Başbakan Erdoğan, partisinin meclis grup toplantısında, son on yılda Türkiye ekonomisinin dünyada 26. sıradan 17. sıraya yükselmiş olmasındaki paylarından gururla bahsediyor, “inşallah 2023 yılında Türkiye’yi dünyanın en büyük on ekonomisinin içine sokacağız” diyordu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yaptığı tahmini değerlendirmeye göre de, Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hâsılası 2010’da 828,5 milyar dolara, 2011’de 874,3 milyar dolara, 2012’de 920,7 milyar dolara ve 2013 yılında ise 968,2 milyar dolara çıkacak. Yani ekonomideki mevcut eğilim devam ederse, 2014’e gelindiğinde Türkiye artık trilyon dolarlık bir ekonomi olarak dünya sahnesindeki yerini alacak.
Bu tablo elbette onların çıkarları adına hizmet gören hükümetle birlikte patronlar sınıfını da ziyadesiyle bahtiyar ediyor. Kapitalizmin son büyük krizinden çıkılmakta olduğu umuduyla ve dünya ekonomisinin yeniden inşasının şantiyelerinden birinin Türkiye’de yükseleceği inancıyla, hükümetin ekonominin daha da büyümesi doğrultusundaki politikalarını onlar da var güçleriyle destekliyorlar.
Kapitalistler ve onların hükümetleri, tümüyle kendi çıkarları dâhilinde gerçekleşen ekonomik büyümeden işçi sınıfının da mutlu olması gerektiğini vaaz etmekten de geri durmuyorlar. Başbakan konuşmasında trafikte dolaşan otomobil sayısının bile bu büyümenin sağladığı iyileşmenin topluma yansımasını gösterdiğini anlatıyor. Çünkü onlara göre bu büyüme sayesinde memleket kalkınıyor ve dolayısıyla da alım gücü artıyor. Üstelik bu büyümeyle birlikte bugün olmasa da yarın işsizlik de hem sayısal hem de oransal olarak azalacak.
Ne var ki veriler, ekonomi büyürken istihdamın beklendiği gibi artmadığını, hâlâ milyonlarca insanın işsiz olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra kapitalist ekonominin büyümesinin işçi sınıfının yıkımı, yaşam koşullarının daha da ağırlaşması pahasına sürdüğünü ortaya koyuyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri için ekonominin büyümesi, işsizlik tehdidi altında daha uzun saatler boyunca daha yoğun çalışmak, buna rağmen gelirinin de nispi olarak azalması anlamına geliyor.
Kapitalist ekonominin büyümesi ne demek?
Ekonomik büyüme oranı, o yıl üretilmiş olan gayri safi yurtiçi hâsılanın (GSYH) bir önceki döneme kıyasla yüzde olarak ifade edilen artış miktarıdır. Örneğin Haziran ayı sonunda 100 TL olan GSYH Aralık ayı sonunda 110 TL’ye yükselmişse, yılın son altı ayında ekonomi yüzde 10 büyümüş denir.
Türkiye ekonomisi milli gelirde yüzde 9’a yaklaşan küçülmenin yaşandığı 2001 krizinin ardından, dünyanın diğer ekonomilerine nazaran önemli sayılan oranlarda büyüdü. Ekonomideki bu görece yüksek büyüme oranlarının sağlanmasında etkili olan başlıca faktör, dışarıdan Türkiye ekonomisine önemli ölçüde sermaye çekilmesiydi. Kriz döneminde, kapitalizmin gelişmiş büyük ekonomilerinden “gelişmekte olan” diye tabir edilen ülkelere yönelen önemli sayılacak miktarlarda sermayenin duraklarından biri de Türkiye oldu. Bu sermaye akışı sayesinde Türkiye’de bu dönemde sermaye/teknoloji yoğun denilen sektörlerdeki büyüme oranı çok yüksek gerçekleşti. Buna karşın emek yoğun sektörlerdeki büyüme oranı düşük kaldı, hatta kimi emek yoğun sektörlerde küçülme ile karşı karşıya kalındı.
Bu büyüme oranları, yabancı sermayenin giderek daha fazla miktarda Türkiye ekonomisine çekilmesinin yanı sıra, sosyal harcamalarda kesintiye gidilmesini (“mali disiplin”) ve daralan iç pazar yerine, yeni dış pazar arayışları temelinde ihracata yönelik üretimin arttırılmasını öngören büyüme stratejisi ile yakalandı. Ne var ki, patronlar sınıfı için olumlu gelişen bu seyir, kimilerinin iddia ettikleri gibi işçi sınıfı için aynı olumlulukları içermedi. Çünkü kapitalistlerin ekonomik büyüme stratejisinin temelini oluşturan bu iki yönelim de işsizlik oranlarının yükselmesine yol açtı. Kamu harcamalarında “mali disiplin sağlanması” kamuda istihdam edilen personel sayısının azaltılması anlamına gelirken, ihracata yönelik üretim ise rekabet edebilmek için işçilik maliyetlerinin azaltılmasını gündeme getirdi. Yani işçi sınıfı daha düşük ücretlerle, daha kötü ve ağır çalışma koşullarıyla karşı karşıya kaldı. Böylece o uzlaşmaz karşıtlık bir kez daha kendini su yüzüne çıkardı: patronların çıkarına olan, işçilerin zararınadır!
Türkiye ekonomisi büyürken işçilerin payına ne düştü?
Türkiye ekonomisinin büyüme süreci patronlar açısından sermayelerinin büyümesi ile karakterize oldu. İşçi sınıfı üzerindeki etkilerini ise tüm sonuçlarıyla birlikte işsizliğin devasa boyutlara ulaşması ile gösterdi. Sosyal-İş sendikasının Mart ayında yayınladığı bir rapora göre, kadınların işsizlik oranı 1999’da yüzde 7,6 iken 2009’a gelindiğinde yüzde 14,3’e kadar yükseldi. Yani kadın işsizliği son 10 yılda oransal olarak yüzde 100’den fazla arttı. Erkeklerde ise işsizlik oranı 1999’da yüzde 7,7 iken, 2009’da yüzde 13,9 olarak gerçekleşti. Erkeklerde de son on yılda işsizlik oranındaki artış neredeyse yüzde 100. Veriler çok çarpıcı olsa da elbette işçilerin işsizlik cehenneminde yaşadıklarını anlatmaya kudretleri yetmez. Üstelik bu verilerin gerçek işsizliğin üstünü kalın örtülerle örten bir bakış açısıyla törpülenerek elde edildikleri hatırlanırsa durumun vahameti daha açık biçimde gözler önüne serilir.
Son on yılda Türkiye ekonomisinin büyümesine paralel olarak artan işsizlik oranları, kayıt dışı olarak çalışmayı kabul etmek zorunda kalan geniş bir işçi kitlesini de beraberinde getirmektedir. Kayıtlı sektörde iş bulamayan işgücü normal olarak kayıt dışı istihdama yönelmektedir. Tespit edilmesi elbette mümkün değildir ama Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde 55’inin kayıt dışı çalıştığı tahmin edilmektedir. Kayıt dışı çalışmanın ise beraberinde düşük ücret, sosyal güvenlikten yararlanamama ve netice olarak yoksulluğu getirdiği açıktır. Ücretlerin düşüklüğü sadece kayıt dışı çalışanlar için söz konusu değildir elbette. Aynı durum sigortalı çalışanlar için de geçerlidir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırının altında yaşayanlar nüfusun yüzde 20’sini oluşturmaktadır. Yani 14 milyon 681 bin kişi ulusal yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu veriler aynı zamanda gelir dağılımındaki uçurumun derinliğine işaret etmektedir. Bir yanda dünyada dolar milyarderi arasına giren 30 kişi, diğer yanda ise günlük 2 dolardan az gelirleriyle en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun milyonlarca insan.
Türkiye ekonomisinin büyümesinin temelini oluşturan etkenlerden birinin de işçilik maliyetlerinin düşürülmesi olduğunu söylemiştik. Bu sürecin patronların çıkarları temelinde ilerleyebilmesi için zaten diplerde seyreden sendikal mücadelenin de baskılanması gerektiği aşikârdır. Nitekim sendikalaşma oranlarına dair eldeki veriler de patronlar sınıfı tarafından bunun başarıldığını göstermektedir. Tabii ki burada Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine kulak asmamak gerekir. Çünkü Türkiye’de resmi sendikalaşma istatistikleri gerçeğin olsa olsa bir karikatürüdür: Bakanlığın 2009 Ocak ayı verilerine göre işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 58,98’dir.
Oysa Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı ve toplam ücret ya da yevmiye karşılığı çalışan nüfus esas alınarak yapılan bir çalışmaya göre 2007 itibariyle Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 6,1’dir. Bu oran 2000 yılında yüzde 7,2 iken, son 10 yılda düzenli olarak gerilemeye devam etmiştir. Özel sektörde çalışanların sendikalaşma oranı 1995’te yüzde 7,8 iken, 2007 yılı itibariyle yüzde 3,4’e düşmüştür.
Sendikalaşma oranlarının bu düzeylerde olduğu koşullar, doğaldır ki, haftalık çalışma saatlerinin ortalama 52 saate yükselmesine, fazla mesai ücretlerinin alınamamasına ve izinlerin kullanılamamasına kolaylıkla meydan vermektedir.
Biz de mücadelemizi büyütelim!
İşte başbakanın övündüğü ve bilinçsiz işçilerin gözünü boyamaya çalıştığı ekonomik büyüme tablosunun işçi sınıfı açısından karşılığı budur. Trafikteki araç sayısı belki çoğalmıştır. Ancak işçi sınıfının geniş kesimlerine, balık istifi bindikleri toplu taşım araçlarında o arabaları seyretmek ve egzoz gazlarını yutmak düşmektedir. İşçilerden o araçların bir kısmının içine oturabilenlerin çoğu ise birikimleriyle değil geleceklerini ipotek ettikleri kredilerle şimdilik sağlayabilmişlerdir bu imkânı.
Başbakan ve diğer burjuvalar, sınıf bilincinden yoksun işçilere anlattıkları büyüme masallarıyla onları şimdi olmasa da çok çalışarak bir gün rahata ereceklerine inandırmaya çalışmaktadır. Oysa gerçekler acımasız ve görebilen gözler için çıplaktır. Son on yılda ekonomide sağlanan büyüme işçilere işsizlik kırbacı altında fazla çalışma, ücretlerin reel ve nispi gerilemesi ve örgütsüzlük koşullarının derinleşmesi olarak geri dönmüştür. Patronlar sınıfı ise işçilerin yarattığı zenginliklerin gaspı sayesinde daha da semirmiş, bunlar arasından bir grup daha dünya ölçeğinde boy gösteren sermayedarlar arasına katılmıştır. Kapitalizmin ömrü yettiği sürece de bu durum değişmeyecek, derinleşerek sürecektir.
İşçi sınıfı ekonomik büyümenin kendisini refaha ulaştıracağı yalanına bu yüzden kanmamalıdır. İşçi sınıfını patronların yıkımından koruyacak, onu güçlendirecek ve nihayet refaha eriştirecek olan tek şey kendi öz gücüne dayanan mücadelesidir. İşçi sınıfının örgütlülüğü sayesinde yürüyüp güçlenecek mücadelesi dışında onu kurtaracak bir yol yoktur. Bu yüzden zaman burjuvaların hoş görünen yalanlarına kanma zamanı değil, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü güçlendirmek için mücadeleye atılma zamanıdır.
link: Selim Fuat, Büyüyen Ekonomide İşçi Sınıfının Durumu, 1 Kasım 2010, https://marksist.net/node/2531
Akın Var, Güneşe Akın!
Kumarhaneci Devletin Milli Piyango Tezgâhı