Suriye’den kaçan ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu 61 göçmen İzmir’de boğuldu. Tekne aşırı yükten dolayı kayalara çarptı. Aralarında 3 bebek ve 28 çocuk vardı. Boğulan kişilerin çoğunluğu, teknenin alt tarafında kilitli tutuluyorlardı ve kaçamadılar. Ölü sayısının bu kadar fazla olması gözlerden gizlenemeyen bir haber niteliği taşıyordu. Olay, gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına taşındı. Bile bile ölüm teknesine bindirilen göçmenlerin umutları yarım kaldı. Olayların ardından sorumlu tutulan birkaç kişi tutuklandı. Ancak gerçek sorumlu, insanların kanı canı üzerinden kâr eden bu kapitalist sömürü sistemidir.
61 göçmenin ölmesine neden olan insan kaçakçılığı oldukça kârlı bir iş. Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi’nce hazırlanan rapora göre, geçen yıl kaçakçıların kazancı 300 milyon doları aşarken yüzlerce kişi de göç yollarında hayatını kaybetti. Bu kazanç kapısı, tıpkı uyuşturucu kaçakçılığı gibi ülke ekonomisine kayıt dışı giren kalemler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Türkiye de coğrafi konum itibariyle bir geçiş ülkesi olması bakımından uluslararası şebekelerin faaliyet alanı haline gelmiş durumda. İnsanlar, kadın çocuk demeden sadece birer meta haline geliyor. Yollarda satılanlar, fuhuş yapmaya zorlananlar, öldürülenler… Bu insanların büyük çoğunluğu ucuz işgücü olarak da kullanılıyor. Düşük ücretlerle, en pis işlerin yaptırıldığı bu insanları sömürmek patronlara oldukça büyük bir getiri sağlıyor. Böylesine kârlı bir kapıyı kapatmak istemeyen devletler kaçakçılığın yapılmasına göz yumuyor.
Bir ülkeden diğerine daha iyi iş bulmak ve daha iyi yaşam kurmak umuduyla yollara düşen insanlar, varını yoğunu satıp para denkleştirenler, göç yollarında telef ediliyorlar. Bin bir çileyle göç etmenin de parasına göre bir konforu var. Paran kadar konforlu ve rahat koşullarda kaçak yolculuk yapabilirsin. Kaçakçıların sağladığı pasaport ve vize ile Avrupa ülkelerine uçakla gitmenin tarifesi, gidilecek ülkeye göre kişi başına 9 ile 14 bin avro arasında değişiyor. İstanbul’dan Edirne güzergâhını kullanarak Meriç Nehri’ni geçip Yunanistan’a gitmenin bedeli 2 bin 500 ya da 3 bin avro arasında değişiyor. Bulgaristan’a karayolu ile gitmenin bedeli bin 500 ile 2 bin 500 avro arasında değişirken Yunanistan veya Bulgaristan üzerinden karayolu ile Batı Avrupa ülkelerine gitmenin ücreti ise 5 bin avro civarında. İzmir ve Silifke üzerinden özellikle Yunanistan ve Kıbrıs’a tekneyle gitmenin bedeli ise en az 5 bin avro.
Daha önce özellikle İzmir, Edirne, İstanbul ve Van üzerinden yapılan göçler şimdi Suriye’deki iç savaştan kaçan göçmenlerin yoğun olarak gelmesiyle birlikte Hatay ve Gaziantep merkezine kaymaya başladı. Bugüne kadar Türkiye’ye 90 bini aşkın Suriyeli göç etti. 9 ayrı kampa yerleştirilen göçmenlerin durumlarına ilişkin hükümet tarafından net açıklamalar yapılmıyor. Bugüne kadar bu insanlara nasıl bir statü verildiği henüz netleşmiş değil. Savaştan kaçanların ne kadarının burada kalmak istediği ya da ne kadarının geçici sığınma talep ettiği kendilerine sorulmuyor. 61 göçmenin ölümü bir tarafıyla da göç ettirilen, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanların durumunun, çaresizliğinin sonucudur. Kapalı kapılar ardında, kimsenin giremediği kampların güvenli olup olmadığı sorunu tartışılıyor. Göçmenlerden birçoğu bu nedenlerle kampları terk ederek kaçak yollarla Avrupa ülkelerine gitmeyi planlıyor. Bunu yapmak için de kaçakçılardan yardım alıyor. İnsanın aklına sözde her türlü ihtiyacı karşılanan, güvenliği sağlanan Suriyelilerin kamplarda kalmak yerine neden insan kaçakçılarının eline düştüler sorusu takılıyor.
Sınır kapılarını açan Erdoğan, elbette ki Suriyelilerin gelmesinden farklı bir çıkar umuyordu. Suriyeli göçmenlerin akın akın gelmesi, Erdoğan açısından elinde bir koz olma özelliğini taşıyordu. Tampon bölge oluşturarak buradaki kampları Suriye’ye çekmeye çalışan AKP hükümeti, Suriye pastasından doğrudan pay kapmanın derdindeydi. Tampon bölge, milletleri ya da grupları birbirinden ayırmak amacıyla oluşturulan “ara bölge”, “güvenli bölge” anlamına geliyor. Bu bölgenin kurulmasıyla göç akını engelleniyor ve insanlar için sınırda güya güvenli bir alan oluşturuluyor. Bir bölgenin tampon bölge ilan edilmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararıyla oluyor. Kararın verilmesinin ardından NATO’nun ya da ülkenin BM kararına dayanarak harekete geçmesi gerekiyor. Bölgenin kara ve havayolu, askeri araçlarla kontrol edilmeye başlanıyor. Böyle yapmak aslında ilgili ülkeye fiili askeri müdahale yapılması anlamına geliyor. Türkiye’nin Suriyeli göçmenlere böylesine kucak açmasının bir nedeni, tampon bölge oluşturarak, bu bahaneyle Suriye’ye direkt müdahale etme isteğinden başka bir şey değildi.
Türkiye sınırlarını AB ile uyumlu hale getiriyor
Diğer taraftan AKP hükümeti, sınırları AB yasalarına uygun hale getirmek için yeni bir yasa hazırlığı içerisine girmiş durumda. AB entegre sınır yönetim projesi adı altında geliştirilen proje, uzun çalışmaların ve AB ile yürüyen pazarlıkların ardından netleşti. Bu yasaya göre Sınır Güvenliği Teşkilatı ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğü adı altında iki ayrı kurum oluşturulacak. Sınır güvenliğinin sorumluluğu askerden alınıp İçişleri Bakanlığı’na devredilecek. 6,5 milyar avroluk bu projenin %20’lik kısmını Avrupa Birliği karşılayacak.
Yasaya göre 48 sınır kapısında Sınır Mülki İdare Amirliği kurularak, sınırda görev yapacak “profesyonel” bir sınır güvenliği teşkilatı oluşturulacak. Türkiye ile sınır komşusu ülkeler arasında ortak sınır kontrolü yapılabilmesi için “Ortak Sınır Temas Merkezleri” kurulacak. Europol yani Avrupa Polis Ofisi ile ortak çalışmalar yapılacak. Bu da aslında Frontex gibi göçmen avlayıcı kurumlarla işbirliğinin geliştirilmesini sağlayacak. Bu projenin karşılığında Türkiye “Geri Kabul” anlaşmasını imzalayacak. Geri Kabul anlaşmasının imzalanması karşılığında Ekim ya da Kasım ayında AB, Türkiye’ye vize muafiyeti eylem planını sunacak. Anlaşmayla, Türkiye üzerinden AB ülkelerine giren göçmenler Türkiye’ye iade edilerek kurulan mülteci kamplarına yerleştirilecek. Türkiye ise bu insanları en kısa sürede geldikleri ülkelere geri gönderecek. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali Türkiye’nin yakaladığı her göçmen başına ne kadar ödül alacağı ise belli değil.
Bahsi geçen Frontex, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin dış sınırlarını korumak için 2005 yılında kuruldu, Avrupa’nın sınırları bu cellâtlara emanet edildi. Kurulduğu günden bu yana göçmen avcılığı yapan Frontex binlerce göçmenin ölümüne neden oldu. Frontex yakaladığı göçmenler arasında hiçbir ayrım yapmadan onları aynı kategoride değerlendiriyor. Ekonomik nedenlerle ülkelerini terk ettiği yargısına varılan göçmenler geldikleri ülkelere teslim ediliyor. Siyasi nedenlerle sığınma talep eden mülteciler de aynı muameleyi görüyorlar. Ülkelerine teslim edilenlerin birçoğu idam edilmezlerse eğer, kalan ömürlerini hapishanelerde geçirmeye terk ediliyorlar.
Türkiye’nin Yunanistan sınırına yerleştirilen Frontex ekipleri 2010 Kasımından bu yana özellikle Meriç yolu üzerinde nöbet tutuyor. Frontex timi Yunanistan sınırlarına yerleştirildiğinde silahlı bir saldırıya uğrarsa karşılık vermekle yetkilendirildi. Aynı zamanda bu saldırı onlara değil Yunan askerlerine yapılmış gibi değerlendiriliyor. Ama Frontex timi bugüne kadar böylesine silahlı bir saldırıyla karşılaşmadı. Aslında Frontex avcılarının işe başladığı günden bu yana birçok göçmen silahlı saldırıya uğradı. Örneğin 2011 yılında Yunanistan’ın Türkiye sınırındaki Sidero köyünde 167 mültecinin gömüldüğü bir toplu mezar bulundu. Yine 2011 yılında Meriç Nehrinden geçmeye çalışan göçmenler Frontex’in silahlı saldırısına uğradı. Bir kişi vurularak öldürüldü. 29 Nisan 2012’de Frontex’ten kaçan 3 kişi bir arabanın içerisinde yanarak can verdi, 4 kişi ağır yaralandı. Eli kanlı silahlı çete sınırda “güvenliği”ni böyle sağlıyor. Yasanın onaylanmasıyla birlikte Türkiye sınırlarında da Frontex’in adı sık sık duyulacak ve bu türden işlerin altına ortak imzalar atılacak! Böylece “sınır güvenliği” AB ile uyumlu hale getirilecek.
Türkiye’de göçmenlerin statüleri
Mültecilerin durumu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda imzalanan ve 1954 yılında yürürlüğe giren Cenevre Sözleşmesine göre; ırkı, dini, “sosyal bir gruba mensubiyeti”, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan ya da kalmaktan korku duyan kimselerden kendi ülkeleri dışındaki başka ülkelere, başka bir devlet otoritesine sığınanlar “mülteci” olarak tanımlanıyor. Bu nedenlerden dolayı ülkesini terk eden bir kişi sınırı aştığı anda sığınmacı olarak adlandırılıyor. Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanılıyor. Sığınmacı ve mülteci kavramları uluslararası alanda bu şekilde tanımlanıyor ama Türkiye’ye gelince durum değişiyor.
1967 yılında yalnızca Avrupa Birliği’ne üye ülkelerle sınırlandırılan mültecilik tanımı, kabul edilen bir protokol ile genişletildi ve mültecilik statüsü tüm dünya için tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda.
Sığınmacılar kendi ülkelerinden bir başka ülkeye geçerken çoğunlukla yasal olmayan yolları kullanıyorlar. Bazen sahte belgelerle, bazen hiçbir belgeye sahip olmadan sınırı geçiyorlar. Asker veya polis tarafından yakalandıklarında sığınma amacıyla geldiğini anlatamadan yasadışı göçmen muamelesine tâbi tutuluyorlar. 1951 sözleşmesine göre, ülkeler kendilerine sığınan kişileri sınırları yasadışı yollarla aşıp geldikleri için cezalandıramazlar. Ama Türkiye’de yasadışı göç eden kişiler neden kaçtıklarına bakılmadan, peşinen suçlu olarak kabul ediliyor.
Mecliste bekleyen Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu Türkiye’ye sığınmacı olarak gelenlere yeni haklar tanıyor. Buna göre, işkence, saldırı ya da diğer ciddi psikolojik, bedensel şiddete maruz kalan kişilere tedavi imkânı sağlanacak. Kimliklerinden şüphe edilenler gözetim altına alınacaklar. Ancak bu gözetim 30 günü geçmeyecek ve kişinin mahkemeye itiraz başvurusu yapma hakkı da bulunacak. Dil problemini çözebilirse mahkemeye başvuru yapabilir. Başvuru sahibi kişilerin yapılan ilk mülakatlarda taleplerinin doğru olduğu izlenimi edinilmesi halinde, hem başvuru sahibine ve hem de varsa birlikte geldiği aile üyelerine, uluslararası koruma talebinde bulunduğunu belirten ve yabancı kimlik numarasını içeren 6 ay süreli Uluslararası Koruma Başvuru Sahibi Kimlik Belgesi düzenlenecek. Bu işlem yıllarca sürmez ise 6 ay içinde tamamlanacak. İsteyene avukat sağlanacak. Başvuru sahibi ve uluslararası koruma statüsü sahibi kişilerden, gönüllü olarak geri dönmek isteyenlere para desteği sağlanacak. Çocukları okula gidebilecek ve sosyal yardımlardan faydalanabilecek. Fakat genel sağlık sigortası kapsamından yararlanacak kişiler arasında “sığınmacılar” kelimesi geçmesine rağmen Türkiye’de bu haktan yararlanabilecek kimse olamayacak. Çünkü Türkiye’de sığınmacı statüsü alan kimse yok. Göçmenlere Türkiye’de kalış sürelerinin uzaması halinde çalışma izni verilecek. İşverenler genellikle vergi ve SGK primi ödememek için bu işçileri kabul ediyor. Bir yıl içerisinde 200 bin kaçak işçinin çalıştığı tahmin ediliyor. Çoğu zaman işyerinde yatıp kalkan göçmen işçiler hiçbir haktan yararlanamıyor.
Türkiye’de sayıları net olmamakla beraber 3 milyon civarında göçmen bulunuyor. Türkiye’deki prosedüre göre mülteci statüsü almak için başvuru yapanları İçişleri Bakanlığı, 51 ildeki uydu kentlere dağıtıyor. Başvuranların neredeyse hepsi de Türkiye’nin daimi mülteci kabul etmediği ülkelerden. Genellikle Afganlar, Iraklılar, İranlılar, Somalililer, Özbek ve Uygur Türkleri başvuruyor. Birleşmiş Milletler başvuruya onay verirse ve bu zamana kadar Türkiye sınır dışı etmezse, mülteciler kendilerini kabul etmeye hazır üçüncü ülkelere gönderiliyor. Kanada, ABD, İsveç, Norveç ve Avustralya olmak üzere 5 ülke bu statüdeki yabancıları ülkesine kabul ediyor. Ancak hepsi de mültecinin yaşına, cinsiyetine, eğitim durumuna ve sağlığına bakarak ülkesine kabul ediyor. Sığınmacının gideceği ülkeyi belirleme hakkı yok. İşte bu süre de bazen 1-1,5 yılı buluyor. Böylece bir sığınmacının Türkiye’deki yasal serüveni 3 yılı aşabiliyor. Türkiye’ye sığınmak için bekleyen Suriyeli olmayan mültecilerin sayısı 30 bine ulaştı. Yığılmanın temel sebebi ABD, Kanada, Avustralya gibi Türkiye’den mülteci kabul eden üçüncü ülkelerin kotalarına sınırlama getirmesi.
Tüm dünyada göçmenlerin çilesi bitmiyor. Sınırlarını kapatan AB ve Amerika göçmenlere karşı ciddi yasalar geçirdi. Gözünü kulağını kapatan devletler, göçmenlerin çığlığını duymuyor, kıyıya çıkmaya çalışanları vuruyor, medya boğulanların haberlerini yapmıyor. Kaybolanlar, isimsizler ne görülüyor ne de duyuluyor. Ege ve Akdeniz bugüne kadar çok büyük acılara sahne oldu. 9 Aralık 2007’de 85 kişinin bulunduğu tekne batmış ve yalnızca 6 kişi kurtulabilmişti. 2011 yılının 10 Nisanında 72 göçmenin bulunduğu tekne günlerce denizde sürüklendi. 61 göçmen, NATO, İtalya ve dünyanın gözleri önünde açlık ve susuzluktan dolayı hayatını kaybetti. Aynı günlerde 600 mülteciyi taşıyan bir geminin battığı ihbar edildi ancak geminin akıbetinin ne olduğuna dair hiçbir araştırma yapılmadı. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre sadece 2011 yılında 1500 göçmen Akdeniz’de hayatını kaybetti. Frontex gibi sınır muhafızlarının katlettikleri insanların sayısı da bilinmiyor.
Zulüm, açlık, işsizlik, yani kapitalizm var olduğu sürece insanlar kendi canlarını, yakınlarının canlarını kurtarmak için göç edecekler, umut yolculuklarına devam edecekler. İnsanların diledikleri yere gitme, can güvenliğinin sağlanması, yaşam hakkı ve yer değiştirme özgürlüğü en temel haktır. Bu hakkı gasp edense, çoktan beridir gericileşmiş ulusal sınırlarıyla ulus-devletler ve kapitalizmdir. Zehra Aras’ın dergimizin Temmuz sayısında yayınlanan Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı adlı yazısında belirttiği üzere “Baskı ve eziyetten kaçan emekçilerin Türkiye’de de mülteci statüsü kazanabilmesi talebi demokrasi mücadelesinin gereğidir. Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından yararlanabilmelidir. Evrensel bir hak olan çalışma hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Göçmen ve mülteci işçilerin örgütlenme, sendikalara üye olabilme hakları tanınmalıdır. İşçi sınıfının uluslararası mücadele birliğini savunan bilinçli işçiler, göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadığı sorunlara sahip çıkmalıdır. Egemenlerin kışkırttığı ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklara dayalı ayrımcılığa ve önyargılara karşı uyanık hale gelen işçi sınıfı, sınıf düşmanının oyunlarını bozmayı ve dünya işçilerinin birliğine giden yolda yürümeyi başaracaktır.”
link: Dicle Yeşil, Türkiye’nin Göçmen Politikası Can Alıyor, Ekim 2012, https://marksist.net/node/3095
Kürt Sorunu ve AKP’de Güz Sancıları