Devletlerin tarihi aynı zamanda devletin bekası için işlenmiş cinayetlerin tarihidir. Başka türlü bir görüntü vermek için türlü çabalara girişilse de, gayet iyi biliriz ki burjuva devletlerin tarihleri de devlet eliyle aleni ya da gizli işlenmiş cinayetlerle doludur. Burjuva demokrasisinin en ileri uygulamalarının söz konusu olduğu devletler bile “yasadışı metodlara” başvurur ve gerekli gördükleri kişi ya da grupları fiziken ortadan kaldırma yoluna giderler. Bu cinayetlerin üzerini örtmeye, failleri meçhul bırakmaya çalışırlar.
Devletlerin bu türden “faaliyetleri” genelde burjuva güçler arasındaki kapışmalar sırasında ortaya dökülmeye başlar. Birbirine giren ve diğerlerini tasfiye etme mücadelesine girişen burjuva ekipler, ellerindeki bilgileri kullanmaya başlarlar. Açığa çıkan belgeler çoğunlukla eksik ve ortaya çıkaranların amaçları doğrultusunda yönlendirici olsa da burjuvalar ve onların devletlerinin tıynetinin anlaşılmasına dönük pek çok veriyi de kaçınılmaz olarak içerir. Bu yüzden böylesi olayların örnekleri ortaya çıktığı ölçüde bunlar vesilesiyle emekçi kitleler içinde burjuva düzenin karanlık yüzünü sergilemek önemlidir.
TC’nin tarihi de işçi sınıfının ve ezilen halkların temsilcilerine uygulanan büyük zulümlerle doludur. Muhalifleri sindirmek için devletin alenen işlediği katliamlar hiç eksik olmamış, imhacı bir gelenek oluşmuştur. Bu geleneğin pervasız biçimde sürdürüldüğü dönemlerden birisi de Kürt özgürlük hareketinin yükseldiği 90’lı yıllardır. Ordu eliyle yürütülen savaşın yanısıra bu dönem boyunca Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliamlar, işkenceler ve faili meçhul cinayetler de doruğa tırmanmıştır.
Örneğin dönemin başbakanlarından Tansu Çiller’in “Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi, PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir” sözlerinin ardından kanlı bir süreç başlamış, bu liste işadamlarıyla sınırlı kalmamıştır. 14 Ocak 1994’te Behçet Cantürk’le başlayan, 25 Şubatta avukat Yusuf Ziya Ekinci ile devam eden o cinayet dizisinde tanınmış pek çok Kürt katledilmişti. Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, Namık Erdoğan, Fevzi Arslan bunlardan bazılarıydı.
Mağdurlar nezdinde tüm bu suçların faili belliydi. Ancak toplumun büyük çoğunluğu için bu döneme ait hakikatler bir sır perdesinin arkasında saklı kaldı. Geçtiğimiz günlerde, söz konusu dönemde devletin kurumsal olarak oluşturulan politikası sonucu işlenen cinayetlere ilişkin çok önemli belgeler ortaya çıktı. Eski İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, emekli Yarbay Korkut Eken, Özel Harekât Başkanvekili İbrahim Şahin ile özel timci polislerin 1990’lı yıllarda işlenen 18 “faili meçhul” cinayetle ilgili yargılandığı mahkemeye MİT tarafından gönderilen resmi görüşme kayıtları, bu cinayetlerin itiraflarını içeriyordu. Görüşme dökümleri sansürlenmiş olsa da başka hiçbir söze gerek bırakmayacak kadar açıklıkla durumu ortaya koyuyordu. Devlet karar vermiş ve Kürt hareketinin temsilcilerine ve devrimcilere yönelik cinayetler devlet görevlilerince işlenmişti. Cinayetleri işleten ve işleyenler de yıllar boyunca korunmuştu.
MİT’in mahkemeye gönderdiği tapelerin içerikleri
MİT’te Daire Başkanlığı da yapan Mehmet Eymür’ün, ortadan kaybolan ve MİT ile Emniyet’e çalıştığı bilinen işadamı Tarık Ümit ile 1995 yılında yaptığı görüşmenin 13 sayfalık orijinal dökümünde, vatan-millet edebiyatıyla cinayet işleyen devlet görevlilerinin bir yandan da nasıl ceplerini doldurduklarına dair ibretlik anlatımlar mevcut. MGK kararları ile oluşturulan ölüm listelerinden, bakanların, emniyet müdürlerinin teşvikleri, destekleri ve organizasyonları ile bunların hayata geçirilmesine; el konan paraların savaş ganimeti gibi paylaştırılmasından, paket paket uyuşturucuların devletin görevlilerinin ellerinde dolaştırılmasına kadar birçok kirli organizasyon bu tapelerde açık açık anlatılıyor.
Mehmet Ağar’ın teşvikiyle ülkücü tetikçilere Kürt sendikacıların hem de yurt dışında öldürtülmesinden, devlet bürokrasisinde yer alan ve kimi durumlarda ayaklarına dolanan Kürtlerin meselâ Kürt hareketinde yer alan akrabaları bulunması gibi nedenler yaratılarak öldürülmesine kadar pek çok olayın nasıl gerçekleştiğini devlet yetkililerinin ağzından duymuş oluyoruz. Böylece Mehmet Ağar gibilerin “devlet sırrıdır, açıklayamam” diyerek mahkemelerde ifade vermeyi reddettikleri konuların bir kısmının nelerle ilgili olduğunu da görüyoruz. Fevzi Aslan’ın öldürülmesi ile ilgili kayıtlarda Tarık Ümit, Mehmet Eymür’e rapor verirken şunları anlatıyor örneğin: “Gece Fevzi Aslan’ı aldık, işi bitti. (…) Birimin patronu İbrahim Şahin. (…) Mehmet Ağar’ın emri var santrala, 24 saat hangi saatte olursa olsun Tarık Ümit aradığı zaman bağlayacaksınız [demiş]. Açtım buna. O konu halloldu dedim. Böyle gayet sevinçli bir şekilde ‘Çok memnun oldum, gözlerinden öperim... Neredesin’ dedi.”
Bu işlerin bizzat İçişleri Bakanının inisiyatifiyle yürüdüğü daha açık nasıl anlatılır ki?
Savaş Buldan’ın öldürülmesi ile ilgili anlatımlarda ise bu cinayetlerin polis ve ordu içerisindeki ekiplerce nasıl organize biçimde işlendiği anlatılıyor. “İşin başında Ziya bana geldi, Birol diye biri daha vardı, İbrahim Şahin de vardı. Artı üç kişi daha var. O gece 05.00-06.00’da Buldan’ı arıyoruz... Biz beraber yapacağız operasyonu. Üç kişi askerler, üç kişi de polis, tamam mı ağabey? Yer tespitine telefon açtık. Oraya gittik.” “Biz onları kaptık. İki tanesini, Muhsin’in siyah Mercedesine bindirdik, kelepçeledik bindirdik. Bir tanesini de bu ... arabasına bindirdik. Arabadan indirdik. Bam bom, yürüdük gittik.” Polislerden ve askerlerden oluşan ekip Kürt hareketini destekleyen üç iş adamını bir otelde buluyor, çevredekilere de gözaltına aldıklarını söyleyerek arabalara bindiriyor ve infaz edip yol kenarına atıyorlar.
Burjuvazinin adaleti de demokrasisi de sıkıştığı zamanlarda böyle işliyor işte. Bu cinayetlerin hayata geçirilmesi de asla devlet içerisindeki “üç beş kendini bilmez”in işi değil. Devletin en merkezi organlarında oluşturulmuş politikaların ürünü. MİT mensubu Yaman Namlı’nın, savcılık ifadesinde anlattıkları bu durumu açık biçimde ortaya koyuyor: “Tarık Ümit’le görüşmelerimizde iki tane öldürülecek kişiler listesinden bahsediliyordu. Bunlardan biri uzun liste, diğeri kısa listeydi. Bu listelerde M.Ali Birand, Mustafa Süzer, İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül gibi kişilerin de isimlerinin olduğunu Ümit’ten duydum. Tarık Ümit’ten yine duyduğuma göre; bu listenin gayri nizami harpçilerin daha doğrusu Özel Harp Dairesi’nin işi olduğunu, listenin MGK tarafından onaylandığını sık sık söylüyordu. Bu listelerin bilgisi ve onaylayanlar arasında özel harp kökenli JGK olan Fevzi Türkeri, Kemal Yamak isimli paşaların isimlerini sık sık duydum. Hatta bir ara Tarık Ümit bana ‘bak şerefsizler ne yapmışlar’ dedi. MİT başkanlığı dışındaki emniyetle birlikte gerçekleştirdiği bazı olaylara ilişkin duyumları da MİT başkanlığına bizzat ben bildiriyordum. Bu kapsamda Ümit’in bir gün bana 40 kişilik kısa bir liste, bir de üç haneli oluşan ölüm listesinden bahsetmesi üzerine, bu durumu MİT Başkanlığı’na ben bildirdim. Muhtemelen 18 Şubat 1995 tarihli görüşmeye MİT Başkanı beni de davet etti. Bu görüşme sızınca da Tarık Ümit 2 hafta sonra ortadan kayboldu.”
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurullarında karara bağlanan ve Başbakan Tansu Çiller himayesinde devletin ordu ve polis güçlerince hayata geçirilen bu cinayetler TC’nin imhacı geleneğini nasıl diri tuttuğunu açıkça göstermektedir. Devlet, kurumlarıyla, resmi ya da gayrı resmi görevlileri ile muhalifleri sindirmek için pervasızca cinayetler işlemiş, bunların üstünü de vatan-millet edebiyatı ile örtmeye çalışmıştır. Elbette bütün bunları gerçekleştirirken de kimileri ceplerini doldurmayı ihmal etmemiştir. Uyuşturucu kaçakçılığını da içeren akçeli işlerin bu cinayetler ekseninde nasıl gerçekleştiğine dair ifadeler de bu tapelerde mevcut.
Tarık Ümit tapelerde, emekli yarbay ve eski MİT’çi Korkut Eken’in kendisinden sürekli para aldığından yakınarak cinayetlerden sonra el konan paraların akıbetini ise şöyle anlatıyor:
“M.Eymür: Yalnız İranlı olayında ne para döndü. Yani o Yeşil’e ödenen para çerez. Yeşil’e 300 bin mark, bir de 50 bin dolar ödeniyor.
T.Ümit: Bir gün geldi (Korkut Eken kastediliyor)… Para istiyor. (…) 70-80 milyon para verdim. ... 20 senedir ben buna para veriyorum. Bu geldi bir gün (…) ‘Siz parayı götürüyorsunuz’ dedi. ‘Bu işler böyle olmaz’ dedi. Ne parası dedim. ‘Şeyin üzerinden 90 bin mark para çıkmış’ dedi. ‘Parayı aldınız’ dedi. ‘Şeyde 20 bin mark varmış.’ Birincisi Behçet... 200 bin mark varmış, onu da almışsınız..
M.Eymür: Bunlara ne oldu?
T.Ümit: İbrahim’e gitmiş ... vallahi 5 milyonu ... kasadan çıkardım verdim diyor ib..ye. Şimdi Behçet Cantürk’ün üzerinde çıkan para 20 milyon TL’si tamam. Fevzi Aslan’ın üzerinde çıkan para 3 bin mark. Bir 100 bin TL, bir 50 bin TL, bir de 20 bin TL.
M.Eymür: Abdullah Çatlı seni götürürse üzerindeki parayı da alacaktır.
T.Ümit: Götürebilirse alsın. Şimdi bu 3 bin markı, evrakları ben hayatımda üst baş araması yapmadım. Üç tane çocuk yanımda, çocuklar getirdiler evrakları. Bir 14’lü silah, bir araba, bir yedek şarjör.. Götürdüm Mehmet Ağar’a. Bir paket de eroin, şöyle bir paket eroin. Saat gece 02.30’da Mehmet Ağar’ın koydum önüne. Mehmet Ağar’a çocukların hiç harçlığı yokmuş dedim. Götür ver dedi. Sabahleyin geldim. 3 bin mark, 100 bin TL, 50 bin TL, 20 bin TL, İbrahim Şahin’e. Çocukların da ismi de bende. 3 kişi Ziya polis memuru, onlara verdik.”
Muhalifleri sindirmek için hedef seçilenler öldürülür, bunu yapanlar elde ettikleri ganimetleri paylaşırlar, uyuşturucu dâhil birçok kirli iş devlet kontrolünde yürütülür ve buradan elde edilen gelirlerin bir kısmı kendi ceplerini doldurmak için, diğer bir kısmı da bu kirli işlerin finansmanı için kullanılır. Elbette bunu yapanlar korunur gözetilir ve asla hesap vermezler. Burjuva devletin karanlık işlerinin nasıl yürüdüğüne dair tapelerde ortaya konanlardan daha açık ne söylenebilir ki?
TC burjuvazisinin hakikatleri itiraf etme cesareti yoktur
Bu ülkedeki insanları uzun yıllar boyunca etkileyen bir dönemle ilgili ortaya çıkan tüm bu gerçeklerin, sürecin önemli aktörlerinin bütün bu itiraflarının çok önemli sonuçlarının olması beklenir normal koşullar altında. Ne var ki mahkemeye sunulan ve sorumluları oldukça net işaret eden belgelerin kaydadeğer bir sonucu olamadı. Burjuva medyanın oldukça önemli bir bölümü bu belgeleri haber olarak bile görmedi. Meselenin ağırlıklı yanı Kürt sorununda işlenen devlet suçları olunca, sağından soluna burjuva siyasetçilerin ağzından anlamlı tek bir sözcük bile çıkmadı. Konuyu ele alanların çoğunluğu ise devletin içine sızmış birtakım çetelerin zıvanadan çıkarak cinayetler işlemesi çerçevesinde değerlendirmelerde bulundular. Bu tür unsurların cezalandırılarak devletin içinden temizlenmesi gerektiğinden ve demokrasinin ilerletilmesinin her derde çare olduğundan dem vurdular.
Oysa meseleyi devletin içine sızmış çeteler olarak göstermek bilinçli bir çarpıtmadır. Çünkü bizatihi devlet mevcut durumu sürdürebilmek adına bu türden faaliyetlere girişmiştir. Devlet, hukuk gibi kavramları sınıfsal bağlarından kopararak bunlara tarafsızlık addedenler için bunlar istisnai ve ancak burjuva demokrasisinin güçlenmesi ile başedilebilecek durumlar olarak görülse de, bu durum burjuva devletin doğasının sonucudur. Bu yüzden de burjuva sınırlar içerisinde kalan bir demokrasi mücadelesi ile devletin bu yönü ortadan kaldırılamaz.
Buna rağmen pek çok konuda olduğu gibi devlet kurumlarının marifetiyle işlenen bu cinayetlerle ilgili de bir demokrasi mücadelesi vermek gereklidir. Çünkü burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlayacak yüzleşmeleri gerçekleştirmek ve buna uygun talepleri öne sürmek, onun yetersizliklerini işçi sınıfının öncülerine kavratmak için zorunludur.
Devlet cinayetleri işlediğini kabullenmeye ve bunun bedelini ödemeye zorlanmalıdır. Bu cinayetleri fiilen işleyenlerin ve onlara bunun emirlerini verenlerin en ağır cezaları alması sağlanmalı, devlet mağdurlardan özür dilemeli, bunun gereklerini yerine getirmelidir. Ancak bilmeliyiz ki, TC burjuvazisinin ve devletinin tarihindeki pek çok suçta olduğu gibi, 1990’lı yıllar boyunca hayata geçirdiği politikalar ve işlediği cinayetleri de itiraf etmeye bile cesareti ve kabiliyeti yoktur. Bunların da üzerini örtmeye, geçiştirmeye çalışacaktır.
Türkiye burjuvazisi en temel demokrasi meselelerinde bile adım atmamakta diretmektedir. Bu yüzden Türkiye’de demokratik nitelikteki sorunların çözümü için de işçi sınıfının mücadelesi gerekmektedir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi ise bütün sorunları köklü biçimde çözmenin yegâne yolunu açacaktır.
link: Selim Fuat, Devletin Cinayet Tapeleri, Ağustos 2014, https://marksist.net/node/3499
Kemal Türkler’in Katilleri Hesap Verecek
Emperyalizm Yeni Hiroşimalar Hazırlıyor