır. Ya da, zor, iktisadi evrime karşı çıkar, ve bu durumda, birkaç istisna dışında, iktisadi evrim karşısında her zaman yenik düşer.”[138] 1864-70 döneminde Almanya’da şiddet, kan ve zulüm politikası başarıya ulaştıysa, bunun temel nedeni, alttaki sınıfları alabildiğine ezen bu siyasetin neticede burjuvazinin programının uygulanmasına hizmet etmesidir.
Benzer bir değerlendirme Türkiye’de gerçekleşen tepeden burjuva devrimi ve onun lideri M. Kemal için de yapılabilir. Ve böylece tarihte rol oynayan kişilerin ve onların eylemlerinin niteliğini irdelerken, nesnel koşullardan ve sınıf temelinden kopuk genellemelerin yapılamayacağı daha net olarak ortaya çıkmış olur. M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez. Ayrıca Bismarck ve Kemal gibi liderler burjuva düzeni iktisaden ilerleten rollerini belirli bir dönem için gerçekleştirir ve tüketirler.
Bu momentten sonra aynı tarzın devamında ısrar ve bu tarzın örneğin Kemalizm gibi resmi bir devlet ideolojisi haline getirilmesi tarihsel-iktisadi açıdan da artık tutuculuk anlamına gelir. İşte bu nedenlerle, Türkiye’de kapitalizmin geliştiği dönemden itibaren, Marksist bakış açısıyla, Kemalizme hiçbir yönden ilericilik atfetmek mümkün değildir.
Burjuva devrim ile proleter devrim arasındaki niteliksel fark
Feodal gelişmeyi yaşayan Batı toplumlarında, burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirinceye dek uzun bir tarihsel gelişim katetti. Kapitalist gelişmenin manüfaktür döneminde, burjuvazi, soyluluğa karşı bir denge unsuru olan mutlak monarşiye hizmet etti. Büyük sanayinin gelişmesinin sonucu ise, burjuvazinin siyasal gücü ele geçirmesi ve o güne kadarki egemen sınıfları –aristokrasiyi, lonca ustalarını ve bunların her ikisini de temsil eden mutlak monarşiyi– tasfiye etmesi oldu. İktisaden toplumun en önde gelen sınıfı katına yükselen burjuvazi, siyasal alanda da kendisini en önde gelen sınıf ilân ediyordu. Burjuvazi bu adımı, Avrupa ülkelerine anayasal monarşi biçiminde girmiş olan temsil sistemini geliştirerek attı. Bu toplumlarda burjuvazi, serbest rekabetin yasal olarak tanınması ve yasa karşısında burjuva eşitlik anlayışının yerleştirilmesi için mücadele yürüttü. Modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasıyla birlikte de modern temsili devlette, yani parlamenter cumhuriyette siyasal egemenliği tamamıyla ele geçirdi.
18 Brumaire’deki ünlü satırlarında, Marx, burjuva devrimlerle proleter devrimler arasındaki tarihsel kapsam farkına işaret eder.[139] Burjuva devrimler kısa sürelidirler ve çabucak en yüksek noktalarına varırlar. Ayrıca en ileri gideni de dahil, nihayetinde hiçbir burjuva devrim eski bürokratik devlet aygıtını bir işçi devriminde olabileceği biçimde kökünden söküp atamamıştır. Ülkelerin tarihsel gelişimleri arasında farklılıklar olsa bile, çeşitli burjuva devrim süreçlerinde eski sınıflarla yenileri arasında gerçekleşen uzlaşmaları, burjuvazinin aristokrasiye verdiği ödünleri, kimi ileri adımların daha sonra törpülendiğini ve neticede tıpkı mutlakıyetçi dönemde olduğu gibi bürokratik bir mekanizma temelinde biçimlenen burjuva devleti görürüz.
Tarihsel geçmişlerinin sahip olduğu kimi özellikler nedeniyle, kıta Avrupası’nda görüldüğü gibi güçlü bir bürokratik devlet mekanizmasına sahip bulunmayan İngiltere ve Amerika örneklerinde de, kapitalist düzenin gelişip derinleşmesine bağlı olarak burjuva devlet kendini bürokratik aygıtlarla teçhiz ve tahkim etme ihtiyacını hissetmiştir. Daha sonra gerçekleşen bu gelişmeler bir yana, İngiliz burjuva devrimi zaten burjuvalaşan bir soylulukla gelişen bir burjuvazi arasındaki uzlaşmaya dayanır ve 1789 Fransız devriminde olduğu gibi eski düzenle avamca hesaplaşma özelliği sergilemez.
Marx ve Engels, İngiliz burjuva devriminin bu uzlaşmacı yönüne dikkat çekerken, bu devrim üzerine isabetli gözlemlerde bulunan Guziot’un değerlendirmesinden yola çıkarlar: “Bay Guizot’un ancak İngilizlerin üstün kavrayışıyla açıklayabildiği İngiliz devriminin tutucu karakterinin anlaşılmazlığı burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu arasındaki uzun süren ittifaktır, İngiliz Devrimini, toprağı parçalara bölerek toprak mülkiyeti üzerindeki büyük mülkiyeti yıkan Fransız devriminden temelde ayırdeden bir ittifak. İlk kez VIII. Henry döneminde ortaya çıkan burjuvazi ile ittifak halindeki büyük toprak sahipleri sınıfı, 1789’daki Fransız toprak sahiplerinin tersine, burjuvazinin varlık koşullarıyla çelişkiye düşmeyip bu koşullarla mükemmel bir uyum içinde bulunuyordu. Bunların toprak mülkiyeti gerçekte feodal değil, burjuva bir mülkiyetti.”[140]
Amerikan devriminin özelliği hatırlanacak olursa, bu devrim ve Amerika’da burjuva devletin kuruluşu, kıta Avrupası’nda gerçekleşen tarihsel olaylardan tamamen farklı bir özgünlüğe sahiptir. Amerika’da kapitalizm, eski bir feodal düzenle karşılaşmaksızın bakir ve muazzam doğal zenginliklere sahip uçsuz bucaksız topraklarda, özellikle Avrupa’dan gelen insan ve sermaye göçü, yerli halkın ve ücretli emeğin alabildiğine sömürüsü temelinde fışkırmıştır.
ABD, bu “yeni dünya”da İngiliz sömürgeciliğine karşı yürütülen Bağımsızlık Savaşı sonucunda 1776’da kurulmuş, bu örnekte eski bürokratik devlet mekanizmasının kırılıp parçalanması gibi bir tarihsel sorun zaten olmamıştır.
18. yüzyıl Fransız devriminin dev süpürgesi her türlü Ortaçağ molozlarını, senyörlerin ve soyluların üstünlük haklarını vb. silip süpürmüş olsa bile, Fransa’da da burjuva devlet bir istisna oluşturmaz. Zira modern Fransız devleti, eski düzenle devrimci tarzda hesaplaşıldığı dönemde değil, Birinci İmparatorluk döneminde nihai biçimini almıştır. Fransa örneğini dikkatle incelediğimizde, 1789 devriminin armağanı olan daha demokratik yönetim sisteminin Napoleon Bonaparte’ın iktidarı döneminde tasfiye edildiğini görürüz. Böylece, başlangıçta il, ilçe ve komünlerin tüm yönetimlerinin seçimli yetkililerden oluştuğu ve genel devlet yasaları çerçevesinde tam bir özerkliğe sahip bulunduğu sistemin yerini, gericiliğin bir aracı olan atanmış valiler sistemi almıştır.
Netice olarak, bazı gelgitlerden sonra burjuva devlet mekanizması, olağanüstü bir merkezileşme temelinde, devletin bireylerin en özel yaşamlarına kadar sivil toplumu sımsıkı sardığı, denetlediği, gözetim ve vesayet altında tuttuğu asalak bir yapı olarak biçimlenir. Çünkü burjuvazinin çıkarı, bu geniş ve karmaşık iktidar aygıtının sürdürülmesini gerektirmektedir.
Marx 1848 Fransası’ndaki burjuva devlet mekanizmasını, “Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı” diye betimler. Ve devam eder: “Büyük toprak sahiplerinin ve kentlerdeki büyük mülk sahiplerinin senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü birçok özel nitelikler haline dönüştüler; feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular; çelişkili ortaçağ hükümdarlık haklarının alacalı haritası, işleyişi bir fabrikadaki gibi bölüştürülmüş ve bir merkezden yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu.”[141]
Açıktır ki, Fransa gibi gelişkin bir örnek bile olsa, burjuva devletin niteliği konusunda yanılgıya kapılmamak gerekiyor. Burjuva demokratik devrim süreçlerini yaşamış Avrupa ülkelerinde de devlet, tıpkı eski dönemlerde olduğu gibi, son tahlilde egemen sınıfın baskı aygıtıdır.
Türkiye’de olduğu üzere tepeden burjuva devrimlerin yaşandığı ülkelerde ise eski düzenle hiçbir zaman 1789 Fransız devrimindeki gibi avamca hesaplaşılmamıştır. Bu nedenle bu tip ülkelerde burjuva devlet daha baştan eski düzenin ve eski egemen bürokrasinin dönüşümü temelinde biçimlenmiştir. Tepeden devrimlerin izlediği yolun farklılığını kavramak ne kadar önemliyse, daha da önemlisi genel olarak burjuva devrimlerin niteliği konusunda hiçbir yanılsama yaratılmaması gereğidir. Özellikle politik ve toplumsal devrim ayrımı, eski devlet aygıtının yıkılması gibi önemli noktalarda, burjuva devrimleri proleter devrimlerle benzeştiren genellemelerden kesinlikle kaçınmak gerekiyor. Konunun hassasiyeti nedeniyle, burjuva devrimler bağlamında “politik ve toplumsal devrim ayrımı” ve “eski devlet aygıtının yıkılması” gibi hususları bir kez daha hatırlayalım.
Mevcut toplumsal düzenin temellerine dokunmaksızın, yalnızca devlet biçimini, yani siyasal iktidar biçimini değiştiren devrimler politik devrimler olarak bilinir. Marx’ın işaret ettiği gibi, Avrupa’da gerçekleşen 1830 ve 1848 Fransız devrimleri bu kapsamdadır. Fransa’da parlamenter cumhuriyeti kuran 1848 burjuva devrimi, burjuvazinin eski devlet biçimine (anayasal monarşi) son vererek yerine bir başka devlet biçimini (parlamenter demokrasi) geçirmiştir. Yalnızca birer siyasal devrim niteliği taşıyan 1848 burjuva devrimlerinde, eski devlet aygıtının yıkılıp parçalanması asla söz konusu olmamıştır. Marx bu gerçeği şu sözlerle ifade eder: “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.”[142]
Buna karşılık, eski toplumsal yapıyı ve üretim ilişkilerini değişikliğe uğratan devrimler ise toplumsal devrim olarak nitelendirilir. Salt siyasal devrim kapsamında kalan tarihsel olaylara oranla, toplumsal devrimlerin çok daha sarsıcı ve önemli sonuçlar yaratacağı açıktır. Engels, iktidara yeni bir sınıfı getirmesiyle ve ona toplumu kendine göre yeniden biçimlendirme olanağı vermesiyle, her gerçek devrimin toplumsal bir devrim olduğunu vurgular.[143]
Toplumsal devrimlerin, verili düzeni tepeden tırnağa altüst eden, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle artık bağdaşmayan mülkiyet ilişkilerini değiştiren derin bir kapsamı vardır. Bu nedenle toplumsal devrim, siyasal devrimde olduğu gibi kısa bir momentte değil, uzun bir zaman dilimini kapsayacak biçimde cereyan eder. Marx, tarihin materyalist kavranışı temelinde, toplumsal devrimi bir çağ olarak açıklar. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”[144]
Gerçekten de iktisadi temelde yaşanan kapitalist gelişmeye bağlı olarak çeşitli ülkelerde “kocaman üstyapı” değişik hız ve biçimlerde altüst olmuş, eski mülkiyet ilişkileri giderek parçalanmıştır. Ne var ki bu noktada yanlış bir kavrayışa meydan vermemek için, aslen Marx’ta fazlasıyla açık olan bir hususu bir kez daha hatırlatmak uygun olur. Marx’ın yukarıda kastettiği üzere üstyapıdaki “altüst oluş” ile, bir başka sorunu, “eski devlet aygıtının kırılıp parçalanması” sorununu birbirine karıştırmamak gerekir.
Hatırlanacağı gibi, üretim koşullarındaki kapitalist değişim sonucunda mutlak krallık döneminden başlayarak burjuva düzenin biçimlenmesi doğrultusunda siyasal dönüşümler yaşanır. Gelişen burjuvazi, eski toplumu ve devleti şu ya da bu biçimde, şu ya da bu hızda kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye koyulur. Kendisini güçlü hissettiği ölçüde giderek eski toplumun artıklarından, ayağına dolanan siyasal ayakbağlarından kurtulmak ister. Ve kendi çıkarlarına denk düşecek siyasal biçimleri getirmek için devrimci atılımlar da gerçekleştirir.
Ama burjuvazinin devrimci misyonunun, işçi sınıfı örneğinde olduğu şekilde, sömürücü sınıf egemenliğinin ürünü olan bürokratik devlet aygıtını kırıp parçalamak gibi engin bir kapsamı yoktur. Zira burjuvazinin kendisi de sömürücü bir sınıftır ve dolayısıyla onun da, eninde sonunda, alttakileri baskı altında tutacak bürokratik bir devlet mekanizmasına ihtiyacı vardır. Bu nedenle burjuva devrimler, genelde eski devletin bürokratik mekanizmasını yeni dönemin gerekleri doğrultusunda dönüştürmüşlerdir. Oysa “eski devlet aygıtının kırılıp parçalanması”, tam da bu bürokratik mekanizmanın yıkılıp bir tarafa atılmasını anlatır. Bir başka deyişle, sürekli ordunun, profesyonel polis ve yargı sisteminin parçalanması, yerine halk milisinin, halk mahkemelerinin geçirilmesi anlamına gelir. Bu bakımdan, eski düzenin üstyapısında burjuva toplumun ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşen siyasal altüstlüklerden, bire bir olarak ve sanki her yerde gerçekleşecek bir kuralmış gibi, burjuva devrimlerin eski devlet aygıtını yıkıp parçalayacağı sonucunu çıkartmak Marksist kavrayışla bağdaşmaz.
Marx 1846’daki bir mektubunda, İngiltere’de ayrıcalıklar, loncalar ve korporasyonlardan oluşan Ortaçağlara özgü bu düzenleyici rejimin, feodal dönemin üretici güçler düzeyine ve toplumsal koşullarına tekabül eden toplumsal ilişkiler olduğunu belirtir. Fakat bu korporasyonlar ve düzenlemeler rejiminin koruyuculuğu altında giderek sermaye biriktirilmiş, denizaşırı ticaret geliştirilmiş ve sömürgeler kurulmuştur. “Ama” der Marx, “eğer insanlar, çatısı altında bu meyveleri olgunlaştıran biçimleri alıkoymaya kalkışmış olsalardı, bu meyvelerden yoksun kalmış olacaklardı. İşte o iki fırtına böyle patladı –1640 ve 1688 devrimleri. Bütün eski ekonomik biçimler, bunlara tekabül eden toplumsal ilişkiler, eski uygar toplumun toplumsal resmi ifadesi olan politik koşullar, İngiltere’de yok edildiler.”[145]
Marx’ın dikkat çektiği gibi, kapitalizmin feodal toplumun içinde geliştiği Avrupa ülkelerinde yaşanan toplumsal devrim çağı neticesinde, üretici güçlerin gelişmesine dar gelen eski mülkiyet ilişkileri parçalanmaya başlamıştır. Ve iktisadi temeldeki değişim, üstyapıda da köklü dönüşümleri zorunlu kılmıştır.
Bunun somut ifadesi, mevcut siyasal egemenlik sistemini ve eski kurumları değişikliğe uğratan burjuva devrimler olmuştur. Bu devrimler siyasal iktidar biçimini değiştirme bağlamında bir siyasal devrim olarak somutlanırken, artık zorunlu hale gelen toplumsal dönüşümlerin önündeki tıkanıklıkları açma noktasında ise toplumsal devrimler olarak belirginleşmiştir.
Burada önemli bir hususun vurgulanması gerekiyor. Söz konusu örneklerde toplumsal devrim süreci siyasal devrimin gerçekleşmesiyle başlamamıştır. Tersine, siyasal devrim artık iktisadi temeldeki olgunlaşmanın sonucunda mayalanıp fışkırmış ve gerçekleşmesiyle birlikte toplumsal devrim sürecinin önünü daha da açmıştır. Burjuva demokratik devrimlerin klasik örnekleri olan 1648 İngiliz ve 1789 Fransız devrimlerine ön gelen süreçlerde bir toplumsal devrim çağı anlamına gelecek toplumsal dönüşümlerin yaşanmakta olduğunu görürüz. Bu ülkelerde gerçekleşen burjuva demokratik devrimlere adını veren 1648 veya 1789 devrimleri ise süreci hızlandırmıştır.
Bu ve benzeri tarihsel örneklerde kapitalist gelişim eski toplumun içinde yürümekte, burjuva devrim ise bu gelişmeye dar gelen siyasal ve toplumsal biçimlenmeleri ortadan kaldırmaktadır. Bu kapsamdaki burjuva demokratik devrimlerde, devrimin siyasal ve toplumsal yönlerinin tam bir bileşkesini buluruz. Tepeden burjuva devrimler ise, ya belirgin bir politik devrimin yaşanmadığı ya da yenilgiye uğradığı, yarı yolda kaldığı örneklerde, artık kaçınılmaz hale geldiği için tepe tarafından yaşama geçirilen bir toplumsal dönüşüm süreci anlamına gelir. Oysa proleter devrimler söz konusu olduğunda, kapitalizmi tasfiyeye girişecek toplumsal devrimin mutlaka başarılı bir siyasal ön girişi olmalıdır.
Eski devlet aygıtını yıkıp parçalamadan, proleter toplumsal devrimin başlatılması veya proletaryanın kapitalist toplum içinde kendisini kerte kerte egemen sınıf katına yükseltmesi asla mümkün değildir. İşçi demokrasisine dayanmayan bir sosyalist dönüşüm süreci ya da tepeden sosyalist devrim tasavvur bile edilemez. Kısacası, toplumsal devrim boyutunda ele almış olsak dahi, burjuva devrimlerle proleter devrimler kesinlikle aynı kapsamda değildirler. Proleter devrimlerden yola çıkarak, burjuva devrimlerin de, eski devlet aygıtını yıkan bir siyasal ön girişinin olacağı ve takiben toplumsal dönüşümlerin başlatılacağı şeklinde bir genellemeye gidilmesi tamamen yanlıştır.
Konunun en can alıcı yönü olan, eski devlet aygıtının yıkılması sorunu üzerinde biraz daha duralım. Marx Kugelmann’a 12 Nisan 1871 tarihli mektubunda, mevcut bürokratik ve askeri makineyi yıkmanın gerçekten halkçı her devrimin ilk koşulu olduğunu açıklıkla belirtir.[146] Yani eski devlet aygıtını parçalama kapasitesi genel olarak burjuva devrimlerin değil, ancak ve ancak gerçek bir halk devrimi niteliğine ulaşmış devrimlerin özeliğidir. Bu önemli husus Marksizm cenahında yeterince açıktır. Ve yine, her burjuva devrimin bir halk devrimi niteliğinde olmadığı, daha doğrusu 1789’un neredeyse bir istisna teşkil ettiği de bilinir.
1789 Fransız devrimi, eski düzenin aristokrasisine karşı isyan eden halk kitlelerini, baldırı çıplakları belirli bir dönem boyunca tarih sahnesinin önüne itebildiği için eski düzenin kurumlarıyla gerçekten devrimci tarzda hesaplaşmıştır. Bu devrim bu sayede gerçek bir halk devrimi niteliğine ulaşabilmiş ve eski devlet aygıtının yıkılmasından söz edebilmek olanaklı hale gelmiştir.
Fakat Fransa örneği söz konusu olduğunda da atlanmaması gereken çok önemli bir husus var. Eski düzeni yıkarak kapitalist gelişmenin önünü açıyor olsa bile, halk kitlelerinin burjuva talepleri aşan bir biçimde ve aktif olarak inisiyatif üstlenmesi sonuçta burjuva egemenliği ile bağdaşmaz. Nitekim aristokrasiye karşı halkın devrimci terörüne dayanan dönem Fransız devrimi içinde yalnızca ileri bir kesittir ve de sonradan karşı-devrimci bir tepki, Termidor ile sona erdirilmiştir.
Burjuva devrimlerle proleter devrimler arasındaki nitelik farkını sergileyen diğer bir husus ise, burjuva devrimlerin öz bakımından bir azınlık devrimi oluşudur. Engels’in Fransa’da Sınıf Savaşımları’na 1895’te yazdığı Giriş’i anımsayalım. O tarihe dek yaşanan tüm devrimlerin azınlık devrimleri olduğunu vurgularken, Engels, egemenliği ele geçiren sınıfın kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştirdiğini belirtir. “Bütün devrimler, şimdiye kadar, belirli bir sınıfın egemenliğinin yerini, onun ayağını kaydıran başka bir sınıfın egemenliğinin alması ile sonuçlanmıştır; ama bütün egemen sınıflar, şimdiye kadar baskı altında tutulan halk kitlesine göre, küçük azınlıklar idiler. Böylelikledir ki, egemen azınlık devriliyordu, başka bir azınlık onun yerine devlet dümenini eline geçiriyordu ve kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyordu.”[147]
Büyük Fransız Devrimi de dahil tüm burjuva devrimler neticede bu kuralı doğrular ve çoğunluğun bir dönem için devrim sahnesinde görünmüş olması sonucu değiştirmez. Zira aynı yerde Engels’in dediği gibi, çoğunluk devrimle işbirliği yaptığı zaman dahi, bunu bir azınlığın hizmetinde yapmaktadır.
Osmanlı’dan TC’ye: tepeden burjuva devrim
Avrupa’da burjuva düzenin mutlak krallıktan başlayarak biçimlenmesi sürecini, Osmanlı 19. yüzyılın ortalarından itibaren kendine özgü bir tarzda yaşamaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, devletin mutlak monarşi biçiminden meşruti (anayasal) monarşi biçimine evrilmesine sahne olmuştur. Bunlardan birincisi padişahın yetkisinin sınırlanmadığı bir yönetim biçimiyken, ikinci yetkinin bir meclisle paylaşıldığı ve anayasayla sınırlandığı yönetim biçimidir. Meşruti sözcüğü de zaten Osmanlıcada kanuna uygun anlamına gelir. Osmanlı örneğinde bu tip gelişmeler, Avrupa ülkelerinde yaşanan sürece kıyasla alabildiğine gecikmeli, gelgitli ve alttan gelen sarsıntılardan ziyade egemen sınıf bloku içindeki siyasal mücadeleye dayanan bir özellik arz eder.
Osmanlı Devleti’nin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını Batı’ya açmak isteyen ilerlemeci güçlerin itkisiyle, bazı reformların gerçekleştirilmesine 1839 yılında ilân edilen Tanzimat Fermanı’yla başlanır. Osmanlıcada Tanzimat-ı Hayriye olarak adlandırılan bu reformlar hayırlı düzenlemeler anlamına gelir ve yürürlüğe konmasının ardından gelenekçi güçlerin sert eleştirisiyle karşılaşır, kesintiye uğrar. Daha sonra 1876 yılında Kanun-ı Esasi’nin (Anayasa) ilânıyla başlayan anayasalı ve meclisli Birinci Meşrutiyet dönemi yaşanır. Fakat bu dönem de padişah II. Abdülhamid’in 1878’de meclisi fiilen feshettiği ve anayasayı yürürlükten kaldırdığı istibdat yönetimiyle son bulur.
1908 yılına gelindiğinde ise, özellikle öğrenciler ve genç subaylar arasında örgütlendiği için Batı tarafından Jön Türkler diye adlandırılan bir kadronun öncülüğünde bir burjuva devrimi gerçekleşir. Bu devrim, Abdülhamid’i, Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymaya mecbur kılar. Böylece, Devr-i Hürriyet olarak da bilinen İkinci Meşrutiyet dönemi yaşanmaya başlanır. 1908 Jön Türk devrimi, dönemin gayri Müslim burjuva güçlerinden ve Osmanlı’da bu güçlerin etkin olduğu Selanik gibi gelişmiş bölgelerin sanayi proleterlerinden destek almış olsa da, son tahlilde yine de olgunlaşmamış ve yarım kalmış bir burjuva devrimidir.
Yönetim biçiminde yarattığı değişim bakımından meşruti monarşiyi ikinci kez ilân etme noktasında kalan 1908 burjuva devriminin elde ettiği sonuç kısıtlıdır. Fakat 1908, tetiklediği dönüşümler açısından, aslında Osmanlı’nın egemen siyasal düzeninde bir daha onarılamayacak olan önemli gediği açmıştır. Nitekim peşinden gelen İttihat Terakki örgütlenmesi ve 1923 yılında kurulan burjuva cumhuriyeti, onun açtığı yol sayesinde kat edilen gelişmelerdir.
1909 yılında, 1908 Jön Türk hareketine karşı çıkan gerici güçler tarafından örgütlenen ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bir ayaklanma teşebbüsü gerçekleştirilir. Ayaklanmanın bastırılması sonucunda Abdülhamid tahttan indirilir. Ardından İttihat ve Terakki Partisinin yükselişe geçtiği, dış ve iç siyasette sorunların kızıştığı, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki ulusların bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği bir dönem yaşanmaya başlanır. Böyle bir ortamda tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki, ezilen uluslara ve emekçi halka karşı siyasal baskıyı egemen kılan bir hükümet oluşturur. Böylece bu partinin yönetimi ve onun ünlü Talat, Enver ve Cemal paşalarının üçlü diktatörlük dönemi başlar.
Bu triumvira Osmanlı’yı bir parlamento kararı olmaksızın Birinci Dünya Savaşına sürükleyecek, 1914’ten sonra da savaş gerekçesiyle Meclis mecburi tatile sokulacaktır. Birinci Dünya Savaşında uğranılan yenilginin ardından İttihatçılar yurt dışına kaçmak zorunda kalırlar. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini vermekteyken, İstanbul’u işgal altında tutan emperyalist güçler de baskıyı arttırmaktadır. İşte bu koşullar altında padişah VI. Mehmed (Vahdettin) 21 Aralık 1918’de Meclisi kapatır.
Kısaca bir sonuç çıkartmak gerekirse başlıca şu hususlar vurgulanabilir. Gecikmeli bir biçimde de olsa, Osmanlı’nın Batı kapitalizmiyle teması sonucunda 17. yüzyıldan itibaren eski düzen çözülmeye başlamıştır. Buna koşut olarak, Fransa örneğinde olduğu gibi mutlakıyetçi siyasal sistemin yerini artık bir Meclis’i de içeren meşruti bir yönetim biçimi almış ve böylece egemen düzen bir değişim sürecine girmiştir. Fakat Fransa örneğiyle kurduğumuz benzerlik de burada sona erer. Zira Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş sürecine 1789 Fransız burjuva devrimindeki gibi bir emekçi kitle isyanı damgasını basmamıştır. Ayrıca Türkiye, devrimin bir yan ürünü olarak burjuva düzeni demokrasi yönünde zorlayacak 1848 Paris işçi ayaklanması benzeri bir örneği de yaşamamıştır.
Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş biçimi, burjuva devrimlerin klasik örneklerinin yaşandığı Batı Avrupa ülkelerindeki gelişme sürecinden tamamen farklı özellikler taşır. Örneğin Fransa’da burjuva gelişim daha feodal toplumun içinde başlamış ve özel mülkiyet temelinde yükselen burjuvazi ilerleyen yıllarda kendi devrimini gerçekleştirerek düzenini kurmuştur. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden çıkıp geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel gelişim çizgisi Fransa’ya benzemez.
Osmanlı İmparatorluğu, toprakta özel mülkiyetin bulunmadığı ve bu nedenle devleti mülk edinen devletlû bir sınıfın egemen olduğu Asyatik-despotik bir tarihsel arka plana sahiptir. Osmanlı, kapitalizmin dışsal etkisiyle çözülmeye başladığında bile Avrupa ülkelerindeki gibi bir feodal toplum olmamıştır. Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin Batı’daki örneklerden farklı olması nedeniyle, Osmanlıdan TC’ye uzanan süreçte Fransa’daki demokratik burjuva devrimi gibi bir burjuva devrimini gerçekleştirmek için öne atılacak gelişmiş bir burjuvazi yoktur.
Fakat dünyadaki kapitalist gelişmenin bindirdiği basınç altında ilerleyen süreç, sosyo-ekonomik koşulların kapitalist gelişmenin önünü açacak şekilde dönüştürülmesini de giderek zorunlu kılmıştır. Tutucu ve ilerlemeci güçler arasındaki tarihsel kapışma, mevcut koşullar nedeniyle Osmanlı’da bizzat egemen devlet sınıfı içinde cereyan eder. Osmanlı egemen sınıfının Batıcı kesimi ağırlıklı olarak asker menşelidir. Zaten II. Mahmut döneminde topçunun modernizasyonu örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, Batılılaşma harekâtında başı hep ordu çekmiştir. Batı’ya açılma macerasında, Osmanlı devlet sınıfının seyfiyye olarak adlandırılan bu kesimi, hilafet düzeninden yana çıkan ve eskide ayak direyen din ulemalarına, yani ilmiyye kesimine karşı mücadeleyi hiç elden bırakmamıştır.
Asker ve sivil bürokrasinin ve Osmanlı aydınlarının içinde, değişimden, Batı’ya açılmaktan, kısacası kapitalistleşmekten yana olan unsurlar burjuva dönüşümlerin başını çekmek üzere örgütlenmeye girişirler. 1908 Jön Türk devrimi, İttihat Terakki örgütlenmesi ve TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan Milli Mücadele’nin liderliği bu temelde oluşmuş ve biçimlenmiştir. Bir başka şekilde vurgulamak gerekirse, Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur.
Vahdettin’in Aralık 1918’de Meclis’i kapatmasının ardından, Jön Türk geleneğinin uzantısı olan Mustafa Kemal gibi yenilikçi Osmanlı subay ve aydınlarının hegemonyayı ele geçirdikleri Milli Mücadele dönemi gelir. Birinci Dünya Savaşına bir taraf olarak katılan ve yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist güçler tarafından paylaşılmasını takiben başlatılan Milli Mücadele sonrasında, 1923 tepeden burjuva devrimiyle TC kurulur.
M. Kemal’in İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi ve yürüttüğü çalışmalardan sonra onun önderliği altına giren bu milli mücadele[148], yalnızca Türk ulusal kimliği temelinde kurulacak bir cumhuriyetle amacına ulaşacaktır. Burada önemli bir gerçekliği gözardı etmemek gerekir. 1923’ün 1908’in uzantısı olmasına rağmen, iki tarih arasında önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir. 1908’in arkasında, Osmanlı’da kapitalist gelişmenin taşıyıcısı olan ve dönemin en önemli burjuva katmanını oluşturan gayri Müslim burjuvazi de vardır. Jön Türk hareketi yalnızca genç Türk subay, öğrenci ve aydın unsurlar arasında değil, gayri Müslim burjuvazi arasında da örgütlüdür.
Balkan ülkelerinin ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, 1923 bu mirastan mahrum kalır. Osmanlı’nın son dönemi, güçlü parçayı oluşturan gayri Müslim burjuvazi ile henüz emeklemekte olan cılız Türk burjuva unsurlardan müteşekkil bir yerli burjuvaziye sahipken, Türkiye Cumhuriyeti esasen kendisine kalan cılız bir milli burjuvazi ile yola çıkmıştır.
M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. Burjuva devrimlerin Marksist değerlendirmesi bağlamında bir benzetme yapmak gerekirse, 1908, Marx ve Engels’in cüce devrimler olarak niteledikleri İtalya, Avusturya, Alman 1848 devrimleri kategorisinde yer alır. Zira bu devrimlerin özelliği geç burjuva devrimler oluşu, bu nedenle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşımaları ve neticede yarı yolda duraksamalarıdır. Daha önce, cüce devrimlerin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçların da cüce kalacağına değinmiştik.
Hatırlanacağı gibi, Almanya örneğinde yarım kalmış 1848 devrimini, 1870’lere doğru Bismarck öncülüğünde gerçekleştirilen ve eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen bir tepeden devrim izlemişti. Bunun gibi 1923 Türk burjuva devrimi de, cüce kalmış 1908’in yarıda bıraktığı işi son tahlilde uzlaşmacı bir tarzda tamamlamaya çalışan bir tepeden devrimdir. Almanya’da 1848 ve takiben 1866’da gerçekleşen geç kalmış burjuva devrimler, Türkiye örneğinde, gecikmeli kapitalizm nedeniyle bir o kadar daha gecikerek tarih sahnesine girmişlerdir.
TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.
Zaten Osmanlı’nın son döneminde başlamış olan burjuva dönüşüm, meşruti monarşinin (yani Meclisli işleyişin) demokratik olmayan bir cumhuriyete dönüştürülmesiyle noktalanmıştır. Osmanlı’dan devralınan kapitülasyonlar (yabancı ülke ve kuruluşlara tanınan hak ve imtiyazlar) 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile feshedilmiştir. Osmanlı’nın devasa borçlarının ödenmesini yöneten Düyunu Umumiye kaldırılmış, TC Osmanlı’nın borçlarından payına düşeni 1954’te sona erecek şekilde taksitlerle ödemeyi üstlenmiştir.
1924 Martında kabul edilen yasayla, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti dışına sürülmesi kararı alınmış ve böylece Osmanlı saltanat düzenine son verilmiştir. Kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla 1924 yılında İş Bankası kurulmuştur. Fakat toprak reformu gibi, burjuva demokratik devrimin en temel görevlerinden birini çözme doğrultusunda hiçbir şey yapılmamıştır. Toprak ağalarıyla yapılan anlaşmanın bir yansıması olarak da, Osmanlı’da topraklardaki üründen alınan aşar vergisi Şubat 1925’te kaldırılmıştır.
Kemalist devrime boyundan büyük anlamlar yükleyen kimi yaklaşımlarda, bu devrimin eski devlet aygıtını kırıp parçaladığı söylenmektedir. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, ancak gerçek halk devrimleri bu işi başarabilir. 1919-23 arasında Türkiye’de yaşanan, halk ayaklanmasına dayanan bir devrim değildir. Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir.
Burjuva gelişimin bu tipinde, eski devlet bürokrasisinin içinden çıkıp gelen fakat kapitalist gelişmenin kaçınılmazlığını da kavrayarak yenileşme isteyen unsurların, başlangıç dönemlerinde toplumsal dönüşümde öncü bir rol üstlendiğini görürüz. Fakat bu tarz bir dönüşüm, büyük toprak sahipleriyle gerici uzlaşmaları içeren, kitleleri işin içine katmaktan ve süreci hızlandırmaktan çekinen ve özellikle devletin sıkı kontrolü altındaki bir kapitalistleşme çizgisiyle somutlanır. Böyle bir gelişme çizgisiyle, demokratik burjuva devrimlerin yaşandığı Avrupa ülkelerindeki kapitalistleşme sürecini bir tutmak mümkün değildir.
Türkiye özgülünde doğru biçimde çözümlenmesi gereken çok önemli bir husus, devlet kurucu bürokrasinin sınıfsal karakteridir. Osmanlı toplum yapısında egemen sınıfı oluşturan devlet üst bürokrasisinin Batı yanlısı bölümü, İmparatorluğun çöküş döneminde artık değişen dünya koşullarının dayatması sonucunda modern kapitalist dünyayla bütünleşmeyi istemektedir ve bizzat bu misyona soyunmaktadır. Bu bürokratlar, burjuva temeller üzerinde yeni bir devletin kurulması görevini üstlendikleri ölçüde bizzat kendileri de dönüşüm geçirecek ve burjuvalaşacaklardır.[149] Bu nedenle de TC’nin kuruluş sürecine artık yeni bir sınıfın, burjuvazinin öncü kolu olarak damgalarını basacaklardır.
Burjuva devletin bu kurucu unsurlarını küçük-burjuva olarak ya da burjuva niteliğinden arındırılmış, kerameti kendinden menkul bir bürokratik kast biçiminde değerlendirmek gerçeklikle bağdaşmaz. Ne var ki bu tür değerlendirmeler Stalinist saflarda oldukça yaygındır. Ayrıca bazı Troçkist çevreler tarafından da bu doğrultuda tezler ortaya atılmıştır. Oysa yalın gerçek şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal liderliği küçük-burjuva değil, burjuvadır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır.
Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür.
Burjuva dönüşümlerin kitlelerin katıldığı devrimlerle gerçekleştirildiği ülkelerde eski mutlakıyetçi rejimlerin çok daha radikal biçimde tasfiye edildiğini görürüz. Ayrıca tarım reformu sayesinde köylülüğün kapitalist dönüşümü ve kırsal nüfusun proleterleşmesi daha kısa sürede ve sıçramalı biçimde gerçekleşir. Burjuva gelişimin devrimci yolu, kapitalist yükselişin önündeki engelleri daha kapsamlı, daha kısa sürede ve dolayısıyla daha az sancılı bir biçimde ortadan kaldırabilir. Halbuki Prusya tipi gelişme çizgisi bunun tersidir. Bu gelişme çizgisine eşlik eden tepeden burjuva devrimler, gerek eski siyasal yapının tasfiyesi ve gerekse tarım reformu gibi temel burjuva demokratik dönüşümler konusunda korkak ve tutucudur. İşte bu nedenle Türkiye’de de kapitalist gelişme sürecine, kırda alabildiğine sancılı bir çözülme süreci eşlik etmiştir.
Prusya örneğinde devletçilik olgusu ve devletin işçi sınıfıyla burjuvazi karşısında ayrımcılık yapmadığı, her iki sınıfa da eşit davrandığı safsatasının yaratılması büyük önem taşır. Benzer bir bilinç çarpıtması uzun yıllar boyunca Türkiye’de de egemen kılınmıştır. Kemalizmin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” düsturu Bismarkçılığın bir benzeridir ve işin özünde proletaryadan duyulan korkunun ifadesidir. Burjuvazinin bu korkusu salt ulusal gelişme düzeyine bağımlı olmayan ve asıl olarak tarihsel bir korkudur. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfının henüz gelişmediği bir dönemde burjuvazi gözlerini yaşama bu korkuyla açmıştır. Hele ki bu burjuva düzenin, Ekim Devriminin ürünü bir işçi devletinin yanı başında kurulduğu hatırlanacak olursa sorunun boyutları daha da iyi anlaşılır.
Emperyalizme karşı kendi siyasal bağımsızlığını savunan diğer tüm burjuva önderliklerde ve bu tür önderlikler tarafından yürütülen ulusal mücadelelerde olduğu gibi, Mustafa Kemal de kendi gemisini yürütebilmek amacıyla bazı emperyalist güçlere kafa tutar gözükürken, bazılarıyla da çeşitli anlaşmalar yapmıştır. M. Kemal önderliği, burjuva cumhuriyetini yalnızca Türk ulusunun kabulü temelinde kurabilmek için, çeşitli azınlıklara ve ezilen Kürt ulusuna karşı baskı ve dışlama politikasını egemen kılmıştır.
TC’nin kuruluş dönemini biçimlendiren bu resmi çizgi, M. Kemal’in ölümünden sonra da tek şef diktatörlüğü ve Kemalist kadro hareketiyle sürdürülmüştür. Osmanlı’dan miras kalan ve gerek ticaret gerek sanayide özel kapitalist girişimin başını çeken gayri Müslim burjuvazi faşizan uygulamalarla (zorunlu çalışma kampları, Varlık Vergisi gibi uygulamalar) çökertilerek, Türk burjuvazisinin gelişebilmesinin yolu açılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek parti iktidarı döneminde Kemalist bürokrasinin siyasal yapılanmadaki hegemon konumu, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden ve milli burjuvazinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Batı Avrupa’daki çok partili parlamenter demokrasi örneklerine kıyasla bizzat kendisi bir olağanüstü rejim ya da bürokrasinin mutlak siyasal iktidarı olarak görünen tek parti diktatörlüğü, uzun bir dönem boyunca burjuva egemenliğinin Türkiye koşullarına özgü somutlanma biçimidir. İki dünya savaşı arasındaki uluslararası koşulların da etkisiyle içe kapanan ve devlet kapitalizmi uygulamasıyla iç pazarın sömürülmesi temelinde sermaye birikimi sağlayan Kemalist tek parti iktidarı, bir yandan işçi ve emekçi kitleleri baskı altında tutarken diğer yandan Türkiye’de sanayi kapitalizmine geçişin temellerini döşemeye koyulmuştur.
Türkiye’de Milli Mücadele ve tepeden burjuva devrim sürecine damgasını basan özgün yönlerin günümüze uzanan etkileri de çok önemlidir. Bu nedenle bazı çarpıcı hususları özetle sıralamak yararlı olacaktır.
Fransa örneğinde önce özel mülk sahibi burjuvazi gelişip, buna paralel olarak kendi siyasetçilerini, bürokratlarını yaratırken, Türkiye örneğinde tersi oldu. Türkiye’de sivil-asker üst bürokrasi olarak belirginleşen devlet kurucu burjuvalar, devlet kapitalizmi sayesinde sanayi ve ticaretle meşgul olan doğrudan girişimci bir burjuva sınıfın oluşumunu hazırladılar. Bu nedenle Türkiye özgülünde bu ikinci kesim, Avrupa’daki örneklerden farklı olarak, yeterince beslenip semirene ve kendini güçlü hissetmeye başlayıncaya dek, başı sıkıştığında birinci kesimin kanatları altına sığınmayı, böylece korunmayı olağan davranış kuralı bildi. Kendini güçlü hissetmeye başlayıp artık kendi generaline ve bürokratına kafa tutmak istediğinde ise, yakın zamanlara dek (sonu darağacında ya da şüpheli ölümlerle biten bazı istisnalar dışında) pek de başarılı olamadı. Zira devlet kurucu ve rejim koruyucu misyonların tümünü kendi üzerinde topladığına yıllar boyunca kani olmuş asker ve sivil bürokrasiyi, son tahlilde burjuva iş âleminin hizmetkârı olduğuna ikna edebilmek hiç de kolay değildir.
Burjuva devletin kuruluşuna özel mülkiyet temelinde gelişmiş bir burjuva sınıfın damgasını basmadığı Türkiye gibi örneklerde, Batı Avrupa ülkelerindeki mülk sahibi burjuvaların misyonunu sivil ya da asker üst bürokrasi üstlendi. Bu bakımdan Türkiye’de burjuva düzen, bir anlamda daha baştan olağanüstü bir siyasal biçime büründü. Yine aynı nedenle devlet üst bürokrasisi siyasal yapılanmada olağanüstü bir ağırlık kazandı ve bu özellik günümüze kadar uzanıp geldi. Diyebiliriz ki, devleti sahiplenmesi sayesinde egemen sınıflar ittifakı içinde sanki bağımsız bir odak gibi yer alan bu bürokrasi için üstün konumunu yitirmemek bir hayat-memat sorunu oldu.
Bürokrasi ile kapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Fakat bu, farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir.
Türkiye’de egemen bürokrasi, devlet kapitalizmi sayesinde gelişmeye başlayan bir milli burjuvazinin öncü unsurları olarak tarih sahnesine çıktı. Uzun bir dönem boyunca karşısında ağırlıklı olarak, kırın yavaş ve sancılı biçimde çözülmesi nedeniyle bir türlü proleterleşemeyen küçük köylü kitleleri yer aldı. Burjuva düzenin kuruluş ve ilerleyiş biçimi Batı’daki örneklerden farklı olsa da, Türkiye’de de zamanla kapitalizm gelişti. Gecikmeli biçimde olsa da proletarya büyüdü ve burjuvaziyle proletarya arasındaki temel çelişki nesnel olarak olgunlaştı. Fakat burjuva düzenin kuruluşundan itibaren hükmünü icra eden özgün yön, yani bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı kolay kolay çözülmeyen bir gerçeklik olarak günümüze dek etkisini sürdürdü.
Bu gerçeklik, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki egemen çelişkinin “bürokrasiyle halk” veya “bürokrasiyle burjuvazi” arasında olduğu şeklindeki yanlış değerlendirmelere de can vermiştir. Günümüzde de bir hayli itibar gören sol liberalizm, bu tür tezlerle siyasal gerçekliği dayandığı sınıf temelinden kopartır. Oysa tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de esas çelişki burjuvaziyle işçi sınıfı arasındadır. Kapitalizmin özel mülkiyet temelinde feodalizmin içinde gelişmeye başladığı Batı Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde sahneye çıkan burjuvazi-proletarya çelişkisi, Türkiye’nin farklı koşulları, devlet mülkiyeti ve devletçilik olgusu nedeniyle daha gecikmiş biçimde ete-kemiğe bürünmüştür.
Milli Mücadele, TC’nin kuruluş tarzı ve burjuvazinin resmi ideolojisi anlamına gelen Kemalizm karşısında, çeşitli siyasal güçler kendi sınıfsal konumlarına göre tutum aldılar. Asker ve sivil bürokrasi kendisini her daim bu ideolojinin asli sahibi telakki etti. Daha doğrusu, Türkiye’nin siyasal yapılanmasında ayrıcalıklarını elden kaptırmamak için Kemalizmi devletin resmi ideolojisi olarak yaratanlar bizzat bu güçler oldu. Bunlara göre M. Kemal, dünyada eşi emsali görülmemiş bir bağımsızlık ve ilericilik hamlesinin lideriydi ve Kemalizm de böyle eşsiz bir tarihsel hamlenin ideolojisiydi.
Bunun yanı sıra uzun yıllar boyunca bir de sol Kemalizm fenomeni Türkiye sol hareketine musallat oldu. Bunu burjuvazinin resmi ideolojisinin küçük-burjuva sol varyantı olarak niteleyebiliriz. Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar.
Çeşitli vesilelerle ısıtılıp yeniden gündeme getirilen bir konudur bu. Küçük-burjuva sol aydınların bunu sürdürmekten muratları, Türkiye’deki Milli Mücadeleyi ve onun lideri M. Kemal’i devrimci bir damar olarak sunabilmektir. Liberal burjuva tutum ise, Jakobenizmi eleştirme bahanesiyle genel olarak devrimci tutumu tepeden inmecilik diye suçlar. Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir.
Fransız devrimi içinde ortaya çıkan Jakobenizm, burjuva devrimini olabilecek en ileri noktaya çekmeye çalışan ve burjuva düzen sınırları dışına çıkmadıkça kitlelerin eylemini dışlamayan burjuva devrimciliğini anlatır. Bu nedenle Jakobenizmin, kitlelerin eylemine hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve onları baskılayan tepeden inme burjuva devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir.
Türkiye’deki askeri darbeler gerçeğine kısa bakış
Devrimci ayaklanmalarla anarşiye sürüklenen burjuva düzeni zorbalıkla kurtarmak üzere öne atılan yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesiyle ilgili olarak Marx şu değerlendirmeyi yapar: “Burjuvazinin, açıkçası, o zaman, Bonaparte’ı seçmekten başka bir seçeneği yoktu. Zorbalık ya da anarşi. Elbette zorbalıktan yana kullandı oyunu. ... Fransız burjuvazisi de darbenin ertesi günü bağırdı: Artık yalnız, 10 Aralık derneğinin başkanı kurtarabilir burjuva toplumunu! Artık yalnız hırsızlık kurtarabilir burjuva toplumunu! Yalnız piçlik, aileyi; düzensizlik, düzeni kurtarabilir!”[150] Kapitalizmin tarihi, Marx’ın bu satırlarını defalarca çağrıştıran örnekler sergilemiştir.
Düzenin krizi had safhaya vardığında, parlamenter işleyiş biçimi tıkandığında ve keskinleşen sınıf mücadelesi egemenliğini tehlikeye düşürdüğünde, zorbalık ya da anarşi seçeneğiyle yüz yüze gelen burjuvazi hep zorbalıktan yana kullanmıştır oyunu. Dünden bugüne çeşitli kapitalist ülkelerde iktidara gelen olağanüstü rejimler bunun kanıtıdır ve bu durum doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir ürünüdür.
Türkiye’deki askeri darbelerin de bu gerçeğin ışığında kavranması gerekiyor. Ayrıca, Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lara ve takiben 80’lere ilerleyen süreci inceleyecek olursak, gerçekleşen üç askeri darbenin ekonomik zemininde de büyüyen bir yapısal bunalımın yer aldığını görürüz. Öte yandan bu sürecin belirli bir dilimi, egemen sınıflar ittifakı içinde keskinleşen çelişkilere ve siyasal iktidarda yer değiştirmelere de sahne olmuştur.
Burada önemli bir gerçeğin altını çizelim. Türkiye’de devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda taşımış olduğu ağırlık yalnızca geçmişten miras alınan bir özellik değildir; Türkiye kapitalist gelişme tarzının yeniden ürettiği bir olgudur. Elbette Osmanlı’dan uzanıp gelen tarihi arka plan, burjuva düzenin yapılanması üzerine gölgesini düşürdü. Fakat modern Türkiye’nin siyasal yaşamındaki özgün yön, bürokrasinin olağanüstü konumunun burjuvazinin “çağdaş” gereksinimleri temelinde yeniden üretilmesidir. Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu.
Bu nedenle Türkiye’de burjuvazi, uzun yıllar boyunca siyasi liberalizme itibar etmedi. Bu durumun uzantısı olarak, bu topraklarda yakın zamanlara dek siyasal yaşamda geleneksel kabul edilen resmi çizgi, ta İttihat Terakki döneminden beri uzanıp gelen korporatist bir anlayış oldu. Bu anlayış, toplumun sınıflara bölünmesi gerçeğini yadsıyıp, devletin yumruğu altında çelişkisiz, çatışkısız, “bir örnek” bir toplum yaratma iddiasını sürdürdü. Faşist rejimler tarafından katı biçimde sahiplenilen korporatizmin, genel anlamda tüm olağanüstü rejimlere can verdiği söylenebilir.
Türkiye’de uzun bir süre boyunca egemen olan tek parti diktatörlüğünün ve ilerleyen yıllar içinde gerçekleşecek olan 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinin düşünsel zemininde de işte böyle bir tarihsel-ideolojik damar yer alır. Peki, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler ne gibi özellikler taşıyan bir gelişme sürecinin uzantısıdır? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, TC’nin kuruluşundan ‘60 dönemecine uzanan iki ayrı dönemi ana hatlarıyla hatırlayalım.
1923-1946:
Türkiye’de burjuva cumhuriyetin, Batı’daki örneklere kıyasla daha kuruluşunda bir olağanüstü siyasal rejim gibi biçimlendiği açıktır. Devlet partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemi sona erene dek, ayrıca bir askeri darbeye gerek kalmaksızın, baskıcı bir burjuva yönetim varlığını sürdürmüştür. Dönemin mutlak siyasal iktidar aygıtı CHP, aslında düzenin çeşitli egemen unsurlarını (yüksek bürokrasiyi, büyük kentlerin ticaret ve sanayi burjuvazisini, taşradaki eşrafı, toprak ağalarını vb.) içinde toparlayan korporatist bir yapıya sahiptir.
Avrupa ülkelerinde mülk sahibi kesimlerin (büyük toprak sahipleri ve çeşitli burjuva kesimler) kendilerini temsil eden partiler dolayımıyla parlamenter rejim altında oluşturduğu egemen sınıflar ittifakı, Türkiye’de tek parti içinde yansımasını bulmuştur. Türkiye’nin özgün koşulları nedeniyle iktisadi ve siyasi yaşamda büyük ağırlığı olan devlet bürokrasisinin de (bu özgün konumunu belirtmek için Kemalist bürokrasi diyoruz), kapitalist gelişme belirli bir düzeye ulaşıp burjuva düzen görece olağan bir işleyişe geçene dek egemen sınıflar ittifakı içinde ayrıca vurgulanması gerekir.
Özünde, iktisaden egemen sınıf ve kesimlerin birlikteliği anlamına gelen egemen sınıflar ittifakı, bunların tümünün siyaseten birlikte iktidar sürdürecekleri ya da siyasi yaşamda eşit ağırlığa sahip olacakları anlamına gelmez. Bu nedenle farklı dönemlerin siyasal yapılanmasının özelliğini ayrıca inceleyerek, bunun hangi egemen kesimlerin iktidar bloku anlamına geldiğini, hangi kesimin bu blok üzerinde hegemon olduğunu anlayabiliriz. Tek parti iktidarı döneminde, Kemalist bürokrasi ile milli burjuvazi (tarım, ticaret ve henüz cılız ölçeklerde de olsa sanayi alanlarında faaliyet yürüten burjuvazi) birlikte iktidar sürdürmüş ve bu iktidar bloku içinde hegemonyasını kuran Kemalist bürokrasi olmuştur.
Tek parti iktidarı döneminin iktisaden egemen unsurları arasında sayılan büyük toprak sahipleri konusuna çok dikkatli bir şekilde yaklaşılmalıdır. Bilindiği gibi, kapitalist gelişmeyle birlikte büyük toprak sahipleri kavramı giderek eski düzenin toprak ağalarından ziyade burjuvalaşan toprak sahiplerini, tarım burjuvazisini anlatır. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden sürecin özellikle 1930 dönemecinden sonra, Ege, Çukurova gibi iktisaden daha gelişkin kırsal kesimlerde büyük toprak sahipliği denildiğinde gelişen tarım burjuvazisini anlamak gerekir.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürdistan parçası, TC’nin kuruluşuyla birlikte bir iç sömürge konumuna itilmiş ve tarımda egemen olan eski düzen değişmemiştir. Bu nedenle, bu coğrafyada büyük toprak sahipliği eski dönemde olduğu gibi yine toprak ağalığında somutlanmıştır. Bu toprak ağaları iktisaden egemen bir kesim oluştursalar bile, yine de ezilen ulusun egemenleridir. Egemen Türk burjuva iktidar bloku bu unsurlarla çıkarına geldiğinde çeşitli ittifaklar yapmış, ama kendi siyasal iktidarını onlarla paylaşmamıştır.
TC altındaki kapitalist gelişme sürecinin özelliğini belirleyen çok önemli bir hususu da burada hatırlamak gerekir. M. Kemal önderliğinde kurulan cumhuriyetin iktisadi alanda içe kapanma ve iktisadi devletçiliğe ağırlık verme politikasının, Kemalist kadronun özel olarak seçtiği ve bu sorundaki ilkesel tutumunu yansıtan bir yol olduğu düşünülür. Hatta bunu Kemalizmin kararlı anti-emperyalist tavrının göstergesi olarak sunan çarpık yorumlar da vardır. Oysa gerçek hiç de böyle değildir. Cumhuriyetin iktisadi açıdan tuttuğu yol, aslında dönemin nesnel koşullarının dayatmasının sonucudur. Türkiye’nin genç burjuva cumhuriyeti, Batı kapitalizminin desteğiyle hızlı bir kapitalist gelişme kaydedebilme bakımından şanslı çıkmamıştır. Çünkü dünyaya gözlerini son derece elverişsiz koşullarda açmıştır. Oysa M. Kemal ve benzerleri, Batı kapitalizmine entegre olmayı düşleyen çizginin doğrudan uzantısı olarak iktidara gelmişlerdir.
Nitekim 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresinde cereyan eden tartışmalar ve alınan kararlar, cumhuriyetin kurucu kadrosunun Batı kapitalizminin yardımıyla atılım yapabilme konusunda nasıl istekli olduğunu gözler önüne serer. Kemal ve ekibi, yabancı sermaye düşmanı olduklarından içe kapanmayı tercih etmiş değillerdi, tersine sınai kalkınmanın sağlanması için emperyalist güçlerin Türkiye’ye sermaye akıtmalarını hevesle bekliyorlardı.
Ne var ki, iki emperyalist savaş arasında kapitalist Avrupa’yı pençesine alan muazzam kriz, hatta 1929’da kapitalist sistemin büyük gücü ABD’yi bile alabildiğine sarsan büyük depresyon koşulları, Türk egemenlerinin bu hevesini kursaklarında bırakmıştır. İşte bu tür nesnelliklerin dayatması sonucunda Kemal önderliği içe kapanmış ve Türkiye’nin kendi olanakları dahilinde (yani egemen sınıfların işçi-emekçi kitleleri insafsız bir baskı ve sömürü altında tutması sayesinde) bir ekonomik gelişme yolu tutulmuştur. Böylece 1930’larda devlet, kapitalist faaliyeti fiilen üstlenmiştir. Devlet kapitalizmi ile, devlet iktisadi teşebbüslerinin kurulması yoluyla sanayileşme için gereken altyapının döşenmesine girişilmiştir. Fakat bu hamle ancak uzun vadede istenen sonuçları verebilecektir.
TC altındaki kapitalist gelişme sürecinin bu ilk döneminde bir yandan belirli bölgelerde kapitalist tarım ve dolayısıyla tarım burjuvazisi gelişirken, diğer yandan da tarımda elde edilen fazlanın önemli bir bölümü kapitalist ticaret sermayesine dönüşmüştür. Böylece, esasen milli bir sanayi burjuvazisinin oluşumunu amaçlayan devletçi tek parti diktatörlüğü altında, fiiliyatta tarım ve ticaret burjuvazisi gelişmiştir.
İlk bakışta belki de bir çelişki gibi görünecek bu durum, aslında iktisadi temeldeki kapitalist işleyiş yasalarının kaçınılmaz sonucudur. Kırsal kesimde kapitalizm doğrultusunda çözülme, tarımdan büyük kapitalist ticarete kaynak aktarımı olmaksızın ve büyük sermaye özel ellerde toplanmaksızın, salt devlet kararıyla kapitalist sanayi atılımı gerçekleştirilemez. Bu nedenle, Türkiye’de sanayileşme hamlesi devletin öncülüğünde 1930’larda başlatılmış olsa dahi, gerçek bir sanayi kapitalizminin ve sanayi burjuvazisinin oluşumu için gereken koşullar ancak 50’li yıllarda olgunlaşacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Türkiye hâlâ tarımın önde geldiği bir köylü toplumudur. Fakat bu arada tarım ve ticaret burjuvazisi gelişmiş olduğundan, bu kesimler siyasette de egemenliklerini kurmak üzere mevcut siyasi dengeleri zorlamaya başlamışlardır. Buna bir de, o dönemde dünya ölçeğinde yaşanan önemli gelişmeler eklenmiştir. İkinci Dünya Savaşının sona ermesi, faşizmin yenilgisi, Birleşmiş Milletler’in kuruluşu, Avrupa kapitalizminin ABD’nin desteğiyle yeni bir atağa geçmesi ve tüm bu gelişmelerin yarattığı ılımlı siyasal rüzgârlar, Türkiye’de çok partili parlamenter işleyişe geçilmesinde önemli birer etken olmuştur.
1946-1960:
1946’da çok partili yaşama geçilmesinden sonra, halk kitlelerinde (özellikle kırsal kesimler başta olmak üzere) CHP iktidarının baskılarına karşı birikmiş olan öfke 1950’de büyük bir oy patlamasına dönüşecek ve Menderes liderliğindeki Demokrat Partiyi iktidar koltuğuna oturtacaktı. Bu değişim dönemi, artık gerçek birer kapitalist gibi atılım yapmak isteyen burjuva unsurların, Kemalist bürokrasinin devletçi müdahale sisteminden kurtulma çabalarına da sahne olmuştu.
Neticede, tek parti diktatörlüğü dönemine damgasını basan iktidar bloku çatladı; Kemalist bürokrasinin dışlandığı ve çeşitli büyük burjuva kesimlerden oluşan yeni bir iktidar bloku kuruldu. Fakat bu blok içinde ağır basan kesimler büyük ticaret ve tarım burjuvazisiydi. DP iktidarı da kendi çıkarına geldiğince Kürt toprak ağalarıyla çeşitli ittifaklar yapacaktı. DP iktidarı döneminde, artık dünya kapitalist ticaretine tam anlamıyla entegre olmak isteyen büyük ticaret burjuvazisi motor gücü oluşturuyordu ve iktidar bloku içinde asıl onun hegemon bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündü.
Demokrat Parti iktidarı, kendini büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olarak ortaya atmıştı. Siyasal iktidarı artık eski dönemin devlet bürokrasisi –özellikle ordu– vesayetinden kurtarıp “sivilleştirme” doğrultusunda girişimler sergilemekteydi. Bu çerçevede orduda tasfiyelere girişti ve Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bu gelişmeler, Türkiye’nin siyasal yönetim tarzını bir ölçüde Batı’daki parlamenter rejimin işleyişine yaklaştıran önemli bir dönemeç noktasını temsil ediyordu.
Baskıcı devletin simgesi haline gelmiş CHP tek parti diktatörlüğünün, artık çok partili bir parlamentarizm temelinde yerini yeni bir burjuva hükümete bırakması, Türk siyasal yaşamında çok değişik yorumlara konu olmuştur. Bu tarihsel örnek, günümüzde AKP hükümetinin kurulmasıyla birlikte yaşanan sürece ve AKP iktidarının siyasal niteliğinin kavranmasına da ışık tutmaktadır. Liberal çizgi ve bunun etkisi altında kalan bazı sol kesimler, bu değişimi demokrasinin ve özgürlüklerin istikrarlı biçimde genişleyeceği yeni bir dönemin açılması olarak değerlendirdiler. Statükocular ve solculuğu devletçilikle özdeşleyenler ise, tam tersine gericiliğin güçlenmesi şeklinde nitelediler.
Hiç kuşku yok ki her iki yorum da yanlıştır ve DP iktidarı, dönemin kapitalistleşme gereklerini yerine getirme yolunda ilerlemek isteyen bir burjuva iktidardan ibarettir. Bu nedenle hem sırası geldiğinde işçi sınıfına ve sol kıpırdanmaya karşı sivri dişlerini gösterecek, hem de devlet kapitalizmi ağırlıklı bir ekonomik işleyişten, artık özel sektörün ön plana çıkacağı liberal kapitalist bir ekonomik işleyişe geçişin ifadesi olacaktır.
DP iktidarı döneminde özel sermaye öncelikle büyük ticaret ve tarım burjuvazisinin elinde temerküz etti. Tarım kesimi hem kredi mekanizmasıyla hem de devletin uyguladığı sübvansiyon politikasıyla desteklendi. Bu arada ticaret burjuvazisi de, iç ve dış ticaretin canlanması ve genişlemesiyle palazlandı. Ayrıca, seçim beyannamelerinde KİT’leri ihaleyle satıp özelleştireceğini vadeden DP, iktidarı döneminde tam tersini yaparak KİT’lerin sayısını iki katına çıkarmak zorunda kaldı. Çünkü büyük ölçekli sanayi yatırımları için gerekli sermaye birikimi henüz özel ellerde temerküz etmiş değildi.
Türkiye kapitalizminin başlangıç dönemine damgasını vurmuş olan ekonomik izolasyon koşullarından ve bürokrasinin himayesinden kurtuluş çabası, 50’lerde burjuvazinin büyüyen bölümü için önemli bir gerçeklikti. Dış dünyayla anlamlı ekonomik ilişkiler kurmadan, dünya kapitalizmine entegre olmadan kapitalist gelişmenin sıçrama kaydetmesi olanaklı değildir. Bu gerçeklik özellikle İkinci Dünya Savaşının bitiminden itibaren kendisini yakıcı biçimde hissettirmeye başlamış ve DP iktidarı döneminde büyük ticaret burjuvazisinin çabalarında somutlanmıştır.
Bu arada DP iktidarının eski devletçi statükoyu derinden sarsmış olması, büyük fonların tarımın sübvanse edilmesine ve ithalata akıtılması, bu iktidarın son dönemlerinde ekonomide yeni tıkanıklıklar, yeni problemler yaratmıştır. Bunun yanı sıra, kendilerini cisimleşmiş devlet olarak hisseden ve uzun yıllar boyunca alıştıkları gibi iktidarda CHP’yi görmek isteyen sivil ve asker bürokratlar, milliyetçi sol aydınlar, DP’yi Kemalist “laik” düzene yönelmiş bir tehdit olarak algılamakta ve tepkilerini yükseltmektedirler. Diğer yandan, gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin DP’den artık istediği desteği bulamaması ise burjuvazinin iç çatışmasını kızıştırmıştır. Sanayi burjuvazisi gözünü, yeni teşvikler koparabileceği yeni bir iktidar odağına dikmiştir.
DP döneminin özelliği konusunda aydınlatılması gereken çok önemli bir diğer gerçeklik de şudur. Bir burjuva iktidar dönemi, somut olarak şu ya da bu burjuva kesim veya kesimlerin siyaseten ağır basmasıyla kendini ifade edebilir. Fakat yine kapitalist gelişim sürecinin diyalektiğinden hareketle, bu görünümü mutlaklaştırmamak, yanlış yorumlara savrulmamak gerekir. Örneğin DP iktidarı, büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin siyasi ağırlığa sahip olduğu bir dönemdir. Fakat bu siyasal gerçeklik, DP iktidarı boyunca, özel sanayi kapitalizminin atılım yapmasını mümkün kılacak bir birikim ve değişimin de içten içe yaşandığı iktisadi gerçeğiyle çelişmez. Burjuvazinin henüz gelişme adımları attığı tüm bir tarihsel süreç boyunca, farklı burjuva kesimlerin kıyasıya bir siyasal iktidar kapışması yürüttükleri doğrudur. Ancak bu kesimler neticede aynı sınıfın parçalarıdır ve bu parçalar iktisadi bakımdan asla durağan değildirler.
DP döneminde öncelikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin istemleri gerçekleşmiş olsa bile kapitalist gelişme o noktada da durmayacak, kapitalist tarım ve ticaret sayesinde sağlanan muazzam sermaye birikimi bu kez sanayiye akıtılmak istenecektir. Böylece büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin bir kısmı yıllardır alıştıkları ve kendilerine daha kolay gelen tarım ve ticaret alanında semirmeye devam ederken, önemli bir bölümü ise aynı zamanda sanayiye yatırım yapmaya başlayacak ve sanayi burjuvazisine dönüşecektir. 1950-60 arasında özel ellerde toplanan sermaye birikimi artık sanayi alanında sıçrama yapılabilmesini olanaklı hale getirmiştir. DP iktidarının son dönemlerinde (özellikle 1958 iktisadi krizinden itibaren) sanayi alanında atılım yapmaya hazırlanan büyük burjuvazi, siyasal iktidarın bunun önünü açmasını talep eder hale gelmiştir. DP döneminde ağırlıklı olarak tarımın sübvanse edilmesine ayrılan büyük fonların, artık öncelikle özel sanayi yatırımlarına akıtılmasını istemektedir.
Ne var ki DP iktidarının bu talep doğrultusunda harekete geçmeyip tarım burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine imtiyazlar sağlamaya devam etmesi, kent ağırlıklı büyük ticaret ve sanayi burjuvazisini muhalif bir konuma iter. Kırsal kesimin egemen unsurlarına kıyasla burjuvazinin bu modernleşen ve kapitalist çağa ayak uydurmak isteyen kesimi arzuladığı değişimin önünü açacak bir siyasal alternatif arayışı içine girer. Tarım burjuvazisinin palazlanan kesimi de sanayileşmeye yönelmekle birlikte kendisini ihya eden DP iktidarından vazgeçmeye pek de niyetli değildir.
Bu dönemde büyük burjuvazinin yoğunlaşan iç çekişmelerini, İş Bankası ve Akbank çevresinde kümelenen farklı iki burjuva kesim arasındaki gerilim de somutlamaktadır. Öteden beri İş Bankası çevresinde yer alan eski İstanbul, İzmir gibi kentlerin büyük burjuvazisi karşısında, tarım burjuvazisinden gelip sanayi ve hizmet sektörüne yönelen ve özellikle Adana çevresindeki sermaye birikimini yansıtan Akbank çevresi yer alır. DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devletçi aydınlar, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir.
Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.
Muhalif basın DP’nin göz açtırmayan sansür ve baskılarının sona ermesini, yeni yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfı modern kapitalist ülkelerdeki gibi sendikal haklarının olmasını arzulamaktadır. Ayrıca OECD gibi uluslararası kapitalist örgütler de, Türkiye tarımının geleneksel yapısının artık bir değişim yoluna girmesinin, tarım kesiminin sübvansiyonlarla beslenmesi yerine modern anlamda kapitalistleşmesinin gerekli olduğu doğrultusunda öğütler vermektedirler. İşte tüm bu faktörlerin üst üste yığışması neticesinde, siyasal yaşamdaki tıkanıklığı açacak bir askeri darbe için koşullar elverişli hale gelmiş bulunmaktadır.
27 Mayıs 1960
27 Mayıs askeri darbesi, daha sonrakilerden farklı olarak ordunun emir komuta zincirine itaat etmedi. Generaller eliyle değil, daha alt rütbeli subaylar, albaylar vb. marifetiyle gerçekleştirildi. Askeri darbeyle iktidara el koyan 27 Mayıs cuntasının oluşturduğu Milli Birlik Komitesinin çevresinde, daha sonra Doğan Avcıoğlu gibi sol-cuntacı aydınlar, CHP yanlısı bürokratlar toplaşmaya başladı.
Askeri darbe, büyük kentlerde öğrenci ve aydın kesimlerin DP karşıtlığı temelinde gelişen muhalefet rüzgârının üzerine binmişti. Bu nedenle 27 Mayıs, muhalif kitle hareketini ezen 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinden farklı bir görünüme bürünmüştü. O yüzden, burjuva solun etkisi ve küçük-burjuva solun da sahiplenmesiyle bir devrim olarak adlandırıldı. Oysa neticede 27 Mayıs, onu gerçekleştiren alt rütbeli subayların niyetlerinden bağımsız olarak, kapitalist gelişmenin önündeki tıkanıklığı açan tepeden inme bir reform hareketi oldu.
Kemalist geleneğin uzantısı milliyetçi sol cuntacılar da, 27 Mayıs sayesinde, Demokrat Parti iktidarının kendilerine yönelik baskılarının öcünü önde gelen üç burjuva siyasetçisini, DP hükümetinin başbakanı Menderes’i ve yanı sıra iki bakanını idam sehpasına göndererek almış oldular.
27 Mayıs askeri darbesi 12 Mart ve 12 Eylül örneklerinden farklı özelliklere sahip olsa bile, Türkiye’de gerçekleşen tüm askeri darbelerin ardında yatan önemli bir gerçeği de gözardı etmemek gerekir. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin yapılanmasına damgasını basan ezen ulus şovenizminin devamını, aslında 27 Mayıs’tan başlayarak tüm askeri darbelerin harcında bulmak mümkündür.
Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır!
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri konu olduğunda, her ikisinin de işçi ve devrimci hareketin yanı sıra Kürt ulusal kurtuluş hedefini benimseyen kişi ve örgütlere yönelik kudurgan baskıcı tutumu biliniyor. 27 Mayıs ise, henüz düzen için bir tehdit oluşturmayan işçi hareketini ve devrimci unsurları hedef almış değildir. Ne var ki Türkiye sol hareketine uzun yıllar boyunca bulaşmış olan Kemalizm kuyrukçuluğu nedeniyle, bir başka gerçeklik biraz karanlıkta kalmıştır.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren askeri cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular.
Kürt sorunundaki bu baskıcı tutumunu gün yüzüne çıkartmak istemeyen 27 Mayıs cuntası, asıl olarak burjuva düzendeki tıkanıklığın kontrollü biçimde açılabilmesi görevine soyundu. Bu amaçla üstten bazı dönüşümlerin gerçekleştirilmesine girişildi ve bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni bir Anayasa hazırlandı. Eskisine oranla daha liberal bir içeriğe sahip olan 27 Mayıs Anayasasının yürürlüğe konulmasıyla, burjuva siyasal düzenin parlamenter demokratik çerçevesi bazı bakımlardan genişletildi. Fakat öte yandan, bugün büyük sermaye tarafından bile burjuva demokratik işleyişle bağdaşmaz ilân edilen Milli Güvenlik Kurulunu da aslında 1961 Anayasası getirdi. Zira unutulmamalı ki, Türkiye’de alışıldık burjuva demokrasisinin çok dar olması nedeniyle daha sonra “bol geldi” diye burjuva sağın saldırısına muhatap olan 27 Mayıs Anayasası, neticede bir askeri darbenin ürünüdür.
O dönemin koşullarında ileri görülen bazı adımların bizzat sivil ve asker bürokrasinin eliyle atılmış olması, Türkiye sol hareketi içinde ordunun niteliği konusunda ne yazık ki sonu acıklı bitecek bir bilinç çarpılmasını da beslemiştir. Yanı sıra, 27 Mayıs askeri darbesinin niteliği de doğru kavranmamıştır. Aslında 27 Mayıs askeri darbesi değil, 27 Mayıs dönemindeki toplumsal hareketlilik bir sol uyanışın habercisiydi. Bu siyasal ve kültürel uyanışın temelinde, kuşkusuz ki Türkiye’de kapitalist gelişmeye bağlı olarak bir işçi-emekçi hareketinin mayalanması yatmaktaydı. Ve eğer askeri darbeyle kontrol altına alınmasaydı, bu sol uyanış kendi ayakları üzerinde daha da ileri gidebilirdi.
Fakat 27 Mayıs askeri rejimi, ilerleyen yıllar içinde iki kez daha yaşanacak olan askeri rejimlerden farklı olarak, devrimci bir yükselişin üzerine açık şiddet ile yürüyen bir olağanüstü yönetim biçimi değildir. Bu husus zaten yeterince nettir. Anlamlı bir tartışma ihtiyacı, onun Avrupa’nın geçmiş dönemlerindeki Bonapartizm örnekleriyle benzeşip benzeşmediği noktasında doğabilir. Bu bağlamda ileri sürülebilecek en anlamlı argüman, tarihsel hamle sırası gelen sanayi burjuvazisinin önünün bir olağanüstü yönetim biçimiyle açılmış olması olurdu. 27 Mayıs askeri rejimi gerçekten de böyle bir özelliğe sahiptir ve bu nedenle Bonapartist esintiler taşıdığını düşünmek mümkündür. Fakat Bonapartist rejimlerin (ister eski Fransız örneği, ister emperyalizm çağına özgü yeni biçimi olsun) çok ayırt edici bir başka özelliği daha vardır. Bu, özetle, Bonapartizmin burjuva düzene yönelik devrimci işçi tehdidini savuşturmayı amaçlayan boyutudur. Bonapartist askeri diktatörlükler toplumdaki ilerici hareketliliğin üzerine binip ilerlemez, tersine ona karşı dururlar.
Oysa bir de, işçi-emekçi kitlelerin burjuva düzen içi reform beklentilerini yansıtan ve bu beklentilerin bir kısmını gerçekleştirmek üzere toplumsal desteği arkalarına alarak ilerleyen askeri diktatörlükler vardır. Bunlar en çok da, sanayi burjuvazisinin ulusalcı istemlerine yanıt getiren siyasal rejimler oluşturmuşlardır.
Geçmiş tarihlerde çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan ve daha ziyade ordu içindeki alt rütbeli subaylardan oluşan milliyetçi sol, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükler bunun örneğidir. Bunlar toplumdaki devrimci kıpırdanışları arkalarına almış, fakat yine de ileriye doğru atılacak adımları burjuvazinin kabul sınırları içine hapseden askeri rejimler oluşturmuşlardır. Bu tür bir askeri diktatörlükle, bir devrimci uyanışı doğrudan engellemek için kurulan Bonapartist ya da faşist bir askeri diktatörlük birbiriyle özdeşleştirilemez. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, milliyetçi sol eğilimli, ulusal kalkınmacı anlayışa sahip bir askeri diktatörlük dönemidir.
Büyük ticaret temelinde dışa açılmayı, emperyalist örgütlerle bütünleşmeyi savunan DP iktidarını bir kılıç darbesiyle yere seren 27 Mayıs, esasen sanayi burjuvazisinin işine yaradı. Bir başka deyişle bu darbe, büyük toprak ve büyük ticaret burjuvazisine karşı artık tarihsel hamle sırası gelen büyük sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Nitekim 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtının kuruluşu ve beş yıllık kalkınma planlarının uygulamaya konulmasıyla sanayinin güçlendirilmesine hız verilecekti. Kamuoyuna, askerin DP iktidarından intikam alması şeklinde yansıyan bu askeri darbe, işin derininde egemen sınıflar ittifakındaki ağırlık noktasının değişmesini sağlıyordu. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, DP iktidarı döneminde büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin ağırlıkta olduğu iktidar blokuna son vererek, artık sanayi burjuvazisinin hegemonyasında yeni bir burjuva iktidar blokunun kurulması için yolu temizlemişti.
60’lardan 70’lere:
12 Mart askeri darbesinin incelenmesine geçmeden önce, bu kez de 60’lardan 70’lere uzanan Demirel iktidarı döneminin önemli karakteristiklerini ve bu döneme denk düşen kapitalist gelişme halkasının özelliklerini hatırlamak yararlı olacaktır.
27 Mayıs askeri rejimi, Kurucu Meclisin oluşturulması ve yeni anayasanın kabulünden sonra genel seçimlere gidilmesine karar vermişti. Daha doğrusu, o günün dış siyasal dengeleri ve Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinin nesnel dayatması sonucunda olayların bu doğrultuda ilerlemesi kaçınılmaz olmuştu. Ve nitekim 1961 yılında yapılan genel seçimlerle, parlamenter işleyiş biçimine geri dönüldü. 27 Mayıs darbesiyle önü açılan sanayi burjuvazisinin tekelci yükselişi ise, yeni dönemde DP’nin siyasal varisi gibi görünerek iktidar koltuğuna oturan Adalet Partisi’nin gerçek yapısında ifadesini bulacaktı.
DP iktidarı esasen büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin siyasal temsilcisi konumundaydı. Oysa Demirel liderliğindeki AP iktidarı, sıçramalı biçimde tekelci aşamaya yükselen sanayi burjuvazisinin hegemonyası altında çeşitli büyük burjuva kesimlerin oluşturduğu yeni bir iktidar blokunu temsil etti.
AP iktidarı 27 Mayıs döneminde başlatılan sanayiyi teşvik hamlesini sürdürdü. Demirel dönemi, özel sanayi girişimcilerine akıtılan desteklerle onların palazlandırıldığı bir dönem oldu. Böylece Türkiye’de esasen ‘60 dönemecinden sonra kapitalist sanayi tekelci ilişkiler temelinde şahlandı, özel sektör ve proletarya sıçramalı biçimde gelişti. Artık bu kapitalist gelişme halkasına denk düşen iktisat politikası “ithal ikameci sanayileşme politikası” olarak adlandırılıyordu. Yani büyük fonlar sanayiyi teşvik etmek üzere özel sanayi girişimcilerine akıtılacaktı; bu da Türkiye’de montaj sanayi temelinde bir sanayileşme gelişimine yol açacaktı.
Tekelci sanayi burjuvazisinin gönlünde yatan aslan er geç dışa açılmak, dış pazarlarda at oynatmak olsa da, mevcut eti-budu gereği gözünü önce iç pazara dikmişti. Katlamalı biçimde yaygınlaşan sanayi kuruluşları, köyün kente akması, işçi sınıfının büyümesi, onun ürettiği ve sermayenin el koyduğu artı-değer kitlesinin eski dönemlere oranla muazzam miktarlara varması ve nihayet kapitalist gelişmeye koşut olarak gelişen iç pazarın kâr realizasyonuna fırsat vermesi sayesinde, Türkiye kapitalizmi 60’lardan 70’lere koşar adımlarla bir üst gelişme halkasına doğru ilerliyordu.
Kapitalist gelişme sanayi burjuvazisinin tekelci düzeye sıçradığı noktada durmaz, akabinde ticaret, sanayi, bankacılık, sigortacılık, finans vb. çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye giderek kaynaşır ve finans kapital (mali sermaye) olarak adlandırdığımız bir sermaye sentezi yaratır. Kapitalizm şu ya da bu ülkede bu gelişme düzeyine ulaştığında, bu senteze dahil olamayan ve salt ticaret ya da sanayi gibi alanlarda iş görmeye devam eden burjuva kesimler de varlığını sürdürür. Fakat büyük sermaye açısından temel eğilim, giderek her alana el uzatabilmek, böylece finans kapital grupları arasında yer edinebilmektir. Bu şekilde en tepelere ulaşamayan kapitalist kişi ve şirketler ise, kendi cüsselerine göre en kârlı olabileceğini düşündükleri alanlara yatırım yapmayı sürdürürler. Ama bundan böyle finans kapitalin hegemonyası altında işleyen bir kapitalizmin irili ufaklı parçalarıdırlar.
İşte Türkiye kapitalizminin 60’lardan 70’lere seyrettiği ve nihayetinde ulaştığı gelişme halkasının özelliği özetle budur. Çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye, kabaca ‘70 dönemeci diyebileceğimiz bir tarihsel kesitte bir mali sermaye sentezine ulaşarak eski döneme son noktayı koymuştur. Böylece Türkiye kapitalizminin gelişme sürecinin sergilediği temel özelliği de vurgulayabiliriz. Kapitalist gelişmenin klasik örneklerinde daha erken fakat daha zamana yayılmış olarak yaşanan bu değişim süreci, Türkiye’de daha geç, başlangıçta daha ağır aksak, fakat belirli bir birikim noktasından sonra son derece hızlı ve sıçramalı olarak ilerlemiştir.
‘70 dönemecinden öteye Türkiye kapitalizminin gelişim öyküsü, artık burjuvazinin tarım, ticaret ve sanayi kesimleri arasındaki çekişmeler temelinde anlatılamaz. Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir. Ne var ki, büyük burjuvazinin mali sermaye sentezine yükselme süreci her ülkede sancılı ve çelişkilerle yüklü bir süreç olmuştur.
Bu durum kuşkusuz siyasi alanda da yansımasını bulur. Finans kapital bir kez hegemonyayı ele geçirdikten sonra, hangi burjuva partisi iktidara gelirse gelsin, (uygulamadaki nüanslara rağmen) ulaştığı hegemon konumdan geri döndürülemez. Peki bundan böyle olağanüstü rejimlere neden ihtiyaç duyulacak ve bu rejimler ne anlama gelecektir? Bu sorunun yanıtı, artık esasen iki temel sınıf arasındaki çatışmanın seyrine ve ulusal sınırların kapitalist gelişimin önüne diktiği engellerin ne pahasına olursa olsun aşılması ihtirasına düğümlenmiş bulunmaktadır. Finans kapitalin önündeki temel engeller ise şunlar olacaktır: Birincisi, işçi sınıfı mücadelesinin tatlı kârlarla dönen kapitalist çarkları yavaşlatması ya da hepten durdurması tehlikesi. İkincisi, finans kapitalin ulaştığı kapitalist gelişme düzeyinde iç pazarla yetinemeyecek oluşudur. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin altında yatan başlıca nedenleri de bu şekilde özetlemek mümkündür.
12 Mart 1971
İlerleyen yıllar içinde Türkiye’de keskinleşen sınıf mücadelesi nedeniyle, burjuva düzenin artık dipten gelen dalgaların tetiklediği sol tandanslı cuntalara tahammülü kalmamıştı. 27 Mayıs’tan sonra gerçekleşen askeri darbeler, burjuvaziyi korkuya sevk eden devrimci durum tehditlerini ortadan kaldırmak amacıyla, ordunun emir komuta zinciri içinde üstten geldiler. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri arasında benzerlikler olmasına karşın, bu darbeleri takiben oluşan siyasal rejimlerin biçim ve kapsamları arasındaki farklılıklar da ihmâl edilmemelidir.
12 Mart darbesiyle oluşan olağanüstü yönetim biçimi, parlamenter işleyişi toptan tasfiye etmeye muktedir olamayan bir yarı-askeri diktatörlüktür. Devrimci hareketteki yükselişi daha ileri boyutlara ulaşmadan engellemeyi amaçlayan bu olağanüstü yönetim dönemini, emperyalizm çağına özgü bir tür Bonapartist rejim çerçevesinde değerlendirenler olabilir. Ne var ki, 12 Mart askeri rejimi bu değerlendirmeyi güçlü kılabilecek özelliklerden yoksundur. Çünkü askeri darbeyi takiben yaşanan olağanüstü yönetim dönemi, burjuvazi ve proletarya arasındaki savaşı bir tür denge rejimi ile baskılamaya çalışan bir devlet biçimi olmamıştır. Tersine, burjuva devletin faşist biçimlenmesini hatırlatırcasına, militan işçi mücadelesine ve devrimci harekete karşı açık bir savaş yürütülmüştür.
Buna rağmen 12 Mart rejimi, kelimenin gerçek anlamında kendi temelleri üzerinde yükselebilen bir “biçim” düzeyine de ulaşamamıştır. İşçi mücadelesini ve devrimci hareketi bastırmak için kullandığı yöntem ve varmak istediği hedef açısından değerlendirecek olursak, sermayenin faşist saldırısının bir provası gibidir. Bu bakımından 12 Mart’ı faşizan bir yarı-askeri diktatörlük olarak niteleyebiliriz. Kaldı ki, daha sonra yaşanan askeri faşist diktatörlük gerçeğinin eşliğinde değerlendirildiğinde, 12 Mart’ın gerçekten de 12 Eylül’ün bir provası mahiyetinde olduğu açıktır.
Dönemin Demirel hükümetine bir muhtıra veren askeri cuntanın, 12 Eylül’de olduğu biçimde parlamenter işleyişi tümden ortadan kaldıracak bir hazırlığı henüz yoktu. Aslında bu hükümet darbesi, genç subayların da içinde olduğu ve ordunun emir komuta zincirini bozma tehdidi içeren bir sol cuntanın (9 Mart cuntası) önünü kesmek amacıyla alelacele planlanmıştı. Bu nedenle de 12 Mart rejiminin generalleri, ordu içinde yürüttükleri operasyonlarla, silahlı kuvvetler içindeki radikal eğilimli, sol Kemalist subayları tasfiye ettiler. Bu tasfiyelerle ordunun üst komuta kademesinde beliren bazı çatlaklar da onarıldı. Ve burjuva devletin bu en güçlü baskı aygıtı, finans kapitalin gelecek bunalımlı günlerinde başvuracağı darbelere daha hazır hale getirildi, güçlendirildi.
Ancak 12 Mart darbesinin dipte yatan esas nedeni, tıpkı 12 Eylül askeri darbesinde olduğu gibi, burjuvazinin artık kendini hissettiren işçi sınıfı hareketinden ve devrimci örgütlenmeden duyduğu korkuydu. Bunun boş bir korku olduğu da söylenemez. Zira o dönemde sendikal hareketi ileri çeken DİSK örgütlenmesi, proletaryanın şanlı 15-16 Haziran direnişi ve işçi sınıfını ilk kez kitlesel ölçekte hareketlendiren bir sosyalist parti olarak Türkiye İşçi Partisinin yükselişi bugün bile ileri örnekler olarak hatırlanmaktadır.
12 Mart olağanüstü rejimi TİP’i kapattı, DİSK’in faaliyetlerini durdurdu, bu örgütlerin yöneticileri hakkında çeşitli davalar açıldı ve bazıları tutuklandı. 12 Eylül döneminden farklı olarak burjuva siyasal partiler kapatılmadı. Fakat dönemin iktidar partisi AP’nin lideri başbakan Demirel, generallerin muhtırası karşısında şapkasını alıp kenara çekildi. Askeri cunta parlamentoyu lağvetmedi, parlamenter işleyişi askıya alarak meclis dışından bir teknokratlar kabinesi atadı.
Sosyalist örgütlerin kapatılması, devrimcilerin tutuklanıp işkencelerden geçirilmesi, devrimci gençlik hareketinin önde gelen üç liderinin asılarak ve diğerlerinin pusuya düşürülerek, bombalanarak öldürülüp gençliğe gözdağı verilmesi bakımından 12 Mart tam anlamıyla 12 Eylül’ün provası gibi oldu. 12 Mart yarı-askeri diktatörlüğü 27 Mayıs’ın getirdiği liberal anayasayı yürürlükten kaldıramadı, fakat onun bazı önemli yönlerini kırptı. Siyasal davaların olağanüstü koşullar altında görülmesi amacıyla tesis edilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yolunu ilk kez 12 Mart rejimi açtı.
Bu dönemde sendikal hareket ve toplu sözleşme süreci 12 Eylül’de olduğu gibi tam anlamıyla yasaklanmış olmasa da, işçi hareketindeki devrimci yükseliş bir süreliğine kontrol altına alındı. 12 Mart 1971 askeri darbesi, kapitalist gelişmeye bağlı olarak büyüyen ve finans kapital düzeyine sıçrayan burjuvazinin, işçi sınıfı tehdidiyle sarsılan düzenini korumaya yönelik bir girişimdi. Ancak bu girişim, askeri cuntanın yürütme gücünü tamamen kendi elinde toplaması bakımından yeterince elverişli iç ve dış koşullara sahip değildi. Bu nedenle 12 Mart, burjuvazinin yapısal değişim isteğini gerçekleştirme bakımından bir 12 Eylül gibi başarılı olamadı.
Yine de 12 Mart döneminde sermayenin örgütlenmesinde yeni gelişmeler yaşandı. Finans kapital düzeyine ulaşan büyük burjuvazi, bir yandan sanayi-ticaret odaları gibi geleneksel burjuva örgütleri ve işveren sendikaları üzerinde etkinliğini kurmaya çalışırken, diğer yandan da yalnızca kendisine ait bir baskı gücü yaratmaya girişti. Doğrudan finans kapital tarafından kurulan TÜSİAD 1971’de dünyaya gözlerini açtı ve bundan böyle de ekonomik-politik karar mekanizmalarında belirleyici bir rol oynamaya başladı.
Büyük sermaye, işçi hareketinin ve devrimci örgütlenmelerin ezilip uzun süreliğine felç edilmesi bakımından da 12 Eylül’de olduğu biçimde muradına eremedi. 12 Mart yarı-askeri diktatörlük dönemi, neticede iki olağan parlamenter işleyiş arasına sıkışmış bir faşizm provası oldu. Nitekim etkisi de 12 Eylül askeri rejimi gibi uzun sürmedi. 1973’te yapılan parlamento seçimleri döneminde kabaran sol dalganın üzerine binen ve askeri rejime muhalif pozlarla seçimi kazanan CHP lideri Ecevit hükümetiyle birlikte, burjuva düzen tekrar olağan parlamenter işleyiş biçimine döndü.
12 Eylül 1980
Ne var ki bu parlamenter rejim dönemi de fazla uzun süremeyecekti. 1970’lerden 80’lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979’da İran’da Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan’a müdahalesi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planları nedeniyle Türkiye’de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı.
12 Eylül askeri darbesini önceleyen dönemi incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz.[151] ‘80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığını ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediğini kanıtlayan çok önemli bir dönemeç noktasıdır.
Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve sermaye üzerinde hegemon konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.
Ancak yeri gelmişken önemli bir hususun altını tekrar çizelim. 12 Eylül benzeri askeri darbeleri doğuran ortamlar, kapitalist ekonominin döngüsel krizleriyle açıklanamaz. Zira burjuva düzen, içte derin bir siyasal kriz, sınıf savaşımındaki olağandışı bir yükseliş ya da dış dünyadaki sarsıcı değişiklikler gibi faktörler tarafından köşeye sıkıştırılmadığı sürece, son tahlilde bu tür ekonomik krizler gelir gider. Esasen 12 Eylül dönemine denk düşen 1980 24 Ocak ekonomik kararları da olağan bir konjonktür krizinin aşılması amacıyla değil, köklü bir yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesi için gündeme getirilmiştir.
Gerçekte 12 Eylül dönemecinde burjuva düzen, ekonomik-toplumsal-siyasal açıdan alabildiğine sıkışık bir vaziyettedir. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır.
Burjuva düzeni ciddi biçimde tehlikeye sürükleyen ağır bunalım durumlarında, burjuvazi bir çıkış yolu bulmak için, işçi örgütlerinin yarattığı basınçtan kurtulmaya çalışacaktır. Bu örgütleri yok edebilmenin, onları ezip geçebilmenin bir yolunu aramaya koyulur burjuvazi. “İşte o zaman, faşizmin tarihsel rolü başlar” der Troçki. Ve devam eder: “Proletaryanın hemen üstünde yer alan ve onun saflarına itilmenin korkusu içinde yaşayan sınıfları ayağa kaldırır faşizm; resmi hükümetin arkasına saklanarak onları örgütler, askerileştirir ve faturayı finans kapitale gönderir”.[152]
Türkiye’de de böyle olmuştur. Faşizm, 12 Eylül öncesinde birbirini izleyen Milliyetçi Cephe hükümetlerinin arkasına saklanarak, etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiştir. Faturayı da, Troçki’nin dediği gibi finans kapitale göndermiştir. Bu tespit, genel anlamının yanı sıra özel olarak da doğrudur. Unutmayalım ki, düzenini tehdit eden toplumsal kriz ve devrim korkusu geçtiğinde “demokrat” esvaplarını sırtına geçiren büyük sermaye çevreleri ve onların “saygın” örgütleri, Türkiye’de faşist tırmanış döneminde ülkücüler diye anılan faşist güruhu gizliden gizliye destekliyorlardı.
12 Mart örneğinden farklı olarak, 12 Eylül askeri darbesi öncesinde faşizmin iktidara tırmandığı ciddi bir hazırlık dönemi yaşandı. Troçki, burjuva diktatörlüğünün “normal” polis ve askeri kaynaklarının ve bunların parlamenter paravanalarının toplumu bir denge durumunda tutmaya yetmedikleri anda, faşist rejimin zamanının gelmiş olduğuna değinir. Kapitalizm, faşist acente aracılığıyla çıldırtılmış küçük-burjuva kitlelerini, sınıfsızlaşmış ve umutsuzluğa kapılmış lümpen proleter çetelerini harekete geçirecek, bizzat finans kapitalin umutsuzluğa ve cinnete sürüklediği sayısız insanı seferber edecektir.
Nitekim Türkiye örneğinde de MHP, işçi ve emekçi kitlelerin düzen değişikliği yönündeki özlemlerini istismar ederek, küçük-burjuvazinin öfkesini ya da umutsuzluğunu harekete geçirerek ilerledi. Ayrıca MHP’ye bağlı kadrolar ve örgütler, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde lümpen proletaryadan özel birlikler devşirdiler. İşçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere organize edilen bu özel birlikler paramiliter bir faşist örgütlenme görünümündeydi. Amaç toplumun faşist terörle korkutulup sindirilmesiydi.
Bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın insan öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı CIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontr-gerilla türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütülen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri terörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi öncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle döşendi. O dönemde işçi sınıfının öncü unsurları savaşa atılıp geride duranları mücadeleye çekmek istediler, fakat oportünist-reformist liderlikler tarafından engellendiler.[153]
Böylece, sonuçsuz bir gerilim, derin bir huzursuzluk ve nihayetinde de yönsüzlük proletaryayı içten sarstı. Neticede diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, Türkiye’de de askeri faşist cunta, yenilgi ruh haline bürünmüş bir işçi sınıfının üzerine geldi. Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânlarıyla bezendi. Zaten uzunca bir süredir askeri darbe için hazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edecek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren’in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıplak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş olacaktı.
12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avanesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda, kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım.
Her ne kadar olağanüstü siyasal rejimlerin tümü burjuvazinin egemenliğinin korunmasına hizmet ediyorsa da, faşist bir rejimin ayrıca kendine özgü yasaları vardır. Faşizm, genelde tüm muhalefetin susturulduğu ve toplumun neredeyse toptan baskı altına alındığı totaliter bir siyasal iktidar biçimidir. Mussolini tipi sivil faşist diktatörler ya da Pinochet ve Evren tipi askeri faşist cuntalar, inanılmaz bir siyasal güçle donanırlar. Burjuva düzenin tüm yürütme gücü faşist yönetimin elinde mutlak anlamda merkezileşir ve hiçbir muhalefete göz açtırılmayan monolitik bir işleyiş oluşturulur. Burjuva siyasetçilerin, hatta burjuva iş çevrelerinin bile eleştirilerini yüksek sesle dile getirebilmeleri olanaksız hale gelir. Kendi kararıyla kendi parlamenter temsil sistemini sona erdiren burjuvazinin işlediği günahın bedelidir bu.
Marx’ın, aslında tüm olağanüstü yönetim biçimlerine denk düşer şekilde dile getirdiği üzere, önce burjuvazi kılıcı tanrılaştırmıştır ve şimdi de kılıç ona hükmetmektedir. O, devlet kuvvetiyle toplumun her türlü hareketini bastırmıştır, şimdi de devlet kuvveti, onun kendi toplumunun her türlü hareketini bastırmaktadır.[154]
12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva siyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu gibi Hamzaköy “dinlenme tesisleri”nde gözetim altına alındılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktatörlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı.
Finans kapitalin faşist diktatörlüğü, toplumda mücadeleci işçi hareketine karşı bir nefret yaratıp onun üzerine oturmaya çalışır. 12 Eylül askeri cuntası da örgütlü ve sendikalı işçilere karşı bir tepki oluşturmaya çalıştı. Faşist rejim, sınıfın sendikal örgütlülüğünün parçalanması ve işçi ücretlerinin dondurulması için toplumda bir destek yaratma çabası içine girdi. Faşist cuntanın ilk dönemlerinde, Kenan Evren’in çeşitli yerlerde düzenlediği meydan mitinglerinde, bir otel görevlisinin ücretinin kendi maaşından nasıl da yüksek olduğu örneğini verip durması boşuna değildi. Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.
12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. “Anayasal düzeni koruma” gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en “yüce” yasa katına yükselteceklerdi. Faşist cunta, “Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir”[155] diyen Troçki’yi doğrular biçimde düzenlemeler yaptı.
Bugün tasfiye edilmesi için onca mücadele edilen YÖK’ün, faşist cunta tarafından kuruluşu bu durumun en çarpıcı kanıtlarından biridir. Kısacası, faşizm genel başlığı altında toparlayabileceğimiz önemli unsurları içeren 12 Eylül askeri cunta dönemi faşist bir diktatörlük oldu.
Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağanüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir.
İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.
MGK, 27 Mayıs’ın liberal anayasasını işlemez kılmıştı; daha sonra cuntacı generallerin kontrolünde göstermelik bir Danışma Meclisi oluşturuldu. 23 Ekim 1981’de toplanan Danışma Meclisi ile MGK’dan oluşan Kurucu Meclis, askeri cunta yönetimden çekilse bile olağanüstü bir rejimin sürdürüleceği bir anayasa hazırladı. Bu anayasa, cuntacı generallerin uygulama ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutulmalarını yasaklıyordu. Ayrıca, en temel demokratik hakların kullanımını “ancak”namelerle kısıtlayan gerici bir içeriğe sahipti.
Yeni anayasa, askeri cuntanın başı Kenan Evren’i yedi yıl süreyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma teklifiyle birlikte 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulacak ve tüm örgütlülüğünü yitirerek atomize olmuş kitleler, tutuklanma ve işkence görme korkusu altında ezici bir çoğunlukla “evet” diyeceklerdi. Böylece askeri diktatörlüğün ürünü olan 1982 Anayasası ve Bonapartist rejimlerde görüldüğü üzere “halkoyuyla” devletin tepesine oturtulan başkanıyla, 12 Eylül rejiminin uzun bir dönem sürekliliği amaçlanmış oluyordu. Olağanüstü rejim biçim değiştirmiş olsa bile, bu amaca ulaşılacak ve takip eden süreçte yapılan seçimlerle, olağanüstü dönemin anayasası ve yürürlükteki kararnameleri altında sözde bir parlamenter işleyişe geçilecekti.[156]
12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren’in cumhurbaşkanlığı ve Özal’ın liderliğindeki devşirme parti ANAP’ın yürütümünde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yâran takımının sivriltildiği bir dönemdi bu.
1983 yılında yapılan seçimlerle askeri faşist cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla bu kez de Bonapartist yönetim biçimine ihtiyaç duymuştur.[157]
Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde başbakanlık koltuğuna kurulan Özal, ekonomide estirdiği liberal rüzgârlarla, Thatcherizm, Reaganizm örneklerinin bir benzerinin Türkiye’de Özalcılık olarak yükselişine de isim babalığı yapacaktı. TÜSİAD’ın istemi doğrultusunda, ekonominin dümeninin bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’ın ellerine bırakılmasıyla birlikte, Türkiye’de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek, dış ticaret rejimi serbestleştirildi.
Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi.
Faşist Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. ‘90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla “normal” bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde[158] varlığını sürdürdü. Böylece, 90’lardan 2002’deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu.
Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir.
1983 parlamento seçimleriyle sözde bir parlamenter işleyişe geçilmiş, ancak olağanüstü rejimin (12 Eylül rejiminin) çözülüşü henüz tamamlanmamıştır. Bu özellik, faşist bir diktatörlüğün kurulması noktasına ulaşamayan 12 Mart rejimiyle, 12 Eylül rejimi arasındaki kapsam farkını da gözler önüne serer. Sermayenin işçi mücadelesine ve devrimci harekete faşizan saldırısıyla, faşizmin gerçekten iktidar olması kesinlikle çok farklı iki durumdur. Ve her iki örneğin, devrimci harekette ve genel olarak siyasal yaşamda yarattığı tahribatın, bunları izleyen süreçteki etkilerinin ne denli farklı olduğu da uzun sözü gerektirmeyecek denli açıktır.
Türkiye örneğinde olduğu gibi, faşizmin çözülerek ortadan kalkması halinde yaşanan sürecin farklı dönemleri hakkında net bir kavrayışa sahip olunmalı. Aksi takdirde, faşizmin iktidarda olduğu dönem ile bu dönemi takiben faşizmin uzantılarının henüz tasfiye edilmediği ve dolayısıyla etkisinin hâlâ hissedildiği dönem birbirine karıştırılacaktır.
Burjuva düzenin gerici ve baskıcı uygulamalara sık sık başvurması gerçeğinin yanlış yorumlanıp sürekli faşizm diye bir teorinin icat edildiğini biliyoruz. Bu görüş Türk sol hareketi içinde oldukça yaygındır. Benzer şekilde, faşizmin iktidarda olduğu dönem ile faşizmin tasfiye süreci de birbirine karıştırılmaktadır. Oysa bu iki ayrı evrenin taşıdığı özellikler farklıdır.
Konuya açıklık getirmek için bir ayrım yapabiliriz. Faşizmin iktidara gelip işini görmesinin ardından, faşist diktatörlük bir başka olağanüstü yönetim biçimine evrilebilir. Fakat sermayenin faşist saldırısının etkisi ve izleri bir çırpıda ortadan kalkmaz. Burjuva devletin faşist diktatörlük biçimi sona ermiştir, ancak işçi sınıfı ve devrimci hareket faşizmin etkisini hâlâ etinde kemiğinde çok canlı biçimde hisseder. Bu evreyi, iktidardaki faşizm döneminin ardından gelen son halka olarak kavramak mümkündür.
Böylece Türkiye’de, faşizmin iktidara tırmandığı 12 Eylül öncesi dönemi, faşizmin iktidarda olduğu askeri cunta dönemini ve nihayet 1983’te cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra işlemeye başlayan faşizmin tasfiye dönemini birbirinden ayırt etmiş oluruz. Bu süreç bir anlamda bütünsel bir süreçtir ve tüm evrelerine, sermayenin karşı-devrimci saldırısının adı olan faşizm kavramı eşlik ediyor olabilir. Ama yine de, her bir evrenin kendine özgü anlamını ve sınıf mücadelesinin potansiyelleri açısından taşıdıkları farklılıkları asla gözardı edemeyiz. Nasıl ki faşizmin iktidara tırmandığı dönemi faşizmin iktidarda olduğu evreyle bir tutmak yanlışsa, aynı gerçeklik faşizmin tasfiyesi dönemi için de geçerlidir.
Bu tasfiye dönemi, potansiyel olarak, işçi mücadelesine ve devrimci harekete yeni olanaklar sağlar. Fakat bu potansiyelin yaşama geçirilip geçirilemeyeceği, tamamen o ülkedeki somut duruma, devrimci işçi hareketinin genelde içinde bulunduğu uluslararası ve ulusal koşullara, her şeyden önce de devrimci bir önderliğin olup olmamasına bağlıdır.
Türkiye örneğinden hareketle, faşizmin çözülüş sürecine ilişkin değerlendirme sonuçlarını özetle vurgulayacak olursak şunu söylemek gerekir. Faşizmin devrimci işçi-emekçi mücadelesiyle çökertilmemesi ve etkilerinin uzatmalı bir süreç içinde gıdım gıdım tasfiye edilerek olağan bir işleyiş dönemine geçilmesi, alabildiğine sancılı bir süreçtir. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir.
Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.
Sonuç
2002 sonundaki bu dönemeç noktasının anlamını doğru ifade edebilmek için, 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan olağanüstü rejimin yarattığı önemli bir sonucun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırıldı ve pekiştirildi. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde oldu. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetti ve tavır aldı. Aslında ordunun iç siyasete müdahalesi bakımından ele alındığında, Türkiye’de istisnasız tüm askeri darbeler bu tavrın şu ya da bu ölçüde yansımalarını içerir.
Bu bakımdan en uç örnek elbette 12 Eylül askeri rejimi oldu. Askeri bürokrasinin parlamenter rejime indirdiği darbeler ve getirdiği yasal düzenlemelerle, bu askeri diktatörlük dönemi, ordunun siyasi yaşamdaki rolünü neredeyse ebedi biçimde garanti altına almayı arzular biçimde yapılandı. Bu durum, askeri cuntanın iktidardan çekilip yerini parlamentoya terk etmiş görünmesine karşın, ordu kurmayının siyasetteki etkisinin güçlenmiş biçimde uzun yılları kapsamasına neden olacaktı.
Kısacası, 12 Eylül darbesiyle iktidara oturan askeri faşist cunta, özellikle dış siyasal dengelerin etkisiyle bir süre sonra yerini sözde bir parlamenter rejime bırakmış olsa da, askeri diktatörlüğün ürünü olan siyasal koşullar o noktada ortadan kalkmadı. Nitekim askeri diktatörlüğün yasal düzenlemeleri, kurduğu olağanüstü mahkemeler, açtığı düzmece siyasal davalar ve işkence, devrimci örgütlenme çabalarını ezen devlet terörü, işçi ve emekçi kitleler üzerindeki olağanüstü baskı politikası, sendikal yasaklar vb. daha uzun yıllar tam gaz varlığını sürdürecekti.
12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir husus daha var. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.
Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu gelişme, devrimci bir önderlikten yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi alabildiğine geriletilmiş bir işçi sınıfı gerçekliğine, bir de devrimci işçi hareketini dünya ölçeğinde son derecede olumsuz yönde etkileyen alt üstlüklerin eklendiği bir süreçte yer aldı. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı.
Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştı. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmayacak, sesini çıkartmayacaktı. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst edecek, paradigmaları değiştirecek, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görecekti.
TC’nin, Türk dilinin hegemonyasına, Misak-ı Milli sınırlarına ve ordunun tanımladığı Türk tipi laiklik anlayışına (yani devletin din işlerine karışması!) dokunulmaya asla yeltenilmemesi gibi örneklerde somutlanan kırmızı çizgileri yıllarca varlığını sürdürdü. Türkiye’de parlamenter rejimin meşruiyet alanını, burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak kabul edilen Kemalizm çerçeveledi. Bu durum, anayasalara yansıtılan ve parlamentodaki milletvekili yeminlerinde terennüm edilen, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma” benzeri ifadelerde açıkça dile getirildi ve bir üst yasa gibi yıllarca hüküm sürdü. Buna aykırı davranışlar, “anayasayı tebdil, tağyir” ile suçlandı.
Türkiye’deki bu gerçeklik, en çok askeri darbelerde ya da ordu kurmayının siyasi ağırlığını koyduğu dönemlerde varlığını hissettirdi. Nitekim 1991 yılı parlamento açılışında milletvekili yemini sırasında Kürtçe konuşan Kürt milletvekillerinin daha sonra tutuklanıp yıllarca hapislerde çürütülmesi örneği ortadadır. Keza, laiklik elden gidecek yollu provokasyonlarla, seçimle işbaşına gelmiş olan Refah Partisinin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetini alaşağı eden ve bu partiyi kapatan örtük (kimilerinin post-modern dediği) 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi hatırlardadır.
Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır.
Diğer yandan, Kürt sorunu başta olmak üzere, Kıbrıs, AB gibi yıllardır baskıyla ya da görmezden gelinmeye çalışılarak ertelenen sorunların çorap söküğü gibi peşpeşe gelmesi, büyük sermaye çevreleriyle statükocu kesim arasında giderek derin çatlakların oluşmasına hizmet etti. Bu arada dış dünyada da Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşü gibi büyük bir deprem yaşanmış ve dünya dengeleri de tamamen değişmişti.
Türkiye büyük sermaye çevreleri, komünizm “tehlikesi”nin artık bertaraf edildiği düşüncesiyle rahatladılar ve açılan yeni dönemde sermayenin globalleşmesi hedefine kilitlendiler. AB’ye katılmayı düşleyen büyük iş âlemi, bu yeni koşullar nedeniyle Türkiye’de burjuva parlamenter düzenin normalleşmesi için çaba sarf eden bir kesim olarak sahneye çıkıyordu. Statükocu devlet güçleri ise, Kıbrıs sorununda ya da daha fazlasıyla Kürt sorununda görüldüğü gibi, yıllardır alıştıkları baskıcı-otoriter devlet anlayışından ve esasen buradan kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmeme çırpınışı içinde her fırsatta bir olağanüstü rejim görüntüsü sergilemekteydiler.
Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştu. Bugünse büyük sermaye, liberal ve “sivil toplumcu” bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (Şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. Şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.)
Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. Şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek!
Seçimlerin galibi olarak iktidar koltuğuna oturtulan AKP’nin büyük burjuva çevreler tarafından uzun dönemdir özlemi çekilen istikrarlı bir hükümet olup olamayacağı ya da bu burjuva iktidar konusunda işçi ve emekçi kitlelerin içine düştüğü büyük yanılsamalar gibi hususları şimdilik bir kenara bırakalım. Şu an için açık bir gerçek var. TC’nin uzun yıllarına damgasını basmış bulunan eski burjuva partilerin defterini dürerek AKP’yi siyaset sahnesine yenilikçi, AB yanlısı, demokratikleşmeden yana imajıyla çıkaran son genel seçimler ve yarattığı sonuçlar, 12 Eylül rejiminin tasfiye sürecinde şimdiye kadarki en geniş çaplı değişim olmuştur. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle –uygulamada devletin asker-polis güçlerinin geleneksel tutumlarını sürdürdüklerini unutmamak koşuluyla!– Türkiye tipi parlamenter rejimin çerçevesi bir ölçüde genişletilmiş ve artık olağan diyebileceğimiz bir yönetim biçimine geçilmiştir.
Fakat AB yanlısı büyük sermaye çevreleriyle statükocu devlet güçleri arasındaki gerilim henüz sona ermemiştir. Bu güçlerin süngüsü son dönemlerde bir hayli düşmüş ve büyük sermayenin yeni tercihlerine bağlı olarak geleneksel yöntemleri artık yıpranmış olsa da, TC’nin resmi çizgisinin dışına çıkmak isteyenler hakkında rejim düşmanı havası yaratma sevdalarını terk etmemişlerdir. Son dönemde yaşanan İmam Hatip Liseleri tartışmasında veya Kıbrıs ya da Kürt sorununda açığa çıktığı gibi, yıllarca olağanüstü rejimler temelinde varlık kazanmış olan devlet güçleri siyasette ikinci sınıf konumuna düşmeyi hazmedememektedirler. Çırpınışlarının nedeni budur.
Vurgulanması gereken önemli bir başka husus daha var. Statükocu siyasal yapılanmada günümüzde cereyan eden değişim sürecinde, iç toplumsal dinamiklerden çok Avrupa Birliği gibi dış faktörlerin etkili olduğu asla gözardı edilemez. Sanki tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünde büyük oranda dış dinamiğin (yani kapitalist bir dünyanın varlığı ve etkisinin) belirleyici olmasını hatırlatırcasına, bir üst halkada ve kuşkusuz farklı koşullarda kendini tekrar ediyor gibidir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu yalnızca bir benzetme. Artık devir Osmanlı devri değil ve günümüz Türkiyesi, nesnel bakımdan, siyasal yapının baskıcı çerçevesini zorlayacak temel bir iç dinamiğe sahip. Eksik olan, bu iç dinamiği, işçi sınıfının uyuklayan devrimci potansiyelini harekete geçirecek olan öznel faktördür.
Dünyada 80’ler sonrasında esen neo-liberal rüzgârların olumsuz etkisi ve ondan da daha çok 12 Eylül faşist diktatörlüğünün Türkiye’de siyasal yaşamı gerileten, toplumu atomize eden uzun dönemli tesiriyle işçi sınıfı henüz kendini toparlayabilmiş durumda değildir. Ekonomik, siyasal vb. çeşitli mücadele alanlarında işçi sınıfının örgütlülüğü çok ciddi biçimde zayıftır. Bu gerçekliğin olumlu doğrultuda değişikliğe uğratılması, işçi sınıfı devrimcilerinin temel problemidir. Öte yandan, liberal sol çevrelerin, sosyal demokrat bir alternatif yaratabilme aşkına düşen burjuva unsurların dahi pek etki kurabildikleri söylenemez. Bu da burjuva solunun başlıca sorunudur.
Şu an AKP iktidarı altında yürümekte olan “demokratikleşme” sürecinin, AB baskısı ve benzeri dış faktörlerin etkisiyle yol alıyor oluşu bazı burjuva çevreleri endişeye sevk ediyor. Ya işler değişirse, ya bu süreç kesintiye uğrarsa? AB ve ABD arasındaki rekabetten yararlanarak, AB kodamanlarından olumlu vaatler kopartan Türkiye’nin artık AB yolundan çıkmasının, bugün yaratılan iklimde zor göründüğü düşünülüyor. Ama yarın bir yol kazası olmayacağını kim garanti edebilir? Emperyalist güçler arasında kızışan çıkar çatışmalarıyla ısınan ve bu güçlerin yeniden paylaşım savaşlarıyla adeta bir cehennem yerine dönen günümüz kapitalist dünyasında, hele ki Türkiye gibi “sürprizler”e açık bir ülkede her şey olabilir!
AB yanlısı burjuva güçlerle, statükocu burjuva güçler arasındaki gerilim egemen sınıf ittifakı içindeki bir tepişmedir. Bu tepişmede sözde bir anti-emperyalizm adına statükocu güçlerin safına kayan sol çevreler, ya açıkça milliyetçi sol bir tutum içindedirler ya da büyük bir aymazlık. Burjuvazinin iç kapışmalarına taraf olmak işçi sınıfı devrimcilerinin tutumu olamaz. Bırakalım burjuva unsurlar olayları kendi bakış açılarıyla yorumlayıp, kendi dertleriyle halleşsinler. Bizler işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını ve geleceğini her zaman çok yakından ilgilendiren ve görevlerimize ışık tutan temel gerçekleri hatırlamak zorundayız.
Birincisi, kapitalizm var oldukça olağanüstü siyasal yönetimler de, askeri darbe ve faşizm tehlikesi de var olacaktır. İkincisi, Türkiye’de bugün TC’nin geleneksel bürokratik yönüne karşı liberal demokrat bir tavır sergileyen büyük sermaye çevrelerinin, yarın sınıf mücadelesinin keskinleşmesi halinde yine üniformalı devlet güçlerini imdada çağıracağı çok açıktır. Üçüncüsü ve son söz: unutmayalım ki, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!
[121] Troçki, age, s.350
[122] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.476
[123] Marx, “Burjuvazi ve Karşı-Devrim”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.171
[124] Prusya’da gelenekçi ve tutucu yapısıyla ünlü büyük toprak sahipleri.
[125] Engels, “Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.194
[126] Kuzey Alman Birliği Bismarck’ın tavsiyesi üzerine 1866’da kuruldu. Engels’in Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’na atıfta bulunarak Kutsal Prusya-Alman İmparatorluğu dediği bu kuruluş, Almanya’nın Prusya’nın egemenliği altında birleştirilmesinde en belirleyici adım oldu. Bu Konfederasyonun varlığı 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla son buldu.
[127] Engels, age, s.200 (abç)
[128] Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.414-5 (düzeltilmiş çeviri) (abç)
[129] Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.401
[130] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, age, s.485
[131] Engels, “Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.202
[132] Engels, “Konut Sorunu”, age, s.414 (abç)
[133] Zamanla hız kazanan ve ete kemiğe bürünen bu değişimi, üst bürokratların siyasi mevkilerde elde ettikleri avantajlar sayesinde büyük mülk sahibi olmalarında, emekli generallerin büyük tekellerden kaptıkları yönetim koltukları, okkalı huzur hakları ve pay sahipliğiyle fiilen burjuvalaşmalarında ve daha da ötesi OYAK gibi kurumların finans kapitalin en önde gelen bileşenlerini oluşturmalarında izleyebiliriz.
[134] Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Giriş”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.235
[135] Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., 1997, s.71
[136] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.482
[137] Lenin, Proletarya Enternasyonalizmi, Tan Yay., 1976, s.77
[138] Engels, “Zor Teorisi”, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yay, Kasım 1974, s.58-9
[139] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.481
[140] Marx ve Engels, Collected Works, c.10, s.254
[141] Marx, age, s.574
[142] Marx, age, s.575
[143] Engels, “Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üzerine”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.467
[144] Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.609
[145] “Marx’tan Paris’teki P. V. Annenkov’a”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.627
[146] Seçme Yapıtlar, c.2, 502. Burada Marx tam olarak şöyle der: “18 Brumaire’imin son bölümünde, eğer yeniden okursan göreceğin gibi, Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu.” Burada, gerçekten halkçı devrim kavramıyla kastedilen, toplumsal devrimin, ulusun bütün canlı ve yaratıcı güçlerini eskiyi tasfiye edecek yeni bir çekirdeğin çevresinde, devrimci sınıfın etrafında birleştiren büyük bir toplumsal hareket olmasıdır. Halk devrimi kavramının bu kapsamdaki kullanılışı ile Marksizmin özünü çarpıtan Stalinist “halk devrimi” anlayışı arasında hiçbir ilişki yoktur.
[147] Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Giriş”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.231
[148] Milli Mücadeleyi başlatan M. Kemal değildir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, ulusal ve bağımsız bir devletin kurulması amacıyla harekete geçen mülk sahibi ve varlıklı unsurlar, Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini kurmuşlardı. Bu cemiyetler merkezi organlar kurarak ve etki alanlarını genişleterek Damat Ferit Paşa’nın İstanbul hükümetinden ayrı bir yönetim odağı oluşturmayı amaçlamaktaydılar. Kemal Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçtiğinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin ileri gelenleriyle temaslarını yaygınlaştırdı ve toplanan çeşitli kongreler sonucunda bu cemiyetler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirildi. Bu süreçte M. Kemal de hegemonyasını kuracaktı. Bu arada, İstanbul işgal altındaydı ve İtilaf devletleri 1920 Martında işgali fiilen genişletmişlerdi. Bu koşullarda Vahdettin, Nisan 1920’de Meclis-i Mebusan’ı resmen feshetti. Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının çoğunlukta olduğu ve Misak-ı Milli’yi kabul eden bu son Osmanlı Meclisi kapatıldıktan sonra, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM toplandı. Daha sonra Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kendi başkanlığında Halk Fırkasına ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisine dönüştürecekti.
[149] Benzer bir gelişmeye, dünya kapitalizmi karşısında çözülen Sovyetler Birliği örneğinde de tanık olduk. Kuşkusuz bu kez yaşanan, sanayileşmiş bir ekonomik yapı üzerinde yükselen modern bürokratik-despotik rejimlerin egemen devlet sınıfı içindeki ayrışma ve dönüşüm idi.
[150] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.584
[151] Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de kapitalizmin daha baştan tekelci bir özellik taşıdığı ve bu nedenle mali sermaye temelinde geliştiğini belirtir. Kapitalist gelişme yoluna geç bir tarihte giren Türkiye’de, devlet kapitalizminin daha baştan tekelci bir özellik taşıdığı doğrudur. Ne var ki, mali sermayenin oluşumu ve egemen konuma yükselmesi, sanayi burjuvazisinin özel sektör temelinde gelişmesine ve yanı sıra yine aynı temelde bankacılık ve finans piyasasının sıçrama kaydetmesine bağlıdır. Bu nedenle, daha baştan tekelci özellik taşıyan Türkiye devlet kapitalizminin bu sürece büyük bir ivme verdiğini ve 1960 sonrasında özel sektörün sanayi atılımıyla birlikte finans kapitalin 70’lerdeki sıçramalı gelişimini mümkün kıldığını söylemek daha doğru olur.
[152] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, s.152
[153] Bu durumun çok çarpıcı örnekleri vardır. Dönemin en önde gelen sendika liderlerinden DİSK’e bağlı Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in faşistlerce katledilmesinden sonra, faşist tırmanışa örgütlü bir saldırıyla yanıt vermeyip, devrimci öfkeyle bilenen işçileri ısrarla mücadeleden geri tutan TKP’nin tutumu özellikle hatırlanmaya değer. Yine hatırlamak gerekir ki, bu oportünist tutum şu ya da bu liderin masum yanlışlarından doğmadı. Resmi komünist çizginin, Almanya’da faşizmin iktidara tırmanış süreci dahil pek çok tarihsel örnekte sergilediği üzere, bu oportünist ihanet politikası Stalinist bürokrasinin genel karakterinden türedi. Zaten birileri masumane yanlışlar yaptığı için oportünizme düşülmez, oportünist liderlikler kendi çıkarlarına göre teori icat ederek işçi hareketini yenilgiye sürüklerler. Nitekim Türkiye’de de TKP liderliği, faşist askeri diktatörlüğün kuruluşunu takiben, bu kez de kendi paçasını kurtarabilmek için cuntayla uzlaşma yolları arayacak ve devrimcilerin işkencelerden geçirildiği bir ortamda, “cunta içinde ılımlı kanatlar var” tarzında teorik kılıflar icat edecekti!
[154] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.570
[155] Troçki, age, s.164
[156] Bonapartist rejimler parlamentoyu feshedebileceği gibi, sözde parlamenter bir işleyiş altında yürütmenin gücünü merkezileştirerek de var olabilir. Bu bakımdan parlamento ile örtülenmiş olağanüstü yönetim biçimi ancak bu tür Bonapartist rejimlerde görülebilir. Faşizm ise, zaten sermayenin karşı-devrimci çıplak diktatörlüğüdür. “Örtülü faşizm” gibi değerlendirmeler yanlıştır. Esasen bu tür yanlışlar, faşist diktatörlüklerin Bonapartist bir asker-polis devleti doğrultusunda çözülmüş olabileceğini kavrayamayan ya da faşizmin tırmandığı dönemde ortaya çıkabilecek olan sözde parlamenter işleyişi faşist iktidarla bir tutan siyasal yaklaşımların ürünüdür.
[157] Troçki, bu duruma tam denk düşen bir belirlemeyle, burjuvazinin Bonapartizme bazen de iç savaşın yeniden parlamasını önlemek üzere başvurabileceğini belirtmiştir. (Faşizme Karşı Mücadele, s.349)
[158] Burada bir parantez açıp önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor. Burjuvazinin yükselen bir işçi hareketini kontrol altına almak için, olağan parlamenter işleyişin çerçevesini daraltarak polisiye önlemleri arttırmasının rejimde yarattığı gericileşme ile, faşizmin çözülüş sürecinde karşımıza çıkabilecek sözde parlamentolu Bonapartist bir işleyişi veya bir asker-polis devleti biçimini birbirine karıştırmamak gerekir. Birinci durumda, burjuva rejimin henüz olağan işleyişi dahilinde ortaya çıkan spazmlar söz konusudur. İkinci durum ise, faşizmin çözülüş sürecinde karşımıza çıkabilecek olan olağanüstü yönetim biçimleridir.
link: Elif Çağlı, 3.Bölüm, 23 Ağustos 2004, https://marksist.net/node/491