İşçi sınıfının ve gençliğin “68 Başkaldırısı”nın, tüm dünyada kapitalizmin insanlık dışı toplumsal sistemini yıkıp yeni bir toplum yaratma özlemini yeniden canlandırdığı, hataları ve doğruları ile sonrasındaki tüm siyasal, toplumsal gelişmeler üzerinde derin izler bıraktığı muhakkak. Ne var ki, 1966-1970 yılları arasında emsaline o yıllara dek rastlamadığı yaygınlıkta ve büyüklükte bir toplumsal muhalefet dalgası ile yüz yüze kalan dünya burjuvazisi, o dönemin niteliğini, sonraki kuşakların genelinin zihninde “bireysel özgürlükler için başkaldırı” günleri olarak yerleştirmeyi başarmış görünüyor. O günlerin mücadeleleri içinde edindikleri muhtelif becerileri daha sonra burjuvazinin onlar için açtığı kariyer kulvarlarında kullanmakta beis görmeyen kimilerinin, gençlik günlerinin tatlı aşırılıkları olarak kaleme aldıkları anıları ve o dönemde gerçekleşen büyük grevler, çatışmalar yerine daha çok hippi etkinliklerini konu edinen televizyon görüntüleri de bu yanılsamanın perçinlenmesine katkıda bulunuyor.
‘68 denince akla hep bu yıllarda yükselen gençlik hareketi geliyor. Ancak gençlik hareketindeki bu yükselişin asıl zeminini oluşturan işçi hareketindeki yükseliş ise unutuluyor ya da ona ikincil bir önem atfediliyor. Oysa ‘68 Mayısı ile simgelenen dönem, bir gençlik isyanından, sokak çatışmalarından, üniversitelerin işgalinden ibaret değildir. Bu dönemde, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun geniş kesimleri ayağa kalkmış ve pek çok ülkede devrim/karşı-devrim kamplarında kutuplaşma belirginleşmişti. Üstelik burjuva ideologlarının devrimci isyanın üzerini örtmek için yüzeysel ve simgesel olanı üste çıkartma gayreti ile öne sürdükleri gibi, öğrenci hareketleri de sadece cinsel özgürlük ya da bireysel özgürlük peşinde değildi. Dünyayı değiştirmenin mümkün olduğu duygusu her yeri sarıp sarmalarken, radikalleşen öğrenci hareketi, burjuva kurumları ve bürokratik sol anlayışları karşısına almıştı.
‘68 Rüzgârı
60’lı yılların sonunda, kapitalizmin 2. emperyalist paylaşım savaşından sonra sağladığı istikrar ve büyüme döneminin kendi sınırlarına dayanması ile birlikte, bu dönem boyunca biriken ve keskinleşen çelişkiler, dünya burjuvazisini özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde yükselen kapitalizm karşıtı mücadele ile yüz yüze bıraktı. Kapitalist dünya ekonomisinin göreli istikrarı sarsılırken, bu duruma dünyanın değişik bölgelerinde yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri de eşlik ediyordu.
ABD’de Vietnam’daki işgale duyulan tepki, ırkçılığa karşı büyüyen siyah hareket ile birlikte toplumsal muhalefeti yükseltiyordu. Yüz binlerce kişinin katıldığı savaşa ve ırkçılığa karşı gösteriler yapılıyor, üniversite işgalleri yaşanıyor, hatta ABD borsası Wall Street bile 3 gün işgal altında tutuluyordu. İtalya’da ise öğrencilerin okul boykotları ve sokak direnişlerine paralel olarak dalga dalga ilerleyen grevler ülkeyi sarıyordu. Eylemler o kadar ses getiriyordu ki, ABD başkanı Nixon protestolar karşısında, ziyaret için geldiği ülkeye giremeden geri dönüyordu. Ancak burjuvaziyi asıl telaşlandıran olaylar Fransa’da yaşandı. Mayıs 68’de işçi sınıfı tarihinin o ana kadar gördüğü en büyük genel grev düzenlendi. 20 günden fazla süren bu grevde 10 milyona yakın sayıda işçi hayatı durdurdu. Fransız burjuvazisi iç savaş tehdidinde bulundu.
Kitleselleşen mücadeleler, fabrika, toprak ve üniversite işgalleri ile giderek radikalleşecekti. Bu rüzgârdan elbette Türkiye de etkilenecekti. Dünyada esen rüzgârların da etkisi ile şekillenen Türkiye’deki devrimci mücadele, 60’lı yıllar boyunca ilerleyen işçi sınıfı mücadelesinin zemini üzerinde yükselmişti.
Türkiye’nin 1960’lı Yıllarda Ekonomik ve Siyasal Koşulları
Dünya kapitalizminin canlı bir büyüme sergilediği 50’li yıllarda Türkiye’de hükümet olan Demokrat Parti, iktidara geldiği 1950 yılından sonra, anti-komünist bir hat izleyerek ilanihaye elde edeceğini umduğu dış krediler sayesinde ayakta duran bir ekonomik yapı kurmuştu. Demokrat Parti, her ne kadar bir bütün olarak egemen düzenin sürdürücüsü olduysa da, özelde büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin çıkarlarını yansıtıyordu. İzlediği politikalarla daha ziyade bu kesimlerin lehine avantajlar sağladı. Bu durum giderek, egemen sınıf bloğu içindeki konumu zedelenen sivil ve askeri bürokrasinin ve kaynak dağılımından hak ettiği payı alamadığını düşünen sanayi burjuvazisinin huzursuzluğunu arttırdı. Çelişkilerin 50’li yılların sonunda iyice keskinleşmesiyle birlikte 27 Mayıs 1960’ta bir askeri darbe yapıldı ve DP iktidardan alaşağı edildi. 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti hükümetinin sürdürdüğü politikalar ile gadre uğradığını düşünen sanayi burjuvazisi, örneğin tarımda geniş kesimlere uygulanan sübvansiyonlarla “çarçur” edilen sınırlı kaynakların kendi sermayesinin büyümesine elverecek biçimde kullanılmasını savunur pozisyona gelmişti.
60’lı yıllar, önceki dönemlere göre, sanayileşmenin içeriği, yatırımların dağılımı bakımından farklı özellikler taşıdı. Bu yıllarda, önce ağırlıklı olarak montaja dayanan dayanıklı tüketim malları sanayii, zamanla çevresinde beslediği yan sanayi kollarıyla birlikte gelişti. Ancak bu sanayi ürünleri kalite bakımından batılı emsallerinden geri kalmaya devam ettiği için dış pazarlara ihraç edilme imkânları çok sınırlıydı. Bu yüzden burjuvazi geniş ve canlı bir iç pazara ihtiyaç duyuyordu. Kapitalist gelişmeye bağlı olarak, grev haklarını da içeren toplu pazarlık sistemi ve sendikalaşma, belirli sınırlara kadar kapitalistler için de artık kabul edilebilir bir gerçeklik olmuştu. Egemen sınıfların görece demokratik anayasa maddeleri aslında bu gerçekliğe denk düşüyordu. Ancak bu koşullar altında dahi, işçi sınıfı kazanımlarını mücadeleler ile elde edecekti.
İşçi Sınıfı Sahneye Çıkıyor
Ulusal Kurtuluş Savaşının ardından kendine çizdiği rotayla yönelimini kapitalist dünyaya daha fazla entegre olmak olarak belirleyen egemen sınıflar, kapitalist ekonomiyi kerte kerte geliştirmiş ve 60’lı yıllara gelene kadar Türkiye’de modern işçi sınıfının gelişmesinin koşullarını da yaratmışlardı. Sanayi sektörünün milli gelir içindeki payı sürekli artmıştı. Bu pay 1927’de %14,4 iken 1962’de %22,5’e ulaşmıştı. Sanayinin gelişmesi bileşik olarak işçi sınıfının da gelişmesine yol açıyordu. 1927’de sanayi sektöründe çalışan işçi sayısı 450.000 iken 1962’de 1.300.000’e ulaşmıştı. Hizmet sektöründe çalışan işçiler de hesaba katıldığında, mücadelesi etkin olabilecek bir işçi sınıfının varlığı ortaya çıkıyordu. Burjuvazi kendi gelişimine koşut olarak işçi sınıfının da büyümesine yol açmıştı. Bu durum sınıf mücadelesinin yükselmesinin önünü açacaktı.
TİP’in Kuruluşu
Türkiye işçi sınıfı hareketinde 1946 yılından itibaren etkin kılınmaya çalışılan “siyaset dışı sendikacılık” anlayışına karşı tepkiler sınıfın öncü kesiminde giderek büyüdü. Avrupa’da sendikaların etkin olduğu İngiliz İşçi Partisi gibi örneklerin verdiği esinle, parlamentoya artık kendi partileriyle girmek düşüncesini hayata geçirmek isteyen 12 sendikacı tarafından 13 Şubat 1961’de TİP kuruldu. Partiyi Türk-İş tabanına oturtmayı ve yönetiminden destek bulmayı uman kurucular, işçilerin haklarını savunmada sendikalarının yanı sıra bir de siyasal partiye sahip olmalarının ellerini kuvvetlendireceğini düşünüyorlardı. Sendikacıları, yönetiminde yalnızca kendilerinin etkin olacağı böylesi bir siyasal parti kurmaya yönlendiren temel etken 27 Mayıs’ın ardından siyasal yaşamda oluşan görece özgürlükçü ve yenilikçi havaydı. Askeri yönetimin yeni anayasayı hazırlayacak Temsilciler Meclisine işçileri temsilen 6 sendikacıyı alması, sendikacıların siyasal yaşama katılmaları konusunda cesaretlenmelerine vesile olmuştu. Normal olarak, böylesi bir zeminde ve bu perspektiflerle kurulan TİP’in kuruluş dönemindeki programı ve kadrolarının çoğunun niteliği, ilerici bir sınıf partisi görüntüsü oluşturmaktan uzaktı[1]. TİP’in ilk başkanı Avni Erakalın, ilk başkanvekili de Kemal Türkler oldu. Bu dar çerçeve içinde bile olsa bir işçi partisi kurulması Türk-İş yönetimini ürkütmeye yetmişti. Derhal bir Çalışanlar Partisi kurulmasına karar verildi. Yön dergisi çevresindeki aydınların da yoğun destek verdiği bu girişim kadük kaldı.
Türk-İş yönetiminin desteğine dayanan hesapları suya düşen TİP kurucuları, kendi pozisyonlarını güçlü tutmak için partilerini canlandırmaya ve bunun için de aydın kesim içinden bir genel başkan aramaya yöneldi. Kendisi de bir Sosyalist Parti kurma girişiminde iken TİP’in kuruluşu ile planlarını geri çeken ve TİP kurucuları ile temaslarını sürdüren Mehmet Ali Aybar partinin niteliğine ilişkin bazı ilkelerinin kurucular tarafından kabul edilmesi ile genel başkan seçildi. Böylece TİP kuruluşundan bir yıl sonra ilk kimliğinden tamamen farklı olarak, sosyalizan bir kimliğe bürünmüş oldu. Nitekim bu tarihten sonra TİP hızla, Marksistler ve yeni yetişen devrimci kuşaklar için bir çekim merkezi haline gelmeye başladı. Böylelikle uzun bir aradan sonra Türkiye’de ilk defa komünistler, sosyalistler, legal olanaklardan yararlanabilecekleri ve işçi hareketiyle bağlarını geliştirebilecekleri legal bir platforma sahip oluyorlardı. TİP bu yıllar boyunca, parlamentarist ve reformist niteliğine rağmen işçi sınıfı ve gençliğin kitleselleşen mücadelesinin önemli bir unsuru oldu.
Saraçhane Mitingi
1961 Anayasasında işçilere grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmasına karşın, bu haklara ilişkin yasaların çıkarılmamış olması işçiler arasında huzursuzluğun artmasına yol açıyordu. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği yönetim kurulu sözü edilen hakların bir an önce yasalaşmasını sağlamak amacı ile bir miting düzenlenmesine karar verdi. Bu karar, o güne kadar bin bir türlü baskı ile kendi bağımsız çıkarlarını ortaya koyması engellenmiş işçi hareketi açısından bir çıkışın ifadesiydi. Mitingi Taksim Meydanında düzenlemek isteyen İİSB’nin bu talebi günler süren tartışmalarla reddedildi ve miting yeri Saraçhane olarak belirlendi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçilerin yüz bin kişiyi aşan katılımıyla 31 Aralık 1961 tarihinde gerçekleştirilen miting oldukça görkemliydi. Sabah saatlerinde Topkapı, Edirnekapı, Kurtuluş, Beşiktaş, Köprü ve Cağaloğlu’nda toplanan işçilerin yürüyüşe geçerek 6 koldan Saraçhane meydanına girdikleri mitingde “şartsız grev istiyoruz”, “lütuf değil hak istiyoruz”, “grevsiz sendika silahsız askere benzer”, “grevi suç sayan zihniyet suçludur” gibi sloganların yazılı olduğu dövizler taşındı. Bununla birlikte alanda, üzerinde komünizm karşıtı sloganlar bulunan çok sayıda pankart da asılıydı. Saraçhane Mitingi, o güne kadar sınırlı bir güce sahip olan sendikaların etkili güçler olarak mücadele alanına çıkmasında önemli bir başlangıç oldu. Politik bilinç düzeylerinin geriliğine karşın işçiler, kendi taleplerini ilk defa bu kadar kitlesel biçimde ortaya koyarak özgüven oluşturmaya başladılar.
“Açların Yürüyüşü”
Saraçhane mitinginin ardından 1962 yılında işçiler sessiz yürüyüşler, oturma grevleri, sakal bırakma eylemleri, yemek boykotları ve direnişlerle hak arama mücadelelerini sürdürdüler. Ancak en çok ses getiren eylem, “açların yürüyüşü” olarak bilinen, 3 Mayıs 1962’de Yapı-İş üyesi 5000’den fazla işçi ve işsizin Ankara’da TBMM’ye doğru yaptıkları yürüyüş oldu. Yaygın işsizliği protesto amacıyla yapılan eylem en az bin kişiye iş bulunması ve inşaat sektöründeki günlük 12 saatlik çalışma süresinin 8 saate indirilmesi taleplerini öne çıkarıyordu. Dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’in Ankara’da işsizlik olmadığı, sendikanın istemlerinin yersiz olduğu açıklamalarına ve valinin yürüyüşe izin verilmeyeceğini belirtmesine tepki gösteren işçiler sendika merkezinden çıkarak Sıhhiye Meydanına doğru koşmaya başladılar. Sıhhiye meydanında polis coplarına rağmen barikatı aşmayı başaran işçiler TBMM önüne kadar geldiler. 12 kişilik bir heyet Meclis ve Senato başkanları ile görüştü. Heyet üyelerinin Meclisten çıkmasından sonra da dağılmayan, basının “bazılarının sırtında yatak yorgan bulunan, üstü başı yırtık, saçı, sakalı birbirine karışmış” diye anlattığı işçiler, elitist bürokrasiye nazire yaparcasına cumhuriyetin başkentinin caddelerinde yürüyüşlerini sürdürdüler. Ertesi günün gazetelerinin başlıkları ortaktı: “çıplak ayaklılar mecliste”. Emekçi kitlelerde biriken hoşnutsuzluklar şurada burada patlak veriyor, kendiliğinden eylemleri ortaya çıkarıyordu. Sınıf mücadelesi ısınıyordu.
Kavel Grevi
Grev ve toplu sözleşme haklarının henüz yasalaşmadığı ve yasak olduğu bir dönemde yapılan Kavel direnişi, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. İşçilerinin mücadeleciliği ve diğer fabrikalarda çalışan sınıf kardeşlerinin dayanışması ile burjuvaziyi grev yasalarını çıkarmaya zorlayan Kavel direnişi, burjuvazinin işçi sınıfının önüne çıkardığı engellerle nasıl başa çıkılabileceğinin de en güzel örneklerinden birini ortaya koydu.
28 Ocak 1963 tarihinde Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasına üye 170 işçi, İstanbul İstinye’deki Kavel Kablo fabrikasında, fazla mesai ve kıdem esasına göre verilen yıllık ikramiyelerinin tam olarak ödenmemesini, sendikalarından ayrılmaları için yapılan baskıları ve bu sorunları işveren ile görüşmek üzere seçtikleri temsilcilerinin ve şube başkanlarının işten atılmalarını protesto etmek için iş bırakarak, tezgâh başında oturma eylemi başlattı. Eylemin başlamasının ardından işveren, tüm işçilerin işlerine son verildiğini bildirdi. Bunun üzerine işçiler oturma eylemini fabrika önünde kurdukları çadırlarda direnişe dönüştürdüler.
4-5 Şubat günlerinde de eylemlerini sürdüren işçiler, Vehbi Koç’a ait fabrikada çalışan 40 memuru işyerine sokmadılar. Polisle yapılan çatışmalar ve fabrika önünde meydana gelen olayların ardından 18 Şubatta, 4 işçi hakkında polise karşı geldikleri iddiasıyla tutuklama kararı çıkarıldı. Sarıyer savcılığı da fabrika önünde olan olaylarla ilgili soruşturma yürütmekteydi. Savcılık tarafından yapılan açıklamada, Kavel Kablo Fabrikasında eylem yapan işçileri işten atan işverenin tutumunun lokavt sayılamayacağı söyleniyor, böylelikle hukukun kimlerin hizmetinde olduğu açıkça ortaya konuyordu.
Kavel direnişi diğer fabrikalarda çalışan pek çok işçi tarafından da desteklendi. Örneğin yine Vehbi Koç’a ait General Electric fabrikası işçileri bir dayanışma kampanyası başlatarak Kavel işçileri için para topladılar. Türk Demir Döküm’de çalışan 800 işçi de başlattıkları yardım kampanyasının yanı sıra sakal bırakma eylemine başladılar. Kavel direnişi Türk-İş’i de sarsmaya başlamıştı. 27 Şubatta Güney Bölgesinde bulunan 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, yaptıkları bir toplantıda Türk-İş’in Kavel direnişinde olumsuz bir tutum aldığını öne sürerek Konfederasyonla ilişkilerini kestiklerini açıkladılar.
Eyleme 2 Mart günü işçi eşleri de katıldı. Direniş sürerken kablo yüklü kamyonların işveren tarafından fabrika dışına çıkarılmak istenmesi üzerine kadınlar barikat kurarak bunu engellemek istediler. Ancak polis ekipleri kadınları dağıttı; olay sırasında pek çok işçi eşi yaralandı. Sürdürülen görüşmelerin sonunda taraflar anlaşmaya vardı. 4 Martta işçiler işbaşı yaptı. Direnişin sona ermesinin ardından 12 işçi tutuklandı. İşçiler hakkında pek çok konuda davalar açılmıştı. 10 Haziranda tutuklu 6 işçinin serbest bırakılmalarından sonra işten atılmaları üzerine, fabrikanın kaplama bölümünde çalışan 30 işçi toplu halde iş bıraktı. Bu eylem nedeniyle Sıkıyönetim duruma el koydu. 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda yer alan bir madde ile yasanın çıkışından önce grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin davaları düşürüldü. Yasadaki bu madde “Kavel maddesi” diye anıldı.
Kavel’den DİSK’in Kuruluşuna
Grev hakkının artık burjuva yasalarına da girmesinin ardından 1 Kasımda Trio fabrikasında çalışan lastik işçileri greve çıkmıştı. Ancak grev kararı yasadışı ilan edilerek işçiler para cezalarına çarptırıldılar. 7 Kasımda Bursa’da belediye işçileri yasal olarak kabul edilen ilk grevi gerçekleştirdiler. Direnişler, grevler birbirini takip ediyordu: Mersin Ataş rafinerisinde 321 işçi direnişe çıkmış, İstanbul Bozkurt Mensucatta grev kararı alan 1100 işçi işveren fabrikayı kapatınca polislerle çatışmıştı. Singer’de, Goodyear’da, Berec’te, Sungurlar’da, daha pek çok fabrikada ve Batman rafinerisinde grev hakkını kullanmayı öğrenen işçiler mücadeleyi tüm yurda yayıyorlardı.
Zonguldak Kozlu’daki kömür ocaklarında 10 Mart 1965’te başlayan iş bırakma eylemi ve ardından gelişen olaylar işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinin ulaştığı boyutları ortaya koyuyordu. 6000 işçinin liyakat zamlarının dağıtımındaki eşitsizlikleri protesto amacıyla başlattıkları eylem valinin ve askeri kuvvetlerin sindirme girişimlerine maruz kaldı. 12 Martta işçilerin üzerine jandarmanın açtığı ateş sonucu 2 işçi hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Kozlu’ya yürüyen maden işçilerinin üzerinden savaş uçakları alçak uçuş yaparak geçiyordu. Buna karşın eylemlerini sürdüren işçilerin Zonguldak Maden İşçileri Sendikasını basacakları söylentisi askeri ve mülki erkânı iyiden iyiye telaşlandırdı. Böyle bir durumu engellemek için çevre illerden takviye birlikler isteyen vali, şehirdeki bütün resmi daireleri kapattı. Bu arada işçiler Zonguldak’ın bütün giriş çıkışlarını kesmişlerdi. Türkiye’de ilk defa bu çapta bir işçi eylemi yaşanıyordu. Olayların büyümesinden ve daha büyük çaplı bir kalkışmadan ürken hükümet harekete geçti; İçişleri Bakanı, Çalışma Bakanı ve Enerji Bakanı Zonguldak’a geldiler. 13 Martta kendileri ile görüşen bakanlarla anlaşmaya varan işçiler aynı gün işbaşı yaptılar.
Bir Dönüm Noktası: Paşabahçe Grevi
Hiç boş kalmayan mücadele sahnesine 31 Ocak 1966’da Paşabahçe işçileri çıkıyordu. Türkiye işçi sınıfı tarihinde önemli bir yeri olan ve mücadeleci militan sınıf sendikacılığı ile uzlaşmacı “siyaset-dışı” sendikacılık anlayışları arasındaki örgütsel yol ayrımının ilk adımlarının atıldığı Paşabahçe grevinin temelinde Cam-İş ve Kristal-İş sendikalarının uzun süredir devam eden yetki sorunu yatmaktaydı. Kristal-İş sendikasının işyeri seviyesinde yeni bir toplu sözleşme yapılması talebinin işveren tarafından reddedilmesi üzerine 2200 işçi greve çıktı. İşverenin kanunsuz ilan ettiği greve katılan işçiler 5 Şubat günü Paşabahçe İskele meydanında bir protesto mitingi düzenlediler. Türk-İş’e bağlı bütün sendika yöneticileri mitinge katıldı. 13 Şubatta TİSK üyesi 12 işveren sendikası bir gazete ilanıyla “maddeten ve manen” grevin karşısında olduklarını ilan ettiler. Grevin sürdürülmesini üstlendiğini açıklayan Türk-İş İcra Kurulu, 21 Martta, işten atılan işçilerin akıbetini işverenin takdirine bırakan ve grevin başlangıcından itibaren geçen süre için işçilere ücret verilmesi talebini içermeyen bir protokolü TİSK başkanı ile imzalayınca işçiler bu protokolü tanımadıklarını ilan ederek işgal başlattılar. Grev sürerken Türk-İş Genel Merkezi 28 Martta yayınladığı bir bildiri ile işçilerin greve son verip, işbaşı yapmasını istedi. 6 Nisanda grevi sona erdirme kararına karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesini kurdular. Bu komite Temmuz 1966’da kurulan ve DİSK’in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Dayanışma Konseyinin ilk adımıydı.
Türk-İş üyesi başka sendikalar da sınıf kardeşlerinin devam eden grevini madden ve manen desteklediklerini açıkladılar. 79. gününde hükümet “halkın sağlığını tehlikeye düşürdüğü” gerekçesi ile grevi 1 ay erteledi. İşçilerin büyük çoğunluğunun bu karara rağmen işbaşı yapmamasına karşın, ilerleyen günlerde grev karşıtı yoğun propaganda ve tehditlerin etkisi ile çözülmeler başladı ve 18 Mayısta Yüksek Uzlaştırma Kurulunun kararı taraflarca kabul edilerek toplu sözleşme imzalandı.
Paşabahçe grevinin ardından Türk-İş yönetim kurulu tarafından onur kuruluna sevk edilen sendikalardan Petrol-İş 15 ay, Kristal-İş 15 ay, Maden-İş 6 ay ve İstanbul Basın-İş 3 ay süreyle geçici olarak ihraç edildiler.
Grevi etkin bir silah olarak kullanmayı yükselen eylemliliği ile öğrenen işçi sınıfının karşısında, patronlar kurtuluşu çoğu kez, devletlerinin kendilerine sahip çıkmasında buluyordu. Türkiye’nin dört bir yanında devam eden pek çok grev patronların hükümetleri tarafından “halkın güvenliğini ve sağlığını koruma” gerekçesi ile erteleniyordu.
DİSK kuruluyor
Yükselen sınıf mücadelesi, “siyaset-dışı”, uzlaşmacı sendikal anlayışın sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Türk-İş’e bağlı sendikalar ve yöneticiler arasında Paşabahçe Grevi sırasında iyiden iyiye görülmeye başlanan tutum farklılıkları aslında tabandaki öncü işçilerin militanlaşan tavrından ve buna karşı gösterilen tepkilerden kaynaklanıyordu. Büyüyen işçi sınıfının yükselen mücadeleciliği sendika yöneticilerini saf tutmaya zorluyordu. İşçi sınıfının sendikal örgütlerindeki bu gerilim, militan mücadeleyi ve sınıf çıkarlarını savunan sendikaların, Türk-İş’ten geçici ihraçları ile başlayan süreçte DİSK’i kurmaları ile sonuçlandı.
Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, 12 Şubat 1967’de yaptıkları olağanüstü kongrede, Türk-İş’ten ayrılma ve konfederasyonlaşma kararı aldılar. Bir gün sonra, 13 Şubatta, TİP’in kurulduğu tarihten tam altı yıl sonra, Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımı ile DİSK kuruldu. DİSK’in kurucularının neredeyse tümü 1961’de TİP’in kuruluşunda yer almış sendikacılardı. Bağımsız kimi sendikaların katılımı ile toplam üye sayısını 66.000’e ulaştıran DİSK’in ilk genel başkanı Kemal Türkler olmuştu. Türkiye’de sosyalist fikirlerin ilk kez kitleselleşmeye başladığı bu dönemin hemen öncesinde, 1965 yılında, TİP de parlamentoya 15 milletvekili ile girmişti. Böylece gelişmeye başlayan sosyalist hareketle işçi sınıfı arasında organik ilişkiler kurmayı sağlayacak güçlü araçlar ortaya çıkmıştı.
DİSK, Türk-İş’in izlediği sınıf işbirlikçi çizgiye karşı militan sınıf sendikacılığı anlayışı ile mücadele ederek hızla gelişti. Kamu işletmelerinde önü çeşitli yöntemlerle kesilse de, öncü işçilerin militanlaştığı özel sektörün en önemli işletmelerinde örgütlendi. İşçiler akın akın DİSK’e geliyorlar ve DİSK’e üye olma talepleri karşısında patronların tutumları pek çok işçi eylemine sebep oluyordu.
İşçi eylemleri 1968 yılında da artarak sürdü. Zonguldak’ın Kozlu ve Üzülmez bölgelerindeki 25.000 işçi toplu sözleşmelerden sonuç alınamaması üzerine 6 ve 7 Şubattan itibaren iş bıraktı. Büyük yürüyüşlerin yapıldığı ve polisle çatışmaların yaşandığı eylemler 21 Şubatta imzalanan toplu sözleşme ile sona erdi.
Üniversite ve Fabrika İşgalleri Başlıyor
İşçi sınıfının bu eylemleri sürerken öğrenci gençlik de hareketleniyordu. TİP üyelerinin kurduğu Fikir Kulüpleri Federasyonu FKF, gençliğin en ileri unsurları için önemli bir araç haline gelmişti. Öğrenciler üniversite reformu talebiyle Ankara ve İstanbul’daki büyük üniversitelerde boykotlar başlattılar. Üniversiteler işgal edildi. İstanbul’a gelen ABD 6. Filosuna karşı militan ve coşkulu protestolar gerçekleştirildi. Henüz doğru bir özle kavranmamış olmasına karşın, devrimci gençlik içinde anti-emperyalist düşünceler yaygınlaşıyordu.
FKF, bu eylemlerle kitleselleşirken, DİSK de mücadeleci tavrıyla işçi sınıfının desteğini kazanıyordu. 4 Temmuz 1968’te Türk-İş’e bağlı Kauçuk-İş Sendikasının, yetkili olduğunu öne sürerek toplu sözleşme yapmak istemesi üzerine, Derby Lastik Fabrikası işçileri kendilerinin DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasına üye olduklarını belirtip, durumu protesto etmek için işyerlerini işgal ettiler. İşçilerin kendi iktidarlarına giden yolda önemli bir deneyim olan fabrika işgalleri, böylelikle dünyada esen rüzgârla birlikte Türkiye’ye de taşınmış oluyordu. Sosyalist fikirlerin iyiden iyiye yer etmeye başladığı öğrenci örgütleri de bu işgal sırasında Derby işçilerini desteklediler. Türk-İş’in karşı çıkmasına rağmen 8 Temmuzda yapılan oylamada Lastik-İş 930, Kauçuk-İş ise 6 oy aldı. İşçiler oylama sonucunu Kazlıçeşme’deki fabrikanın bahçesinde halaylar çekerek kutladılar. Derby işçilerinin mücadelelerini militanlaştırarak haklarını kazanmaları diğer sınıf kardeşlerine de örnek oldu. İzmir Menemen’de Çamaltı Tuzla İşletmelerinde işçiler fabrikayı işgal ettiler. İşgal polis saldırısı ile sonlandırıldı. Fabrika işgalleri, sonrasında Singer, Demirdöküm ve Sungurlar işgalleri ile sürdü. Bağımsız Çelik-İş’ten DİSK’e bağlı Maden-İş’e geçmek isteyen işçilerin bu istemlerini patronlarına işgalle dayatmaları sonuç verdi. Bu eylemlerinde kolluk kuvvetlerinin şiddetine maruz kalan işçi sınıfı, ordusu, polisi ve yasasıyla burjuva devletin gerçek niteliğini görme fırsatı buluyordu.
İşçi sınıfının kendine güveni giderek yükselip, militanlaşma düzeyi artarken, DİSK’in de bu militanlaşma ile belirlenen mücadeleciliği burjuvaziyi gelişmelerin önüne geçmeye zorladı. DİSK’i tasfiye etmeye yönelik yasa tasarısı, daha sonraları DİSK Genel Başkanı da olacak olan Abdullah Baştürk’ün ve kimi sendikacıların da aralarında bulunduğu komisyon tarafından Meclise gönderildi. Tasarının Meclis’te kabulünden dört gün sonra 15 Haziranda protesto eylemleri başladı. DİSK’e üye olmayan sendikalara bağlı işçilerin de yoğun katılımı ile 16 Haziranda 150.000 işçinin yürüdüğü görkemli eylemler burjuvaziyi dehşete düşürdü. 1960’lı yıllar boyunca yaygınlık kazanan, 1969’daki fabrika işgalleri ile militanlaşma düzeyini yükselten ve bu deneyimlerle bilinçlenen öncü işçilerin DİSK’te örgütlenmesi ile sonuçlanan işçi eylemleri doruk noktasına 15-16 Haziran günleriyle ulaşıyordu. Burjuvazi bundan sonra işçi sınıfının yükselen mücadelesinin önünü kesebilmek için daha “etkili” yöntemleri gündemine alacaktı.
Gençlik Hareketleri İşçi Sınıfının Mücadelesi Üzerinden Yükselmiştir
Küçük-burjuva devrimci akımların işçi sınıfının mücadelesini küçümseyen, yeterince radikal bulmayan anlayışları 60’lı yılların sonlarında iyice yükselmiş olan toplumsal mücadelelerde her ne kadar gençlik eylemliliklerini ön plana çıkarmış olsa da, görülüyor ki bu dönemi asıl olarak işçilerin sınıf mücadelesi belirlemiştir. Nitekim işçi hareketindeki yükselişe paralel olarak gelişen ve kitleselleşen etkili gençlik eylemleri, işçi hareketinin geri çekilmesiyle birlikte kitlesel gücünü yitirmeye başlamış ve giderek kitlelerden kopuk ve bölünmüş küçük gençlik gruplarının etkisiz eylemlerine dönüşmüştür.
1960’lı yılların başlarından itibaren su yüzüne çıkmaya başlayan işçi sınıfının hoşnutsuzluğu ve bunu izleyen grevler ile mayalanmaya başlayan toplumsal muhalefet, gençliğin düzene karşı radikalleşen hoşnutsuzluğunu harekete geçirerek yükselmiş ve kapitalist sistemi sarsmıştır. Bu yüzden, fabrika işgalleri, önemli grevler ve direnişler ile dolu, işçi sınıfı ve gençliğin kapitalist sisteme karşı devrimci bir tepkisini ifade eden bu dönemin eylemliliğini salt bir gençlik hareketi olarak değerlendirmek doğru değildir. Kimilerinin etkisini abartıp kapitalizmi devirecek öncü güç olarak görmek istedikleri gençliğin radikal eylemliliği şüphesiz böylesi sonuçlar almaya muktedir değildir ve olamaz da. Gençlik hareketi, 60’lı yıllar boyunca ve sonrasında, ancak işçi sınıfı mücadelesinin yükselmesiyle bağlantılı koşullarda radikalleşme imkânı bulabilmiştir.
Bugün pek çok kişiye olağan görünen toplumsal ve kültürel davranış biçimleri, geniş kitlelerin bakış açılarını kökünden değiştiren bu devrimci süreçte gerçekleşti. Siyasetten kuşaklar ve cinsler arası ilişkilere, müzik ve giyim kuşama kadar her konuda büyük altüst oluşlar yaşanırken en önde gidenler, işçi ya da öğrenci, genç devrimcilerdi. Ancak, ‘68 gençliğinin eylemliliği, dünyada ve Türkiye’de onu önceleyen ve onunla birlikte daha da yükselen işçi sınıfı mücadelesi ve buna bağlı siyasal canlanma ortamı olmadan söz konusu olamazdı. “Biz devrimi çok sevmiştik” nostaljisi ile o günleri sadece “anımsayan”ların da, gençlik hareketinin o günkü kitlesel radikalliğini bugün yine “yaratmaya” çalışanların da kavrayamadıkları temel nokta budur.
[1] Kurucular başlangıçta sosyalist bir bilince sahip olmamalarına rağmen Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, Rıza Kuas, Şaban Yıldız ve Kemal Nebioğlu partinin sosyalist fikirlere yakınlaşmasına vesile olmuş ve sonuna kadar partide kalmışlardır.
link: Nazım Yıldırım, ’68 Salt Bir Öğrenci Hareketi miydi?, 22 Ağustos 2004, https://marksist.net/node/1336
İşçi Hareketinden: Nisan-Mayıs 2004
YÖK Tasarısı ve İmam-Hatip Tartışması