Mavi Gözlü Dev işçi sınıfına sevdalı ozan Nazım Hikmet’in 1941-1950 yılları arasında Bursa Cezaevi’nde mahpusluk ettiği dönemi beyaz perdeye taşımış. Hapistir ama zincirini kırmıştır Nazım Usta. Siyah beyaz karelerle komünist şairin geçmişinden de kesitler sunan film, Nazım’ın hayatını konu alan ilk film olma özelliğini taşıyor. Kendini yepyeni bir dünya, komünist bir dünya kurma umuduyla işçi sınıfının mücadelesine adayan ustanın hayatını film kareleriyle anlatmak kuşkusuz çok zor bir iş. Çünkü Nazım Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, bir devrimciydi aynı zamanda. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de anlattı; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya özlemini ve mücadelesini de. Onun dünya çapında ünlü bir şair olmasını sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya kadar tüm ezilen ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere, sömürücülere ve zorbalara karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasıl akacağını belirleyen de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun için sevdiklerini arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nazım Hikmet:
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
Nazım Hikmet kendi dilinde yasaklandı, karalandı yıllar boyunca. Her zaman işçi sınıfının kalbinde yaşayacak olan Nazım Hikmet, öldükten sonra burjuvazinin her zamanki taktiği olan iç boşaltma operasyonuna maruz kaldı. Komünistliği unutturulmaya çalışılarak sadece aşklarıyla gündeme getirildi; “kartpostal şairi” denildi. Nazım’ın mahpusluk yaşamını konu alan Mavi Gözlü Dev filmi de bu konuda maalesef aynı sakatlıkla malûl. Filmde Nazım’ın aşkları, eşi Piraye ve dayıkızı Münevver arasında kalışı dengesiz bir biçimde ön plana çıkarılarak, böylece onun politik kimliği ve şiirlerine gücünü veren komünist inançları gölgede bırakılmış oluyor.
Eşi Piraye’nin mektubunu sabırsızlıkla bekleyen Nazım Hikmet radyodan İkinci Dünya Savaşını takip ediyor, çevresindekileri eğitiyor, yetiştiriyor. “Savaş korku ve sefaletten başka bir şey veremez. Yakar, yıkar, öldürür, yok eder!” sözleriyle emperyalist savaşın ne demek olduğunu anlatıyor cezaevindekilere. Nazım Usta aşkı da onun komünistliğini unutturmaya çalışanların kavradığından farklı anlatmaktadır. “Aşık olmayan bir halt olamaz diye yazdım Kemal Tahir’e. Aşık olduğuma gör şairliğin falanın filanın çok ötesinde birşeyim herhalde” der örneğin kendisini ziyarete gelen Piraye’ye.
1941 yılında Bursa Cezaevi’ne nakledilen Nazım’ın ilk kez güneşe çıkarılmasını resmettiği dizeleriyle açılıyor beyaz perde. Nazım Hikmet’in gelmesiyle birlikte Bursa Cezaevi’ne de güneş doğuyor adeta. Mahkûmlar arasında adı bir efsane gibi dolaşır; kimine göre Yavuz zırhlısını kaçıran bir kahraman, kimine göre devlete kafa tutmuş bir babayiğit. Nazım Hikmet’i komünist olduğu için sevmeyenler de vardır kuşkusuz; çünkü aslında ne olduğunu bile bilmedikleri komünizm kötü bir şey olarak öğretilmiştir onlara. Buna rağmen Nazım Hikmet devrimci kişiliğiyle hapishaneyi adeta bir okula çevirmeyi başarabiliyor ve mahkûmları hemen her konuda eğitiyor. Nitekim filmde geçmiyor olsa da bu mahkûmlardan bazıları serbest kaldıktan sonra komünizm propagandası yapmak suçuyla yeniden içeri alınırlar. Ünlü yazar Orhan Kemal ve ressam İbrahim Balaban şair tarafından sosyoloji, edebiyat, felsefe konularında eğitiliyor. Nazım Hikmet sadece şiir yazmakla kalmıyor; “ben çalışmazsam yorulurum” diyerek okuyor; resim yapıyor; satın aldığı dokuma tezgâhlarında halı dokuyor. Bu tezgâhlar ile hem çevresindeki mahkûmlara para kazanma imkânı sağlıyor; hem de ailesine, dostlarına ve yoldaşlarına hapishaneden para gönderiyor. Bir komünist olarak çevresini olduğu gibi kabul etmiyor, boyun eğmiyor demir parmaklıkların arkasında, tersine mücadele ediyor, değişiyor, değiştiriyor.
Zaten Nazım Hikmet’i demir parmaklıkların arkasına hapseden de mevcut sistemi değiştirme mücadelesiydi. Geriye dönük siyah beyaz karelerle onun hem despotik cumhuriyetin takibatına uğraması, hem de hayatında her şeyden ama her şeyden daha büyük önemi olan partisinin, yani TKP’nin merkezi tarafından izlenen yanlış politikalara karşı verdiği mücadele anlatılıyor. Kemalist diktatörlük tarafından sürekli takip edilen Nazım Hikmet, türlü baskılara maruz kalır, sorgulanır, işkenceye uğrar, tutuklanır. Filmdeki bir sahnede falakaya yatırılan Nazım Hikmet’e, ağzı salyalı işkenceci bir komiserin “komünist” diye bağırması, hem ondan ne kadar korktuklarını, hem de onun gerçek kimliğini gösteriyor. Keza soruşturmalarından birinde ifade verirken kendisini “Ben şairim, komünist şair” diye tanıtan Nazım Hikmet, sözlerine şöyle devam eder: “Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum.” Filmin bu ve benzeri sahneleri onun örgütleyici, kararlı ve azimli devrimci kişiliğini gayet iyi yansıtıyor.
Nazım Hikmet hapishanede de dört elle yaşama ve kavgasına sarılır, düzmece suçlamaların ortadan kalkacağı umuduyla cezasının temyiz edilmesini bekler. Ancak Paşa dayısının girişimleri de sonuçsuz kalmış ve orduyu ve donanmayı isyana teşvikten aldığı 28 yıllık cezası kesinleşmiştir. Özgürlüğüne bir daha kavuşamayacağını düşünmek ve dört duvar arasında tecrit olup dışarıda yürüyen kavgada yer alamamak Nazım Hikmet’i derinden etkiler. Ziyaretine gelen bir okuruyla TKP’li yoldaşlarına haber göndererek serbest bırakılması için çaba gösterilmesini ister. Öte yandan hem Türkiye’de hem de dünyada Nazım’ın serbest bırakılması için çeşitli kampanyalar ve eylemler düzenlenir. Ancak tüm girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanması başka yollar aramaya iter Nazım Hikmet’i ve sonunda ölüm orucuna başlamaya karar verir. Film bütün mahkûmların hep bir ağızdan “Davet” şiirini okudukları oldukça anlamlı ve etkileyici bir sahneyle son buluyor.
Mavi Gözlü Dev, maalesef Nazım’ı iyi anlatan bir film değil. Ama yine de burjuva yazar-çizer takımınca, herkesin izleyebileceği bir film olma niteliğinden yoksun, belli bir kitleyi (solcuları) hedeflemiş, şairi efsaneleştirmiş bir film olmakla eleştirildi. Egemenlerin ve onların sözcülerinin korktukları Nazım Hikmet’in devrimciliğidir. Komünistliğinden korkup onu dört duvar arasına tıkmak isteyenler, bugün ondan korkmaya devam ediyorlar hâlâ. Oysaki film, yönetmenin “slogan bir film yapmama” kaygısını fazlasıyla taşıyor aslında. Bu yüzden de şairin aşklarına özel bir önem verilmiş. Filmi izledikten sonra, Nazım Hikmet’i bilmeyen 12 Eylül sonrası genç kuşağın aklında ilk kalacak olanın Nazım’ın aşkları olacağı su götürmez bir gerçek. Her ne kadar filmin sonu “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” dizesiyle son bulmakta ise de, onu “vatan hainliği”nden kurtarma kaygısından olsa gerek, Nazım Hikmet’in memleket sevdası bugünün sözde solcularının şovenizmiyle aynı kefeye konarak onun komünistliği gölgede bırakılmak istenmektedir.
Bunun yanı sıra filmde, Nazım’ın esaretliği yüzünden yaşadığı öfke ve üzüntü de biraz abartılmış. Ağır hapislik koşullarında Nazım’ın hapisten kurtulma ümidinin zayıfladığı ve bunun bunalımını yaşadığı anlar kuşkusuz olmuştur. Ne var ki Nazım en zor anlarında bile davaya olan inancını kaybetmemiş ve bu zor dönemlerini de bu sayede aşmıştır. Özgürlüğü için ölüm orucuna başladığında da ona rehberlik eden devrimci inançları olmuştur. Bunu şiirlerinde de, dostlarına yazdığı mektuplarında da görmek mümkündür. Yaşamayı ciddiye almak gerektiğini anlattığı “Yaşamaya Dair” şiiri tam da 1947-48’de Bursa Cezaevi’nde yazılmıştır. “Diyelim ki hapisteyiz, /yaşımız da elliye yakın, /daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. /Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, /insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla”. Nitekim Vala Nureddin’e yazdığı bir mektubunda da “Ne halt edeceğimi bilmez bir hale düşmüşüm de, yok yataklarımı denk etmişim de, yok karım hapishane kapısında iki gözü iki çeşme beni çıkacağım diye bekliyormuş da, falan da feşmekân da” diyerek basında çıkan yanlış haberlere olan öfkesini kusar.
Nazım Hikmet bir komünistti ve düşüncenin suç olmadığı özgür bir dünya, komünist bir dünya için hayatının sonuna kadar mücadele etti. Tüm dünya işçi sınıfına sevdalı bir ozandı Nazım Hikmet ve ancak dünya işçi sınıfının mücadelesiyle özgür bir dünyanın kurulabileceğini de çok iyi biliyordu. Onu Nazım yapan şey de zaten işçi sınıfına olan sevdası, onun mücadelesine olan inancı ve son nefesine kadar bu mücadele içinde yer almayı başaran bir komünist olarak kalmasıydı. Burjuvazi onun dünyaya yayılan ününden rant sağlamaya çalışadursun, komünist şairimiz Nazım Hikmet kavgamızın her anında yaşamaya devam edecek!
Yukarıda dediğimiz üzere, Nazım Hikmet gibi bir komünist şairin hayatını, kavgasını, inançlarını, hayata bakış açısını iki saatlik bir filmin içerisine sığdırmak hiç de kolay bir iş değildir. Hele ki her alanda yozlaşmaya, popüler kültürsüzlüğe yol açan kapitalizm altında bunu yapabilmek çok daha zor. Bu işin altından layıkıyla kalkabilmek için tıpkı Nazım Hikmet gibi sanatını işçi sınıfının davasına adamış olmak gerekir. Nasıl ki yükselen devrimci mücadele geçmişte Yılmaz Güney gibi yetenekleri ortaya çıkardıysa günümüzde de bu tür yeni yetenekleri yine işçi sınıfının yükselecek mücadelesi doğuracaktır. Ekim Devrimi kendisini en iyi şekilde sinemaya aktarabilecek Eisenstein’ı yarattıysa, yeni işçi devrimleri de kapitalizmin gün ortasındaki karanlığına meşale olacak ve yeni Eisensteinlar, yeni Nazımlar doğuracaktır bağrından!
link: Suphi Koray, Mavi Gözlü Komünist Dev, Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1515
“Gençlik Nerede?”
Kentsel Yağma ve Talan Projesi