İnsanlar, içinden çıktıkları toplumun izlerini taşırlar. Gelişen ve değişen toplumsal koşullara verilen tepkilerin niteliği, bireyin geçmişten getirdiği bilgi ve deneyimle belirlenir. Zihnimizin daha öncesinden neyle doldurulduğu, nasıl biçimlendirildiği, olaylara gösterdiğimiz tepkinin niteliğini de belirler. Adına kapitalizm dediğimiz sistem, gelişen ve değişen toplumsal koşullara ya da olaylara, egemenlerin istediği biçimde tepkiler vermemiz için biz işçileri oyun hamuruna dönüştürür. Oyun hamuruna dönüşmüş işçilerin algıları tam da egemenlerin istediği tepkileri vermeye başlar. Zira toplum yönetimi algıların yönetimidir aynı zamanda.
Bir kere algılarımız çarpıldı mı, karayı ak, akı kara olarak görmeye, akıl süzgecimizden geçirmeden, kimlere hizmet ettiğini düşünmeden, egemenlerin genel algı operasyonlarına yanıt vermeye başlarız. Toplumdaki tüm gelişmelerin, olup biten şeylerin, gerçekleştirilen devasa üretimin bizim dışımızda birileri tarafından yapılıp edildiğini, giydiğimiz kumaşların, inşa ettiğimiz rezidansların, çıkardığımız madenlerin biz işçiler tarafından değil de Ağaoğlu, Sabancı ya da bilmem hangi patron tarafından üretildiğini sanırız. İhtişamlı bir binanın önünden geçerken “adam ne bina yapmış” ya da kaliteli bir kumaş için “şu firma ne kaliteli kumaş üretmiş” deriz. Ürettiğimiz şeylere yabancılaşma, her gün yeniden biçimlendirilen “algı yönetimiyle” katmerlenir. Yani dünya bizim dışımızda bir yer, olup biten şeyler de bize yabancı hale gelir.
Bizim gibi, yüzyıllarca Asyatik üretim tarzının hüküm sürdüğü toplumlarda, bireyin toplum içindeki rolü “kulluk”la sınırlıdır. Devletlû efendisi olmadan, kulun, denize düşen yağmur damlası kadar bile hükmü yoktur. Milyonlarca dönüm araziyi köylü eker biçer ama ürettiği ürünlerin büyük bir bölümüne devlet vergi adı altında el koyardı. Şimdi de aynı fabrika içinde binlerce işçinin çalışıp ortaya çıkardığı ürünün üstüne imzayı şu ya da bu patron atar. Yani işçilerin, emekçilerin toplum içindeki varlığı yok hükmündedir.
Yüzlerce yıl despotik devletin inayetiyle sürdüğü düşünülen hayat, daha sonraki dönemde de beylerin, paşaların, ağaların sayesinde sürüyor göründü. Ağanın boku üstüne bok olmaz, ağadan izinsiz helaya bile gidilmezdi. Algılar daha en baştan böyle biçimlenince biz işçi ve emekçiler yaşamın bize rağmen yürüdüğüne, çorbada tuzumuzun olmadığına inandırılmışız. Neyin ne kadar verileceğine, demokrasinin ne kadar olursa az ya da çok olacağına, asgari ücretin miktarına, hangi şartlarda sendikalı olup olamayacağımıza, hangi partilere oy vereceğimize, neyin günah ya da helâl olduğuna ve neyi nasıl düşünüp nasıl karar vereceğimize hep bu ağa, paşa ve bey sınıfı karar vermiştir.
Bizler, içine doğduğumuz koşulların ilelebet sürüp gideceğine inandırılmışız. Etrafımızdaki her şeyin hep orada olduğunu ve olacağını, toplumların hep böyle kalacağını sanırız. O dönemde yaşayanlar Osmanlı hanedanlığının da sonsuz olduğuna inanmış, inandırılmışlardı. Padişah Tanrının halifesi, padişahın devlet düzeni de ilahi mukadderattı. Fakat ne devletlu padişahtan bir şey kaldı geriye ne de onun “cihan devletinden”.
Osmanlı’nın mirası üzerinde kurulan ve kapitalist sömürüye dayanan burjuva devlet de bâki değildir ve nihayetinde yerini bir devrimle işçi devletine bırakacaktır. Ancak burjuvazinin ideologları bu burjuva cumhuriyet için “seksen yıl yaşattık, sonsuza kadar yaşatacağız”, yani “sömürü düzeni sonsuza kadar sürecek” diyorlar. Biz de onlara, “tarihe bir bakın, tarihin çöplüğü sömürü düzenlerinin sonsuza kadar yaşayacağını zannedenlerle dolu” diyoruz.
Şimdilerde ise Bonapartlaşan Erdoğan ve onun partisi AKP, “HEDEF 2071” gibi sloganlarla, kendi hükümetlerinin ve dolayısıyla sömürü düzenlerinin, ilelebet süreceği algısını yaratmaya çalışıyor. Otoriterleşen tüm yönetimlerin izlediği yol aşağı yukarı aynıdır. Zira kapitalist devlet en gelişmiş burjuva demokrasisi bile olsa işçi sınıfına karşı bir burjuva diktatörlüğüdür. İşçi ve emekçilerin zihnine işleyeceği şey de kapitalist devletin “ezelsiz ve ebedsiz” olduğu algısıdır. Bonapartlaşma sevdasındaki Erdoğan’ın kimi “sol”ların dediği gibi padişah olmak gibi bir hevesi yok elbette ve bu mümkün de değil. Ancak, her defasında Osmanlı’dan referans göstermesi, “atalarımız dünyaya hükmetti” demesi, padişahlık heveslerinin değil ama emperyalist yayılmacı emellerinin bir ifadesidir. Yapmaya çalıştığı şey de, yoksulluk ve işsizlik girdabındaki milyonların örselenmiş duygularını milliyetçi söylemlerle ayağa kaldırıp peşine takmak, emperyalist yönelimlerine dolgu malzemesi sağlamaktır. Ak Saray’ı yaptırmaktan muradı, ona oy veren işçi ve emekçilerin gözünde kutsallık (Osmanlı padişahlarında olduğu gibi), yıkılmazlık ve güçlülük algısı yaratmaktır. “Ak Saray” da bu algıların sembolleşmiş somut ifadesidir. Nihayetinde bu Bonapartlaşma sevdalısının tek derdi bütün sınıflara aynı mesafede olduğu algısını yaratıp, patronların işini kolaylaştırmaktır. Zaman zaman patronlara efelenmesi de “başkan baba” olmanın gereğidir. Oysa bu Bonapart’ın asıl rolü, işçi sınıfına dizginsiz sömürüyü ilahi mukadderrat olarak kabul ettirmektir.
Bütün canlı varlıklar gibi sınıflı toplumlar da sonludur. Kapitalist sistem de kendinden önceki tüm sömürülü sistemler gibi mezar kazıcısı sınıf tarafından yıkılacaktır. Onu ölümlü yapan bağrındaki çelişkilerdir. Nasıl ki barındırdıkları çelişkilerden dolayı krallıklar, padişahlıklar, feodal beyler, despotik bürokrasiler yıkılmışsa, kapitalist sömürü cumhuriyeti de yıkılacak, yerini proletaryanın sovyet cumhuriyetine bırakacaktır. Paris Komünü ve şanlı Ekim Devrimi yalnızca bir başlangıçtır. Ve artık dünya işçi sınıfı dünden daha fazla olanağa ve daha büyük bir güce sahiptir. Yeter ki örgütlenebilsin.
Yaşasın sosyalist dünya devrimi!
link: Adana’dan MT okuru bir işçi, Bu Düzen İlelebet Payidar mı Kalacak?, 26 Aralık 2014, https://marksist.net/node/3856
Türkiye Kölelikte de Birinciliği Kaptırmamış!
Meksika Aynasında Çürüyen Kapitalizm