12 Eylül faşizminin yaşadığımız topraklarda bıraktığı izler hâlâ canlıdır. Gerek ‘80 öncesi diye tabir edilen ve faşizmin iktidara gelişini hazırlayan süreç, gerekse de ‘80 sonrası, egemenlerin, iktidarları tehlikeye girdiğinde ne denli acımasız ve kanlı saldırılara girişebildiklerinin örnekleriyle doludur. Mart ayı, bu bakımdan faşist terörün ve katliamların bolca yaşandığı, hafızamıza kazımamız gereken örneklerle dolu bir aydır. Bundan tam 35 sene önce 12 Martta darbe yaparak yarı-askeri bir rejim altında devrimci hareketi boğmaya çalışanlar da, Kızıldere’de devrimcileri pusuya düşürüp katledenler de, 16 Martta faşistleri okullarından atmaya kalkışan devrimci öğrencilerin üzerine kurşun ve bomba yağdıranlar da, Gazi mahallesinde emekçilere kurşun sıkanlar da, Newrozlarda Kürt halkına kan kusturanlar da aynı geleneğin ve düzenin temsilcileridirler. Burjuvazinin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır. Bu bakımdan yaşananları bir kez daha hatırlatmak ve ondan dersler çıkarmak boynumuzun borcudur.
12 Mart 1971 darbesi
‘60 anayasasının yarattığı görece demokratik ortamda, dünyayı sarsan ‘68 dalgasının da etkisiyle yükselişe geçen sınıf mücadelesi ve devrimci hareket, burjuvazinin korkuya kapılmasına neden olmuştu. Burjuvazi bir yandan, 15-16 Haziran Direnişiyle birlikte prestiji ve kendine güveni iyice artan işçi hareketini bastırmak ve devrimcileşmesini engellemek istiyor, diğer yandan da gittikçe radikalleşen ve ivmelenen devrimci gençlik hareketini ezmek istiyordu. Bu yüzden polisiye tedbirleri ve baskıları artırmakla yetinmeyip, para-militer faşist çeteleri de devreye sokuyor, her türden gerici örgütlenmeye destek veriyor ve bir yandan da kontr-gerilla örgütlenmesine hız veriliyordu. Devlet destekli ve güdümlü faşist hareket, üniversitelerde ve yurtlarda, fabrikalarda ve grevlerde devrimci öğrencilere ve işçilere saldırının dozunu giderek artırıyor, giderek daha açıktan şiddet ve terör eylemlerine girişiyordu. Sınıf mücadelesi ve çelişkiler keskinleştikçe, devrimci güçlerle burjuva devlet arasındaki kavga da şiddetleniyor, burjuvazi kaçınılmaz gördüğü bir iç savaşa hazırlanmaya çalışıyordu. Bu hazırlığın bir ayağı faşist hareketin ve örgütlenmelerin güçlendirilmesi, diğer ayağı ise iş göremez hale gelmiş olan parlamenter rejimin yerine, burjuvazinin “demir yumruğu” işlevini görecek bir rejimin işbaşına getirilmesiydi.
1971 yılının Mart ayına gelindiğinde, ordunun bir darbeyle hükümeti devireceği herkes tarafından bilinen ve beklenen bir şeydi. Ne var ki, genel kanı bunun “sol” bir darbe olacağı yönündeydi. Sonuçta genç “radikal” subayların çoğunlukta olduğu sol bir cuntanın önünü kesmek için, yeterli hazırlık ve planlama olmamasına rağmen, 12 Mart sabahı generaller bir muhtırayla hükümeti düşürdüler ve ardından orta kademelerde yer alan “radikal” subaylar tasfiye edildi. Böylece bir yandan burjuvazinin istediği rejim değişikliği yerine getirilirken, diğer yandan da ordu içindeki “ayrık otları” temizlenerek, burjuvazinin bir numaralı baskı aygıtı daha rafine ve güçlü hale getirilmiş oluyordu. Muhtıra sonrasında Nihat Erim başbakanlığında kurulan “teknokrat” hükümetin başlıca hedefi, düzeni tehdit eden devrimci ve muhalif güçlerin hizaya getirilmesi ve hatta ezilmesiydi.
Yeni rejim, karşı devrimci saldırılarına rahatça devam edebilmek için, önce “nispi” özgürlük ortamına son vermek durumundaydı. Bu amaçla 26 Nisanda İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirler başta olmak üzere toplam 6 ilde sıkıyönetim ilan edildi. “Balyoz harekatı” kapsamında TİP kapatıldı, DİSK’in faaliyetleri durduruldu, birçok sosyalist örgüt kapatıldı ve devrimciler tutuklanarak işkencelerden geçirildi. Kontr-gerilla yetkinleştirildi, devletin kolluk güçleri ile faşist çeteler adeta kaynaştılar. Bu anlamda 12 Mart, adeta 12 Eylül’ün bir provası niteliğindeydi. Parlamentoya ve burjuva partilere dokunulmamasına rağmen, Türk halkına “bol geldiği” söylenen “demokrasi gömleği” önemli ölçüde daraltıldı.
Rejimin faşizan ve baskıcı politikaları, bir yandan kitle hareketinde göreli ve geçici bir gerilemeye, diğer yandan ise devrimci gençlikte küçük-burjuva radikalizmine doğru ciddi bir kaymaya yol açmıştı. Devrimci gençlik hareketinin bir kesimi silahlanmış, banka soygunları ve Amerikan askerlerinin kaçırılması gibi eylemler yoluyla “silahlı kurtuluş savaşı”nın başladığı ilan edilmişti. Ancak hareketin önderlerinden üç tanesi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan, darbenin hemen ardından yakalandılar ve 6 Mayıs 1972’de asılarak idam edildiler.
Kızıldere ve 16 Mart Beyazıt katliamları
Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının yakalanarak idamla yargılanmaları, devrimci hareket içerisinde ve toplumda ciddi bir tepkiye yol açtı. Serbest bırakılmaları amacıyla birçok eylem yapıldı. 4 Mayıs 1971’de Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i kaçırma girişimi ve birkaç gün öncesinde Ankara’da bir uçak kaçırılması, 17 Mayısta Mahir Çayanların İsrail başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırmaları ve öldürmeleri bunlardan bazılarıdır. Deniz ve yoldaşlarını kurtarma amacıyla girişilen eylemler, bir anlamda küçük-burjuva radikalizminin sınırlarını ve zaaflarını açığa çıkarmıştı.
25 Mart 1972 günü Mahir Çayan ve arkadaşları, Fatsa’daki NATO üssünde görevli İngiliz askerlerini kaçırmak amacıyla Ünye’deki bir tanıdıklarının evine gittiler. 26 Mart sabahı tüm Fatsa’yı ablukaya alan devlet güçleri, bir yandan bağlantılı olduklarını düşündükleri birçok insanı işkenceden geçirip sorguluyor, diğer yandan da havadan ve karadan arama çalışmaları yürütüyorlardı. Yakalanmadan önce eylemlerini gerçekleştirmek isteyen Mahir ve arkadaşları, üç İngiliz askerini rehin alarak Kızıldere köyüne ulaştılar. Burada köy muhtarının evine saklanan grup, muhtarın ihbarı üzerine içinde kalabalık bir komando birliği, özel görevliler, jandarma birlikleri ve polis kuvvetlerinin de bulunduğu binlerce kişilik devlet güçleri tarafından kuşatıldılar. Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’dan oluşan 11 devrimci, “teslim olun!” çağrılarını reddederek sonuna kadar çarpışmayı kararlaştırdılar. Amacı bir arada kıstırdığı bu devrimcileri yok etmek olan devlet güçleri, 30 Mart günü 10 devrimciyi hunharca katletti. Aralarından sadece Ertuğrul Kürkçü şans eseri sağ çıkabildi ve o da 16 yıl zindanda tutuldu.
Görüşme yapmak bahanesiyle çatıya çıkmaları istenen devrimcilere haince ateş açılması, 11 kişilik bir gruba karşın binden fazla silahlı askerin üstelik roketatarlar ve bombalarla saldırması, egemenlerin devrimcilerden duyduğu korkunun açık bir kanıtıdır. Bu korkunun kökü o kadar derindedir ki, devrimci mücadelenin tarihi bu türden haince ve alçakça katliamlarla doludur. İşine geldiği zaman demokrasi havariliğini elden bırakmayan burjuvazi, sıra devrimcilere geldiğinde en acımasız ve hunharca saldırılara imza atmaktan çekinmemiştir.
Burjuva devletin, devrimcilere yönelik baskısı Kızıldere katliamından sonra da devam etti. Fakat 12 Mart rejimi, tüm karşı-devrimci karakteri ve pratiğine rağmen devrimci hareketi ve sınıf mücadelesini yok edemedi. MHP yönetiminin 12 Mart rejimine ilişkin değerlendirmeleri, durumu gayet iyi özetliyordu. Faşist hareketin “başbuğ”u Türkeş, 12 Mart’ın devrimci hareketi ezdiğini ama yok edemediğini, “devleti demokrasiden önemli gören”, “yumruğunu vurmak için gözünü kırpmayan” bir iktidarın yaratılamadığını, bu nedenle gelecek dönemin daha sert mücadelelere sahne olacağını, “bu yeni çetin kavga devrinin ümidinin gene milliyetçi kitle ve ülkücü gençlik” olduğunu söylüyordu. İlerleyen yıllarda 12 Eylül faşizmi, Türkeş’in isteğini fazlasıyla yerine getirecekti, ancak bunun yapılabilmesi için devrimci hareketin iyice ezilmesi ve toplumun faşizmin iktidarına hazırlanması gerekiyordu. Zaten burjuva devletin tüm planı da bunun üzerineydi.
1973’te “sol” ve “darbe karşıtı” görünen Ecevit hükümetinin işbaşına gelmesi ve bir yıl sonra genel af ilan edilmesiyle birlikte, toplumsal muhalefet tekrar canlanmaya başlamış ve yeni örgütlenmelerin önü açılmıştı. Ancak faşist hareket ve devlet güçleri de boş durmuyordu. MHP yönetimi bizzat kendi eliyle, “modern ve meşru şehir gerillası nizamı içinde, emekli subay ve emekli polislerin idaresinde, yalnızca il başkanının tanıdığı, birbirini tanımayan kişilerden oluşan savunma kuvvetlerinin organizesi”ne girişiyordu. Ecevit hükümetinin düşmesi ve yerini MC hükümetleri dönemine bırakmasıyla birlikte, faşist hareket ve devlet güçlerinin devrimci harekete yönelik saldırıları iyice artmaya başladı. Faşist çeteler, artık münferit ve “silahsız” eylemler yerine çok daha organize, planlı ve “silahlı” eylemlere başlamışlardı. Bu temelde devrimcilere, işçi önderlerine, sendikacılara, ilerici-demokrat aydınlara yönelik suikastlar yoluyla devrimci hareketi sindirmeye çalışıyorlardı. 1976 yılında 116 kişi faşistlerin saldırıları sonucu hayatını kaybediyor, ‘77 1 Mayısında yapılan provokasyon sonucu 37 işçi devlet güçleri tarafından katlediliyor, 1978’de bu saldırılara Alevi-Sünni gerginliği temelinde yaratılan provokasyonlarla Maraş ve Çorum gibi illerdeki katliamlar ekleniyordu. 1978 yılında, faşist terör sonucu hayatını kaybedenlerin sayısı 1000’in üzerindeydi. Bu anlamda ‘78 yılı faşist terörün zirvede olduğu bir yıldır. O yıl gerçekleşen 16 Mart Beyazıt katliamı da, para-militer faşist çetelerle kontr-gerilla ve devletin resmi kolluk güçlerinin birlikte gerçekleştirdikleri bir saldırıdır.
16 Mart 1978’de, üniversitelerdeki faşist ablukayı kırmak üzere bir gösteri düzenleyen devrimci öğrencilere, Beyazıt meydanında bir saldırı düzenlendi. Devletin legal ve illegal güçleri, devrimci öğrencilerin üzerine kurşun ve bomba yağdırdılar. 7 kişi öldü ve 50’den fazla kişi yaralandı. Beyazıt meydanı kan gölüne döndü. Kullanılan bomba kontr-gerilla içindeki bir yüzbaşı tarafından yapılmıştı ve bu şahsın MHP’li olup, faşist hareketle ilişki içinde olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Katliamı gerçekleştiren polis timinin başında olan polis amiri, ödüllendirilerek terfi ettirildi. Faşist hareket ile kontr-gerilla ve devlet arasındaki ilişki o kadar açıktı ki, katliamı gerçekleştiren ülkücülerden biri olan ve sonradan öldürülen Zülküf İsot’un ablası açıklamalarında, emri verenin bizzat Türkeş olduğunu söylemesine rağmen devlet hiçbir şey yapmadı. Her zamanki gibi failler bulunamadı ve dosya rafa kaldırıldı. Burjuvazi bugün olduğu gibi o dönemde de, kendi pis işlerini gördürdüğü köpeklerini koruyup ödüllendirdi.
Newroz ve Kürt halkının bitmeyen çilesi
Burjuva devletin katliamcı geleneği daha sonra da devam etti. ‘80 öncesinde kullandığı faşist çeteleri ve kontr-gerilla örgütlerini geliştirerek muhafaza eden burjuva devlet, pis işlerinde kullandığı kiralık katilleri olan Ağcaları, Çatlıları ve Kırcıları da elinin altında tutmaya ve kullanmaya devam etmiştir. ‘80 öncesinde asıl olarak işçi sınıfına ve devrimci harekete yöneltilen devlet terörü, sonrasında özellikle Kürt hareketini hedef alacaktı, üstelik çok daha gelişmiş savaş yöntemleriyle.
90’lı yıllara gelindiğinde, Kürt halkının haklı mücadelesinin yükselişe geçmesinden rahatsızlık duyan ve “bölünme” paranoyası içinde olan devlet güçleri, devlet terörünü faşizm yıllarını aratacak ölçüde artırdı. Bir yandan Özel Tim, JİTEM gibi kontr-gerilla örgütleriyle, diğer yandan resmi kolluk güçleriyle, koruculardan oluşturduğu milis gücüyle Kürt halkının haklı mücadelesini ezmeye çalıştı. On binlerce insan öldürüldü, “faili meçhul” cinayetlere kurban gitti, köyler yakıldı, yıkıldı ve boşaltıldı. İnsanlar asırladır yaşadıkları yerlerinden yurtlarından sürüldüler.
Yine aynı yıllarda Kürt halkının binlerce yıllık başkaldırı ve direniş geleneğini yansıtan, özgürlük umudunu simgeleyen Newroz da, burjuva devletin gazabından kurtulamadı. Devlet Newroz’u önce yıllarca yok sayarak inkar etti, ardından 1992’de birçok yerdeki kutlamalarda halkın üzerine yaylım ateşi açarak katliamlara girişti. Engelleyemeyeceğini anladığında da, içini boşaltarak asimile etmeye çalıştı. Ancak burjuvazi ne yaparsa yapsın, on binlerin meydanlarda, sokaklarda ateşler yakarak, halaylar çekerek yeri geldiğinde jandarmayla, polisle çatışmaya girerek Newroz’u kutlamasını engelleyemedi.
Kürt halkı üzerindeki baskılar ve katliam girişimleri yalnızca Türkiye’ye ve Mart ayına özgü bir şey değil kuşkusuz. Ancak Mart ayı, Güneyli Kürtler için de çok özel bir anlama sahip. Irak ordusu, kaderini kendi ellerine almak amacıyla mücadele eden Kürt halkının direnişini ezmek için, 16 Mart 1988 tarihinde Halepçe’de, ABD’den ve İngiltere’den aldığı kimyasal ve biyolojik silahları kullanarak, kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle beş binden fazla insanı katletti. Saldırıdan yaklaşık beş ay sonra, Saddam ordusunun ikinci bir saldırı hazırlığına başlaması yüzünden on binlerce Kürt göç yollarına düştü, binlercesi yollarda açlıktan, sefaletten ve hastalıktan öldü. “Uygar” dünyanın “büyük medeniyetleri”nden hiçbiri Halepçe katliamına ses çıkarmadılar. Ne bugün Güney Kürtlerinin hamiliğine soyunan ABD emperyalizmi, ne de demokrasi havariliğini kimseye kaptırmayan diğer emperyalist güçler, katliamı engellemek için bir şey yaptılar. İşin doğrusu, Saddam’ın ordusuna bu silahları satanlar ve onu finanse edenler de bizzat bu emperyalist güçlerdi zaten.
Bu yüzden Kızıldere’yi, 16 Mart Beyazıt katliamını unutmadığımız gibi, Halepçe’yi de unutmamalıyız. Sokağında, evinde, tarlasında çalışırken ölüme yakalanan insanları unutmamalıyız. Mosmor olmuş, daha ana sütünden kesilmemiş kundaktaki bebeleri unutmamalıyız. Göç yollarına düşürülen on binleri, yollarda can veren binleri unutmamalıyız. Şırnak, Lice, Kulp başta olmak üzere bombalanan, yakılan, yıkılan yüzlerce ilçe ve köyü, katledilen insanlarımızı da unutmamalıyız.
Gazi direnişi
Her köşeye sıkıştığında yeni katliamlar tezgâhlamaktan, halkları birbirine düşürmekten çekinmeyen burjuva devlet, tıpkı ‘80 öncesinde Maraş’ta ve Çorum’da yaptığı gibi, 1993’te Sivas’ta ve 1995’te de Gazi Mahallesinde Alevi-Sünni karşıtlığı yaratmaya dönük saldırılara girişmiştir. 12 Mart 1995 günü bu devlet geleneğine bir kez daha şahit olundu. Alevi ve Kürt emekçilerin yoğun olarak yaşadığı Gazi semtinde bir kahve, “kimliği belirsiz” kişilerce taranıyor ve bir Alevi dedesi hayatını yitiriyordu. Devletin faşist katliam geleneğinin bir uzantısı olan Gazi katliamı ile buna karşı gelişen direniş, işte bu saldırıyla başladı.
Gazi halkı, bu provokasyonu düzenleyenlerin kimliğini gayet iyi biliyordu. Saldırıyı protesto etmek üzere sokaklara dökülen insanları dağıtmaya çalışan ve engel olamayınca da üzerlerine ateş açan kolluk güçleri ile halk arasında çatışmalar yaşandı. On bine yakın kişi katliamın faillerinin bulunduğu karakola doğru yürüyüşe geçti. Yılların ezilmişliğinin ve horlanmışlığının biriktirdiği öfkeyle direnişe geçen kitleler, barikatlar kurarak polisle çatıştılar. Tüm gün süren çatışmalarda 17 kişi burjuva devletin kolluk kuvvetleri tarafından katledildi. Gazi’de yaşanan olayların duyulmasıyla birlikte, Ümraniye’de ve İstanbul’un farklı bölgelerinde de protesto eylemleri başladı. Ümraniye 1 Mayıs Mahallesinde göstericilerle polis arasında çıkan çatışmalarda 5 kişi daha hayatını kaybetti. Yaralı sayısı ise yüzleri buluyordu. Saldırılar sona erdiğinde ve olaylar durulduğunda, bilanço 22 ölü ve yüzlerce yaralıdan oluşuyordu.
Burjuva devletin kolluk güçlerinin ve kontr-gerillanın saldırısı emekçi halkın direnişiyle karşılaşmıştı, ancak devrimci bir örgütlülükten yoksun olan halk kitleleri, bir kez daha ne yapacağını bilmez durumda evlerine geri döndüler ve ölenlerin yasını tutmaya devam ettiler. Saldırıların ardından açılan davalar ise tam bir tiyatroya dönüştürüldü. Devletin kolluk güçleri, saldırıyı ve katliamı gerçekleştiren “mesai arkadaşlarını” bir türlü bulamıyorlardı! Mahkeme oradan oraya ve en sonu “milliyetçi hassasiyetiyle” meşhur Trabzon’a taşındı. Ne katiller bulundu ve cezalandırıldı, ne de burjuva devlet katliamcı geleneğinden vazgeçti.
Can çıkmadan huy çıkmaz!
Kuşkusuz, burjuva devletin sahip olduğu bu katliamcı gelenek sadece yaşadığımız topraklarla sınırlı değildir. Başta demokrasi havariliğinden ödün vermeyen emperyalist devletler olmak üzere, tüm burjuva devletler için durum aynıdır. Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, modern burjuva devletlerden tutun da, binlerce yıl öncesinin köleci toplumlarına kadar her devlet tipi kendine özgü baskı aygıtlarına sahip olmuştur.
Sınıflı toplumların bir ürünü olan devlet, tarihin her döneminde egemen sınıfın toplumun geri kalanı üzerindeki tahakkümünü kurmasını ve devam ettirmesini sağlayan bir baskı ve zor aracı olmuştur. Bu işlevini yerine getirebilmek için sahip olduğu düzenli ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler gibi kurumlar devletin asli ve vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu anlamıyla devlet, aslında örgütlü şiddet tekelidir. Modern çağın kapitalist devletleri, her açıdan olduğu gibi, şiddetin ve zorun toplumun sindirilmesi amacıyla kullanılması yönünden de kendinden önceki örneklere nazaran çok daha gelişkin ve karmaşık aygıtlara sahiptir. Burjuvazi, iktidarını korumak uğruna bu aygıtları kullanmaktan ve gerektiğinde en insanlık dışı yöntemlerle en kanlı, en zalimane katliamlara girişmekten hiçbir zaman çekinmemiş, legal ve illegal örgütlerini her daim elinin altında ve hazırda tutmuştur.
Sınıflar mücadelesinin yükseldiği, kapitalist düzenin iktisadi ve siyasi açıdan zora girdiği “olağandışı” dönemlerde ise burjuvazi, elinin altında tuttuğu bu baskı aygıtlarına yenilerini ekleyerek ve hatta her türden faşist ve gerici örgütlenmeleri de devreye sokarak, iktidarını ve düzenini korumak için işçi sınıfına ve devrimci harekete açıktan savaş ilan eder. “Olağan” zamanlarda ise aynı cinayetleri ve saldırıları daha usturuplu ve gizli bir biçimde işlemek zorundadır. Bu dönemlerde söz konusu olan, burjuva liberallerin zannettiği gibi devlet eliyle uygulanan şiddetin ve terörün ortadan kalkması değil, farklı araç ve yöntemlerle yürütülmesidir. Burjuva devletin sahip olduğu illegal örgütlenmeler, “olağan” dönemlerde ortadan kalkmazlar. Sadece daha az ve gizli kullanıldıkları için fark edilmezler. Susurluk olayında olduğu gibi, bir kamyon çarpmasıyla tesadüfen ortaya çıktıklarında ya da Şemdinli’deki gibi halkın bilinçli eylemiyle ele geçtiklerinde de dünya yerinden oynamaz. Liberal solcuların hezeyanlarına rağmen, burjuva devlet bu araçlarını ve katillerini her daim korur ve kollar. Geçtiğimiz haftalarda, Ağca’nın beklenmedik bir biçimde salıverilişi ve ardından apar topar tekrar içeriye tıkılışı bunun en güzel kanıtıdır. “Özel Harp Dairesi”, Hizbullah gibi kontr-gerilla örgütleri veya kapının önünde bağlı duran faşist köpeklerin oluşturduğu ülkücü çeteler burjuva devletin bir “maraz”ı değil, onun vazgeçilmez tamamlayıcı unsurlarıdırlar. Görmek isteyen gözler için bu gerçeklik, devletin derinlerinde değil apaçık ortadadır.
Kapitalizmin dünya çapında bir bunalımda olduğu, hegemonya savaşının ve bunun sonucu olarak bölgesel çatışmaların, savaşların ve bunların doğurduğu şiddetin, katliamların bilançosunun alabildiğine arttığı günümüz benzeri dönemler ise, yukarıda anlattığımız gibi burjuvazinin “olağanüstü” bir döneme yaklaştığını göstermektedir. Bu durum, burjuva düzenin geniş halk yığınları ve işçi sınıfı açısından giderek daha fazla sorgulanmaya başlayacağının ve sınıf mücadelelerinin dozunun yükseleceğinin işaretlerini taşıması bakımından önemlidir. Keza 11 Eylül’den bu yana dünya çapında artan siyasal gericilik, faşizan yasalar ve uygulamalar, ırkçılığın, dini-etnik ayrımların, düşmanlıkların körüklenmesi, egemenlerin bu korkusunu ve kendi düzenlerini tehdit edebilecek her türden muhalefet hareketine karşı şimdiden önlem almaya başladıklarını gösteriyor.
İşçi sınıfının uluslararası hareketi henüz kapitalist düzeni tehdit edecek düzeye ulaşmamış olsa da, dün yaşadıkları, bugün burjuvaziyi tedirgin etmeye yetiyor. Burjuvazi, işçi sınıfının ve ezilen halkların birikmiş öfkesi devrimci bir kanala akmaya başladığında neler olabileceğini geçmiş deneyimlerinden iyi bildiğinden, şimdiden hazırlığa başlamıştır. Oysa geçmiş sadece burjuvazi açısından değil, işçi sınıfı açısından da tekrar tekrar dönüp bakılması ve hatırlanması gereken derslerle doludur.
Mart ayı yalnızca işçi sınıfının aldığı yenilgilerin ve uğradığı katliamların yıldönümlerini barındırmıyor kuşkusuz. Nitekim, bundan tam 135 yıl önce yine Mart ayının 18’inde Parisli işçiler ve komünarlar, yani Paris Komünü’nün yaratıcıları, bize doğru yolu göstermişlerdi. Parisli işçiler 18 Mart 1871’de ayaklandılar ve burjuvaziyi alaşağı ederek kendi iktidarlarını kurdular. Burjuva devletin ordusunu ve polisini dağıtarak tüm halkı silahlandırmaya giriştiler. Böylece bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halk, kendi düzenini yani ezilenlerin ve sömürülenlerin egemen sınıf haline geldiği bir düzeni kurarak, kendi kendini yönetmeye başladı. İşçi sınıfının burjuva devletle nasıl hesaplaşması gerektiğinin yolunu gösterdi.
Bir avuç sömürücü azınlığın toplumun geri kalanını baskı altında tuttuğu burjuva düzenin tersine, çoğunluğun iktidarı anlamına gelen işçi devletinde ne düzenli ordular ne de bürokratik baskı aygıtları olacaktır. Burjuva devletin sahip olduğu her türden açık ve gizli baskı aygıtından, işçi sınıfına ve ezilen halklara uyguladığı şiddet ve terör eylemlerinden, katliamlardan, savaşlardan ve çatışmalardan kurtulmanın tek yolu, burjuva devletin kendisini ortadan kaldırmaktır. Bir atasözünün dediği gibi can çıkmadan huy çıkmaz!
link: Kerem Dağlı, Burjuva Devletin Katliam Geleneği, Mart 2006, https://marksist.net/node/970
Medeniyetler Çatışması mı, Emperyalist Saldırganlık mı?
Kapitalizm ve Cinnet