“Her şeyi öğren hiçbir şeyi unutma!”
Geçtiğimiz ay, Maraş katliamının 25. yıldönümünü andık. Maraş’ta ve diğer sayısız katliamda binlerce savunmasız çocuk, kadın ve erkek hunharca öldürüldü. Aradan geçen yıllar boyunca katliamların failleri, burjuva devletin en üst kademelerinde görevlendirilerek ödüllendirildiler. Provokatörler ve caniler; milletvekili, bakan, vali ve emniyet müdürü oldular. Katliamların ardından gelen 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte Türkiye’de bir dönem adeta hafızalardan silinmiş oldu. Sonuçlarını ayan beyan yaşadığımız ‘80 darbesinin hedefi, işçi sınıfının kazanımlarını yok etmek, devrimci hareketi ezip bitirmekti.
Biliyoruz ki tarihini unutanlar geleceğini göremezler! Tarihini unutanlar dostunu düşmandan ayıramazlar! Aynı hataları ve yenilgileri tekrar tekrar yaşamaktan kendilerini kurtaramazlar! Tarihi unutmanın bedelini ‘80 darbesinden sonra çok ağır ödemeye devam ediyoruz. Sivas, Gazi ve cezaevleri katliamları, Kürtlere yönelik savaş bu coğrafyada yaşadıklarımıza örnektir. Aynı zamanda bunlara işçi sınıfının dünyadaki diğer kardeşleri ile birlikte ödemeye devem ettiği bedelleri de eklemeliyiz; sosyal hak gaspları, sosyal güvenliğin tasfiyesi, azgın sömürü koşullarını dayatan yeni iş yasaları, işsizlik, sendikasızlaştırma, düşük ücretler, yoğun çalışma koşulları. Kapitalist sistemin yarattığı haksız savaşlarda da topun ağzına sürülen yine işçi sınıfının çocuklarıdır.
Bugün bu saldırılara karşı doğru bir mücadele çizgisinin ne olduğunu kavrayabilmek için, geçmişin deneyimlerinden haberdar olmak ve ondan doğru dersler çıkarmak gerekir. Proletaryanın devrimci öncülerinin, katliamlara, baskılara ve sömürüye karşı mücadelesinde en çok ihtiyaç duyduğu şey, bilimsel bir inanç ve kendi tarihinin bilincine ulaşmaktır.
* * *
Gerek 600 yıllık despotik Osmanlı imparatorluğu döneminde olsun, gerekse 80 yıllık kapitalist Türkiye Cumhuriyeti döneminde olsun, emekçilere ve ezilen Kürt ulusuna yönelik yüzlerce katliam yaşandı.
Burjuvazi egemenliğini sürdürdüğü sürece bu katliamlar son bulmaz. Türkiye özelinde 1980 öncesi yoğunlaşan katliamların tarihsel-toplumsal koşullarını incelememiz, bizi gerçek nedenlere götürerek yaşananlardan sonuçlar çıkarabilmemizi sağlayacaktır.
II. Dünya Savaşının ertesinde işçi sınıfının devrimci mücadelesinin kontrol altına alınması ve işçi sınıfının başkaldırısının önünün kesilebilmesi için, örtük ya da açık çeşitli saldırılar başlatıldı. Türkiye’deki egemen sınıflar da bu dönemde aydınlara ve toplumun muhalif kesimlerine karşı savaş açtı. Nazım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Enver Gökçe ve adını sayamadığımız daha pek çok ilerici aydın cezaevlerine kapatıldı. Toplumcu gerçekçi edebiyatın öncülerinden Sabahattin Ali gizli bir komplo sonucu öldürüldü. Tan gazetesi tahrip edildi. Türk Nazileri, 1 Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunu çıkararak “gayri Müslim” azınlıkların mülklerine el koymakla kalmadı, borçlarını ödeyemeyenler sürgüne gönderildi. Aynı yıllarda 33 Kürt köylüsü, sınır kaçakçılığından rüşvet alan askeri yetkililerce kurşuna dizildi. 1955 yılında 6-7 Eylül olaylarını kışkırtan Özel Harp Dairesi, 3 kişinin öldürülmesine, 30 kişinin yaralanmasına neden oldu.
İşçi sınıfı cephesinde de bazı gelişmeler vardı. 1946 yılında grevsiz ve toplu sözleşmesiz ilk sendika ve dernekler kanunu çıkartıldı. 1952 yılında işçi sınıfının artan eylemlerinden ürken burjuvazi, devletin denetiminden çıkma potansiyeli barındıran bir sendikal hareketin gelişimini engellemek üzere Türk-İş’i kurdurttu. 1960’lı yıllar Türkiye’de sanayi kentlerinin, özel sermayenin geliştiği yıllardı. İstanbul, İzmit, Bursa, İzmir gibi işçi kentleri ortaya çıkıyordu. Kırsal kesim çözülüyor ve kentlere yoğun göç hareketleri başlıyordu. Kapitalizmin dünya ölçeğinde olağanüstü büyüdüğü bu yıllar aynı zamanda, toplumsal sorunların fitilinin ateşlendiği yıllar oldu.
1961 yılının son günlerinde gerçekleşen Saraçhane Mitingi ile bu topraklarda yepyeni bir hareket, işçi sınıfı hareketi ilk çıkışını gerçekleştiriyordu. 12 Mart darbesiyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar, işçi sınıfı hareketi gelişip güçlenmeye devam etti. Yükselen sınıf hareketi düzenin sınırlarını zorlama potansiyelini dışa vurduğu ölçüde, burjuva düzen de bu hareketi bastırmak, yıldırmak ve yok etmek için türlü tezgâhlar düzenlemekten geri durmadı.
1968’de yükselen sınıf hareketini ve gittikçe devrimcileşen gençlik hareketini sindirmek üzere faşist çeteler devreye sokulmuştu bile. O yıllarda bir taraftan milliyetçi bir hareket devlet eliyle örgütleniyor diğer taraftan da halkın dini duyguları suiistimal edilerek, dini temalarla galeyana getirilen küçük-burjuva unsurlar işçi hareketinin ve devrimci gençliğin üzerine saldırtılıyordu. Burjuvazi amacına ulaşabilmek için camileri bombalatmaktan geri durmadı. İzmir’de bombalanan camilerin ardından “Komünizmi Sindirme” mitingleri düzenlenmişti. Kayseri’de camilerde patlamalar meydana gelmesinin ardından, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kongresi, “komünistler camileri bombalıyor!” çığlıkları atan binlerce kişi tarafından basılmıştı. 1969 yılında ABD 6. Filosunun İstanbul’u ziyaretini protesto etmek için alanları dolduran devrimci işçi ve öğrenciler, Taksim Meydanında kıldıkları namazdan sonra polisin de desteğini alan gericilerin silahlı saldırısına uğramışlar ve iki işçi katledilmişti.
1970 yılına gelindiğinde ise Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde henüz aşamadığı bir deneyim yaşandı. 15-16 Haziran Genel Direnişinde somutlanan yükselen işçi hareketine karşı burjuvazi askeri bir darbeyle cevap verdi. 12 Mart 1971’de askeri muhtıra sonucu hükümet istifa etti. Ordu denetiminde kurulan yeni hükümet iki yıl boyunca hiçbir muhalefete izin vermeden ülkeyi yönetti. İki yılın bilançosu; Türkiye İşçi Patisinin (TİP) kapatılması, basın yayın özgürlüğünün kısıtlanması, işçi önderlerinin ve aydınların cezaevlerine kapatılması ve devrimci öğrenci hareketinin birçok önderinin katledilmesi, idam edilmesi oldu.
Bundan sonra yaşanan olaylarda ise işçi sınıfı örgütlü mücadelesinin karşısında değişik biçimlere bürünmüş gericiliği buldu. Bu durumda işçi sınıfı örgütlü mücadelesini ya en son noktaya kadar götürecekti ya da burjuvazinin, kazanımlarını, örgütlülüğünü ve elde ettiği mevzileri darmadağın etmesine seyirci kalacaktı.
1975 yılında Elazığ’da, faşizmi protesto mitingine katılan kitleye gericiler saldırdı. Erzincan’da faşist baskılar arttı. 1976 yılında DGM yasasına karşı DİSK genel greve çıktı, yasa geri çekildi. 1977 yılında gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamasına 500 binin üzerinde işçi katıldı. Mitingin bitiminde bir kez daha burjuva devletin karşı-devrimci örgütleri işbaşındaydı: 37 insan öldürüldü. 1978 yılı 16 Mart’ında polis-ülkücü işbirliği sonucu Beyazıt’ta üniversite çıkışında patlatılan bombalarla 7 öğrenci öldürüldü.
Türkiye’nin batısında yoğunlaşmış büyük şehirlerde işçilerin sayısı milyonları geçiyordu. Türkiye’nin her şehrinden, her din ve mezhepten, Kürt, Türk, Laz, Çerkez işçiler sendikalarda ortak sorunlar etrafında mücadele ediyorlardı. Türkiye’nin orta ve doğu bölgelerinde sayısı artan işçi şehirlerinde henüz birlik, örgütlülük bilinci yeni yeni yeşeriyordu. Sendika toplantıları, mitingler, grev ve yürüyüşler giderek artıyordu. Türkiye’nin gerek batı ve orta bölgelerinde, gerekse Kürt illerinde başlayan eylem ve mitingler, sermaye sınıfı için dayandığı temellerin sarsılmaya başladığının işaretlerini veriyordu.
Burjuvazi gerek devlet aygıtını kullanarak gerekse de bu aygıtla kopmaz bağları olan faşist örgütlenmeler aracılığıyla sınıf hareketine, emekçilere ve devrimci gençliğe dönük saldırıları tırmandırdı. Amaçları, sınıf hareketini faşist terör sayesinde sindirip yok etmekti. Faşist terörün yetmediği noktada ordunun bir kez daha işin içine girmesi gerekecekti. Faşist terör ve ona karşı gelişen sınıfın ve devrimci gençliğin anti-faşist mücadelesi sonucunda toplum hızla bir kutuplaşmaya doğru sürükleniyordu. Böylelikle burjuvazi açısından yeni bir darbenin “meşruluk” zemini de yaratılmış oluyordu.
1978 yılından itibaren “din elden gidiyor”, “vatan bölünüyor” ve “komünistler geliyor, canınızı, malınızı, namusunuzu, vatanınızı seviyorsanız vurun, öldürün, yaşatmayın” politikası faşist örgütlenmeler aracılığıyla hayata geçirilmeye başlandı. Milliyetçilik ve din, sermaye devletinin paramiliter örgütlerince azgın bir şekilde kışkırtılmaya başlandı. Siyasal bilincin henüz yeni gelişmekte olduğu, Alevi ve Sünni mezheplerin birlikte yaşadıkları illere yönelik katliamlar planlandı. Malatya, Maraş, Çorum ve Fatsa katliamları bu süreçte planlandı.
17 Nisan 1978’de Malatya’da ülkücü belediye başkanı bombalı bir paketle öldürüldü. Cenazesinin kaldırılacağı gün, faşist ve şeriatçı kışkırtıcıların eşliğindeki kitle, şehri üç gün süreyle yakıp yıktı. 9 kişi ölürken 1000’e yakın işyeri tahrip edildi. Bombanın, Nükleer Araştırma Merkezinde ülkücülerce imal edildiği yapılan araştırmalarla açığa çıktı.
1978, Maraş için de katliam yılı oldu. 21 Aralıkta iki TÖS’lü öğretmen ülkücülerce öldürüldü. Çeşitli mahallelere bombalar atıldı. Tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi, Maraş’ta da solcu veya Alevi olduğu bilinen ev ve işyerleri faşist sembollerle işaretlenmişti. 24 Aralıkta Çiçek sinemasında “Güneş Ne Zaman Doğacak” filmini izleyen ülkücüler üzerine bombalar atıldı. Ardından da beş gün boyunca, daha önceden planlanan katliam sahneye kondu. 111 insan yakılarak, dövülerek, kurşunlanarak öldürüldü. Dönemin başbakanı, “umudumuz Karaoğlan” denilerek Alevi ve sol oylarını alan Ecevit idi!
22 Ocak 1980’de bu kez doğrudan işçi sınıfı hareketine dönük saldırılara şahit oluruz. İzmir Tariş işletmelerindeki tensikatlara, işçiler grevlerle yanıt verirler. Dönemin hükümetinin amacı fabrikaya ülkücü militanları yerleştirmekti. Jandarmalar eşliğinde panzerlerle fabrika kuşatıldı. Silahlı saldırılar sonucunda 50 işçi yaralanmış ve 200 işçi gözaltına alınmıştı.
27 Mayıs 1980 tarihinde Ankara’da MHP genel başkan yardımcısı, Gün Sazak öldürüldü. Olayı protesto etmek için Çorum’da ülkücü çeteler gösteriler düzenlediler. Alevi ve solcu işçi mahallelerine yönelik saldırılar başlatıldı. Birkaç gün süren saldırılara karşı halk barikatlarla kendini savunmaya başladı. Saldırılar sonucunda 4 kişi öldürülmüştü. 1 Temmuz günü camiye atılan bombadan Aleviler sorumlu tutuldular ve daha organize katliamlara başlandı. Güvenlik görevlilerinin 5 gün boyunca izlemekle yetindikleri katliamın bilançosu 57 ölü ve yüzlerce yaralı oldu.
11 Temmuz 1980’de Fatsa’da devrimcilere dönük saldırılar başladı. Çorum olayları sırasında Süleyman Demirel “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” diyerek yeni hedefler gösteriyordu. Fatsa halkının bilinç ve örgütlülük düzeyi, belediye başkanının sermayeye değil emekçi sınıflara hizmet etmesi, MHP’li valinin tepkisini çekiyordu. Fatsa askerlerce havadan ve karadan kuşatılarak işgal edildi. 11 Temmuz günü 8 kişi öldürüldü, belediye başkanının da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi günlerce cezaevinde işkence gördü.
Tüm bu saldırılara, devrimci bir önderlikten yoksun olan işçi sınıfı bir karşı saldırıyla ve iktidara uzanan bir perspektifle karşılık veremedi. Toplumun giderek iki kampta kutuplaşması, tüm toplumu bir devrim-karşı-devrim ikilemiyle karşı karşıya bırakıyordu. Fakat devrimin gerçekleşebilmesi için önüne böylesi bir işçi devrimi perspektifini koymuş ve bunun gerekli hazırlıklarına girişmiş bir devrimci parti şarttır. Ne yazık ki böyle bir parti yoktu ve genelde işçi hareketine legalist, reformist, uzlaşmacı bir siyasal anlayış damgasını basıyordu. Sınıfın yüzünü döndüğü DİSK’te ağır basan reformist-oportünist siyasal çizginin ihaneti bu noktada belirleyici bir önem kazanmıştı. Burjuvazinin saldırıları karşısında devrim cephesini güçlendirmek yerine, burjuva düzenin kurumlarından, sosyal-demokratlardan medet uman bu sendikal-siyasal çizgi, her bir saldırıda bir adım daha geri çekildi. Bundan da cesaretlenen burjuvazi, güçler dengesini son bir kez daha tartmak için yeni bir katliam tezgâhladı. Maden-İş’i kuran ve başkanlığını yürüten, uzun yıllar DİSK başkanı sıfatıyla işçi kitlelerin kalbinde önemli bir yeri olan Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de faşistlerce katledildi. 1 milyon işçinin katıldığı cenaze törenindeki öfke ve genel grev arzusu, dönemin sendika bürokratlarınca yatıştırıldı. Böylelikle burjuvazi darbenin önünde herhangi bir engel olmadığına kanaat getirerek hazırlıklarını tamamlamış oldu.
Tüm bu olayların da gösterdiği gibi katliamların, sömürünün, baskı ve terörün, tek ve gerçek suçlusu kapitalist sistemdir. Kapitalist sistem, tüm demokrasi nutuklarına, insan hakları vaazlarına karşın, kendi varlığına yönelmiş ciddi her tehdidi katliamlarla yok etmeye çalışmıştır.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseldiği her yerde burjuvazi devlet eliyle geliştirdiği karşı-devrimci örgütler aracılığıyla toplumu bir iç savaşa sürüklemiştir. Burjuvazi dünyanın her yerinde, iktidarını barışçıl yollarla proletaryaya bırakmaya hiç de niyetli olmadığını defalarca göstermiştir. Bu nedenle de sınıf hareketinin güçlenip geliştiği dönemler, bir devrim karşı-devrim savaşımına dönüşmüştür. Proletarya, ya mücadelesini sonuna kadar götürüp kitlelerin zoruna dayanarak iktidarı almak ya da kahredici darbeler altında ezilmek dışında bir alternatife sahip değildir. İşçi sınıfının mücadelesini son noktaya kadar götüremediği her yerde gericilik kazanmaya yazgılı olmuştur. Sermaye iktidarının katliamlarla yolunu döşediği karşı-devrim 12 Eylül askeri diktatörlüğünde somutlandı. Böylece burjuvazi kendi isteklerini sınırsızca yerine getirebilecek koşullara ulaştı.
Bugün kulakları sağır eden demokratikleşme nutuklarına rağmen 12 Eylül yasalarının işçi sınıfına giydirdiği deli gömleği hâlâ parçalanmış değildir. İşçi ve emekçiler üzerindeki baskılar devam ediyor; sendikalaşma, örgütlenme ve hatta grevler fiilen engelleniyor. İşçi sınıfının “memur” adıyla anılan ve onun önemli bir kesimini oluşturan parçası için halen gerçek sendikal haklar söz konusu değil. Ekonomi krizlerle sarsılıyor ve krizlerin faturası her zamanki gibi işçi ve emekçilere çıkartılıyor. Siyasal baskılar, yasaklar ve yasaklamalar devam ediyor. Devrimciler katledilmeye, hücrelere tıkılmaya devam ediliyor. Kürt ulusuna karşı inkâr ve imha politikaları uygulanmaya devam ediliyor.
Toplum, sömürenler ve sömürülenler olarak iki büyük sınıfa bölünmüş olduğu müddetçe egemen, örgütlü ve iktidarı elinde tutan bir avuç burjuva, örgütsüz milyonları ezmekten, katletmekten geri durmayacaktır. Dün Maraş’ta, bugün cezaevlerinde, Kürdistan’da, Irak’ta gerçekleştirilen katliamların özü, tekellerin kârlarını korumak ve arttırmak, iktidarlarını sürdürmek ve milyonlarca insanı sömürmeye devam etmektir. Katliamcı ve sömürücü iktidarlar yıkılmadıkça gelecek dünden farklı olmayacaktır.
Buna rağmen, dünya işçilerinin kapitalizmi yıkıp, sömürünün, baskıların, savaşların ve katliamların olmadığı, insanca ve özgür bir dünya kurmak bugün her zamankinden daha mümkündür. Yeter ki, işçi sınıfının en bilinçli kesimleri ve devrimci duygularla dolu olan gençliğin en ileri unsurları, gerçekten devrimci ve gerçekten Marksist bir partinin bayrağını yükseltebilsinler!
Sömürünün ve katliamların sorumlusu kapitalizmdir!
Her türlü gerici savaşın sorumlusu kapitalizmdir!
Kapitalizm uçsuz bucaksız bir vahşettir!
link: Yavuz Girgin, Kapitalizm: Kan ve Kâr İmparatorluğu, 15 Ocak 2004, https://marksist.net/node/1316
Özgürlüğün Santimetresi