Charles Dickens Fransız Devrimini yaratan koşulları tarif ederken “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, akılsızlık çağıydı; inanç devriydi, inançsızlık devriydi; aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; ümidin baharıydı, ümitsizliğin kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu…” diyordu, İki Şehrin Hikâyesi romanında. Eskinin ölmekte, yeninin doğmakta olduğu bir dönem ancak böylesi büyük çelişkilerin ürünü olabilir ve ancak böyle bir dönem bu kadar büyük çelişkiler doğurabilir. Muhtemeldir ki Dickens 21. yüzyılın kapitalist dünyasında yaşasaydı bugünün çok daha derin çelişkilerle yüklü olduğunu kabul ederdi. Zira bugün bir yanda insanlığın temel ihtiyaçlarını asgarinin de ötesinde karşılama imkânları sunan muazzam teknolojik gelişmeler, diğer yanda açlık çeken veya en basit hastalıklardan ölen milyonlarca insan var. Bir yanda insan aklının almayacağı büyüklükte servetlere sahip olan bir avuç asalak, diğer yanda yoksulluk çukurunun daha da derinlerine itilen milyarlarca insan var. İnsanlık yeni ve özgür bir dünyanın kapılarını açmaya çok yakın ama diğer taraftan milyarlarca insan çaresizlik, umutsuzluk ve çıkışsızlık sarmalında debeleniyor. Kapitalizm insanlığı bir yol ayrımına getirmiş durumda. Ya insanlık sosyalizmin kapılarını açarak kurtuluşa varacak ya da kapitalist sistem tüm dünyayı yok oluşa götürecek.
Kapitalizm öyle büyük sorunlar üretiyor ki bu sorunların sistem içi çözümü olmadığı gibi çözüm adına yapıldığı iddia edilen her şey yeni sorunlar doğuruyor. Bu devasa sorunlar yumağı dünyanın en ücra köşelerine ulaşarak tüm insanlığı tehdit ediyor. Tam da bu nedenle artık neredeyse her sorun küresel krize dönüşmüş durumda. İç içe geçen krizler birbirini belirliyor, birinin sonucu diğerinin nedeni oluyor. Son tahlilde bütün krizlerin temelinde kapitalist sistemin işleyişi ve tarihsel krizi var. Göç krizi, ekolojik kriz, enerji krizi, salgın krizi ve şimdi de gıda krizi... Kapitalist sistem artık o kadar çürümüş durumdadır ve doğa ile emeği o denli tahrip etmiştir ki, insanlık muazzam sıçramalı teknolojik gelişmelerle yan yana yaygın bir gıda kıtlığı tehdidiyle karşı karşıya kalabilmektedir.
Gıda krizinin birincil nedeni çürüyen kapitalizm ve onun tarım politikalarıdır
İngiliz uluslararası “yardım kuruluşu” Oxfam, Mayıs ayında yayımladığı rapora “Acıdan Kâr Elde Etmek” başlığını vermişti. Raporda verilen rakamlar, açlıkla boğuşan milyonların sayısı artarken, gıda krizinin kazananının gıda tekelleri olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre gıda ve enerji alanında yatırımları olan milyarderlerin toplam serveti son iki yılda 453 milyar dolar artarken, aynı dönemde küresel ölçekte 62 yeni gıda milyarderi ortaya çıktı. Örneğin gıda tekeli Cargill ailesine mensup milyarder sayısı salgın öncesinde 8 iken bu sayı 12’ye yükseldi. Rapora göre bir yıllık sürede gıda fiyatlarının yüzde 30 oranında artmasıyla 263 milyon insanın daha “aşırı yoksul” duruma düşmesi bekleniyor. Böylece günde 1,9 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalan kişi sayısının 860 milyona çıkacağı öngörülüyor.
Bu veriler kapitalist sistemin akıl dışılığını ve toplumsal eşitsizliğin geldiği düzeyi ortaya koyması bakımından çarpıcıdır. Kapitalizm yıkılmadığı sürece insanlığın başına açtığı ve açacağı felâketlerin bir sınırı olmadığını gösteren olgulardan yalnızca biridir açlık ve gıda krizi. Bizim için bu kadar net olan bu gerçeği çarpıtmak için burjuvazi her seferinde suçu da çözümü de başka yerde arıyor. Geçtiğimiz yıl Ekim ayında BM Gıda Programı Başkanı David Beasley, milyarderlerin servetlerinin çok küçük bir kısmını (6,6 milyar dolar) bağışlamasıyla 42 milyon insanın açlık yüzünden ölmekten kurtulacağını söylemiş, “trilyon dolarları olan milyarderler, umursuyor gibi davranmayın, umursayın” diyerek milyarderlere çağrı yapmıştı. Dünyada her yıl 9 milyon kişi açlıktan ölmesine rağmen tahmin edileceği gibi bu çağrıya milyarderlerin hiçbiri kulak asmadı. Ancak açlık sorununun nedeni birkaç milyarderin “servetini paylaşmak istememesi” değildir. Dolayısıyla ilk bakışta iyi niyetli gibi görünen bu tür çağrılar/açıklamalar kapitalizmi hedef olmaktan çıkaran, sorunu da çözümü de basite indirgeyen bir işlev görmektedir ve ikiyüzlücedir.
Bugün gıda krizinden, insanlığın kitlesel olarak açlıkla karşı karşıya kalabileceğinden, yaygın ve derin bir kıtlık görülebileceğinden bahsediliyorsa, bunun en temel ve birincil nedeni, kapitalizm ve kapitalist tarım politikalarıdır. Tarıma kapitalizmin girişi başlangıçta muazzam bir üretim atılımına yol açmış olsa da, yıllar içinde kapitalizmin çelişkileri tarımsal alanda da ayyuka çıkmıştır. “Tarımın kapitalistleşmesi gelişmiş teknoloji ve makineleşmenin de tarımsal üretime girmesi anlamına gelmektedir. Büyük ölçekli üretim, ıslah edilmiş tohum ve hayvan ırkları, verim artışı, üretime dönük coğrafi engellerin önemli ölçüde aşılması, nakliye kolaylıkları gibi unsurlar insanlığın önüne muazzam olanaklar ve geleceğe dönük potansiyeller sunmaktadır. Ne var ki tüm bu potansiyeller kapitalist özel mülkiyet prangasına vurulmuş ve üreticilerin büyük bir bölümünün yüzünün gülmesini sağlayamadığı gibi insanlık için yıkıcı sonuçlar da üretir hale gelmiştir.”[1]
Bu yıkımı alabildiğine hızlandıran şeyse neoliberal politikalar olmuştur. 80’lerden itibaren uygulamaya sokulan bu politikalarla küçük ve orta köylülük bankaların ve büyük şirketlerin kıskacında iflasa sürüklenmiştir. Bugün tüm dünyada tohum ve tarım kimyasalları piyasasının yüzde 60’ından fazlasına 4 büyük şirket hâkimdir (Bayer, Corteva, Syngenta ve BASF). Küresel gübre piyasasının yüzde 50’sinden fazlasını 10 gübre şirketi elinde bulunduruyor. Dünyanın en büyük dört gıda üreticisi (Cargill, ADM, Nestle, Sysco Corp), küresel gıda pazarının en az yüzde 40’ını, dünya tahıl ticaretinin ise yüzde 70’inden fazlasını kontrol ediyor.[2]
“Hangi ülkede hangi ürünlerin üretileceğine, çiftçilerin hangi tohumları ekeceklerine, hangi ilacı ve gübreyi kullanacaklarına tekeller karar veriyor. Tarımsal destekleri, üretim şartlarını, kredi koşullarını, ihraç ve ithal edilecek ürünleri onlar belirleyip hükümetlere ve çiftçilere dayatıyor… Keza ürün fiyatları da «serbest» piyasa tarafından değil o piyasanın hâkimi olan gıda ve tarım tekellerince belirlenmektedir. Bu durum, maliyeti zar zor karşılayan üretim koşullarıyla birleştiğinde, milyonlarca çiftçi için yıkımla burun buruna yaşamak anlamına gelmektedir.”[3]
Kapitalist politikalar sonucunda doğanın alabildiğine tahrip edilmesi, ekilebilir toprakların azalması, neyin nerede nasıl yetiştirileceğine maksimum kâr mantığıyla yaklaşılıp diğer tüm faktörlerin görmezden gelinmesi vb. tarımda tam bir yıkım yaratmaktadır. 2008 yılından bu yana başta Afrika olmak üzere Asya ve Latin Amerika ülkelerinden tarım arazisi kiralama ya da satın alma oranında belirgin bir artış yaşanmaktadır. Finans şirketleri, bankalar, gıda tekelleri başta olmak üzere uluslararası şirketler ve emperyalist devletler onlarca ülkede tarım arazisi satın alıyor veya 99 yıllığına kiralıyorlar. Bu ülkelerin başını ABD, Çin ve İngiltere çekiyor. 2007 yılında imzalanan tarım arazisi sözleşme sayısı 200’ün altındayken bu sayı 2016’da 800’ün üzerindedir. Başka topraklarda tarım arazisi satın almanın gerekçesi olarak gıda güvensizliğini ortadan kaldırmak gösterilse de gerçeklik hiç de öyle değil. Tarım arazilerindeki üretimin yüzde 28’i gıda ürünleri, yüzde 19’u biyoyakıt, yüzde 11’i ise ağaç ve lif elde etmek için yapılıyor. Gıda tekelleri palm yağı, kolza tohumu yağı, hurma yağı gibi gıda endüstrisinde kullanılan yağların üretimi için arazi alıyorlar. Plantasyon oluşturmak için ormanlar katlediliyor, su kaynakları yok ediliyor, küçük çiftçiler ve yerli halklar zorla yerinden ediliyor. Sonuç olarak emperyalist tekeller kârlarını büyütürken doğanın tahrip edilmesine bağlı olarak ekolojik kriz derinleşiyor, açlık ve yoksulluk ise artıyor.
Yeri gelmişken Türkiye’deki duruma da değinelim:
“Emperyalist tekellerin IMF, Dünya Bankası (DB), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi emperyalist kurumlar aracılığıyla tüm ülkelere dayattıkları neo-liberal politikalar, aynı süreçte Türkiye’de de devreye sokulmuştur. 12 Eylül faşizminin, «24 Ocak kararları» olarak anılan IMF/DB programını ekonomi politikalarının merkezine oturtmasıyla başlayan bu süreç Özal döneminde hız kazanırken, en büyük atılımını AKP iktidarıyla birlikte yapmıştır.
“Tarımda yapısal dönüşüm adı altında özelleştirme, serbestleştirme, tarımsal destekleri sınırlandırma ya da gümrük vergileri ve teşvikler eşliğinde büyük şirketlerin çıkarlarını baz alarak belirleme, ihracata yönelik üretimi teşvik ederken pek çok üründe ithalatın önünü açma, bu dönemin tarım politikalarının başlıca unsurları olmuştur. Devlet planlama, tohumluk temin etme ve denetleme rolünü terk etmiş, zirai donatım, ar-ge ve üretim faaliyetlerini asgariye indirmiştir.”[4]
Siyasi iktidar bir taraftan bu politikaları devam ettirirken diğer taraftan 20 yıl boyunca yağma ve talanın tarihini yazmıştır. Tarım arazileri inşaat ve enerji şirketlerine peşkeş çekilmiş, ormanlar ve su kaynakları talan edilmiştir. İktidarın hız kesmeden devam eden yağma, talan ve rant politikasının sonucunda 2004’ten bu yana tarım alanları 3 milyon hektar azalmıştır. Tarıma yönelik sübvansiyonların azalması, tarım girdilerinin ve enerji fiyatlarının dünya genelinde artmasına ilave olarak dolardaki yükselişin getirdiği fahiş zamlar çiftçileri üretim yapamaz hale getirmiş, 2003’ten bu yana Çiftçi Kayıt Sisteminde kayıtlı üretici sayısı yüzde 25 oranında azalmıştır. Böylece tarımda kendi kendine yetmesiyle övünülen Türkiye’nin tarımsal üretimi düşmüş, ülke ithalata bağımlı duruma getirilmiştir. Rejimin ekonomi politikaları enflasyonu yüzde 170’in üzerine çıkarmış, hayat pahalılığı ve yoksullaşma büyümüş, gıda fiyatlarındaki artışın dünya genelindeki artıştan çok daha yüksek olması emekçileri temel gıda ürünlerini de alamaz duruma getirmiştir. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programına göre 9 Haziran 2022 itibariyle Türkiye’de nüfusun %18’i (14,8 milyon) yetersiz beslenmektedir.
Ekolojik kriz ve enerji krizinin gıda krizine etkisi
Toprağın yıkıma uğratılması, ormanların ve su kaynaklarının yok edilmesi, fosil yakıtların kullanımı, artan karbon salımı ve bütün bunların sonucunda oluşan küresel iklim değişikliği doğada hiç olmadığı kadar büyük bir yıkım yaratmış, insanlığı ekolojik krizle karşı karşıya getirmiştir. Ekolojik kriz tarımsal üretimi olumsuz etkilerken kapitalist tarım politikaları da ekolojik krize katkıda bulunmaktadır. Bugün küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının yaklaşık %20’sinin kaynağını tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Küresel iklim değişikliği de sıcaklık artışı, kuraklık, su kaynaklarının azalması, sel ve orman yangınlarına yol açarak tarımı etkilemektedir. Bunun sonucu olarak ürün verimliliğinde ve kalitesinde yaşanan azalmanın sonucu ise gıda fiyatlarının artmasıdır. Güya küresel iklim değişikliğinin önüne geçmek adına yıllardır onlarca zirve toplayan, raporlar yayımlayan, anlaşmalara imza atan, temiz enerji kaynaklarına yönelmekten söz eden burjuvazinin kürkçü dükkânına dönen tilki misali dönüp dolaşıp geldiği nokta ise fosil yakıtlara dönüş olmuştur. Fosil yakıtlardan vazgeçmemenin bahanesi ise enerji krizidir.
İşin ironik yanı burjuvazinin enerji krizine de bir bahanesi var: Ukrayna-Rusya savaşı. Oysa gerçekte enerji krizini yaratan dev enerji tekellerinin üretim ve fiyatlar üzerindeki kartel uygulamalarıdır. Petrole olan talep artışına rağmen, gerek OPEC+ ülkeleri gerekse de ABD ve diğer emperyalist ülkelerin enerji devleri, üretimi arttırıp fiyatları düşük tutmayı reddettiler. Bunun sonucunda hem petrol hem de doğalgaz fiyatlarında kesintisiz bir yükseliş başladı. Daha Ukrayna-Rusya savaşından önce dahi durum buydu. Petrol fiyatlarındaki artış, hem doğrudan hem de dolaylı olarak tarımsal üretim ve nakliye maliyetlerini de arttırıyor. Petroldeki artışla birlikte birçok kimyasalın da fiyatları tırmandı, mesela gübre fiyatları da uçuşa geçti. Gübre fiyatları pandemi öncesine göre 4 katına çıkmış durumda. Birçok ülkede çiftçiler artan maliyetler nedeniyle iflas ettiklerinden ekim yapmayı da bırakmış durumdalar. Üretimin bu daralışı gıda fiyatlarının daha da artışı sonucunu doğuruyor.
En az yukarıdakiler kadar önemli bir başka faktör daha mevcuttur: Finansal spekülasyonlar. Pandemi dönemi boyunca karşılıksız basılıp sıfır ya da çok düşük faizlerle piyasaya sürülen trilyonlar, borsanın yanı sıra çeşitli emtiaların ya da bunların sözleşmelerinin alınıp satıldığı emtia borsalarına aktı. Sonuç, borsalarda inanılmaz bir yükseliş, gıda ve hammadde fiyatlarında da yapay bir tırmanış olmuştu. Bu tip spekülasyonlarda, gelişen olaylar yeni bir spekülatif dalgayı tetikleyebilmektedir, mesela Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle buğday tedarikinde zorluk yaşanacağını düşünen spekülatörler buğday sözleşmelerine inanılmaz paralar yatırmışlardır ve tek başına bu bile fiyatları kısa vadeli ve dönemsel olarak arttırmaya yeterlidir.
Ukrayna-Rusya savaşının gıda krizine etkisi
Birleşmiş Milletler raporuna göre “94 ülkede 1,6 milyar kişi Ukrayna savaşının etkileri ile karşı kaşıya ve artan gıda ve petrol fiyatlarıyla başa çıkmakta güçlük çekiyor.” Raporda gıda güvensizliği yaşayan insan sayısı pandemi öncesinde 135 milyon iken bugün 276 milyona ulaştığı ve savaşın bu sayıyı 323 milyona çıkarabileceği belirtiliyor.
Dört aydır devam eden savaşın küresel gıda krizini şiddetlendirdiği bugünlerde burjuvazinin suçlu arayışının hedefinde Rusya var. Batı dünyasında siyasetçisinden akademisyenine, sanatçısından gazetecisine tüm burjuvalar koro halinde açlık ve gıda krizi için timsah gözyaşları dökerken hedef tahtasına Rusya ve Putin oturtulmaktadır. Örneğin “Yaklaşan Gıda Felâketi” başlığıyla gıda krizini kapağına taşıyan The Economist dergisinin Mayıs sayısında şu ifadeler yer alıyor: “Ukrayna’yı işgal ederek Vladimir Putin, savaş alanından çok daha uzakta yaşayan insanların da hayatını mahvedecek; hatta bunu pişman olabileceği seviyede yapacak.” Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi de geçtiğimiz günlerde Rusya’nın Ukrayna limanlarına uyguladığı ablukaya işaret ederek şunları söylemişti: “Rusya, uluslararası tahıl ticaretindeki kıtlıktan doğrudan sorumludur.” Benzer bir açıklama da AB Konseyi Başkanından geldi: “Rusya, gıdayı savaş aracı olarak kullanıyor, Ukrayna’da hırsızlık yapıyor, limanları kapatıyor ve tarım alanlarını savaş alanına dönüştürüyor.”
Daha önce çeşitli yazılarımızda Ukrayna-Rusya savaşının üçüncü emperyalist paylaşım savaşının açılan son cephesi olduğunu söylemiştik. Batılı güçlerin ve Rusya’nın karşılıklı olarak propaganda savaşını körükleyerek hem savaşın gerçek niteliğini gizlemek ve böylece kitlelerin gözünde emperyalist savaşı meşrulaştırmak hem de birbirlerini yıpratmak (özellikle Rusya’ya karşı bir nefret yaratmak) amacı taşıdıklarını belirtmiştik. İşte bu propaganda savaşının bir devamı olarak bugün de gıda krizi kullanılmaktadır. Batılı emperyalist güçler savaşın sorumlusu olarak Rusya’yı ilan ettikleri gibi yaşanan gıda krizinin suçunu da Rusya’ya yüklüyorlar. Elbette propaganda savaşı karşılıklı yürüyor ve Rusya da Batı’yı suçluyor. Gerçek ise emperyalist kapışmanın her iki tarafının da hem savaşın hem de gıda krizinin şiddetlenmesinin sorumlusu olduğudur.
Savaşın aynı zamanda iki büyük tahıl üreticisi ülkeyi kapsaması gıda üretimi ve nakliyesine önemli bir darbe vurmuştur (Rusya ve Ukrayna dünya buğdayının %28’ini, arpanın %29’unu, mısırın %15’ini ve ayçiçek yağının %75’ini üretiyorlar). Dahası dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ihracatçısı olan Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, enerji arzına yeni bir darbe vurarak, enerji krizini daha da derinleştirmektedir. Enerji fiyatlarının yükselmesi kaçınılmaz olarak gıda üretiminin ve sevkiyatının maliyetini arttırmaktadır. Rusya’nın, Azak Denizine giriş ve çıkışları kapatması, Ukrayna limanlarını abluka altına alması nedeniyle Ukrayna depolarında bekleyen 20 milyon ton buğdayın ihraç edilemediği belirtiliyor. Ukrayna, tahıl ihracatının yüzde 90’ından fazlasını, tüm ihracatının ise yüzde 70’ini deniz yoluyla yapmaktadır. Rusya’nın Ukrayna limanlarına uyguladığı abluka ihracatı durma noktasına getirmiş durumda. Demiryolu ve karayolu üzerinden yapılan oldukça sınırlı ihracat hem çok zaman alıyor hem de daha maliyetli. Rusya ise gıda ihracatı konusunda resmi bir yaptırıma maruz kalmasa da fiili engellemeler nedeniyle gübre ve tahıl ihracatı azalmış durumda.
Rusya, Batılı ülkelerden gelen Ukrayna limanlarındaki ablukayı kaldırması çağrılarına kendisine uygulanan yaptırımların kaldırılması şartını öne sürerek yanıt veriyor. Diğer taraftan da gıda tedarikini engellediği suçlamalarını reddederek asıl sorunun Ukrayna’nın kendi limanlarına döşediği deniz mayınları olduğunu ve bu mayınların temizlenmesi halinde gıda koridorunun açılabileceğini söylüyor. Rusya işgalinin ilk günlerinde Odessa, Özi, Çornomorsk ve Yuzhne limanlarına ve açıklarına deniz mayını döşeyen Ukrayna, mayınların temizlenmesi halinde Rusya’nın saldırılarına karşı savunmasız kalacağı gerekçesiyle bunu reddediyor. Son günlerde Ukrayna’nın Odessa limanından Karadeniz’e açılacak bir tahıl koridorunun oluşturulması için Türkiye’nin taraflarla yaptığı görüşme trafiğinde bir hızlanma söz konusu. Görünüşte tüm taraflar Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini memnuniyetle karşılıyorlar. Ancak bu görüşmelerin nasıl sonuçlanacağı belirsizdir ve denizcilik yetkililerine göre bir anlaşmaya varılsa dahi denizdeki mayınların temizlenmesi ve güvenli bir koridorun oluşturulması ayları bulabilir.
Artan petrol ve gıda fiyatları emekçilerin yaşamını kötüleştirirken, özellikle bunları ithal etmek zorunda olan ülkelerin ekonomilerini yıkıma uğratıyor. Gıda fiyatlarındaki yükseliş 2008 ve 2011’i geride bırakarak son 30 yılın rekorunu kırdı. Eğer üretim miktarı arttırılıp tedarik sorunları çözülmezse, birçok ülkenin elindeki stokların da bitmesiyle önümüzdeki aylarda gerçek bir kıtlık sorunuyla karşı karşıya kalınacağı söyleniyor. Birçok ülke bu tehlike karşısında ürettiği tarımsal ürünlerin ihracına sınırlamalar getirerek ürünleri stoklama yoluna gidiyor. Bu ise tedarik sorununu daha da derinleştiriyor. Gıda ürünleri ihracatını yasaklayan veya kısıtlama getiren kararlar pandemi döneminde başladı fakat Ukrayna-Rusya savaşıyla birlikte arttı. Şu ana kadar 50’den fazla ülke çeşitli gıda ürünlerine ihracat yasağı veya kısıtlaması getirmiş durumda. Ancak bu hamleler de gıda fiyatlarını arttırıyor. Son olarak Mayıs ayında Hindistan ülkede yaşanan kuraklık nedeniyle buğday ihracatını yasaklama kararı almış, bu karar birkaç gün içinde buğday fiyatlarını yüzde 6 oranında arttırmıştı.
Başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna savaşı üzerinden gıda krizini gündeme getirmelerine bakarak milyonlarca insanın açlık ve kıtlık sorunuyla karşı karşıya gelmesini umursadıkları, savaşın bitmesini istedikleri sanılmasın. Onların esas derdi Rusya’yı ekarte etmek, gıda krizine bir günah keçisi bulmaktır. Kaldı ki Ukrayna cephesi kapansa bile emperyalist paylaşım savaşı son bulmayacaktır, aksine yeni cephelerin açılması söz konusudur. Kapitalizmin tarihsel krizi çelişkileri keskinleştirmekte ve emperyalist savaş alevleri giderek daha fazla yeri yakmaktadır. Emperyalist savaşın yayılması kuşkusuz diğer faktörlerle birlikte gıda krizini şiddetlendiren bir işlev görmeye devam edecektir.
Gıda krizinde de görüldüğü gibi bizzat kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan sorunlar iç içe geçerek büyümüş ve kapitalizmin tarihsel kriz sürecine girmesiyle birlikte krizlere dönüşmüştür. Burjuvazinin gıda krizine yönelik öne sürdüğü bütün bahaneler zaten kapitalizmin ürettiği sorunlardır. Dolayısıyla büyüyen gıda krizinden de kapitalizmin kaçışı yoktur. Kapitalizmin her alandaki krizleri giderek keskinleşiyor, her kriz yeni bir krizi doğuruyor ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak dünyanın her yerinde son 20 yıldır emekçi isyanlarının sayısı, sıklığı ve şiddeti artıyor. Bugünkü “gıda isyanları” büyümekte olan bu isyan dalgasının devamıdır. Sri Lanka, İran, Lübnan, Peru ve Ekvador… Bu dalganın büyümeye devam edeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
[1] İlkay Meriç, Kapitalist Tarım Emekçiler İçin Yıkım Demektir, marksist.com
[3] İlkay Meriç, age
[4] İlkay Meriç, age
link: Demet Yalçın, Gıda Krizinin Kaynağı Kapitalizmdir, 2 Temmuz 2022, https://marksist.net/node/7697
Kopi Luwak: Bir Kahvenin Aynasında Kapitalist Düzen Gerçeği
Kanada’da da Yerliler Haklarını İstiyor