Türkiye, 6 Şubat depremleriyle, faşist rejim altında tarihinin en büyük ve en yıkıcı felâketini yaşadı. Resmi rakamlar daha azını ifade etse de yüz binden fazla insan hayatını kaybetti, yüz binlerce insan ailesini, akrabalarını, evini ve nerdeyse tüm birikimini kaybetti. Rejim, depreme karşı önlem almadığı gibi, deprem olduktan sonra da depremzedelerin yaralarını sarmak için yeterli gücü seferber etmedi. Depremin ilk günlerinde yardım çığlıklarına ses vermediği yetmiyormuş gibi, aynı günlerde, deprem sonrası bu enkazdan elde edilecek rantın organizasyonuyla meşgul oldu.
Depremin ardından bütün kurumların içinin boş olduğu gerçeğine ilişkin veriler ayan beyan ortaya saçıldı. Kızılay’ıyla, AFAD’ıyla, ortada dönen rant pazarıyla bugüne kadar milyonlarca insanın güvendiği, bel bağladığı kurumların kimlerin elinde, nasıl bir çark içinde oldukları ortaya çıktı. Gerçek yüzü çok daha geniş kitleler nezdinde bir kez daha ortaya çıkan bu pespaye rejim tabii yine bildik yalanlar ve manipülasyonlarla işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Güya binalarda sorun yoktu, deprem asrın felâketiydi ve yapılabilecek bir şey yoktu! Oysa tuzla buz olmuş yıkıntıların hemen dibinde, ayakta kalan sağlam binaların varlığı bile onların yalanlarını çürütüyordu. Çok daha önce bu bölgede, bu büyüklükte bir deprem olacağının bilinmesine rağmen, ortaya çıkacak zararlar umursanmadan, yerden bitme müteahhitlerin az maliyetle kasa doldurdukları inşaat anlayışına göz yumulmuştu. Depremin yıkımına karşı alınacak önlemi maliyet olarak gören rejim için, önemli olan yandaş müteahhitlerin kazanması ve onlardan akan rüşvet ırmağının kurumamasıydı!
Sermayenin kârını öne alan ve insan yaşamını hiçe sayan bu durum ilk kez yaşanmıyor elbette! 30 bine yakın insanın hayatını kaybettiği 1999 Marmara depreminden sonra, topraklarının neredeyse tamamı deprem bölgesi olan Türkiye’de ağır yıkım bilançonun sorumlusunun doğayı yok sayan, teknik ve bilimsel bilgiyi ciddiye almayan, insan yaşamı yerine kârı öne alan kapitalist politikalar olduğu ortaya çıkmıştı. Depremden sonra bu anlayış değişmedi ve 2002 yılından sonra da tam gaz devam etti. Deprem gerçeği, AKP’nin dizginsiz rant pazarı için gerekçe olarak kullanılan işlevli bir enstrüman haline geldi. AKP iktidarı döneminde semirtilen inşaat sektörü üzerinden sağlanan sermaye birikim modeli kuralsız ve denetimsiz olarak uygulanmaya başladı. Ranta dayalı imar düzeninin engelsiz sürdürülmesi için her yol mubah olarak görüldü. Bir yandan her seçim öncesi imar aflarıyla kaçak ve depreme dayanıksız yapılaşmaya göz yumuldu, diğer yandan kentsel dönüşüm adı altında kentleri ucubeye dönüştüren “imar” politikaları tek tek hayata geçirildi. Başta İstanbul olmak üzere birçok kent devasa beton yığını gökdelenlerle doldurularak korkunç kent manzaraları yaratıldı. Yalnızca büyük kentlerle sınırlı kalmadı bu yıkım. Çevre koruma kanunları değiştirilerek kent çevresindeki yeşil alanlara da göz dikildi. “Dikey mimariyle kentleri mahvettik” itirafları eşliğinde kent periferisini de yatay mimariyle mahvetmenin yolu açıldı. Birçok bölgede köyler, kıyılar, dereler, ormanlar insafsızca yağmalanarak çeşitli rant alanlarına dönüştürüldü. 1999 depreminden bu yana uzmanların deprem konusundaki uyarılarına rağmen kurduğu rant düzenini bozmak istemeyen siyasi iktidar, yaşanabilecek sorunları hesaba katmadan yandaş müteahhitlerin çıkarlarını önceliğe aldı.
AKP iktidarı hem toplumsal yaşama, hem doğaya saldırmaya devam ederken, kimi muhalif çevrelerin ondan öncesine güzellemeler yazması ise ayrı bir sorun! Sanki bu iktidar gökten zembille gelmiş gibi bir algı yaratmaktalar. Oysa bugün yaşananlar 100 yıllık TC tarihinin kirli politikalarından bağımsız değildir ve kimi muhaliflerin çok övündüğü TC’nin, ilk kuruluş yıllarında temel aldığı belli karakteristikler bugüne de yansımıştır. Geçmiş gözardı edilirse, bugün yaşananlar yeterince anlaşılamaz. Bugün yağma ve rant üzerine kurulu bu düzenin mayasının geçmişte atıldığı inkâr edilemez bir gerçektir. O dönemlerde yapılan insafsız uygulamaların sonuçları bugüne kadar gelinen süreci etkilemiştir. Bir doğa olayının akıl almaz bir yıkıma ve felâkete dönüşmesi ile TC’nin ve Türkiye burjuvazisinin tarihsel geçmişi ve zihinsel dünyası arasında doğrudan bir bağ vardır. Meselâ, TC’nin kuruluş sürecinde, Anadolu’nun kültür, sanat ve zanaatını borçlu olduğu gayrimüslimler kanlı politikalarla âdeta tırpanlanarak, mayası yağma ve rantla karılmış, devlet beslemesi bir sermaye yaratılarak, Anadolu insanının geleceği de tehlikeye atılmıştır. 1895-96’da II. Abdülhamid döneminde Ermenilere dönük başlayan etnik soykırım, 1915’te ve sonrasında TC’nin kurucu kadrolarının tek etnik yapıya dayalı ulus-devlet anlayışıyla doruk noktasına ulaşmıştır.[*]
Osmanlı tarihi boyunca kültürel, ekonomik ve teknik gelişmede gayrimüslimlerin payı ve katkısı çok büyüktür! Günümüze kadar varlığını sürdürmüş birçok yapıda onların katkıları vardır. İktidarın eserleriyle övündüğü ve kökenini tartışma konusu yapmadığı, dünya mimarlık tarihinde rekor kabul edilebilecek 375 esere imza atan Mimar Sinan’ın bir Ermeni olması buna çarpıcı bir örnektir. Osmanlı’da devlet yönetimi, askerlik ve tarım Müslümanların elindeydi ama çok kesin sınırlar olmamakla birlikte zanaat ve ticaret gibi işler başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimlerce yürütülüyordu. Sanayiye yönelik üretim (Bursa’da ipekçilik, Eskişehir’de lületaşı işlemeciliği, İzmir’deki kuru incir, üzüm sektörü, Ege’de zeytincilik, birçok ildeki demircilik, bakırcılık, kalaycılık, kuyumculuk, dokumacılık, taş işlemeciliği...) daha çok gayrimüslimlerin elindeydi. Ermeniler sanayiye yönelik üretimle, Rumlar ticaretle uğraşıyordu. Müslümanların tarım alanında yetiştirdiklerini Ermeniler, Rumlar alıp işliyor, ihraç ediyorlardı. Kapitalizm geliştikçe sanayi ve ticaret büyük önem kazanmaya başladı. Abdülhamid döneminden itibaren Müslüman bir tüccar kesimi oluşturma girişimi vardı, fakat bunu hayata geçirmek için kuşaktan kuşağa aktarılmış iş alışkanlıkları, yetenekler ve ilişkiler gerekiyordu. Bu tepeden birtakım kararlar alınarak kolayına ve kısa zamanda uygulanabilecek bir şey değildi. Anadolu’nun tamamında gayrimüslimlere dönük yürütülen “sistematik temizlikten” sonra bu kadim toplumların ürettiği ve kuşaklar boyunca olgunlaşmış bilgi ve deneyim gerektiren birçok sanat ve gelenek de büyük ölçüde yok oldu. Tüm Anadolu’da neredeyse 4 bin yıllık kültür birikimi geride sadece izlerini bırakarak yok oldu.
Gayrimüslimler Anadolu’dan çıkarıldıktan sonra geriye kalanlar onların yetenek ve tecrübesine kısa sürede ulaşamadığı için ülke ekonomisi çöktü. 1920’lerde üretimin tamamen gerilediği koşullarda yapılan küçük çaplı üretimi dışarıya ihraç edecek olan kesim tamamen tırpanlamış durumdaydı. Bunun doğal sonucu olarak yaşadıkları bölgelerde ekonomik sorunları ağırlaşan Müslümanlar da göç etmek zorunda kaldılar. Birçok kasaba terk edildiği için zamanla haritadan bile silindi. Uygulanan yanlış politikalarla tüm birikmiş kültür ve bilgi birikimi sürülünce veya yok edilince, geriye çorak topraklar üzerinde çorak bir insan kitlesi kaldı. O dönemi yaşayan kimi insanlar anılarında şehirlerde çeşmelerin musluğunu tamir edecek tek bir usta bile kalmadığını yazar. Ermeniler ortadan kaybolduğunda evlerin ve konakların yapılması, eskilerinin tamir edilmesi nerdeyse imkânsız hale geldi ve mimari de çöktü. Çünkü Ermeniler, babadan oğula geçen, binlerce yıllık deneyimle bina yapımında ve taş işçiliğinde ustalaşmışlardı. Bugün hâlâ Anadolu’nun birçok yerinde taş işçiliği ile dikkati çeken eserler Ermeni veya Süryani ustalarının elinden çıkmıştır. Mardin, Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Kars, Kayseri, Hatay gibi birçok ilde yüzlerce yıl boyunca yaşanan birçok depreme rağmen ayakta kalabilen eşsiz güzellikteki eserler o dönemin mimari ruhunu ortaya koymaktadır. Yüzlerce yıl önce Ermeniler tarafından yapılan taş evler bile günümüze kadar dimdik ayaktadır ve bu taş evler halen Anadolu insanı tarafından kullanılmaktadır. Bugün kimi kentlerde turistik hizmet veren konuk evleri, eski saraylar, butik otellerin neredeyse hepsi gasp ve talanla, katliamlarla ele geçirilmiş Ermeni konutlarıydı. Birçok ildeki bazı camiler de bir dönem kiliseydi!
Yağma, talan ve katliamlar üzerine kurulan TC, bu kuruluş geleneğini neredeyse hayatın her alanında devam ettirecek bir burjuva kesimi de yarattı. Devlet imkânlarıyla semirtilen yeni yetme burjuvazi tıpkı bugün rejim tarafından beslenenler gibi kasalarını doldurmayı insan yaşamının önüne aldılar. 1939’da merkez üssü Erzincan olan ve Anadolu’nun 11 ilinde yıkıcı bir etki yaratan depremde, büyük bir can ve mal kaybı yaşanmıştı. 33 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, binlerce insan da sakat, yetim kalmıştı. 117 bine yakın bina yıkılırken, on binlerce insan evsiz kalmıştı. 4 Ocak 1940 tarihli Son Posta gazetesinin birinci sayfasında “Felâketin büyümesine hileli inşaat sebep oldu, tetkik ediliyor” manşetine yer verilmişti. Yazıda depremde yıkılan bazı binaların inşasında kullanılan malzemelerde büyük sakatlıklar sezildiği, örneğin Halkevi binasının betonarme harcına donmuş çimento ve donduktan sonra dövülüp toz haline konmuş çimento ve hatta kireç ilave edildiği, beton tabakanın depremde toz haline gelmesinden anlaşıldığı belirtiliyordu. O dönemin iktidarı da deprem sonrası yaşanan korkunç yıkıma gerekçe olarak depremin büyüklüğünden dem vuruyor ve yapılacak bir şey olmadığından söz ediyordu! Oysa 1939, 1983, 1992 depremlerini geçirip kentte sağlam kalan tek bina olan Erzincan Tren Garının depremlere meydan okumasının sırrı her şeyi açıklıyor! Alman mühendislerin projelendirdiği bu bina hâlâ bir mühendislik dersi vermeye devam ediyor! Tek başına bu örnek bile depremin değil binaların, o çürük binaları yapan zihniyetin, yapılmasına onay veren iktidarın öldürdüğünü kanıtlıyor. 1992’deki Erzincan depremi sonrasında da yazılan raporlar ve depremle ilgili görüntülü kayıtlar eşliğinde belirtilen tespitler binalarda malzemenin yeterli düzeyde kullanılmayışı üzerinde yoğunlaşıyordu. 1939 depreminden sonra yıkıma uğrayan bölgelerde devletin yaklaşımı da bugünkünden hiç farklı değildi. İnsanlar yıkıntılar içinde kayıp acılarıyla yaşarken, ancak dokuz yıl sonra Avusturya’dan hazır ev sipariş edilmişti. 1949 yılının Ekim ayında ilk hazır evler hak sahiplerine teslim edilmiş ama vaat edilen 3 bin evin yalnızca 652’si yapılmıştı.
TC kurulduğundan bugüne sermayenin vicdansızlığında milim gerileme olmadı. Türkiye kapitalizminin bu tarihsel gelişiminin yıkıcı sonuçlarını halk 1999 depremiyle ödedi ama düzelen bir şey olmadı! Bu kez taşra zihniyetli, tümüyle zengin olmaya odaklanmış, hiçbir kural tanımayan bir başka burjuva kesim gelip iktidara oturdu. İhtiraslı ama kifayetsiz, kapitalist açgözlülüğe kendi özgünlüğünü ekleyen bu yeni yetme burjuvazi çürük binalar yapmaya devam etti. İnşaat alanında herhangi bir eğitime sahip olması bile gerekmeyen müteahhitler, bu alandaki teknik bilgileri hiçe sayarak, malzemeden çalarak, derme çatma binalar yaptılar. Başta meslek odaları olmak üzere ilgili kurum ve kuruluşların değerlendirme ve önerilerini kapsayan raporlarını hiçbir şekilde dikkate almadılar. Faşist rejimin kurulmasıyla birlikte bu kesim gemi azıya aldı, devleti ve iktidarı fethetme duygusuyla büyük bir tasfiyeye girişti. Binlerce insan devlet kurumlarından temizlendi, yüz yıllık süreçte oluşabildiği kadarıyla bilgi birikim, organizasyon kapasitesi de önemli ölçüde tasfiye edildi. Devletin çivileri söküldü, yozlaşma ve çürüme daha da derinleşti. Neticede TC, bir yüzyıl önce verdiği kararların ve kanlı politikaların bedelini bugün halka/emekçilere ödetiyor. Rejimin, karşısında anlamlı bir güç görmediği, kitleleri güdebileceği bir sürü olarak gördüğü, zora düştüğünde baskı ve şiddetle karşısındaki örgütsüz kitleleri sindirmeye çalışması da TC’nin yüzyıllık geleneğiyle örtüşüyor.
Bu rejim özünde her yönüyle Türkiye insanı için asrın en büyük felâketidir. İnsanlara “mutluluk” vaat etmeyi çoktan terk etmiş olan rejim kötülükte sınır tanımıyor, toplumun bağrında yıllarca kapanmayacak yaralar açmakla kalmıyor, kötülüklerini toplumun mayasına da katmak için çırpınıyor. Topluma düşman olan rejim, kendi zaferi ve hegemonyası için toplumu da birbirine düşman hale getirmeye çalışıyor. Oyununu bozmak isteyenleri, iktidarına “artık yeter” diyenleri tehdit ederek, korkutarak, yıldırmak, teslim almak istiyor. Ülkeyi bir açık cezaevine çevirmek istiyor. Ama insanlar artık geçmiş yıllardaki gibi susmak istemiyor ve susmuyor! Halk, yıllardır süren baskıların, giderek hayatı çekilmez hale getiren ekonomik koşulların üzerine bir de depremin yıkımı karşısında güçsüzlüğü ortaya çıkan rejimden bir an önce kurtulmak istediğini hayatın her alanında daha cesurca gösteriyor. Çünkü sorunlar biriktikçe, yaşam koşulları zorlaştıkça mücadele etmek artık hayati bir mesele haline gelir! Türkiye’de şu anki şartlar ve seçim süreci işçi sınıfını, geniş emekçi yığınları bir dönemece getirmiş durumdadır. Ya yanlış tutum alarak yıkıldı yıkılacak faşist rejimin daha kanlı daha zalim uygulamaları altında daha fazla ezilmek ya da onu def ederek ve bu özgüvenle kapitalizme karşı mücadeleyi ilerletecek bir yola girebilmek!
[*] Deniz Moralı, Ermeni Soykırımı 100. Yılında, 29 Nisan 2015, marksist.net/node/4163
link: Aylin Dinç, Geçmişin Kötülüklerinden Mayalanmış Bu Yağma Düzenine Artık Yeter!, 17 Nisan 2023, https://marksist.net/node/7965
Asıl Kimin Kardeş, Kimin Düşman Olduğunu Gördük!
YÖK Kararlarının Altında Yatan Gerçekler