Ekim ayı başında İngiliz şirketlerin Türkiye yöneticileri (Strategic Partnership Scheme Grubu), Başbakan Binali Yıldırım ile yaptıkları görüşmede, yatırımlarını azaltma kararları olmadığını belirtmiş, “Buna rağmen yatırımlarda yüzde 20 düşüş var” mesajı vermişlerdi. Görüşmede İngiliz burjuvaları, Türkiye’ye yatırım yapmaya devam ettiklerini ve yatırımları durdurmak gibi bir amaçlarının olmadığını söylemiş, buna karşın bazı KOBİ’lerin yatırımdan vazgeçtiğini anımsatmışlardı. Devam eden tutuklamaların ya da Almanya gibi ülkelerle yaşanan gerginliklerin de bunda etkili olduğuna işaret etmişlerdi. Başbakan’a sıralanan örneklerin ardından da, “bunlar yatırımcı için caydırıcı oluyor” mesajını iletmişlerdi. Bununla birlikte İngiliz burjuvaları, “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü” gibi temel değerlerin yatırım için temel oluşturmadığını, aralarında Çin’in de olduğu birçok ülkeye yatırım yaptıklarını belirtmiş, yatırımda “tahmin edilebilir olmanın” temel oluşturduğunu ifade etmişlerdi. Mey İçki’yi satın alan Diego temsilcileri de bu görüşmede alkole getirilen reklâm yasaklarından yakınmışlardı. İngiliz burjuvalarının Başbakan’la yapmış oldukları bu görüşmede de belirttikleri gibi, esas dertlerinin demokrasi değil kâr olduğu yeterince açıktır. Burjuvalar, OHAL’den rahatsız olduklarını ifade ettiklerinde de, demokrasi gereğinden bahsettiklerinde de, yalnızca var olan durumun kârlarının önündeki engel olduğunu anlatmak istiyorlar.
Burjuva uzmanlar, Türkiye’nin AB değerlerinden uzaklaşmaya başlamasıyla uluslararası yatırımcıların radarından çıktığını dillendiriyorlar. AB ile gerilimler tırmandıkça AB içindeki hükümetlerin yatırımcılar üzerinden Türkiye’yi ekonomik olarak sıkıştırmasının sonucu bu şekilde somutlanıyor elbette. Diğer yandan da 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL ile birlikte “FETÖ’ye” maddi destek sağladığı gerekçesiyle yüzlerce şirkete el konulması yabancı yatırımcıların endişe gerekçesi haline geliyor. Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, geçtiğimiz Temmuz ayında düzenlediği basın toplantısında Türkiye hakkında iki uyarıda bulunmuştu. Biri yatırımcılara, diğeri ise turistlere yönelik olan bu uyarılar Almanya’dan Türkiye’ye giden herkesin risk altında olduğu yönündeydi. Türkiye’deki Alman yatırımlarına garanti veremeyeceklerine de dikkat çekilmişti. Bu da Türkiye’ye yatırım yapmama uyarısı olarak algılandı. AB içinde Türkiye’ye en çok yatırım yapan ülkelerden olan Almanya ile İncirlik Üssüne yönelik anlaşmazlıktan bu yana iki ülke arasında çeşitli nedenlerle gerilim giderek tırmanıyor.
Genel olarak bakıldığında, sermayenin dış yatırım tercihlerinde kuşkusuz politik nedenler de rol oynuyor, ancak bunlar daha ziyade ekonomiyi etkiledikleri ölçüde dikkate alınıyor. En önemli kriterin ekonomi yani daha fazla kâr olanakları olduğu rahatlıkla görülüyor. Örneğin kaçılan ülkeler açısından Fransa en çok göze batan ülke iken, gidilen ülkeler arasında ise Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) dikkati çekiyor. Fransa’dan kaçışın nedenleri konusunda yaygın kabul gören tespitlerin başında, nispeten yüksek olduğu düşünülen gelir ve kurumlar vergisi oranları geliyor. Tam bir vergi cenneti olan BAE’nin demokrasi sıralamasında dünyada 150. sırada olması bu ülkeyi tercih eden burjuvalar açısından bir engel teşkil etmiyor. Güneydoğu Asyalı ve Uzak Doğulu göçmen işçilerin köle emeği, vergisiz bir yaşam, zenginlere sağlanan yüksek güvenlik düşünüldüğünde sermayenin buraya göçü yeterince anlaşılıyor.
Uluslararası sermaye son yıllarda daha fazla kâr elde etmek ve kârının devamlılığı için göç ederken, birçok ülke değişik uygulamalarla bu sermayeyi çekme yarışına girmiş durumda. Vergi kolaylıkları, bedava yatırım yeri, finansal teşvikler, uzun dönem oturma izni gibi olanaklar sunulması bunlardan sadece birkaçı. ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere birçok ülke, belli büyüklükte finansal ya da doğrudan yatırım yapanlara vatandaşlık veriyor. “Komşularla sıfır sorun” politikasından “sıfır komşu” pozisyonuna gelmiş olan Türkiye de siyasette izlediği yolu değiştirmeden yabancı sermaye çekmenin değişik yollarını arıyor. Kendi vatandaşları için bile yaşanmaz hale getirdiği ülkede vatandaşlık projeleriyle kaçan yatırımcıyı çekmek için bazı hamleler gerçekleştiriyor. Ocak 2017’de Resmi Gazetede yayınlanan yönetmelikle, en az 2 milyon dolar tutarında sabit sermaye yatırımı gerçekleştirdiği veya en az 1 milyon dolar tutarında taşınmazı, tapu kayıtlarına 3 yıl satılmaması şerhi koyulmak şartı ile satın aldığı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca tespit edilen yabancılar, Bakanlar Kurulu kararı ile Türk vatandaşlığını kazanabilecek. Yani Türkiye, belli büyüklükte doğrudan yatırım yapan, konut alan, mevduat bulunduran yabancılara vatandaşlık hakkı tanıyacak.
Kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Ocak 2017’de Türkiye’nin notunu indirmiş, yatırım yapılabilir seviyenin en düşük basamağı olarak açıklamıştı. Fitch 19 Ağustostaki açıklamasında da Türkiye’nin not görünümünü 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaşananlar nedeniyle “durağan”dan “negatif”e çevirmişti. Gerekçe olarak da siyaset ve güvenlik alanlarıyla bağlantılı olarak kamudaki kitlesel tasfiyeler, OHAL, basına yönelik operasyonlar, terör saldırıları gibi gelişmeleri göstermişti. Fitch, Erdoğan’ın güvenilmez politikalarının sonucu olan kırılgan yapıyı öne çıkarmıştı. Türkiye’ye yapılan uluslararası doğrudan yatırımlara baktığımızda yıl bazında siyasi süreçlerin yansımaları görünse de, bunlar doğrudan “demokrasi yoksa yatırım yok” anlamına gelmiyor. 2014 yılında 12,8 milyar civarındaki doğrudan yatırım 2015 yılında 17,5 milyara çıkmış, 2016 yılında 12,3 milyar civarına gerilemişti. Fitch kararına rağmen 2017’de yatırımlarda tekrar bir canlanma yaşanmıştı. Bu iniş çıkışlar Türkiye’deki siyasi tablonun sermaye açısından risk faktörünü arttırmaya başladığını gösteriyor.
Ancak sermaye açısından, hukukun işlemediği ülkelerde riskler olmasına rağmen avantajlar da az değil. İşgücü maliyetlerinin düşük olması nedeniyle burjuvazinin daha büyük artı-değer kitlesine el koyabilmesinin olanakları daha fazla. Bu, az ve orta gelişmişlikteki ülkelere sermaye akışlarının en önemli sebeplerinden birisidir. Bu ülkelerde çoğunlukla güçlü bir sınıf mücadelesi geleneğinin olmaması, sendikal örgütlülüğün zayıf olması veya devletin güdümünde olması da sermayenin elini rahatlatan önemli nedenler arasındadır. Yargının asgari bağımsızlığını bile yitirip yürütmenin talimatlarıyla hareket ettiği ülkelerde sermaye aleyhine açılan davaların sorunsuz kazanılması bir başka faktördür. Örneğin Türkiye’de grevlerin OHAL yasalarıyla yasaklanmasının sermayenin lehine bir durum olduğu çok açıktır.
Gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde demokrat pozları kesen Erdoğan karşıtı burjuvaların asıl dertleri demokrasi değil, Erdoğan liderliğinin güvenilmez tarzı, AB ve ABD’nin çıkarlarıyla çelişen dış politikasıdır. Bu durum Batı emperyalizminin Erdoğan iktidarına karşı muhalefetini körüklese de, nihai olarak finans kapital kazanacağı tatlı kârlara bakıyor. Türkiye’de yaşananlar söz konusu olduğunda uluslararası sermayenin ilgilendiği ana konular muhalefet üzerindeki baskılar, milletvekillerinin, gazetecilerin tutuklanması değil, bu rejimin uzun vadede yatırım yapmaya uygun olup olmadığıdır.
Bugün dünyanın sayılı markalarına sahip olan sermaye grupları geçmişte demokrasi ve hukuk aramadan Almanya’ya yatırım yaptılar ve Nazi Partisine her türlü desteği verdiler. Alman faşistlerinin çeşitli suçlarına da ortak olacak şekilde onlarla iş yaptılar. Bunlar arasında pek çok Amerikan tekeli de bulunuyordu. Bugün de Ortadoğu’da ateşlediği savaşta da, İran’ı hedef tahtasına oturturken de “demokrasi”yi bahane olarak kullanan ABD, yine aynı bölgedeki gerici Suudi Arabistan rejimi ile işbirliği yapıyor. Ne geçmişte burjuvalar için esas olan demokrasi ve hukuk idi, ne de bugün. Emperyalistlerin demokrasi olmayan yerleri yıllar süren savaşlara gark ettikleri, “demokrasi”yi bombalarla götürdükleri artık bilinen bir gerçek. Ortadoğu, Asya, Afrika’da insanlar onların götürdükleri “demokrasi”nin acılarını, yıkımını milyonlarca ölümle, göç yollarında yok olmakla, salgın hastalıklarla, açlıkla ödemeye devam ediyorlar. Bugün Türkiye’de siyasi iktidar çapından büyük bir ihtirasla hem içeride hem dışarıda saldırgan politikalara devam ediyor. Bu politikaların işçi-emekçi milyonlara ağır bir fatura olarak döneceği ortada! Politikalarıyla milyonların canını yakan rejim, tüm sıkıştırmalarına rağmen milyonları kendi emrine koşamıyor. Eninde sonunda milyonlarca işçi ve emekçi özlemini çektiği gerçek bir demokrasi için ayağa kalkacaktır.
link: Aylin Dinç, Sermayenin Derdi Demokrasi Değil Kârdır, 1 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6003
Karanlık Tüneldeki Türkiye
Burjuva Kadın Liderler: Sınıf Aynıysa Cinsiyet Ne Fark Eder?