Bir ay kadar önce, mahpus damından bir arkadaşımın avukatını hatır sormak için aramıştım. Hatırlı biri olmasından ötürü arada bir ben ararım, bazen de avukat arkadaş beni arar. Üç-beş dakika eski günleri yâd eder, hemhal olduğumuz zamanları anımsar, anımsatırız birbirimize. Son aramasında “Mem’in selamı var. ‘lîmon şimdi kimde?’ diye sordu. Fakat bizim Mem çok ciddi sağlık sorunu yaşıyor. Hafızası da gelip gidiyor. Cep telefonu da kullanmıyor. Lîmonu soruyor. Haberin olsun” demişti. Ben de “lîmon benimle dışarı çıktı. Hâlâ bende” demiştim. Avukat arkadaşla, sanki yine bizi görüşe gelmiş, gelirken de hiç eksik etmediği dışarının tüm sıcaklığını koynunda getirmiş gibi, hemhal olmuşuz gibi üç-beş dakika konuştuk. Avukat arkadaş, “lîmonun hikâyesi hâlâ aklında mı” diye sormuştu. Ben de “hem lîmonun, hem de bizim Mem’in hikâyesi hep aklımda. Unutmak mümkün mü?” demiştim. Sonradan düşündüm de, lîmonun ve bizim Mem’in hikâyesini olduğu gibi yazmak boynuma borçtu artık… Üstelik bu hikâye yalnız bizim Mem’in değil, geçmişten bugüne sömürüye, baskılara, ezenlere karşı mücadele vermiş herkesin; Nâzım’dan Hasan Hüseyin’e, Ahmed Arif’ten Orhan Kemal’e, doğduğu topraklardan uzaklarda yaşamak zorunda bırakılan Memed Uzun’dan dünya üzerindeki nice devrimciye kadar herkesin hikâyesiydi.
Sömürü düzenine, haksızlıklara, yasaklara karşı mücadele veren sınıf bilinçli devrimci işçilerin yolu, günü gelir mahpus damına da düşebilir. Sömürücülerin devletinin alabildiğine çıplak şiddeti ve baskısı ile karşılaşırız mahpus damlarında. Ancak devlet tüm çirkin yüzüyle karşısına dikildiğinde yapayalnız değildir devrimci insan, meselâ Nâzım Usta yanı başındadır. O duvarların vız geldiğini söyler kulağımıza. Grev yerinde halay çekerken yanı başımızda olduğu gibi mahpushanede de yanımızdadır Hasan Hüseyin. Ahmed Arif diğer yanımızdadır. Efkârlıdır, ama direnci dolaşır mahpus damının her köşesini. Memed Uzun da aşkın aydınlığını, ölümün karanlığını diker karşımıza, “seçim yap” der. Kinimiz, nefretimiz çoğalır, mücadele azmimiz çelikleşir. En zor koşullarda, iğne deliği kadar bir ışıktan dışarıdaki güneşle bağ kurmayı yaşayarak öğreniriz, bir bebenin dizleri kanasa da emekleyip yürümeyi öğrendiği gibi. Tıpkı grev-direniş mücadelesi veren işçilerin sadece patronla değil, jandarmasından polisine, savcısından faşistine kadar patronlar sınıfıyla nasıl kavga edeceğini öğrenmesi gibi… Ve ne kadar haklı ve güçlü olduğumuzun farkına varırız. Yaşamımızın devamında bu yaşadıklarımız bize rehberlik eder sadık bir yoldaş gibi. Vatanımız dünya olur. Dünyanın sınıfsız, sınırsız, özgür olmasıdır hayalimiz. Bunun içindir ki asırlar evvelinden ezenlere karşı mücadele edenlerin yolundan yürürüz. Ezilen, sömürülen, horlanan herkesle yoldaş olur, kardeş oluruz aynı ananın evlâtları gibi.
İşte 16 yıl önce benim de bir devrimci olarak yolum geçmişti mahpus damından. Grevler, direnişler, mücadeleler derken “tatilya” dediğimiz yere varmıştık. Burada, bir dilim ekmeği on parçaya bölen, kendinden önce yanındakini düşünen, bir leğen elmanın içinden en küçüğünü, en çürüğünü kendi almak için yarışan nice insanla kesişti yolumuz. Her biri ayrı bir özelliğe, ayrı bir hünere sahip olan o güzel insanların her birinin ayrı bir anısını, ayrı bir hikâyesini koynumda taşırım hâlâ. Bu güzel insanlardan biri olan Mem’in hikâyesiydi sizlerle paylaşmak istediğim hikâye de...
Günün birinde, yanımıza Aydın cezaevinden Mem isimli bir arkadaş getirilmişti. Biz ona “Mem arkadaş” derdik ve pek hoşuna giderdi. Mem arkadaş, mahpushanede hepimizden eskiydi. Kafa kâğıdındaki adı Mehmet’ti. Mem arkadaş gelirken birkaç parça elbise, birkaç Kürtçe kitap, bir tane de suyu çekilmiş limon getirmişti. Mem, vurgulayarak bu limona Kürtçe lîmon diyerek, donunun içine diktiği bölümde taşırdı. Bir de Mehmed Uzun’un “Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık” romanının hem Kürtçesini, hem de Türkçesini nereye gitse yanından ayırmazdı. Lîmonun üzerinde “7.10.99 Aydın” yazılıydı. Mem gelince sayımız dört olmuş, koğuş sayımız tamamlanmıştı. Bizim Mem’le biraz hoşbeş ettikten sonra her yeni gelen arkadaş için kural olan “prosedürü” uygulamıştık. Su ısıtıp banyoya sokmuştuk. Hiç kullanılmamış sabun, lif ve ilk defa kullanılacak tiril tiril büyük, küçük havlu ve iç çamaşırları vermiştik. Yemek yedikten sonra “bahçe” dediğimiz havalandırmada tavşan kanı çaylarımızı yudumlarken, Mem, en son kimin dışarı çıkacağını sormuştu. Diğer iki arkadaş, mahcup bir ifadeyle beni göstermişlerdi. Mem, iliklerine dek sömürülmüş bir işçi gibi içinde bir dirhem su kalmamış, boş bir ceviz gibi hafif olan lîmonun kendisi gittikten sonra bana emanet olduğunu söylemişti. En son ben gideceğim için, benden sonra dışarı çıkacak birine emanet etmemi istemişti. Bu lîmonun Mem için önemli bir hikâyesi olduğu muhakkaktı. Siyasi tutsaklar arasında direnç, sabırlı olmak, kendinden evvel diğerlerine karşı özverili olmak adı konmamış bir kuraldı. Kimse diğerinin anlatacağı hikâyeyi dinlemek için acele etmezdi. Yanımıza yeni gelecek birinin dosyası kendisinden en az birkaç hafta evvelden gelirdi. Cezaevi idaresi ile aramızdaki adı konmamış bir kural gereği dosyayı okurduk. Gelecek kişi siyasi olsa bile, siyasilerin koğuşunda kalmayı hak ediyor olmalıydı… Mem arkadaşın dosyası epey kabarıktı. Ancak Mem arkadaşın dosyasını kabartan sadece mahkeme dosyaları değil, hastane ve birçok cezaevi dolaşmış olmasıydı.
Yeni getirilen birine “seni hangi camiden getirdiler” diye sorulurdu şakayla karışık. Bizim Mem’in devletin çirkin yüzüyle zalimliklerinden hepimizden fazla nasibini almış olduğu belliydi. Mem hem hükümlü hem tutukluydu ve hem de ciddi bir şekilde tedaviye ihtiyacı vardı. Meselâ kendisi cezaevindeyken, hiç gitmediği Mardin’de Newroz’a katılmış, yine çok merak ettiği fakat hiç gidemediği İstanbul’da 1 Mayıs’a katılmıştı! Sağlıklı bir tedavi alabilmek için gereken tüm evrakları mevcuttu. Lakin devlet Mem’i tahliye edip tedavi almasını sağlamak bir yana, dağın başındaki bir cezaevine göndermişti.
Bizim tutulduğumuz K tipi yani ilçe cezaeviydi. Yani yatarı iki yılın altına düşenlerin gönderildiği cezaeviydi. Cezaevinde 4 koğuş vardı, kapasitesi 50 kişilikti. Üç koğuşta adli mahkûmlar, bir koğuştaysa siyasi mahkûmlar olarak biz tutuluyorduk. Koğuşumuz da iki katlı iki ranza olan küçücük bir yerdi. Dışarıda olsa “kibrit kutusu gibi ev” demek mümkündü. Lakin küçücük koğuşun havalandırmasının duvarları iki katlı binadan daha yüksekti. Duvarların üzerindeki jiletli tel örgülerden ötürü yarasalar bile uğramazdı. Gökyüzüne bakmak için sırtüstü yere yatmanız gerekirdi. Havalandırmaya ilkbaharda bir karga yavrusu düşmüştü. Aramızda “kargalar inatçıdırlar, toplu olarak gelip yavruyu almak isterler” diye konuşmuştuk. Lakin kargalar inatçı olsalar da, akılsız olmadıklarını göstererek gelmemişlerdi. Yavru karga uçacak kadar büyüdükten sonra, cezaevinin kapısından havaya atmıştık. Uçup gitmişti.
Hikâyesini Mem’in ağzından dinleyelim:
“Ben Mardinliyim. 10 kardeşiz. Babam yazın köyde çalışırmış. Kışın gurbete çalışmaya İzmir’e gidermiş. Yanında çalıştığı patronun Aydın Nazilli’de işi varmış. Babam Nazilli’ye gitmiş. Birkaç yıl da Nazilli’ye çalışmaya gitmiş. Sonra Nazilli’de ev tutmuş ve ailesini de Nazilli’ye götürmüş. Benden büyük iki kız kardeşim ve ben Nazilli’de doğmuşuz. Evde annem-babam ve köyde dünyaya gelmiş olan kardeşlerim Kürtçe konuşuyordu. Ama evin dışında hepsi Türkçe konuşuyordu. Bana da kimse Kürtçe öğren demiyordu. Sonradan anlayacaktım, neden Kürtçeyi bize öğretmediklerini. Doğrusu annemi çok seviyordum. Babamı annem kadar sevememiştim nedense. Ama Kürtçe konuşmalarından içten içe utanıyordum. Ama çok esmer olmamdan dolayı, karşılaştığım tanıdık, tanımadık Kürtler benimle Kürtçe konuşmaya çalışıyordu. Kürtçe bilmediğimi söylediğimde, sanki büyük bir suç işlemişim gibi davranıyorlardı. Nazilli’deyse, çocukluk arkadaşlarım bile, ‘Kürt Memdeli’ derlerdi. Çocukluğum böyle geçip gidiyordu. Sünnet olduğumda, kirvem komşumuz Tacettin amca olmuştu. Sünnet düğünümde İzmir’e göçüp gelmiş amcalarım, halalarım olduklarını söyleyen bir sürü insan gelmişti. Kirvem Tacettin amca, ‘eğer Türk olursan bu para senin’ diye bir beş lirayı göstermişti. Annemin küçük amcam olduğunu söylediği Abuzer amcaysa, Kürtçe olarak bir şey söyleyerek iki beş lirayı göstermişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, Annem Türkçe tercümesini yapmıştı. Amcam, ‘yeğenim Mem eğer Kürt olursan, bu gördüğün iki beşlik senin’ demişti. O günün akşamı anneme, ‘anne ben Türk mü olayım, yoksa Kürt mü?’ diye sormuştum. Annem kırık Türkçesini Kürtçeyle karıştırarak, ‘lo Mem, de here, (de git) sen Kürt oğlu Kürtsün. Hış (sus) kes (kimse) duymasın’ diyerek beni içeri çekerek susturmuştu. Hem kirvemin beş lirasını, hem de amcamın iki beş lirasını almıştım. Ben Kürt mü olmalıyım, Türk mü diye düşünüp duruyordum. Kürtçeyi öğrenmem zor görünüyordu. Kürtçe bilen ağabeylerimden, ablalarımdan bana Kürtçe öğretmelerini istediğimde, onlar da annem gibi parmaklarını dudaklarına götürerek beni susturmuşlardı. Nazım anneme geçeceği için, evde kimse yokken annemin eteğine yapışmıştım. ‘Anne ben Kürt olmaya karar verdim. Ama bu Kürtler ekmeğe ne der, üzüme ne der, ayakkabıya ne der, seni seviyorum nasıl denir’ diye ardı ardına sorular sormuştum. Annem, ‘Mem, ekmeğe nan, üzüme trî, ayakkabıya sol, seni seviyoruma jê te hezdıkım denir’ demişti. Hepsini tek tek tekrarlayıp durdum. Niyeyse ‘sol’ ve ‘jê te hezdıkım’ aklımda kalmıştı. Diğerlerini ne kadar tekrarlasam da çarçabuk unutuyordum. Yine sonradan ayırdına varacaktım ki, babam kırık Türkçesiyle Ege insanlarının Tacettin amcaya ‘Tacidin’ demesini taklit ediyordu ve şapkası, pantolonu, hatta sigara içişi bile Ege insanları gibiydi. Annem de Ege kadınları gibi geniş şalvar giyer, başını da Ege kadınları gibi bağlardı. Hani göçmen kuşlar göçer gelir de bazıları güçsüz kalıp göçüp gidemez ve bölgenin kuşlarına benzer ya, öyle işte. Çok sonradan anlayacaktım ki, Tacettin amcanın ve komşularımızın çoğunun ataları, anaları Yunanistan tarafından gelmişler. Çok yaşlıları annem ve babam gibi kırık bir Türkçe konuşuyorlardı. Yani Tacettin amcalar da bizim gibi göçmen kuşlardanmışlar. Sünnet düğünümden sonra iyiden iyiye kafamdaki benle, görünümdeki ben çatışmaya girmişti. Aynada kendime baktığımda Kürt olmam gerektiğini düşünüyordum, içime sorduğumdaysa Türk olmam gerektiği ağır basıyordu. Tacettin amcayı her gördüğümde kendimi beş lira borçlu hissediyordum. Abuzer amcamın Kürt olmam için verdiği iki beşliği gönül rahatlığıyla harcamıştım. İlk zamanlar amcamı senede ancak bir defa görürüm diye böyle düşünüyordum. Köyde lise yoktu. Liseye Aydın’da başladığımda köyden uzaklaştığım için biraz rahatlamıştım. Ailede liseyi okuyan tek çocuktum. Hem benim kadar olmasa da esmer iki öğrenci daha vardı. Bir de simsiyah yani siyah derili bir kız vardı. Bütün öğrenciler gibi düzgün Türkçe konuşuyordu. Doğrusu çok da güzeldi. Gözleri öyle iri ve güzeldi ki, insanın içine işliyordu bakışları. Niyeyse, Gül’ün o güzel gözlerine bakmak yerine yüzüne yayılmış ve gözüme oldukça çirkin görünen burnuna bakardım. Gül’ün o güzel gözlerinin ta içinde, ona yaşatılanların derin gölgelerinin anlamını gerçekten insanlaştığımda öğrenecek ve asla unutmayacaktım. Yani cehennem zebanilerinin tezgâhından geçtikten sonra insanlaştığım mahpus damındaki devrimcilere borçluydum bunu.
Zenci kızın adı Gül’dü. Ataları yüzyıllar önce Sudan ve Mısır’dan köle olarak getirilmişti. İçimden ‘Keşke zenci olmasaydı. Zenci olmasa Türkan Şoray yanında islenmiş lamba gibi kalırdı’ derdim. Bir yandan Gül’le arkadaş olmak istiyordum, bir yandansa siyah derili olduğu için içten içe onu kendimden aşağı görüyordum. Gül’ün sesi çok güzeldi. Hani perde arkasından söylese, herkes hayran olurdu. İçimden, ‘simsiyah ve üstüne basılmış kurbağa gibi bir burnu olan birinin sesi bu kadar güzel olabilir mi’ derdim. Elimden gelse Gül’ün yüzüne yayılmış burnunu alçıya alıp düzeltmek istiyordum. Kızlar Gül’ü ‘karagül’ diye aşağılarlardı. Gül’le kimse arkadaşlık kurmuyordu. Hoş beni de insandan sayan yoktu. Ben de, benimle en fazla alay eden, okulun en güzel kızı olan ve bütün evlerde hiç kaçırılmadan izlenen ‘Hayat Ağacı’ isimli dizideki sarışın kız Sam’a benzeyen Nazan’a âşıktım. Anneme Gül’den bahsettiğimde, ‘Mem, o kız zencidir. Belki de gâvurdur. Gâvurla arkadaş olan da gâvur olur, hem çocuklarınızın hepsi zenci olur’ demişti. Annem Gül’e ‘gavur, zenci’ diyordu. Sanki ben beyaz atlı prenstim! Benim adım Mehmet’ti. Annem bana Mem derdi. Babam Memo derdi. Ege insanlarıysa adıma ek yaparak Memdeli yani Mehmet Ali diyorlardı. Anneme Gül’den ve Nazan’dan bahsettiğimde, sanırım Gül’ün bana layık olmadığını, benimse Nazan’a layık olmadığımı düşünmüş olacak ki, Mem û Zin’in aşklarının hikâyesini anlatmıştı. İsmimi kısaltarak Mem demesinin nedenini de yine sonradan anlayacaktım ki, annem gençliğinde Mem isimli birine âşık olmuş fakat kavuşamamıştı. Annem beyaz tenli, güzel bir kadındı. Anneme ‘Mem nasıl biriymiş’ diye sormuştum. ‘Zin, Mem’e âşık olduğuna göre iyi biridir’ demişti. Çok sonradan anlayacaktım ki, annem kendi Mem’ini tarif ediyormuş. Annem en büyük ablama gebe olduğunda içinden ‘erkek olursa Mem koyacağım adını’ demiş. Köydeyken yedi çocuk doğurmuş, dördü erkek. Lakin âşık olup kavuşamadığı Mem’in adını hiçbirine koyamamış. Babam da annemin Mem’e âşık olduğunu bilirmiş. Nazilli’ye göçtükten sonra iki ablamdan sonra son çocuk olarak ben doğmuşum. Ege’ye göçmek anneme bir miktar cesaret vermiş olacak ki, daha ben doğmadan ‘erkek olursa adını Mem koyacağım’ diye diretmiş. Babam da kapıyı çarparak çıkmış. Bu durum babamın yarı Egeli olmasının sonucu olmuştur. Köyde herkes bize ‘Kürt, kıro’ derdi. Annem de Gül’e ‘zenci, gâvur’ demişti. Herkes de beni çok esmer olduğum için aşağılıyordu. Liseyi bitirdikten sonra birkaç yıl köyde kaldım. Tarla işlerinde çalışmıştım.
19 yaşındayken İzmir’de çalışan ağabeylerimin yanına gitmiştim iş bulmak için. Ağabeylerim amcamların oturduğu Kadifekale’de amcamlarla aynı bahçede bir evde oturuyorlardı. Ağabeylerim, amcalarımın çocukları, komşularının hepsi Kürtçe konuşuyorlardı. Ben soyu tükenmiş beyaz kurbağa gibiydim. Doğrusu biraz da sıkılıyordum bu durumdan. Önceleri, midyeci olan amcamla midyecilik yaptım bir süre. Sanki midyecilerin hepsi anlaşmışlar gibi, Kürttü. Hepsi de benimle Kürtçe konuşmaya çalışıyordu. Sonra tekstilde iş bulmuştum. Neyse ki işçilerin çoğu Kürt değildi. Ama benim rengim burada da başıma belâ olmuştu. İşte o zaman ‘sol’un sadece Kürtçe ayakkabı demek olmadığını öğrenmiştim. Atölye önünde bildiri dağıtan benim gibi genç birine ‘bu ne’ diye sorduğumda, ‘örgütlenmeniz için bildiridir’, ‘peki, siz necisiniz’ dediğimde de, ‘biz solcuyuz, devrimciyiz” demişti. İçimden, ‘ayakkabısın yani’ diyerek gülmüştüm. Doğrusu hiçbir şey anlamamıştım. Sanki yabancı bir dilde yazılmış gibiydi benim için. Ama çok esmer olduğum için benden uzak durmamışlardı. Her işçiyle olduğu gibi benimle de ilgilenmişlerdi. Doğrusu çok sıcak ve samimi davranmışlardı.
Atölyede çok güzel makineci bir kız vardı. Akşam iş çıkışı benim beklediğim durakta beklediğini gördüm. Aynı otobüse binmiştik. Aynı durakta inmiştik. Adını atölyede öğrenmiştim. Adı Zelal’di. Ağabeyime sorduğumda, ‘akrabamızın kızıdır. Zelal, militan bir kızdır’ demişti. Zelal’le karşılaşmanın, tanışmanın hayatımı değiştireceğini nereden bilecektim ki? İçimden onun için, ‘Kürtlerin Türkan Şoray’ı, Zelal, senin babanın evi yıkılsın, bu kadar güzellik, bu kadar gözü karalık bir bedende bir arada bulunur mu?’ diyordum. Sırf onunla konuşmak için ‘sen nerelisin?’ diye sormuştum. Kaşlarını çatmıştı, o iri gözlerini gözlerime dikerek ‘Kürdüm, Mardinliyim, makineciyim, işçiyim’ demişti. Doğrusu o güzelliğinin altında, bir de inatçı bir kişiliği vardı. Zelal bana diğer insanlar gibi aşağılayarak bakmıyordu sanki. Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Ben de tekstil işinde ortacılıktan makineciliğe terfi etme aşamasına gelmiştim yavaş yavaş. Haftalığım da biraz artmıştı. Bayram tatilinde Nazilli’ye köye gittiğimde havam değişmişti. Anneme Zelal’den bahsetmiştim. Annem bir şeyler sezmiş gibi ‘çok mu güzel? Ama Zelal’e umut beslemeyesin ha’ demişti. Zelal için neden böyle söylediğini anlamamıştım. Annem beni kucaklayıp öpmüştü. Utanarak annemden uzaklaşmıştım. Annemin beni son kez böyle kucaklayarak öpeceğini nereden bilecektim ki? Nazilli’ye son gelişim olduğunu bilseydim, köydeki insanların hepsini tek tek kucaklardım diyorum hâlâ.
Rastlantıya bakın ki, 91 yılıydı, 21 yaşındaydım, 1 Mayıs 71 doğumluydum. 1 Mayıs’ta doğmuştum, ama 1 Mayıs’ın anlamını bilmiyordum. Bazen kendime ‘bin yüz on bir’ derdim. 21 Mart’ın, Newroz’un Kürtlerin bayramı olduğunu o gün öğrenecektim. 21 Mart gününün ilk saatlerinde, saat 04.35’de tekmelenerek uyandırılmıştım. Ağabeylerimi, amcalarımı, çocukları, kadınları, hepimizi sürükleyerek, coplarla, tekme, tokat döverek arabalara doldurup götürdüler. Arabanın içindeyken, sürekli ‘başınızı kaldırmayın’ diye bağırıyordu zalim Dehak’ın adamları. İçimden ‘acaba Zelal de burada mı’ diye düşünüyordum. Kolumu gözlerime siper ederek etrafa bakmaya başladım. Az sonra Zelal’in de aramızda olduğunu sesinden anlamıştım. Dövüyorlardı, ama Zelal susmuyordu. Sonra konuşup bağıranların, slogan atanların sayısı dağların sese cevap vermesi gibi devam etmişti. Herhalde bağırmayan, konuşmayan bir tek bendim. İşte o anda başımı kaldırıp Zelal’e bakmıştım. Saçları darmadağınıktı. Ama o güzel gözleri, zalim Dehak’ın adamlarına doğru savrulan bir hançerdi sanki. O andan sonra kimse başını eğmemişti.
O günün benim için hayatımın en ağır, en anlamlı ve ömrümün rotasını çizecek bir sınav olduğunu nereden bilecektim! Hâlâ hatırladığımda midemi bulandıran, akla ziyan işkence tezgâhlarından geçtim. Ve sanırım bana tüm o iğrenç şeylere, insanın insana yapmayacağı bu denli zalimliğe karşı Gül’ün sabrı, Zelal’in inadı rehber olmuştu. Ve direnmiştim. Gerçi onlara söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu, fakat koyu esmerliğim burada da başıma büyük dert olmuştu. En korkunç işkenceyi Kürtçe konuşmam için yapmışlardı. Türkçe bilmeyenlere Türkçe konuşturmak için işkence ediliyordu. İşe bakın ki, bana da Kürtçe konuşmam için işkence ediyorlardı. Gelin görün ki Kürtçe diye bildiğim, aklımda saklayabildiğim tek cümle olan ‘jê te hezdıkım’ sözlerini o zalimler zerrece hak etmezlerdi. ‘Sol’ da Kürtçe ayakkabı demekti, aynı zamanda sol işçi anlamına da geliyordu. Kürtçe sordukları bazı sözler tanıdık geliyordu. Fakat Kürtçe bilmiyordum işte. PKK’yi duymuştum, ama anlamını, ne olduğunu bilmiyordum. Komünizmin ne demek olduğunu da zalimlerden öğrenmiştim. Bir demir parçasının mengene dişlileri arasında sıkıştırılıp bırakılması gibi, işkence tezgâhında asılı bırakarak dinlenmeye, çay içmeye, yemek yemeğe, hatta namaz kılmaya giderlerdi. Döndüklerinde iğrençliklerine kaldıkları yerden devam ederlerdi. Hiç gidip görmediğim, annemin, babamın hep özlemini duydukları Mardin hakkında o kadar soru sormuşlardı ki, içimden gülerek ‘şart olsun, bir gün mutlaka gidip görüp, gezeceğim’ derdim. Geceyi, gündüzü, günleri karıştırmaya başlamıştım. Ama her şeyin bir başı, bir sonu olacağını ufaktan anlamaya başladığımda, o bedenimde, ruhumda derin izler bırakan karanlıktan aydınlığa doğru çıkmıştım. Dışarı çıkartıp arabaya götürdüklerinde, derin bir kuyudan aydınlığa çıkmış gibiydim. Bir süre gözlerimi açamamıştım. Hiçbir şey bilmeden girmiş, çok şey öğrenerek ve cevabını bilmediğim sınavdan başarıyla geçerek çıkmıştım. Zelal’i ve ağabeylerimi düşünüyordum, ellerim kelepçeli cezaevi aracında giderken. Araçta benim gibi elleri kelepçeli bir sürü insandan hiçbirinin yüzünü araç içindeyken görmemiştim. Araç biraz dolaştıktan sonra yeni ikametgâhımın önünde durmuştu. Araçtan, sürükleyerek, döverek indirdiler zalimin emrindeki zebaniler. Cezaevi girişinde kocaman bir Türk bayrağı asılıydı. Öyle ayarlamışlardı ki, geçerken en kısa insanın bile başı değecek şekildeydi. Başı değmesin diye eğilip geçenleri döverek geri getiriyorlar, tekrar geçmesini istiyorlardı. Kimse bu istediklerine boyun eğmiyordu. İnat, ikinci sınavda da başarılıydı. Bu kez, her birimizin her iki koluna giren gariban askerler başımızın bayrağa değmesini sağlamaya çalışarak geçirdiler. O ana dek, Türk bayrağıyla hiçbir sorunu olmamış, hatta okulda bayrak şiirini gururla okumuş olan benim bile, Türk bayrağına karşı nefretimi kazanmışlardı. Ardından boş, loş ve sidik kokan taş duvarlı bir yerde bileklerimize vurulan zincirler sökülmüştü. Sonradan adının malta olduğunu öğreneceğim, geniş, her iki yanında sıra sıra kocaman, her birinin ortasında asma kilitler olan koridorda sayısı az olan kurt sürüsüne, sayısı üç-beş kat büyük olan, hepsi tasmalı köpek sürüsünün saldırması misali sopalarla saldırarak sonlardaki bir koğuşa sokmuşlardı. Daha sonraysa, her birimizi tutumuna ve davranışına uygun gördükleri koğuşlara sürükleyip içeri atmışlardı. Bana Kürtlerle ve PKK’yle ilgili çok soru sormalarına karşın, solcuların yani Türk devrimcilerinin kaldığı koğuşa koymuşlardı. Beş sene sonra, bunun nedeninin, cebimde buldukları, dosyama koydukları, tekstilde çalışırken verilen ve hiçbir şey anlamadığım bildiri olduğunu anlayacaktım.
Koğuş girişinde beni karşılayanlar çok sıcak ve samimi davranmışlardı. Sanki aileden biri gibi davranıyorlardı. Çok esmer olmam sanki hiçbirinin dikkatini çekmemiş gibi davranıyorlardı. Oysa o güne dek nereye gitsem herkesin bakışlarından çamur kadar kara olduğumu hissederdim. 30-40 kadar insan vardı. Kimisi uzun kimisi kısa, kimisi zayıf kimisi şişmandı. Fakat benim gözüme sanki hepsi aynı gibi görünüyordu. Bunu da sonradan anlayacaktım ki, hepsi sakallı ve pos bıyıklıydılar. Bu yüzden gözüme hepsi aynı gibi görünmüştü. Hatta sarışın ve bıyıklarını ne kadar dudaklarının üzerine çekiştirse de her bir teli atılmaya hazır birer ok gibi duran arkadaş da gözümde diğerlerine benziyordu. Hoşbeşten sonra bir tas çorba vermişlerdi. O çorbanın tadını, kokusunu asla unutamadım. Verdikleri çamaşırlar mis gibi sabun kokuyordu. Üstelik çamaşırları, elbiseleri, havluları, hatta sabunu bile ilk defa ben kullanmıştım. Giysileri tiril tirildi. Çamaşırlarını kim yıkıyor diye düşünmüştüm. Yine sonradan anlayacaktım ki kendileri yıkıyorlardı. Üstelik elde yıkanıyordu çamaşırlar. Hiç kullanılmamış çamaşırlar yeni gelecek misafirler içinmiş. Doğrusu okuluna gitsem, 5-10 senede öğrenemeyeceğim şeyleri ve davranışları birkaç saatte öğrenmeye başlamıştım. O gün yemek görevlisi olan plastik leğene doldurduğu elmaları dağıtıyordu. Yanıma geldiğinde, en büyük, en kırmızı elmayı almıştım. Koğuşun en yaşlısı hemen yanımda oturuyordu. Leğeni karıştırarak, en küçük ve bir yanı hafif çürük elmayı almıştı. Kendim en büyük ve en kırmızı elmayı aldığım için utanmıştım. Geri de bırakamazdım, çünkü ısırmıştım elmayı. Koğuş arkadaşlarımın hepsi benden büyüktüler. En yaşlı olanı çok babacan biriydi. Neden bilmiyorum ama en çok yaşlı olan siper yoldaşımı seviyordum. İşte benim hayatımı, doğru ifadeyle, kökten bir biçimde o ihtiyar devrimcinin değiştireceğini de sonradan anlayacaktım... Bir tek onunla çok rahat konuşabiliyor, kendimce güya çaktırmadan sorular soruyordum. Kafamın içinde Zelal, Nazan ve Gül dolanıp duruyordu. Bizim ihtiyar devrimci, bu üç kızı tanımıyordu. Fakat benim sorularımdan beni benden iyi tanımıştı. Kendisinin yolu 18 yaşında düşmüştü mahpus damına. Hem de benim gibi haybeden değil, ’80 öncesi demirinin suyu dışarıda verilerek, yani çelikleşerek geçmişti zalimlerin kanlı tezgâhlarından. Çok az konuşur, soracağı soruları öyle ustalıkla sorardı ki, zalimlerin beni hapsettiği gibi benim de içimde karanlığa hapsedip, içimdeki mahpusa gömdüğüm sorulara açık açık cevaplar veremiyordum. Haftalar sonra ikinci sorusu, dışarıda ne iş yaptığımdı. Tekstilde çalıştığımı, terfi edip makineci olmaya başladığımı söylemiştim. Biraz düşündükten sonra, ‘Engels de İngiltere’de iki tekstil fabrikası olan birinin oğluydu. Senin Zelal de patronun kızı mıydı yoksa?’ diye sormuştu. Öyle çok utanmıştım ki, kıpkırmızı olmuştum. Sorumun cevabını öğrenmeden, Engels’in kim olduğunu kısaca anlatmıştı. Sonra da, ‘hele bir ayakların alışsın, Engels’le tanıştırırım seni’ demişti. İçimden ‘demek ki bu Engels de burada. Demek ki, bu Engels dediği de gavur. Engels diye isimli kimseyi duymadım’ demiştim. Bu arada, içimden Zelal’e, Nazan’a ve Gül’e günde birkaç mektup yazıyordum. Tam ne kadar olduğunu hatırlamıyorum, ama sanırım bir ay sonra tanımadığım bir avukat gelmişti benim için. Kaşları çatık ve soğuk bir adamdı. Sanki avukatım değil de, beni mahpus damına gönderen hâkim vardı karşımda. Annemin, babamın, dışarıdaki kardeşlerimin selamları olduğunu, benim için gönderilen parayı cezaevi idaresine yatırdığını söylemişti aynı soğuk ifadelerle. Benimle birlikte alınan ağabeylerimi sorduğumda, ‘ağabeylerin Aydın cezaevindelermiş. Onların avukatları ben değilim’ demişti. Bir anda, ‘peki Zelal nerede?’ diye sormuştum. Omuzlarını kaldırıp, başını iki yana sallamıştı. Babama beşinci mektubumu yazmıştım. Hiçbirine cevap gelmemişti. Üç buçuk ay sonra annem ve babam görüşüme gelmişti. Adım okunduğunda yerimden fırlamıştım. İhtiyar devrimci yoldaş omzuma vurarak, kulağıma ‘içindeki soruları sormadan gelme’ demişti. Görüş yerine giderken sanki ayaklarım yere basmıyor, uçuyor gibiydim. Ne yazık ki anneme sarılamayacaktım. Kalın demir parmaklıklar ve kirden karşısı zor görünen camların ardından konuştuk annem ve babamla. Babama çaktırmamaya çalışarak, anneme Zelal’i sormuştum. Annem, sanki duymamış gibi yapmış ve başını yana çevirmişti. Zelal’in başına kötü bir hal geldiği belliydi. Ama ne? Görüşmemiz sanki bir dakika kadar sürmüştü. Koğuşa dönerken yol bana çok uzak gibi gelmişti. Doğrusu çok üzgün ve hüzünlüydüm. Koğuşa girip, doğruca yatağıma gittim. Yüzümü duvara döndüm, içimde kabaran gözyaşlarım kendiliğinden süzülmeye başlamıştı. Kendim kalkana kadar, koğuştan tek kişi yanıma gelmedi. Oysa beklentim teselli edecek bir iki sözdü. Yataktan kalkıp, yüzümü saklamaya çalışarak, elimi yüzümü yıkamaya gitmiştim. Kimseye bakmamıştım. Ama koğuş arkadaşlarımın hiçbirinin bana bakmadığını hissediyordum o an. Kırk iki adım uzunluğunda, yirmi sekiz adım genişliğindeki havalandırmaya çıkmıştım. Bir sigara yakıp, volta atmaya başlamıştım. Ne kadar hızlı yürüdüğümü terlediğimde ve soluk soluğa kaldığımda anlamıştım. İhtiyar yoldaşın, havalandırmanın karşı köşesinde kitap okuduğunu ancak yorulunca fark etmiştim. Onunla konuşmaya, alevler içinde kalıp suya susadığım kadar ihtiyacım vardı. Ama okumasını bölmemek için karşı köşeye çökmüştüm. Epey zaman sonra, başını kaldırıp, ‘sanırım ayağın biraz alıştı. Ama voltayı yarış atı gibi değil, bir martının gökte süzülmesi gibi ahenkli atmak gerekir. Hele ki, görüş dönüşünde yemyeşil bir çayırda yürür gibisi yoktur’ demişti. Tabii, dediklerini kavramam çok zamanıma mal olacaktı. Benim öfkemin nedeninin Zelal olduğunu biliyormuş gibi, ‘öfkeni sivrisineklere yöneltmişsin. İyice bak ve düşün, bataklık orta yerde duruyorsa, sinek kovmak boşunadır’ demişti. Ben de, ‘sana da işkence ettiler, dişlerinin çoğu bu yüzden yirmi yaşında dökülmüş’ demiştim. Elini omzuma koyarak, ‘sana bunları kim söylediyse, abartmış. Onlar, görevlerini yaptılar. Bizim görevimiz de direnmekti. Bunları düşünmek, hele ki, birilerine anlatmak bizi büyütmez. Tersine, küçültür ve zavallı hale getirir. At bu tür saçma düşünceleri kafandan. Burası senin dışarıda çalıştığın fabrika gibidir. Uyku dışındaki zamanını kendini geliştirmeye ver. Her insanın mutlaka bir yeteneği vardır. Zamanı geldiğinde tanışacağın devrimcilerden biri de Nâzım Ustadır. Nâzım da zaman zaman karamsar olmuştur. Ama silkinip, ayağa dikilmeyi bilmiştir. Boşuna dememiş, o duvar, duvarınız, vız gelir vız diye. Gün saymayın, takvim karalamayın, sırt üstü yatıp kukumav kuşu gibi düşünmeyin diye öğüt vermesi boşuna değildir. Mahpus damlarında sınanarak, çeliğini dövmüş, suyunu yeniden yeniden vererek öğrenmiştir.’ İhtiyar devrimci yoldaşın gözlerinin içine bakarak ‘Nâzım hangi koğuşta’ diye sormuştum. Eliyle koğuşun üst katını göstererek ‘Engels’in az ötesinde’ demişti. Koğuştaki birilerini gösteriyor sanarak, ‘hangisi Engels, hangisi Nazım? Engels gâvur ismi değil mi? Yoksa o bıyıkları ok gibi olan sarışın mı Engels’ demiştim. Ayağa kalkıp, sevgi dolu bir gülüşle, ‘gâvur diye bir şey yoktur. Farklı inançlar vardır. Gel, hadi seni en büyüğümüz, Engels’in can yoldaşı Marks’la da tanıştırayım’ diyerek beni kitaplığın olduğu üst kata götürmüştü. Oğlu yaşında olan, benden biraz büyük kitaplık sorumlusu genç devrimciden izin almasına çok şaşırmıştım. Çok sayıda kitap vardı. Ok gibi bıyıklı olan yoldaşı göstererek, ‘yoldaş da senin gibi, ilk geldiğinde benzer sorular sormuştu. Şimdi iki ayrı yeteneği açığa çıktı. Karşısında bir iki saat oturmaya sabredersen, fotoğrafın gibi resmini yapar. Çok güzel de gitar çalar’ demişti. Peki, ‘senin yeteneğin hangisi’ diye sormuştum. Kahkaha ile güldüğünde, takma dişlerinin metallerini görmüştüm. Gözlerimin içine, yaramaz bir çocuk gibi bakarak, ‘devrimci olmaya, devrimci kalmaya çalışıyorum. Bir de, iyi mahpus yatarım’ demişti. Yeleğinin yan cebinde incecik bir kitap vardı. Havalandırmanın son tarafında yan yana çöktüğümüzde, kitabın yarısı yukarıya doğru çıkmıştı. Kitabın konusunu sormuştum. ‘Şimdiye kadar yazılmış en önemli, en kapsamlı ve en kalın kitabıdır. Kitabın adı Komünist Manifesto. Yazarları iki dünya vatandaşı, Marks ve Engels’tir’ demişti. ‘Ben de okumak istiyorum’ demiştim. Biraz düşündükten sonra, “ayakların hele bir iyice alışsın. Sen emeklemeden koşmak istiyorsun. Çocuklar önce sürünür, sonra emekler, sonra ayağa kalkar, düşer, eli, dizleri kanar. Ama yürümeyi öğrenirler. Sonra koşmayı’ demişti. İhtiyar yoldaş bana hayat dersi verdiği sırada, koğuştan iki yoldaş her zaman olduğu gibi, ikisi yalnız ve koşarcasına volta atıyorlardı. Aralarında da, bazen sessiz, bazense sesleri yükselerek bir konuyu tartışıyorlardı. Hızlı volta atan yoldaştan biri, birden sesini yükselterek, ‘biz komünistiz, onlar devrimci. Elbette bizim önerimizi kabul edecekler’ demişti hiddetle. Sanırım dün akşam işbölümü, görevler, eksiklikler üzerine toplu halde yapılan sohbetin tartışmaya dönüşmesiyle alâkalıydı. Saatlerce sürmüştü tartışma. İhtiyar yoldaş, tartışmanın sonuna doğru, ‘yoldaşlar, söylediklerimizi gündelik davranışlarımızda uygulayalım’ demişti. Doğrusu aklım iyiden iyiye karışmıştı. İçimden ‘devrimci mi büyük, komünist mi’ diye düşünüyordum. Yine dayanamadım ve ihtiyar devrimci yoldaşa, ‘devrimci mi büyük, komünist mi’ diye sordum. ‘Devrimci veya komünist, söylenerek değil, davranışlarında ve hayatında uyguluyorsan olunur. Çay demini atmadan demliğe su koyduğunda, çay olmaz. Hem, acelen ne Mem? Gözlerini aç, zamanı boşa geçirme. Ayakların zamanla öğretecek sana da’ demişti. O andan sonra mahpus damı gözümde çalıştığım tekstil atölyesi oluvermişti. Tekstil atölyesi insanı tüketir, burasıysa geliştiriyordu. Hem de on yıllarını mahpus damında geçiren ihtiyar devrimci yoldaş gibi ne kadar birikimi olursa olsun, çıraklık heyecanı ve çıraklık mütevazılığı baki kalırmış. ‘Vay be, bu dört duvar arasında, dışarıdan daha kocaman ve insanı geliştiren bir dünya varmış’ demiştim içimden. Bir zaman sonra yeni getirilenler olmuştu. Karşılıklı iki koğuştaki sayımız kırk olmuştu. Her bir siper yoldaşımdan yeni bir şeyler öğreniyordum. Her gün yeni bir saldırı, yeni bir hak gaspına karşı da mücadele veriyorduk. Bir kazanım rüzgâra söylenmiş bir söz gibi, uçup gidiyordu. Yarın bir gün yeniden kazanmak için mücadeleden gayrı bir silahımız yoktu. Ama asıl rehberim ihtiyar yoldaş olmuştu. Beni bir metal gibi eritip yeniden şekillendirdi desem asla abartmış olmam.
Sonradan getirilenlerden birinin adı Fırat’tı. Fırat yoldaşın yüzü hiç gülmez, hep tek ve çok hızlı volta atardı. Her akşam, el ayak çekilip, havalandırma kapıları kapatıldıktan sonra mektup yazardı. Posta verme günü Salı günüydü. Altı yedi mektup verirdi. Aynı günün akşamı da gelecek postalar için kapı mazgalının önündeki beş adımlık alanda delice volta atardı. Gelen mektuplar sanırım Fırat’ı daha çok öfkelendiriyordu ki, geceleri pek uyuyamazdı. Bir gün dayanamayıp ihtiyar yoldaşa sormuştum. Her zaman yaptığı gibi, sıcak ve samimi bir şekilde omzuma vurarak, ‘sen çay görevinde olduğunda, çay iyice demlenmeden çay hazır diyor musun? Bırak Fırat’ın çayı da demini alsın’ demişti. Fırat’ın halini biraz anlamıştım. Yeniydi ve gönül meselesi onun içini durmadan bir ağacı yontar gibi yontuyordu. İşte o zaman ihtiyar yoldaşa Zelal, Nazan ve Gül’le ilgili içimde dönüp duran her şeyi anlatmıştım. İhtiyar yoldaş yıllardır içeride değil de, yemyeşil çayırda, akan çayın yanında yürüyormuş gibi, voltayı bitirip duvarın dibine oturdu. Ben de yanına oturdum. Dışarıya kulak kesilerek, ‘hareket eden otobüs ağzına kadar dolu. Oysa gün ortasında yarı yarıya boş geçiyor. Dolu olduğunda makasları biraz daha esniyor. O otobüs ağzına kadar yolcuyu nasıl taşıyor dersin? Bizim diğer insanlardan tek farkımız, irademizdir. Bizi bu yüklerin altında sağlam tutan fiziksel gücümüz değil, irademizdir. Senin üç kıza gelince, Zelal senin cesaretin ve gideceğin yol. Nazan, senin kendini kırık bir aynada, Nazan’ıysa boy aynasında görmen için ananın karnında ruhuna kazınmış. Gül ise, senin önce kendini sevmeyi öğrenmen için kilidi olmayan kocaman bir kapı. Zamana güven. Ama asla boşa geçecek zaman senin değildir. Yine görüşeceğiz. Bunu da unutma’ demişti. Bu kadar içten konuşan ihtiyar devrimcinin daha 68 yılı vardı dışarıya çıkmaya. İhtiyar yoldaşa öyle sarılmıştım ki, anama sarılamadığımın, özlemimin acısını çıkartmıştım ayrılırken.
Fırat’ın bir yoldaşla konuşmasından öğrenecektim ki, Fırat ve kız arkadaşı aynı gece farklı evlerden alınmışlar. Fırat’ın kız arkadaşına gözaltındayken tecavüz etmişler zebaniler. Kız, tecavüzden gebe kalmış. Üstelik mahpus damındaymış. Fırat, mektuplarla kız arkadaşına bebeği aldırması için çok baskı yapmış. Kız, Fırat’a, içinde bulunduğu durumu ve içindeki mahzun bebeğin bir suçu, günahı olmadığını, bir devrimci kadının, bir annenin içtenliğiyle çok farklı biçimlerde anlatmaya çalışmış. Gelin görün ki bizim Fırat bu durumu bir namus meselesi olarak gördüğünü içinden kaleme, kalemden kâğıda dökmüş ve nişanı attığını da kusuvermiş. Kız son mektubunda, ‘peki, Fırat, istediğin gibi olsun. Bu çocuk benim etimde, kanımda. Her şiirini severek okuduğun, örnek verdiğin Nâzım Ustanın Kan Konuşmaz romanını göndermiştim sana. Ama ondan da bir ders almadığın anlaşıldı. Umarım büyük öğretmen, hayat, öğretir sana. Hoşça kal’ demiş. Aklımda ihtiyar yoldaşın öğütleri, diğer her bir yoldaşın farklı özellikleri ve götürüleceğim yere ailemden isteyeceğim kitap listesi. Okumak için listede ilk sırada Engels olsa da, Fırat’ın kız arkadaşının Nâzım Ustanın ‘Kan Konuşmaz’ romanını ilk okuyacağım zihnimde netleşmişti bile.
Zorunlu ayrılık zamanı gelip çatmıştı. Bataklığın sahipleri, benim dosyamdan kendilerince çıkarttıkları sonuca dayanarak ceza kesmişlerdi. Artık PKK’nin bilmem nere sorumlusu, bilmem kaç silahlı külahlı eylemin birinci sorumlusu olarak, otuz beş kişinin bulunduğu davayı karara bağlamışlardı. Madem başka bir mahpus damına gideceğim, bari aileme yakın olsun diye Nazilli olsun istemiştim. Ama Aydın çıkmıştı. Eh aileme biraz daha yaklaşacaktım. Cezaevi aracıyla kaç saat sürdüğünü doğrusu hatırlamıyorum. Ancak, Aydın benim doğup büyüdüğüm yerdi. Aydın’a yaklaştıkça, dışarısını görmesem de kokusunu hissediyordum. Haziran ayının ılık gecesi, Aydın’da gezdiğim yerler aklımda, gecenin yarısından sonra Aydın cezaevine varmıştık. Yolda pek eziyet etmemişlerdi, kollarıma taktıkları zincirin sıkmasını saymazsam. Zincir kollarımı sıktığında, ihtiyar yoldaşın ‘onlar görevlerini yapıyor’ sözü karşıma dikiliyordu. Beni teslim alan gardiyanların gözleri küçülmüştü. Siyasi ve bilmem nerenin sorumlusu ‘azılı PKK’li’ olduğumu, benden önce oraya varmış dosyamdan öğrendiklerinde ‘hoş geldin’ dayağı atmak için gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sopa, tekme, tokat ve küfürler eşliğinde kocaman demir kapının önüne varmıştık. Gecenin sessizliğinde kilitleri şangır şungur açıp beni içeri itip kapıyı kapatmışlardı. Koğuşta kaç kişi varsa, hepsi kalkıp kapının dibine toplanmıştı. O anda sanki gözlerime bir perde inmiş sandım. Yüzlerini net olarak göremiyordum. Sonradan hevaller kafamın kırıldığını, bayıldığımı söylemişlerdi. Hastaneye götürülmem için kapı dövme, slogan atma eylemleri yapmışlar sabaha kadar. Ama beni döverek hastanelik eden zebaninin adamları götürmemişler hastaneye. Kendi çabalarıyla iyileştirmeye çalışmışlar. Kaç gün sonra kendime geldiğimi hatırlamıyordum. Hafızam bazen yerine geliyordu. Hafızam yerine geldiğinde, çoğu şeyi hatırlıyordum. Fakat çok sevdiğim annemin, ihtiyar yoldaşın, Zelal’in ve Gül’ün simalarını gözümün önüne getiremiyordum. Nazan’ı, babamı, yüzünü gördüğüm işkencecileri hatırlıyordum. Uykudayken, ihtiyar yoldaşın sözlerini ve söylediği kitapları görüyordum. Uyanıp yazmak istiyordum, fakat uyandığımda açık pencereden uçup giden bir kuş gibi kayboluyordu. Bir gün fark ettim ki koğuştaki herkes Kürtçe konuşuyor. Benim de Kürtçe bildiğimi düşünerek, ne sorsalar, ne isteseler Kürtçe soruyorlardı. Masada çay içtiğimiz sırada, ‘ben Kürtçe bilmiyorum’ demiştim. Hevaller, her mahpus damında olduğu gibi, bir yandan hak gasplarına karşı mücadele etmişlerdi. Bir yandansa, insanın neresi ağrırsa canı oradadır misali, Kürtlerin bir ulus olarak, bu ulus olma mücadelesi uğrunaydı tüm mücadeleleri. Yani geç kalırlarsa, gelecek genç Kürt çocukları da benim gibi Kürtçeyi bilmeyen, ana, ata dilinden mahrum büyüyeceklerdi. Yani bir dil, bir ulus asimile edilecekti. Bu nedenle, okudukları kitaplar, gündem ettikleri her konu, ulusal mücadele üzerineydi. Kürtçe bilmediğime inanmaz gözlerle baktıkları için, ‘ayakkabı sol, üzüm trî, seni seviyorum jê te hezdıkım. Bütün bildiğim Kürtçe bu kadar’ demiştim. Sonra Kürtçe öğretmeye başlamıştı hevaller. Birkaç yıl sonra çat pat yazmayı öğrenmiştim. Kitap istediğimde, Memed Uzun’un Kürtçe basılmış ‘Ronî Mîna Evîne, Tarî Mîna Mirinê’ romanını almıştım. Ama Kürtçe yazıldığı için okuyamayınca, aynı kitabın ‘Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık’ adındaki Türkçesini vermişti genç kitap sorumlusu heval. Bu kitabı kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum.
İşte o günlerde yeni bir hak gaspı saldırısı başlatılmıştı. Hastaneye, mahkemeye, görüş yerine gidişte, ayakkabı çıkartılarak arama dayatıldığı için açlık grevine başlamıştık. Açlık grevine başladığımız için, hepimize hücre cezası verilmişti. Hepimiz tek kişilik hücrelere atılmıştık. Sanırım Haziran ayının başından Temmuz ayının onuna kadar sürmüştü. Hepimiz güçten düşmüş ve yaz gribi olmuştuk. Hücre cezamız bittikten sonra koğuşa dönmüştük. Gardiyana beş kilo lîmon sipariş etmiştik. Sayımız kırk kişiydi. Gardiyan, bize bir tek küçücük lîmon getirmişti. Beş kilo lîmon sipariş ettiğimizi söyleyince, ‘müdürümüz bir tane hepsine yeter dedi. Ben de bir lîmonunuzu getirdim’ demişti. Hepimiz hastalıktan, halsizlikten bitap durumdaydık. Birden sanki anlaşmışız gibi, lîmona bakarak gülmeye başlamıştık. Uzun yıllardır içeride olan hevallerden biri, ‘biz bu lîmonu pencerenin kenarına koyalım kurusun. Kuruduktan sonra da, bu günün tarihi olan 7.10.99 tarihini yazalım. Hatıra kalsın. Bir de görevli tayin edelim. Buradan son giden, nereye gidiyorsa, yanında götürsün’ önerisinde bulunmuştu. Gülmeler, kahkahalar eşliğinde kabul edilmişti. Aydın zindanından siyasi mahpusların hepsini başka başka damlara götürüyorlardı. Ben tedavi için sevk beklediğimden en sona kaldım, lîmon da benimle buraya gelmiş oldu. Lîmonun hikâyesi işte böyleydi.
Baz’ın yüzünü gözümün önüne her okuduğumda getirmişimdir. Kevok ise bazen Nazan olarak gözümün önünde göründü, bazen Zelal oldu, sadece dağılmış saçlarını anımsadım, Gül olduğundaysa, gözlerini göremedim. Ama gözlerindeki sabırlı hüzünle hep arkamdan bakıyor gibiydi. Zelal’i zalimler katletti. Ama sadece benim değil, o sabah o arabada olan herkesin yüreğinde ve nice yiğit insanın yüreğinde yaşıyor. Eğer Zelal’i bir daha görme şansım olsaydı, ‘sen hep yaşayacaksın Zelal’ derdim. Zelal’i katledenleri görseydim, ‘Zelal hep yaşayacak, sizler o yaşadıkça hep kahrolacaksınız’ derdim. Nazan’ı gün olur da görürsem eğer, ona ‘seni tanımasaydım, ihtiyar yoldaşa kendimi eksik anlatırdım’ diyerek teşekkür ederdim. Gül’ü görecek olursam ki çok görmek istiyorum, o siyah ellerinden tutup, her iki elini öper ve beni bağışlamasını dilerdim. İhtiyar yoldaşın selamını iletir ve ‘gâvur yok, farklı inançlar var. Siyah, beyaz, sarışın yok, iyi ve kötü insanlar var. İyiler, dünyayı herkese vatan yapmak için mücadele ediyorlar dünyanın dört bir yanında. Ben de artık dünya vatandaşıyım. Sen de gel, aramızda sana da yer var’ derdim. Bir de, Fırat’ın kız arkadaşını görmek isterdim. Eğer görseydim, ‘sen kocaman yürekli, aklı yüreğinde değil, yüreği aklında olan bir devrimci kadınsın’ demek isterdim. Son olarak, iyi ki İzmir’e gitmişim. Yaşadığım bu iyi kötü, acı tatlı her şey için zerre kadar pişmanlık duymadım. Hayatımızı tesadüfler değiştirir. Köyde kalsaydım Kürt babamın asimile olmuş, dünyadan bihaber oğlu olarak ölüp gidecektim. Zebanilere de ders ve dert olsun!”
Bizim Mem’in hikâyesini öğrenmem, hafızasının zaman zaman yerine gelip gitmesinden ötürü yaklaşık bir yıl sürmüştü. Sadece “bahçemizde” çay içip cigara tellediğimiz zaman anlatırdı. Ne kadar can alıcı olursa olsun, hikâyesini anlatırken soru sorulmasını istemezdi. Soru sorulduğunda, ta başa, çocukluğuna dönüp oradan anlatmaya başlardı. Dünyaya gelmiş her insanın bir hikâyesi var. Yaşadığımız hayatın da bir bedeli var. Herkes bu bedeli ödeyerek ölür!
* Mem’in Hikâyesi
link: Bir yaşanmışlık hikâyesi, Çîroka Mem, 1 Aralık 2016, https://marksist.net/node/5414
Aladağ Faciası: Hata Değil, İhmal Değil, Cinayet!
Batı’ya Tehdit, İçeriye Sopa!