Burjuvazi en başından itibaren kendi çıkarlarını toplumun ortak çıkarları olarak propaganda etmiş, kendi düzenini en iyi düzen ilan etmiş; kitleleri burjuvazinin mücadelesiyle demokrasinin insanlığa yeniden kazandırıldığına, demokratik hakların korunup geliştirilmesinin de ancak ve ancak yine burjuvaziyle mümkün olduğuna inandırmak üzere yoğun biçimde çalışmıştır. Öyle ki burjuva ideologları demokrasiyi burjuvazi ile özdeşleştirmiş ve burjuvazi yoksa demokrasi yoktur demiştir. Oysa bu, tarihin açıkça çarpıtılmasıdır. Çünkü burjuvazinin egemen güç olarak tarih sahnesine çıktığı dönemde, demokrasi kelimesinin kökenindeki “halkın” daha geniş kesimlerinin demokrasiden yararlanabilmesi ancak işçi sınıfının uzun yıllara yayılan mücadeleleriyle mümkün olabildi. Burjuva demokrasisinin sınırları doğuşundan günümüze kadar sınıf mücadeleleri temelinde genişleyip daraldı. Ve sonunda bir avuç azınlığın yönetimi anlamına gelen plütokrasi halini aldı.
Burjuvazinin köhnemiş monarşilere karşı mücadele ederken geniş kitleleri de yanına kattığı, devrimci bir ruh barındıran burjuva demokrasisi örneklerinin olduğu doğrudur. Fakat bu burjuvaziye içkin gerçek bir demokrasi anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıkan bir olgu değildir. Burjuvazinin ekonomik gelişmesinin siyasal karşılığını alabilmesi için emekçilerin desteğine ihtiyacı vardı. Bu desteğe ihtiyaç duyduğu koşullarda demokrasi ve eşitlik havarisi kesilen burjuvazinin, siyasal gücü bir kez ele geçirdikten sonra demokrasinin sınırlarını nasıl da daralttığını görmek, plütokrasiye doğru gidişin izlerini sürmek mümkündür. Burjuva devrimlerinin henüz gerçekleşmekte olduğu dönemlerden başlayarak burjuvazinin genel eğilimi işçi sınıfının demokratik haklarını mümkün mertebe kısıtlama ve engelleme yönünde oldu. Marx Kapital’de sermaye sahibi bu sınıfın işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki yasakları kaldırırken ne kadar isteksiz olduğunu anlatır.
İşçilerin birlik oluşturmaları, kapitalist üretimin nüvelerinin ortaya çıkmaya başladığı 14. yüzyıldan, birlik karşıtı yasaların kaldırıldığı 1825 yılına kadar ağır bir suç sayılıyordu. Marx’ın deyimiyle “işçi birliklerine karşı çıkarılmış olan barbarca yasalar” 1825’te proletaryanın tehditkâr tutumu nedeniyle kaldırıldı. “Önce bunlar yalnızca kısmen, 1859 yılında ise tamamen kaldırıldı. Sonunda, 29 Haziran 1871 tarihli yasa, işçi sendikalarını yasal olarak tanıyarak eski döneme son verdiğini iddia etti. Ama aynı tarihli diğer bir yasa ile işçi birliklerine yönelik sınırlamalar fiilen devam ettirilecekti. Grev veya lokavt halinde işçilerin mücadele sırasında yararlanabilecekleri araçlar, parlamenter el çabukluğuyla genel hukuk alanından çıkarılıp, yorumlanmaları bizzat fabrikatörlere bırakılmış olan istisnai bir ceza mevzuatının kapsamına sokulmuştu. Marx’ın meselenin özünü vurgulayan ifadesi yaşanan bu süreci çarpıcı şekilde özetler: «Görüldüğü gibi, İngiliz parlamentosu, beş yüzyıl boyunca utanmazca bir bencillikle işçilere karşı kapitalistlerin kalıcı bir Trades’ Union’ı (sendikası) olarak hareket ettikten sonra, grevleri ve Trades’ Unions’ı yasaklayan yasaları ancak kitlelerin baskısı altında zorla ve istemeye istemeye kaldırmıştı.»”[1]
Marx devamında Fransız burjuvazisinin tutumunun da farklı olmadığını anlatır: “Fransız burjuvazisi, henüz yeni kazanmış bulundukları birlik kurma hakkını işçilerin elinden geri alma cesaretini daha devrim fırtınasının devam ettiği bir sırada kendisinde bulmuştu. Burjuvazi, 14 Haziran 1791 tarihli kararnameyle, her tür işçi birliğini «özgürlüğe ve insan hakları bildirgesine yönelik bir suikast» ilan etmişti; buna kalkışanlar, yurttaşlık haklarından bir yıl yoksun kalmanın yanı sıra 500 livre para cezası ödeyecekti. Sermaye ile emek arasındaki rekabet mücadelesini polisiye önlemlerle kapitalistlere uygun gelecek sınırlar içinde tutan bu yasa, devrimlerden ve hanedan değişikliklerinden daha uzun ömürlü oldu.”[2]
Fransa burjuvazisinin Fransız devriminden sonra 1848 devrimlerine ve Paris Komününe yönelik tutumları, Amerika’da işçilerin ekonomik ve demokratik hak mücadelelerinin idamla cezalandırılması, köleliğin kaldırılmasının ancak bir iç savaşın ardından mümkün olması, Amerika’dan İngiltere’ye kadınların oy hakkı talebinin şiddetle bastırılmaya çalışılması burjuvazinin demokratik istemlere tahammülsüzlüğünün hiç değişmediğini göstermesi açısından önemli tarihsel örneklerdir. 20. yüzyılda yükselen toplumsal mücadeleleri ezmek için gerçekleşen kanlı darbeler, demokratik haklara getirilen sınırlamalar aynı tablonun devamıdır.
20. yüzyıl boyunca büyük mücadeleler sonucunda demokratik haklar genişletilebilmiş, kadınların oy hakkı, azınlıkların hakları kazanılabilmiştir. Modern demokrasinin esinlendiği Antik Yunan demokrasisinin en ileri örneğinin Atina kent devletinde ortaya çıktığı kabul edilir. Fakat Atina demokrasisinde kölelerin ve kadınların yönetimde hiçbir söz hakkı yoktu. Tarihçiler o dönemi bugünün değerleri ve algıları ile değerlendirmemek gerektiğini söylerler haklı olarak. Bu yüzden kadınların ve kölelerin yok sayılmasının Atina demokrasisine gölge düşürmediğini de eklerler. Peki, bugünün canlı algıları ve değerleri altında 20. yüzyılda ABD’de siyahların uğradığı ayrımcılığı hangi kriterlere göre değerlendireceğiz? Almanya’dan İtalya’ya, Portekiz’den Yunanistan’a kurulan faşist rejimleri nereye koyacağız? Ya 21. yüzyılın şu ilk çeyreğinde yaşananları?
“Tanrı’nın senesi” 2023
Günümüzde dünyanın bütün ülkelerinde otoriterleşme güç kazanmakta, kimi ülkelerde faşist lider ve partiler iktidara tırmanmakta, olağanüstü rejimler kurulmaktadır. Putin, Trump, Bolsonaro, Erdoğan, Modi, Duterte, Orban gibi liderler günümüzün burjuva demokrasisi hakkında yeterince fikir vermektedir. Üstelik otoriter-faşist liderlerin anti-demokratik söylem ve pratikleri arttığı ölçüde, liberalinden güya sosyal demokratına burjuva partiler buna karşı koymak yerine kendilerine ona göre ayar çekiyorlar, mesela milliyetçilikte ve göçmen düşmanlığında bu liderlerle yarışa tutuşuyorlar, daha da gericileşiyorlar. Böylece, burjuvazinin gericiliği bir bütün olarak kendisini ortaya koyuyor ve topluma daha da boğucu bir atmosfer hâkim oluyor. Elif Çağlı 2014’te kaleme aldığı “Demokrasi ve Plütokrasi” adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Sergilediği tüm özellikleriyle birlikte kapitalizmin bu tarihsel sistem krizi dönemine barış ve demokrasinin değil, savaş ve gericiliğin eşlik ettiği çok açıktır. Kapitalizm kendi sonuna yaklaştıkça, burjuva parlamenter rejim de görece toplumsal uzlaşma sağlayan özelliklerini yitirmekte ve sınıf diktatörlüğü yönü çok daha açık biçimde öne çıkmaktadır. Yalnızca Türkiye’de değil pek çok ülkede burjuva siyaset arenası, sistemin çıkışsızlığını yansıtır biçimde, hiçbir yeni umut vaat etmeyen köhnemiş bir tahterevalli oyununa dönüşmüştür. Artık kitlelerin önemli bir bölümünün gönüllü rızasını kazanamayan burjuva egemenler, büyük yalan kampanyalarını ve otoriter eğilimleri tırmandırmaktan başka bir çare bulamıyorlar.”
“Plütokrasi kavramı, yönetme erkinin toplumun tepesinde sivrilen zengin ve ayrıcalıklı bir zümre tarafından ele geçirilmesine dayanan oligarşik bir yönetim biçimini anlatıyor. Özetle «zenginlerin yönetimi» anlamına gelen plütokrasi kavramı, kapitalizmin ilerici barutunu yitirmesi ve buna koşut olarak burjuva düzenlerde demokrasinin daralmasıyla ortaya çıkan siyasi gerçekliğe işaret ediyor. Siyaset bilimi ve hukuksal açıdan faşizm benzeri olağanüstü bir rejimin kurulması söz konusu olmasa dahi, kapitalist ülkelerde genelgeçer pek çok husus hesaba katıldığında, burjuva yönetimlerin bir zenginler yönetimine, plütokrasiye dönüştüğü doğrudur. Burjuva rejimlerin Türkiye’de olduğu gibi tepeden kurulduğu ve zaten başlangıçta da Avrupa ve Amerika’daki gibi geniş bir burjuva demokrasisine sahip olmayan örnekleri bir yana bırakalım. Kitlelerin katıldığı burjuva demokratik devrimlerle biçimlenen Amerika ve Avrupa örneklerinde, başlangıçta halkın daha geniş kesimlerine dayanan siyasi iktidarların yerini giderek bir zenginler yönetimi almıştır. Bu ülkelerde görünürde yine bilinen burjuva parlamenter rejimler işbaşında olsa da, siyasal iktidarın yapılanmasının derinlerine indikçe, bunların başlangıçtaki burjuva demokrasisinden ne denli uzaklaşmış olduğu açıkça görülür.”[3]
Çağlı’nın bu satırları kaleme aldığı tarihten bugüne kadar, ele aldığı hususların tekrar ve tekrar doğrulandığı sayısız gelişme yaşandı. Bu topraklarda bunu çok daha yakıcı olarak hissetsek de sorun Çağlı’nın vurguladığı gibi küreseldir. Başka bir deyişle, Türkiye bu anlamda bir anomali örneği değildir. Mevcut rejimin inşasında ve varlığını sürdürebilmesinde Türkiye’nin özgünlüklerinin ve nesnelliklerinin çok büyük payı olsa da, bir bütün olarak kapitalist sistemin çürümesinin ve buna paralel olarak burjuva demokrasisinin bir kabuğa dönüşmesinin belirleyici katkısını göz ardı edemeyiz. Emperyalist Batı, her ne kadar uluslararası ilişkiler bakımından Türkiye’deki rejimi öngörülemez ve dolayısıyla güvenilmez kabul etse de, çıkarları gereği kimi durumlarda rejimin sıkışıklığını aşmasına yardımcı olabiliyor. Mesela Batı’nın göçmen politikası sadece böylesi bir rejimin elini güçlendirmesi bakımından değil, aynı zamanda burjuvazinin plütokratik eğilimleri bakımından da çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.
“Hatırlayalım, 2016 yılında Türkiye ile AB ülkeleri arasında bir göçmen mutabakatı imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre Yunanistan’a geçen «düzensiz göçmenler» Türkiye’ye iade edilecek, Türkiye AB’ye yönelen göç güzergâhlarını engellemek için her türlü tedbiri alacak ve bunun için AB’nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacaktı. İktidarın böyle bir anlaşmayı imzalamasında en büyük motivasyon kaynaklarından biri gelecek olan 6 milyar avroluk ödenekti. Ama daha da önemlisi bir takım siyasi hesaplarla yapılmıştı bu anlaşma. Birincisi Türkiye’nin AB karşısındaki jeopolitik rolünün ve öneminin artmasıydı. İkincisi AB’ye karşı kullanabileceği bir koz olarak göçmen kartını elinde tutmaktı. Gerçekten de rejim göçmenleri bir şantaj unsuru olarak kullanmakta, içerideki baskı ve zorbalığına AB’nin sessiz kalmasını sağlamaktadır. Anlaşılacağı üzere, göçmen konusu rejimin elinde uluslararası siyasette kullandığı etkili bir araçtır ve bugünkü rehin politikası bilinçli olarak tercih edilmiştir.”[4]
Yani göçmenler ne AB’nin umurundadır ne de Erdoğan rejiminin! Her egemen kesim öncelikli olarak kendi çıkarlarını düşünüyor. Ve bunun trajik sonuçları oluyor. Akdeniz umut yolculuklarında batan sayısız tekne yüzünden nicedir bir göçmen mezarlığına dönüşmüş durumda ve ne vahim ki artık Akdeniz’in balıkçıları ağlarına insan cesetlerinin takılmasına alışmış durumda. Haziran ayında yüzlerce göçmenin ölmesiyle sonuçlanan “tekne kazası” sonrası ortalığa saçılanlar burjuvazinin mide bulandırıcı sınıfsal tutumunu da ortaya koydu. Burjuvazi göçmenlerin kendi sularına girmelerini engellemiş, ölüme terk etmekle de yetinmemiş, Yunan sahil güvenliği tekneyi batırmıştı. Sonrasında ise bildiğimiz yalanlar, ikiyüzlüce açıklamalar… Batı’nın dünyaya armağan etmekle pek övündüğü insan hakları, yasalar önünde eşitlik vb. demokratik değerlerin ne kadar lafta kaldığını da gösteriyor bu tablo. OceanGate’in Akdeniz’de yüzlerce göçmenin ölümünden daha fazla gündem olması, Fransa’da bir gencin polis tarafından öldürülmesine emekçilerin tepkisi ve Fransız burjuvazisinin buna baskıyla yanıt vermesi çürüyen bir sistemin kitlelere demokrasi ve özgürlük vermeyeceğinin en güncel örneklerinden bazılarıdır.
Göçmenlerin başına gelen felâketler karşısındaki farklı tepkiler tamamen sınıfsaldır. Fildişi kulelerinde yaşayan bir avuç asalak azınlığın, savaştan, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtulmak amacıyla bu ölümcül yollara düşmüş insanları anlaması, empati kurabilmesi mümkün değildir. Tersine, bu göç hareketinin bu fildişi kuleleri yıkmasından endişe ettikleri için, zor aygıtlarını bunu engellemek üzere devreye sokuyorlar. Hem göçmenlerin geri itilmesi hem de bu kapsamdaki insanlık dışı uygulamalara itiraz edenleri sindirmek için!!! Hatırlayalım: Yüzlerce göçmenin öldürülmesinin hesabını hem Yunan devletinden hem AB’den sormak isteyen protestoculara polis biber gazıyla müdahale etmişti. Yunanistan ormanlarında çıkan yangınlarda göçmenler cayır cayır yanarken, emekçiler yangınları söndürmek için seferber olurken göçmenleri suçlu ilan edip göçmen avı başlatanlar yine egemenlerdi.
Elbette emekçileri göçmen düşmanlığıyla körleştirmek için ideolojik aygıtları da sonuna kadar kullanıyorlar. Bu yüzden Avrupalı emekçilerin azımsanamayacak bir bölümünün sorunlarının kaynağında göçmenlerin olduğuna inandığı ve göçmen karşıtlığının tırmandığı da doğrudur. Fakat yine de Avrupalı emekçilerin bir bölümü hem ideolojik baskılara hem de devlet baskısına rağmen göçmenlere sahip çıkıyorlar. Emekçiler Mora açıklarındaki katliama ve ardından gelen açıklamalara büyük tepki göstermiş ve çeşitli protesto eylemleri gerçekleştirmişti. Bunların sayısı belki az ama bu tepkiler kıymetlidir. Çünkü bu tepkiler aslında dünyanın tüm ezilenlerinin demokratik haklarının savunucusunun yine işçiler, emekçiler, ezilenler olduğunun kanıtıdır. Meydanı boş bulunca azgınlaşan, pervasızlaşan burjuvazinin karşısında ezilenlerin tek güvencesi yine bu dayanışmadır. Çoğu durumlarda insanlık dışı anti-demokratik uygulamaları bu tepkiler boşa çıkartmaktadır. İngiltere’nin ülkeye yasadışı yollardan giren göçmenleri Ruanda’ya gönderme projesini hatırlayalım. Bu projeyi insafsızca bulan emekçiler dönemin hükümetini protesto etmiş ve göçmenleri taşıyacak uçuşları engellemişti. İngiliz burjuvazisi ise yeni yollar aramaya devam ediyor. Şimdiyse göçmenleri mavnalardan dönüştürdükleri yüzen hapishanelerde alıkoymayı düşünüyorlar. Bu durum Jack London’ın Londra’daki emekçilerin sefaletini anlattığı “Uçurum İnsanları” kitabında gördüğü gerçekler karşısında duyduğu dehşeti hatırlatıyor:
“Çamurlu, balgam dolu kaldırımda gördükleri portakal ve elma kabuğu parçalarını, üzüm çöplerini alıp yiyorlardı. Erik çekirdeklerini dişleriyle kırıyor, içlerini çıkarıyorlardı. Bezelye büyüklüğündeki ekmek kırıntılarını, ne olduğu anlaşılamayacak denli kirlenip kararmış elma koçanlarını toplayıp ağızlarına atıyorlar, çiğneyip yutuyorlardı. Bunlar Tanrı’nın senesi 1902’de, 20 Ağustos gününün akşamı saat altıyla sekiz arasında, dünyanın gördüğü en büyük, en zengin ve en güçlü imparatorluğun merkezinde yaşanıyordu.”[5]
London aynı kitabında şu istatistiklere yer veriyor: “40 milyon İngiliz vatandaşı var; bunlar arasında her 1000 kişiden 939’u yoksulluk içinde ölüyor, 8 milyon kişilik bir ordu ise sürekli açlık sınırında mücadele veriyor. Üstelik her yeni bebek, 22 sterlin borçla dünyaya geliyor.” Bunun medeniyetin ve üretimin geldiği düzey ile bağdaşmadığını anlatmak için şu verileri eklemeyi de ihmal etmiyor: “Beş adam bin kişinin ekmeğini üretebiliyor. Bir adam 250 kişi için pamuklu elbise, 300 kişi için yünlü elbise, 1000 kişi için ayakkabı ve çizme üretebiliyor. Yine de, bu kitabın sayfaları boyunca gösterildiği üzere, milyonlarca İngiliz’in yeterince besini, elbisesi, çizmesi yok.”
Yüz yıl sonra bu yoksulluk ve eşitsizlik tablosu daha da korkunç bir hal alarak tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Üretici güçlerin gelişimine ve emeğin üretkenliğindeki muazzam artışa rağmen, Tanrı’nın senesi 2023’te her 5 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Çağlı’nın yukarıda bahsettiğimiz yazısını yazdığı yıl olan 2014’te en zengin 62 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının toplam gelirine eşitti. Bu sınıfsal kutuplaşma giderek büyümektedir. Üstelik “bütün insanlığın en büyük krizi” olarak sunulan Covid-19 pandemisinde bu kutuplaşma daha da arttı. Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oldu. Şu anda dünyadaki en zengin 10 kişinin serveti dünyanın en yoksul %40’ının gelirlerine eşitlenmiş durumda. Bir tarafta muazzam bir zenginliğin, öte tarafta korkunç bir yoksulluğun biriktiği bir sistemde gerçek bir demokrasi olabilir mi? Zenginliğin eşitsiz dağıldığı bir toplumda yönetime katılımın adil olması mümkün mü? Elbette hayır. Kapitalist dünyanın efendileri, eşyanın tabiatı gereği, serveti kendi ellerinde biriktirdikleri gibi yönetimi de kendi ellerinde tutmak istiyorlar. Mevcut pozisyonlarının devamı için bundan farklı bir yaklaşımları söz konusu olamaz.
Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının ise mevcut pozisyonunu korumaktan hiçbir çıkarı yoktur. En büyük nüfus kütlesini oluşturmasına ve üretimi gerçekleştiren sınıf olmasına rağmen, bunun ne ekonomik ne siyasi karşılığını alabilmektedir. En zor zamanlarda yine emekçiler birbirlerine sahip çıkmakta, dayanışma ve yardımlaşma elini uzatmaktalar. 6 Şubatta Türkiye ve Suriye’yi vuran depremleri hatırlayalım. Yıllarca deprem vergisi toplayan devlet, bu paraları nereye harcadığının hesabını vermedi, hesap soranlara son derece tepeden bir tutumla hesap vermek zorunda olmadığı şeklinde açıklamalar yaptı. Emekçilerden topladığı vergileri tamamen keyfi bir tutumla sermayeye kaynak olarak aktarmaya devam ederken deprem için yine emekçilerden para toplamaya çalıştı. Devlet böylesi anti-demokratik ve keyfi tutumlar sergileyip görevlerini yerine getirmediği için depremzedelerin acil ihtiyaçları sosyalistler ve sivil organizasyonlar sayesinde karşılanabildi. Yaraları sarmak zamanı ortada görünmeyen devlet, sıra bu inisiyatifleri engellemeye, bastırmaya gelince bu işlerde pek mahir olduğunu gösterdi. Burjuva devlet, neyle örtülürse örtülsün özünde sınıf diktatörlüğüdür. Rejim, bu yönüyle, demokrasi kılıfı atıldığında görünen çıplak diktatörlük özünü de gösteriyordu. Burada bir başka hususu daha eklemek gerekiyor. 6 Şubat depremlerinden Suriye halkları da etkilenmiş ve binlerce kişi ölmüştü. Fakat burjuva medyada bundan neredeyse hiç bahsedilmedi. Ancak emek örgütleri ve sosyalistler aracılığıyla Suriye’ye yardımlar ulaştırılabildi. Benzer bir sorunu şu anda Libyalı emekçiler yaşıyorlar. 10 binden fazla insanın öldüğü tahmin edilen selde, siyasi sebeplerle uluslararası yardımlar kabul edilmiyor. Bu kararlar alınırken emekçilerin hiçbir söz hakkı olmuyor. Bu örnekler gerçek demokrasinin ancak işçi sınıfının eseri olabileceğini, demokrasi isteyenlerin yüzlerini işçi sınıfına dönmeleri gerektiğini ortaya koyuyor.
“Anlaşılacağı üzere işçi demokrasisi tüm bu özellikleriyle burjuva demokrasisinden kat be kat demokratiktir. Onun bu niteliği, işçi sınıfının toplumsal karakterinden ve tarihte işçi sınıfının rolünün burjuvazinin rolünden tamamen farklı oluşundan kaynaklanır. Kısaca belirtmek gerekirse, burjuvazinin özsel çıkarı insanlığın geleceğini tehdit eden kapitalist sömürü düzeninin devamı iken, işçi sınıfınınki kapitalizmin tasfiyesi ve sınıfsız topluma geçiştir. Toplumun sömüren ayrıcalıklı azınlığını oluşturan burjuvazi, kendi öz çıkarlarını (kapitalist sömürünün devamı) burjuva devlet örgütlenmesi ile topluma «ortak çıkar» olarak dayatmıştır ve bu durum kelimenin gerçek anlamında bir dayatmadır. O nedenle tüm burjuva iktidarlar, en demokratik görünen burjuva demokratik yönetim biçimi altında bile, işçi sınıfının, emekçilerin ezilmesinin, baskı altında tutulmasının aracıdır. Bu bakımdan burjuva düzen her biçimiyle özünde burjuvazinin diktatörlüğüdür. Sömürücü ve ayrıcalıklı azınlığın, ezilen ve sömürülen çoğunluk üzerindeki egemenliğidir. Oysa işçi demokrasisi, işte bu çoğunluğun her türlü toplumsal ezilmişlikten, baskıdan ve sömürüden kurtuluşunu sağlayacak ve demokrasi gerçek ve kitlesel boyuta ulaşacaktır.
“O halde açık değil mi? İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin kapitalist toplum altında demokratik hakları uğruna yürütecekleri mücadele son derece önemlidir ve savsaklanamaz. Ama bu asgari mücadele hedefinin ötesinde, bugünün dünyasında insanlığın kurtuluşunu ve gerçek demokrasiyi isteyen, kapitalizmi yıkacak bir devrimi istemeli, bunun için mücadele yürütmelidir. İşçileri, emekçileri müreffeh ve mutlu bir geleceğe ancak devrimci işçi sınıfının iktidarı, onun demokrasisi taşıyabilir!”[6]
[1] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak /28, 31 Mart 2021, marksist.net/node/7331
[2] Karl Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.710-711
[3] Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, 28 Haziran 2014, marksist.net/node/3475
[4] Demet Yalçın, Göçmen Sorunu: Gerçekler, Açmazlar, Hedef Saptırmalar, 19 Mayıs 2022, marksist.net/node/7645
[5] Jack London, Uçurum İnsanları, İletişim Yay., bölüm 8
[6] Elif Çağlı, age
link: Suphi Koray, Gerçek Demokrasi Ancak İşçi Sınıfının Eseri Olabilir, 22 Eylül 2023, https://marksist.net/node/8067
İşçi Sınıfı Sanatıyla ve Sanatçısıyla Vardır
Rejimin Orta Vadeli Programında Yine Hak Gaspları Var