İskoçya’da 18 Eylülde yapılan bağımsızlık referandumu, aylardır gerek Britanya’da gerekse de Avrupa’da giderek artan ölçüde hararetli tartışmalara yol açmıştı. İskoçlar yüzde 55’lik bir çoğunlukla Birleşik Krallık[1] içerisinde kalmayı, yani bağımsız bir İskoç devleti kurmamayı tercih ettiler.
Gerek yaşanan tartışmaların harareti gerekse de konunun önemi nedeniyle, yapılan referanduma katılım oranı yüzde 85’leri buldu. Bu oran bazı kentlerde yüzde 93’e çıktı. Bu haliyle sözkonusu referandum, Birleşik Krallık tarihinde 1950’lerden beri en yüksek katılımlı oylamayı ifade ediyor. Referandumda “evet” ve “hayır”ı savunan her iki tarafın da yürüttüğü yoğun kampanya sonucunda, önemli bir politizasyon süreci yaşanmış, evlerden meydanlara ve kafelere kadar her yerde yoğun tartışmalar gerçekleşmiş, on binlerce insan aktif olarak bu kampanyalarda yer almıştır. Bu politizasyon süreci ve yüksek katılım oranı, aslında, siyasete ilgisizliğin ve kinizmin kemikleşmiş bir hal aldığı yolundaki karamsar görüşleri de boşa çıkartmıştır. Görülüyor ki, gençlik ve işçi sınıfı, kendi yaşamlarını doğrudan etkileyecek sorunlarda aktif politik faaliyete katılma konusunda tereddüt göstermemektedir.
Referandum sonrasında İngiliz burjuvazisi ve İskoç burjuvazisinin bir bölümü[2] rahat bir nefes almış gözüküyor. İskoç Ulusal Partisi (SNP) liderinin parti başkanlığından istifa ettiğini ve Kasım ayında yerel hükümetin başbakanlığını da bırakacağını açıklamasının ardından, şimdi gözler, Birleşik Krallık hükümetinin bağımsızlık kararı çıkmaması durumunda söz verdiği kimi adımları atıp atmayacağına çevrilmiş durumda. Hatırlanacağı gibi, hükümetin maliye bakanı, bağımsızlık kararı çıkmaması durumunda, İskoçya’nın özerkliğini daha da arttıracak düzenlemeler yapılacağını duyurmuş ve son günlerde de bu tarz reform vaatleri gerek Muhafazakârlar gerekse de İşçi Partisi tarafından “söz veriyoruz” başlıklı bildirilere konu olmuştu.[3] Birleşik Krallık hükümetinin başbakanı muhafazakâr Cameron, verilen sözlerin tutulacağını, merkezi yetkilerden bir kısmının daha İskoç parlamentosuna devredileceğini ya da esnetileceğini, Birleşik Krallık’ı oluşturan dört ülkeye de vergilendirme, bütçe harcamaları ve sosyal harcamalar konusunda daha fazla yetki verileceğini açıkladı. Eğer bu sözler tutulursa, her ne kadar İskoçya bağımsız bir devlet haline gelmese de, geçmişe kıyasla çok daha fazla yetkiye sahip bir yönetime kavuşmuş olacak. Birleşik Krallık da çok daha federatif bir yapıya dönüşecek. Öyle gözüküyor ki bu “tavizler” referandumda hayır oyu çıkmasında etkili olmuştur; İskoçların önemli bir bölümü bu yeni durumun getirilerini de hesaba katarak “ekonomik kaygılarla” birlikten yana oy kullanmış oldular.
Birlikten referanduma giden yol
Ada tarihi İngilizlerle İskoçlar arasında yüzyıllara yayılan bir mücadele ve savaşlara işaret ediyor. Bu mücadele uzun yıllar boyunca daha ziyade, nüfus olarak çok daha az olan İskoçların İngiliz hâkimiyetine karşı verdikleri bir mücadele şeklinde gerçekleşmiştir. Tüm bu savaşların ardından 1707 yılında her iki ülkenin parlamentolarının onayıyla bir anlaşma imzalanmış, İngiltere ile İskoçya birleşerek Büyük Britanya Krallığı adını almıştır. İskoç parlamentosu feshedilerek iki ülkenin ortak bir parlamentosu oluşturulmuştur. Ardından 1801’de İrlanda Krallığını hâkimiyet altına alan bu birlik, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı ya da kısaca Birleşik Krallık olarak adlandırılmıştır.
1707 yılında sağlanan birlik, çeşitli kesimlerin itirazları ve hatta yer yer küçük isyanları doğursa da, aslında iki halk arasında 300 yıla yayılan bir yakınlaşma ve kaynaşmaya yol açmıştır. Bu birlik İngiltere’deki sanayi devrimini de kolaylaştırarak tarihte ilerici bir rol oynamıştır. Hızla gelişen kapitalist sanayileşme sürecinde, iki ülkenin halkları da muazzam bir proleterleşme dalgası içerisinde iç içe geçmiş, Britanya burjuvazisine karşı ortak ve birleşik bir proleter sınıf mücadelesi yürütmüşlerdir. İskoçya’nın resmen kurucu unsur olarak kabulü, İskoçlara yönelik bir inkâr ve zora dayalı asimilasyon politikasının uygulanmaması, etnik kimlik, kültür ve dil gibi hususlarda baskı ve yasaklamalar bulunmaması gibi nedenler bu birlikteliğin bugüne dek sürmesine olanak vermiştir. Bu noktadan bakıldığında, Britanya’nın parçalarından biri olan İrlanda’dan farklı olarak, İskoçya’da, uzun yıllardır süren, halkın önemli bir kesiminin aktif desteğini alan ve siyasal gündemin baş sıralarına oturan bir ulusal sorun ve bu temelde gelişen bir ulusal hareket sözkonusu olmamıştır. Kuşkusuz bunda, iki ülke halkının da modern kapitalist uluslaşma sürecini birlikte, iç içe geçerek, eş zamanlı ve aynı ortak zeminde yaşaması belirleyici olmuştur.
Ulusal baskı, ayrımcılık ve tahakkümün emekçi kitlelerin gündelik yaşamlarında bir yer işgal etmemesi nedeniyle, İskoç milliyetçiliği uzun yıllar boyunca gerek toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı içerisinde gerekse de İskoç burjuvazisi içerisinde pek itibar görmedi. İskoç milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapan İskoç Ulusal Partisi (SNP) 1934 yılında kurulmasına rağmen 1970’lerin sonlarına değin ciddi bir siyasal varlık gösteremedi. İskoçların “kendi kendini yönetme” arzusunun yükselmeye başladığı yıllar da 70’lerin ortaları oldu. 1979’da “yetki devri” için yapılan ilk referandum, gerekli katılım oranı sağlanamadığı için geçersiz sayıldı.
80’lerle birlikte İngiltere’de Thatcher’ın acımasızca hayata geçirdiği neo-liberal politikalar, İskoç işçi sınıfına da büyük darbeler indirilmesi anlamına geliyordu. Thatcher’ın neo-liberal politikaları adeta bir pilot bölge gibi ilk olarak İskoçya’da uygulaması, İskoç işçi sınıfı içerisinde tepkiyi daha da büyüterek ona giderek milliyetçi renkler katmaya başladı. Muhafazakâr Parti hükümetinin bu uygulamalarına karşı Britanya’da topyekûn bir karşı koyuş gerçekleştirilemediği ölçüde, İskoç işçi sınıfı içerisinde de, Londra’daki hükümetin kararlarının İskoçya’yı bağlamaması ve dolayısıyla özerklik talepleri yankı bulmaya, “topluca kurtulamıyorsak bari kendi paçamızı kurtaralım” anlayışı gelişmeye başladı.
İskoç işçi sınıfının her şeye rağmen desteklediği İşçi Partisinin liderlerinden Tony Blair’in 1997’de “yetki devri anlaşması”nı imzalamasıyla birlikte yapılan referandumda, 1979’dakinden (%51 evet oyu çıkmıştı) çok daha büyük bir katılım sağlanmış ve %74 evet oyuyla İskoç parlamentosunun kurulması kararı alınmıştı. Böylelikle İskoçlar 290 yıl sonra tekrar kendi parlamentolarına ve geniş bir özerkliğe kavuştular. İki yıl sonra yapılan seçimlerde, İşçi Partisi yeni kurulan İskoç parlamentosunun yüzde 56’sına sahip olurken milliyetçi SNP ancak yüzde 35’te kaldı. Ne var ki, gerek İşçi Partisinin gerekse de onun İskoç kolunun giderek daha da sağa doğru kayarak işçi sınıfının dertlerine derman olamaması nedeniyle, ilerleyen yıllarda İskoç işçi sınıfı içerisinde milliyetçi partinin etkisi artmaya başladı. 2007 yılındaki seçimlerden SNP birinci parti olarak çıkarak hükümeti kurdu.[4] 2012 yılında Londra ile imzalanan Edinburgh Anlaşması ise geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen referandumun önünü açtı.
Bu referandumlar, aslında İskoç halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu gösteriyor. Kendi bölgesel parlamentosu ve hükümeti olan, kurucu bir unsur olarak belirgin bir özerkliği ve bağımsızlık hakkı bulunan İskoçları ezilen bir ulus olarak görmek ve yaşanan sorunu Marksizmin tanımladığı anlamda bir ulusal sorun olarak ele almak doğru değildir. Marksistler, bağımsız bir devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz savunurlar, ancak bu, her koşul ve durumda bağımsızlığın desteklenmesi gerektiği anlamına gelmez. Lenin’in benzetmesiyle konuşacak olursak, boşanma hakkını savunmak demek, her sorun yaşayan çifte boşanmayı tavsiye etmek anlamına gelmez. Peki neye göre karar verilmeli? Bunu netleştirmek için, ulusal kurtuluş hareketleri ile burjuvazinin gerici ulusal talep ve eğilimlerini ayırt etmek gerekiyor.
Burjuva bencilliği, milliyetçi kapris
Burjuvazi işler tıkırında giderken başta ekonomik olmak üzere çeşitli türde birlikler kurmaya eğilimlidir. Ancak işler sarpa sarmaya, pasta küçülmeye başladığında, burjuva gruplar arasında rekabet daha da sertleşiyor, bu tarz birliklerde dağılma eğilimi güçlenmeye başlıyor. AB örneğinde çok net olarak gördüğümüz bu durum, aslında bir ölçüde İskoçya’da güçlenen bağımsızlık eğilimini anlamamız için de bir zemin oluşturuyor. İskoçya’da bağımsızlık eğiliminin güçlü bir şekilde dillendirilmeye başlamasının 70’li yılların ortalarına denk geldiğini söyledik. Peki ne oldu da burjuvazinin bağımsızlık eğilimi güçlendi? Buna verilebilecek iki yanıt bulunuyor. Birincisi, 1973’le birlikte “petrol krizi” olarak adlandırılan ama aslında kapitalist sistemin çok daha uzun erimli bir gerileme dönemine işaret eden yapısal ve derin krizidir. Bununla yakın ilişkili olarak, ikinci ve daha önemli neden, 1975’de İskoçya’nın kuzeyindeki Kuzey Denizinde büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesi ve hızlı bir biçimde petrol üretimine girişilmiş olmasıdır.
İskoç burjuvazisinin bağımsızlık yanlısı kesimleri, petrolün %94’ünün İskoç karasularında üretildiğini ileri sürerek, bunu daha fazla paylaşmak istemediklerini, elde edilen gelirin İskoçya’ya ait olduğunu söylüyorlar. Milliyetçi SNP’nin lideri Salmond, bu rezervlerin 1,5 trilyon sterlin değerinde olduğunu, bu kaynağı yalnızca İskoçya’nın kullanması durumunda İskoçya’nın “refah seviyesi” bakımından OECD ülkeleri arasında 6. sırada olacağını, bu durumda Birleşik Krallık’ın ise 16. sıraya gerileyeceğini ileri sürüyor.[5]
70’lerin ortalarında başlayarak güçlenen ve özellikle 90’larda yaygınlaşan bu bağımsızlık eğilimini yalnızca İskoçya’da görmüyoruz. İspanya’nın Katalonya bölgesindeki milliyetçi hareketi (9 Kasımda orada da referandum yapılacak), İtalya’daki Kuzey Birliği hareketini, Belçika’da Flamanların, Kanada’da ise Quebec bölgesinin ayrılıkçı hareketlerini de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor.[6] Bu hareketler, parçası oldukları ülkelerin görece daha geri ya da yoksul bölgelerinin yükünü kendilerinin taşıdığını, zenginliği üretenler olarak bu “yoksulluk yükünü” daha fazla sırtlamak istemediklerini dillendiriyorlar. Bu eğilim, “mikro milliyetçilik”, “bölgesel milliyetçilik” olarak adlandırılan bir zengin kaprisini ve burjuva bencilliği ifade ediyor. Bu tarz talepleri, Marksizmin ele aldığı biçimiyle ulusal sorundan kaynaklı ulusal talepler olarak değerlendirmek, bu temelde şekillenen hareketleri ilerici olarak görmek mümkün değildir.
Tarihsel açıdan bakıldığında ulusal sorun, bir halkın uluslaşma ve aynı anlama gelmek üzere kapitalistleşme sürecinin yansımalarından biridir. İlhak ve işgal durumlarında yeniden alevlenen ulusal sorun bir tarafa bırakılacak olursa, Marksistler bu nedenle ulusal sorunu, burjuva demokratik devrimler bağlamında ele almışlardır. Oysa İskoçya, Katalonya, Flandra, Quebec vb. sözkonusu olduğunda, böylesi tarihsel bir bağlam hiçbir biçimde sözkonusu değildir. Bu halkların yaşadığı bölgeler, kapitalist açıdan son derece gelişmiş, belirli idari-siyasi-kültürel özerkliği olan bölgelerdir. Hal böyleyken, küçük-burjuva milliyetçi romantizmle bezeli bağımsızlık talebinde ilerici görülebilecek bir unsur bulunmuyor. Bu tarz hareketler, emekçi kitleleri zaten çoktan oluşmuş ve pekişmiş sınıf kimliğini bir tarafa bırakarak, akıldışı bir milliyetçilik temelinde bölmekten ve birbirine yabancı hale getirmekten başka bir anlama gelmiyor.
Marksizm, sömürge durumundaki ya da siyasal tahakküm altına alınmış, bağımsız bir devlet kurma hakkı gasp edilmiş halkları “ezilen ulus” kategorisinde ele alır ve bu halkların ulusal kurtuluş taleplerini haklı, demokratik ve ilerici bir talep olarak görüp destekler. Benzer şekilde, farklı dinamikler barındırdığını ve farklı bir kapsamda olduğunu vurgulayarak, bağımsızlığını bir işgal ya da ilhakla kaybeden ulusların da ulusal bağımsızlık mücadelesini haklı görür. Her iki durumda da Marksistlerin bakış açısı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, bu burjuva demokratik hakkın koşulsuz savunulmasına dönük tutarlı demokratik bir duruş sergileme yönündedir. Ama duruşumuz buna indirgenemez. Hakkın koşulsuz savunulması ile somut durumda bir ulusal hareketin desteklenmesi arasında ayrım yapmak da Leninist yaklaşımın ayırt edici noktalarından biridir. Burada temel kriter, sözkonusu taleplerin, her iki ulusun işçi hareketinin gelişiminin önünü açacak ve dünya sosyalist devrim hareketine olumlu bir katkıda bulunacak bir tarihsel ve politik içeriğe sahip olmasıdır. İşte bu açılardan bakıldığında, örnek olarak Kürt, İrlanda ya da Filistin halklarının talepleri ilerici bir mahiyetteyken ve bu hareketler ulusal kurtuluş hareketi olarak değerlendirilirken, İskoçya, Kuzey İtalya ya da Katalonya’daki vb. milliyetçi hareketler, gerici bir burjuva içeriğe sahiptirler ve ulusal kurtuluş hareketi olarak değerlendirilip desteklenemezler. Çünkü bu tarz burjuva hareketler, geliştikleri ülkelerde, proletarya içerisinde önemli ölçüde yaşanan kaynaşmayı ve zaten varolan mücadele birliğini parçalar, iki halkın işçilerine zaten mevcut olan sınıf bilincinin yerine gerici burjuva milliyetçilik bilincini ve burjuva bencilliği aşılar: “Devrimci proletarya, zor yoluyla gerçekleştirilmeyen fakat tarihin belirli bir kesitinde, somut koşulların mümkün kıldığı ulusların bir kaynaşmasını olumlu karşılar. Proletaryanın, tarihsel açıdan olup bitmiş, gerçekleşmiş bir uluslar birliğini tekrar eski bileşenlerine ayırmak gibi bir sorunu ya da bundan çıkarı olamaz.” (Platformumuz, madde 61)
Milliyetçiliğin peşine takılan reformizm
Referandum sonuçları, İskoç toplumunun bağımsızlık konusunda neredeyse tam ortadan ikiye bölündüğünü gösteriyor. Bu olgu üç aşağı beş yukarı işçi sınıfı kitleleri için de geçerli. İskoç milliyetçiliğinin kalesi olarak bilinen Perth and Kinross bölgesinde bağımsızlık karşıtı hayır oylarının yüzde 60 gibi oldukça yüksek bir oranda çıkması, Avrupa’nın 6. büyük finans merkezi durumundaki başkent Edinburgh’ta da beklenilenin aksine hayır oylarının ağır basması milliyetçi SNP açısından düş kırıklığı anlamına geliyor. Öte yandan İskoçya’nın en büyük kenti olan Glasgow’da evet oyları çoğunluk durumunda. Aslında işçi sınıfının yoğun olduğu ve İşçi Partisinin geleneksel kaleleri olarak bilinen Glasgow, Dundee, North Lanarkshire ve West Dunbartonshire gibi kentlerde bağımsızlık doğrultusunda verilen evet oyları, emekçiler içerisinde bağımsızlık fikrinin daha güçlü olduğu anlamına geliyor. İskoç işçi sınıfı içerisinde milliyetçi damarın güçlü olmadığı, tersine, uzun yıllara yayılmış bir sınıf mücadelesi geleneğinin son derece köklü olduğu düşünüldüğünde, bu, açıklanmaya muhtaç bir duruma işaret ediyor.
İskoç işçi sınıfı içerisinde güçlenen bağımsızlık eğilimi, aslında olumlu bir sınıf tepkisinin olumsuz yansıması olarak değerlendirilmelidir. İskoç işçi sınıfı, Muhafazakârlardan ve onların ürünü olarak gördükleri Londra merkezli neo-liberal statükodan nefret ediyor, neo-liberal politikaları savunan “yeni yol”cu İşçi Partisi de bu nefretten payına düşeni alıyor. Sağcı bir içerikle doldurulup hayır oyu talep eden “Birlikte Daha İyi” kampanyasını bu partilerin yürütmesi, onlara bir tepki olarak bağımsızlığa evet oyuna meyletmeyi de beraberinde getiriyor. Bağımsızlık, Muhafazakârlardan ve Londra’nın temsil ettiği çürümüş kurulu düzenden kurtuluş yolu olarak gösteriliyor emekçilere. SNP’nin, bağımsızlık durumunda işçi-emekçilere sosyal politikalar ve sosyal-demokrat reform vaatlerinde bulunması evet oylarının hızlı artışını da beraberinde getirmiştir. Bir başka deyişle, hem sağcı partilere, hem sağa kayan İşçi Partisine, hem de yaşanan kapitalist krize duyulan tepki bu yükselişte belirleyici olmuştur. SNP’nin milliyetçi çizgisini sosyal reform vaatleriyle örtüp emekçilere yutturmasında İskoç solunun da katkısı büyüktür.
Reformistler, bağımsızlık taraftarlarında, kemer sıkma politikalarından kurtulma ve “farklı bir toplum yaratma beklentisinin” yüksek olduğuna işaret ederken haklılar kuşkusuz. Ama yapılması gereken, bu beklentilerin işçilerin birbirinden koparak ulusal temelde bağımsızlaşmasıyla değil, işçi sınıfının uluslararası birliğinin sağlanmasıyla ve bir toplumsal devrimle iktidarı kendi ellerine almasıyla sağlanabileceğini anlatmak değil midir? Sosyalist sol, İngiliz egemenlerinden ve İşçi Partisinden tümüyle ayrı ve bunlara tamamen karşıt toplumsal-sınıfsal taleplerle örülü bir hayır kampanyası düzenleyip İskoç işçilerini İngiliz işçi sınıfıyla birlikte neo-liberal saldırılara, kapitalist krize, emperyalist savaşa, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı mücadele etmeye çağırabilirdi. AB ve NATO gibi emperyalist kurumlarla ilişkilerin geleceğinin de tartışıldığı, nükleer silahların vb. ne olacağının konuşulduğu böylesine politize bir ortamda, Birleşik Krallık’ı oluşturan tüm uluslardan işçilerin önüne devrimci bir program koymak ve onları bu temelde mücadele etmeye çağırmak gösterilebilecek en doğru tutumdu.
Ama İskoç solunun büyük çoğunluğu ve İngiliz solunun bir kısmı, SNP’nin sosyal reform sahtekârlığının sözcülüğüne soyunmaktan bir adım ileri gidememiştir. Hâlbuki İskoç solunun yol arkadaşlığı ettiği SNP, ne kapitalist AB’yle, ne katil NATO’yla, ne İngiliz Merkez Bankasıyla, ne İngiliz para birimi olan sterlinle, ne Britanya kraliçesiyle, ne büyük tekellerle hiçbir sorunu olmadığını defalarca açıklamış, sermaye için çok daha cazip ve istikrarlı bir yatırım alanı yaratacağını defalarca ilân etmiştir. Reformist sol, bunları ve SNP’nin burjuva karakterini teşhir ederek, gerçek kurtuluşun bir toplumsal devrimden geçtiğini propaganda etmek yerine, kısmi reformlarla 5,5 milyonluk nüfusa sahip İskoçya’nın küçük topraklarında bir cennet vaat etmeyi tercih etmektedir. Reformistlerin yürüttüğü “evet” kampanyasında, Britanya işçi sınıfının bütününün değil onun bir bölümünün sözde çıkarları öne çıkarılmış, belli sektörlerde devletleştirmelerin yapılması, kamu harcamalarının arttırılması ve büyük sermayenin daha fazla vergilendirilmesiyle sınırlı reformlar sosyalizm söylemiyle yüceltilmiş, bunlar için bağımsızlıktan başka bir yol olmadığının propagandası yapılmıştır. Sanki işçi sınıfının kurtuluşu tek bir ülkede, hele de İskoçya gibi küçücük bir ülkede mümkünmüş gibi!
Emekçilerin toplumsal değişim ve statükonun kırılması doğrultusundaki arzusunun hayata geçirilmesinin yolu, İskoçya örneğinde küçük-burjuva milliyetçiliğinin peşine takılarak anlamsız parçalara ayrılmaktan değil, enternasyonalist bir bilinçle devrimci mücadeleye atılmaktan geçiyor; hem Britanya’nın diğer parçalarının işçileriyle, hem Avrupa’nın işçileriyle hem de dünyanın tüm emekçileriyle birlikte…
[1] Birleşik Krallık dört ülkeden oluşuyor. Bunlar; İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda. Türkiye’de günlük konuşma dilinde ve basında İngiltere dendiğinde aslında kastedilen Birleşik Krallık ya da Britanya’dır. Birleşik Krallık parlamentosu, dış politika, savunma, göç politikası, kamu yardımları, vergi politikası ve enerji alanında karar hakkına sahip. Britanya’yı oluşturan ülkelerin her biri bunun dışındaki konularda değişen ölçülerde idari-siyasi ve kültürel özerkliğe sahip ve bunu kendi ülke parlamentolarıyla yürütüyorlar.
[2] İskoç burjuvazisi, bağımsızlık konusunda bölünmüş görünüyor. Özellikle İngiliz şirketleriyle doğrudan rekabet içerisindeki kimi büyük şirketlerin sahip ve yöneticileri bağımsızlık talebini yükseltirken, diğerleri birlik yönünde deklarasyonlar yayınladılar. İskoç milli gelirinin yüzde 8’ini oluşturan finans sektörü, İngiliz finans sektörüyle ayırt edilemeyecek denli iç içe geçmiş durumda ve bağımsızlık ilânının işleri karıştıracağını düşünüyor.
[3] İşçi Partisinin “Birlikte Daha İyi” başlıklı sağcı hayır kampanyasında aktif yer almasının arkasında, bu parti bürokrasisinin siyasal çıkarları yatıyor. Muhafazakârlar İskoçya’dan ancak bir milletvekili çıkartabilmişken, İşçi Partisinin Birleşik Krallık parlamentosundaki 41 milletvekili İskoçya’dan geliyor. Partinin oy deposu olarak gördüğü İskoçya’nın bağımsızlığı durumunda milletvekili sayısında büyük bir düşüş yaşanacak ve muhtemelen uzun yıllar boyunca anamuhalefet konumuna çakılıp kalacaktı. Bu kaygıyla hareket eden İşçi Partisinin burjuva liderleri, işçi sınıfın çıkarlarını ve birliğini değil, içi boş bir birlik propagandasını öne çıkardılar.
[4] İskoç parlamentosunda SNP’nin 65, İşçi Partisinin 37, Muhafazakârların 15, Liberal Demokratların 15, Yeşillerin 2 milletvekilinin yanı sıra 3 de bağımsız milletvekili bulunuyor.
[5] İngiliz hükümeti, Kuzey Denizinden 2012 yılında 6,1 milyar sterlinlik petrol geliri sağlandığını, önümüzdeki yıllarda bunun 3,5 milyar sterline gerileyeceğini söylüyor. SNP ise, bunun altı katı kadar bir yıllık gelir elde etmenin mümkün olduğunu, 30-40 yıl boyunca işletilebilecek 24 milyar varillik bir petrol rezervi olduğunu savunuyor. SNP, bu petrolün çıkarılmasını Shell ile müzakere edebileceklerini, “bağımsız bir İskoçya’nın uluslararası şirketler için cazip ve istikrarlı bir ortam sunacağını” belirtiyor. SNP ayrıca, bu petrol gelirlerinin bir kısmıyla başta emekliler için olmak üzere çeşitli fonlar kurulacağını da söyleyerek, emekçi kitlelerden destek arıyor.
[6] Katalonya ve Bask bölgeleri, Avrupa İstatistik Kurumu istatistiklerine göre, 2009 yılında İspanya topraklarının onda birini oluşturmalarına rağmen, toplam gayri safi yurtiçi hâsılanın dörtte birini sağlamış. İtalya’nın kuzeyindeki Güney Tirol bölgesi ve Milano da hem sanayi hem de finans merkezi durumunda. Bağımsızlık taleplerinin güçlü olduğu Belçika’da Flaman bölgesi (Flandra), ülke topraklarının üçte birini oluştururken, GSYH’nın yüzde 60’ından fazlasını üretiyor.
link: Oktay Baran, İskoçya’da Bağımsızlık Referandumu, 22 Eylül 2014, https://marksist.net/node/3527
Kuraklık, Aşırı Yağış ve Hortumlar Neyin Alâmetleri?