Son bir yıldır ekonomi uçuruma doğru yuvarlanırken, her gün zam üstüne zam gelirken, her ay milyonlarca insanın faturalarını ödeyemediği, evine ekmek almakta bile zorlandığı bir zamanda iktidar ne yapıyor dersiniz? Ekonominin yolunda gittiğine dair yanılsamalar yaratmakla, yalan balonlarını şişirmekle uğraşıyor tabii ki! Gücünü her geçen gün biraz daha kaybetmeye devam eden iktidar, eskisi gibi güçlü olduğu imajını çeşitli oyunlarla yeniden yeniden sahneye koyuyor. Tıpkı bir yıl önce Gaziantep’te hiçbiri ilk kez açılmayan, hatta bazıları 45-50 yıl önce açılmış olan 300 fabrikanın “açılışı” gibi. Erdoğan, bu defa da 6 Kasımda, Mardin’de Ilısu Prof. Dr. Veysel Eroğlu Barajı ve Hidroelektrik Santralini (eski adı Ilısu Barajıydı) yeniden açtı. “Bu eser içimizdeki mankurtlara ve içimizdeki yeminli Türkiye düşmanlarına verilmiş en güzel cevaptır” dedikten sonra Hasankeyf’te bölge insanı için yapılan evleri övdü, CHP ve HDP’ye sataştı. Yandaş medyada düşman çatlatan bir açılış olarak lanse edilen tören saatlerce canlı yayından verildi. Erdoğan, bu kanalları izleyen iktidar yanlılarına barajın ne kadar büyük bir proje olduğunu, ülke ekonomisine yılda ne kadar para kazandıracağını, su kaynaklarında tasarruf yapılması gerektiğini, su kaynakları üzerindeki 605 HES’le elektrik ihtiyacında eksiklik yaşanmadığını vs. anlattı durdu. İktidar ne anlatırsa anlatsın artık toplumun anlamlı bir kısmını arkasına almak için ikna etmeye gücü yetmiyor. Şimdilik kendine bağlı küçük bir kesim çil yavrusu gibi dağılmasın diye çırpınıp duruyor. Görünen o ki, ne Ilısu barajının yeniden açılması, ne başka manevralar sürekli dibe doğru giden ekonomiye ve iktidarın etrafındaki kitlenin giderek erimesine çare olmayacak.
Mademki iktidar başarı hikâyeleriyle, düşman çatlatma gösterileriyle Ilısu barajını yeniden açıyor o zaman biz de bu vesileyle barajın ve barajın getirdiği yıkımın hikâyesini bir kere daha hatırlayalım. Barajın fikir aşamasından tamamlanıncaya kadar yaklaşık 70 yılı aşkın bir hikâyesi var. 1950’li yılların öncesinde Dicle nehri üzerinde bir baraj yapılacağı dillendirilmeye başlanmıştı. 1954 yılında hazırlanmaya başlayan baraj ve HES projesi 1974 yılında tamamlandı. 1981 yılında da Hasankeyf ilçesi, sahip olduğu tarihsel zenginlik gerekçe gösterilerek bütünüyle SİT alanı ilan edildi. 1982’de Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında karar altına alınan Ilısu ve Hidroelektrik Santrali (HES), 1997 yılında yatırım programına alındı ve ilçenin durumu da bu tarihten sonra gündeme taşınmaya başlandı. Proje uzun yıllar tepkiler ve parasızlık yüzünden hayata geçirilemedi. İlk adım atılacakken sivil toplum kuruluşlarının baskıları üzerine yabancı sermaye projeden çekildi. Yerel ve küresel çapta yapılan protestolar neticesinde 2002 yılında projenin yapımı durduruldu. Ancak 2005’te Ilısu baraj projesi tekrar gündeme geldi ve 5 Ağustos 2006’da dönemin başbakanı Erdoğan tarafından temeli atıldı. Böylece 12 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf’in yalnızca 50-60 yıl fayda sağlanabilecek bir projeye boğdurulmasının öyküsü başlamış oldu. Baraj projesinin verildiği firma ise beşli çeteden biri olan ve millete ettiği küfürlerle hafızalardan silinmeyecek olan şahsın sahibi bulunduğu firmaydı: Cengiz Holding! 2018 yılında barajın tamamlanmasının ardından Aralık 2019’da Hasankeyf sulara gömüldü. 19 Temmuz 2019’da baraj tamamlanıp su tutmaya başladı, 19 Mayıs 2020’de de Erdoğan video konferans yoluyla ilk açılışı yaptı.
Baraj projesini kabul etmeyen yöre halkı ve STK’lar yıllarca projeye karşı direndiler. Proje tamamlanıncaya kadar tam beş defa durduruldu ama her defasında yeni yasalarla daha ısrarlı bir şekilde projenin inşaatına devam edildi. SİT alanı ilan edildikten sonra bölgede köylüleri göçe zorlamak için, adeta çivi çakmalarına izin vermeyen devlet, sıra baraj yapmaya gelince işi kılıfına uydurmaktaki maharetini gösterdi. Baraj projesi yatırım programına alındığı gerekçesiyle 1993 yılında uygulanmaya başlayan ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) Yönetmeliğinden muaf tutuldu. 2011 yılında Danıştay’a yapılan itiraz kabul edilmiş, 2013 yılında Danıştay, Ilısu Barajını ÇED sürecinden muaf tutan genelge maddesinin yürürlüğünü durdurma kararı vermişti. Ama Çevre ve Orman Bakanlığı çok kısa bir süre içinde ÇED yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle Ilısu projesinin tüm altyapı ve üstyapı inşaatlarının da ÇED’den muaf tutulmasını garanti altına almıştı. Böylece inşası tamamlandığında Hasankeyf’in yanı sıra, Dicle vadisinde bulunan yaklaşık 200 köy ve kasabayı sular altında bırakacak, 100 bine yakın insanın yaşamını etkileyecek, yüzde 70’i gün yüzüne çıkarılmamış olan, tarihsel ve kültürel bir mirası geri dönüşsüz bir şekilde yok edecekti.
Dicle nehrinin hayat verdiği, Mezopotamya’nın bereketli toprakları üzerinde kurulan Hasankeyf, şifalı sularının yanı sıra, insanlığın binlerce yıllık tarihine tanıklık eden eserleriyle de her yıl binlerce kişinin ziyaret ettiği bir yerdi. Bu bölge tarih boyunca onlarca medeniyete ev sahipliği yaptı: Asur, Sümer, Urartu, Med, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı... Hasankeyf’in arkeolojik birikiminin ancak yüzde otuzuna ulaşılmış olmasına rağmen geçmişten günümüze kalmış olan eserler saymakla bitmiyor: Neolitik dönemden kalma 6 bin civarında mağara, kime ait olduğu bilinmeyen tarihi kaya mezarları, kiliseler, gizli geçitler, camiler, medreseler, türbeler, kale, kaleden Dicle’ye inmek için kayaların yontulmasıyla oluşturulmuş 200 basamaklı merdiven, su yolları, hamamlar, kayalara oyulmuş 30 civarında değirmen, eyvanlar, antik mezar taşları... Kentin el değmemiş yerlerinde hâlâ sayısız arkeolojik harikaların yattığı düşünülüyor. Daha önce Kaleyolu olarak bilinen 150 yıllık Hasankeyf çarşısındaki işyerleri dozerlerle yıkıldığında bile altından tarih fışkırıyordu. İlk çağlardan itibaren yerleşim alanı olarak kullanılan bölgede, insan türünün kökenleri, tarımın başlangıcı ve çok sayıda medeniyetin ayak izleri ve maddi varlıklarına dair olağanüstü kanıtlar bu baraj ve HES projesi için feda edildi.
Eserlerin bir kısmı korunma adına yeni yapılan yerleşim alanına taşındı. Artuklu Hamamı, İmam Abdullah Türbesi, Zeynel Bey Türbesi, Kızlar Camisi, Süleyman Han Camisinin minaresi, Koç Camisi, Hasankeyf Kalesi orta kapısı, Baldaken Türbeleri, Er Rızık Camisi yeni Hasankeyf’teki Kültürel Park alanına taşındı. Binlerce yıl depremlere dayanmış olan bu yapılar iş makineleriyle kökünden çıkarılmış ağaç gibi sökülüp çıkarıldı, kilometrelerce taşındı. Eserler asırlar boyunca tarihe tanıklık yaptıkları yerde görmedikleri zulmü gördüler. Etrafındaki betonların iş makineleriyle kırılması sonucunda Zeynel Bey Türbesinin altı tahrip oldu, taşınma sırasında da üzerindeki mozaik desenlerin önemli bir kısmı döküldü. Binlerce yıl önce oyularak oluşturulan mağaraların bazıları betonla kaplandı, bazıları dinamitlendi. İktidar bu taşınma görüntülerini büyük bir başarı olarak televizyon ekranlarına taşıdı, medyada aylarca kullandı. Yıllarca “kültürel mirasımız yok ediliyor” çağrılarını susturmaya çalışıp, toplumda bir karşılık bulmaması için tarihi katletmeyi de bir başarı olarak yutturarak gövde gösterisi yaptı. Onlara göre bazı eserlerin taşınması, bazılarının taş ve betonla kaplanması kültürel mirası geleceğe taşımakmış! Eserler taşınırken eserlerin olduğu alanlara girişler yasaklandığı için başlarına neler geldiğini bilmek mümkün değil tabii ki. Sırf “tarihi kurtardık işte” mantığı ile binlerce yıl ayakta kalmış bu eserlerin canına okumak ancak bu iktidara nasip olabilirdi! Taşınamayan eserler de suya gömüleceği için “korunarak” yani üzerlerine beton dökülerek olduğu yerde bırakıldı. İnsanlığın binlerce yıllık geçmişine ışık tutan ortak mirası, sadece sular altında bırakılmadı, sadece betona gömülmedi, gerektiğinde dinamitlendi de!
Baraj projesinin bir kalkınma projesi olduğu iktidar yetkililerinin ağzından düşmedi. Projenin ne kadar önemli olduğu, başta Diyarbakır, Batman, Siirt ve Şırnak olmak üzere tüm Güneydoğu Anadolu bölgesini kalkındıracağı iddia edildi. Oysa daha proje halindeyken bile Hasankeyf’in SİT alanı ilan edilmesi göçe yol açmış, barajın faaliyete geçmesiyle de tarım, hayvancılık ve turizm ciddi düzeyde sekteye uğramış, Hasankeyflilerin hayatı altüst olmuştur. Eski Hasankeyf’te tarım ve hayvancılık yapılıyordu. Turizm de geçim aracı olarak önemli bir yere sahipti. Özellikle hafta sonları yerli ve yabancı turist akınına uğruyordu. Son durumda turizm gelirinden oldukları gibi daha önce sahip oldukları araziden de olan köylüler, kendilerine tahsis edilen arazileri ekip biçmek için de bürokratik engellerle karşı karşıya kaldılar. Yeni yerleşim bölgesiyle ilgili kısıtlamalar köylüleri çaresizliğe düşürdü. Daha önce hayvancılıkla geçinen bu insanların küçükbaş hayvan beslemeleri yasaklandı. Yani hayvancılık ve tarım köylüler için bitmiş durumda. Hayvancılıktan ümidini kesen bu insanlar gelir kaynağı olarak turizmden hatta balıkçılıktan beklenti içine sokuldu.
İktidar yetkilileri her fırsatta Hasankeyflileri mağdur etmediklerini, onlara daha iyi koşullar sağladıklarını, daha iyi yaşanacak konutlar temin ettiklerini iddia ettiler. Yöre halkı tarafından “Betonkeyf” olarak adlandırılan yeni yerleşke eski Hasankeyf’in 3 kilometre uzağına inşa edildi. Evler hak sahiplerine doğru düzgün tamamlanmadan, birçok evin içi oturulacak hale getirilmeden, yol ve çevre düzenlemesi yapılmadan teslim edildi. Bir çölü andıran manzarasıyla, yazın tozdan insanların nefes alamadığı yeni yerleşkede yapılan evler, hak sahiplerine eski konutlarının üç katı bedeline satıldı. Yeni yerleşkede hak sahibi olan Hasankeyfliler, ev sahibi olabilmek için devlete borçlanmak zorunda kaldılar. Kurulu düzenleri bozulan, geçim olanakları ellerinden alınan ve gidecek başka yerleri olmayan köylülerin, kendilerini yabancı hissettikleri bu bölgeye okul olduğu için taşınmaktan başka çareleri yoktu. Yeni bir eve başını sokmak için elde avuçta ne varsa devlete ödemek zorunda olanlar yine de şanslı gruptandı! Bir de hiçbir geliri olmayan, evinden barkından olup, devletin ev başına teklif ettiği parayı ödeyecek durumda olmayıp, Hasankeyf yakınlarında tenekeyle yaptıkları evlerde ya da çadırlarda yaşamak zorunda olanlar vardı.
“Betonkeyf”de ev ve işyeri yalnızca nüfus kaydı bu ilçede olan ailelere verildi. Nüfusu ilçede kayıtlı olsa da evli olmayanlara bu hak tanınmadı. 2018 yılında Deutsche Welle’ye konuşan 38 yaşındaki esnaf Murat Tekin, baraj yapılmadan önce evi ve geçimini sağladığı bir dükkânı olmasına rağmen, yeni yerleşkedeki iskân kanununa takılanlardan biriydi. Bekâr olduğu için yeni yerleşkede bir konut sahibi olmasına izin verilmiyordu. Bekâr olmasının nedeninin de baraj olduğunu söyleyen Tekin, 1981 yılında Hasankeyf’in SİT alanı ilan edilmesiyle birlikte ev inşasının yasaklandığını, yeni bir eve taşınamadığı için aile kuramadığını anlatıyordu.[1]
Baraj projesi fiiliyata dönüşmeden önce 200’e yakın esnafın bulunduğu bir tarihi Hasankeyf çarşısı vardı. Bu çarşıdan kaynaklı bir turizm geliri vardı. Daha önceki yıllarda buraya çok sayıda turist geliyordu. Özellikle sular altına gömülmeden önce Hasankeyf’i bir kere olsun görmek için gelen çok sayıda turist de giderek sayısı azalan esnafa ekmek kapısı oldu. Zamanla esnaf iş yapamaz duruma geldi. Büyük bir kısmı kepenk kapattı. Sürecin sonunda da zaten baraj inşaatı nedeniyle iş yapamaz hale gelmiş olan 20 civarındaki esnaf, dükkânlarından polis zoruyla çıkarıldı. Tarihi çarşıdaki 100’ü aşkın dükkân dozer kepçeleriyle yerle bir edildi. Yeni yerleşkede dükkânlar için iş merkezi yapıldı. Ama turistlerin doğru düzgün uğramayacağı bu yeni yerleşkede esnafın sinek avlamaktan başka bir şansı yok gibi görünüyor. Üstelik yeni dükkânlar karşılığında para vermeleri de isteniyor.
Hasankeyflilere kendilerini güzel günlerin beklediği, turizmin daha da canlanacağı vaatlerinde bulunuldu. Yıllarca bölge insanının baraj inşaatına karşı mücadelesini baltalamak için yalan üstüne yalan söylendi. Bölgede turizme dönük çok büyük hayaller yaratıldı. Güya eserlerin bir kısmının suyun altında kalması turizmi etkilemeyecekti. Bu yeni bir fırsat yaratacak, su altı turizmi de gelişecekti. Limanlar yapılacak, tekne turları düzenlenecek, su sporları, yamaç paraşütü, teleferik yapılacaktı. Burası herkesin gelmek için yarışacağı bir tatil köyüne dönüştürülecekti. Hasankeyf bir marka olacak, geleceğe taşınacaktı! Ne güzel hayaller! Peki gerçekler öyle mi? Gerçeklerin öyle olmadığını birkaç ay önce basına yansıyan bir haber fazlasıyla ortaya koyuyor. Daha önce baraj suları altında kalan Serpirê köyünden zorla çıkarılıp, yeni yerleşkede artık kiracı olarak yaşam kavgası veren köylülerin durumu, kendilerine vaat edilen mutluluğun boş bir hayal olduğunu fazlasıyla anlatıyor. Araziler zorunlu kamulaştırılmaya tâbi tutularak, Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından değerinin çok altında bir paraya zorla ellerinden alınıyor. Arazisi ve evi elden giden, hayvancılık ve turizm gelirlerinden olan, bir de üstüne kiracı durumuna düşen köylü ne yapacağını bilemez halde.[2] İşin özü iktidar yıllarca Kürt bölgelerinin can damarı olan tarımın, hayvancılığın bir nevi idam fermanı olan baraj projesini gerçekleştirmek için bölge insanının ağzına bir parmak bal çalacağını söyledi. Baraja karşı protesto ve kampanyaların büyümesini engellemek için boş hayaller pompaladı ve bunu başardı da!
Bölge insanları ve sivil toplum örgütleri Hasankeyf’i kurtarmak için yıllarca mücadele verdi. UNESCO’nun belirlediği 10 kriterden 9’unu karşılayan yerlerden biri olan Hasankeyf’in UNESCO dünya tarih listesine alınması için ulusal ve uluslararası birçok eylem-etkinlik yapıldı. Doğal olarak devletin UNESCO’ya resmi bir başvurusu olmadığı için Hasankeyf’i kurtarabilecek tek seçenek de hayata geçirilemedi. Çevre ve kültür dernekleri, çeşitli sivil toplum örgütleri, bu projeyle Hasankeyf’le beraber 199 yerleşim yerinin ve 289 arkeolojik SİT alanının da sular altında kalacağını, yalnızca tarihinin değil, bölge insanının, hayvanının, doğasının, suyunun, bitki örtüsünün de katledileceğini, burada su tutulduğunda ekosisteminin değişeceğini söylüyordu yıllarca. Barajla Kürt illerine zenginlik kaynağı olan Dicle nehrinin boyunduruk altına alınmasıyla meydana gelen yıkım sadece yakın bölgelerini de kapsamıyor! Çok daha geniş bir alanı, özellikle Bağdat ve Musul gibi Irak’taki birçok şehrin içme suyunu, büyük oranda sulamaya dayalı Irak tarımını, Ortadoğu’nun en büyük sulak alanı olan ve UNESCO dünya miras listesinde bulunan Mezopotamya Sazlıklarına ulaşan suyu da riske soktu.
Ülkenin elektrik ihtiyacının ancak %4’ünü karşılayacak bu projenin tamamlanması için 20 milyar lira (ikinci açılışta ifade edilen miktar) harcanmıştır. Yıllık 3 milyar liralık getirisiyle kendini ancak 7 yılda amorti edebilecek olan bu barajın yapımının yalnızca enerji ihtiyacını karşılama amacı taşımadığı açıktır. Sadece rant odaklı bir mesele olmadığı da barajın yarattığı yıkımlara bakıldığında daha iyi anlaşılır. Bu meselede iktidarın bir taşla birçok kuş vurduğu ortadadır. Bu projedeki amaçlardan biri de yüzlerce yıldır bu topraklara kök salmış olan insanları, Kürtleri, tıpkı Hasankeyf’ten taşınan eserler gibi söküp çıkarmak, sahipliğini hissettikleri toprakları ellerinden alıp, Kürt nüfusunun bölgeden göçünü sağlamaktır. Diğer yandan Ortadoğu’ya kadar uzanan Kürt bölgeleri de suyla tehdit edilmektedir. İktidar bölgede ister rant odaklı olsun ister asimilasyon amaçlı olsun Kürdün anasını ağlatan projelerini hayata geçirip tüm toplumun bu projelere karşı tepkisizliğini gördükçe yalnızca Kürt illeriyle yetinmedi, tüm ülkenin altını üstüne getirdi. Dağları altın için, nehirleri barajlar için, dereleri HES’ler için, gölleri define için delik deşik etti.
Hasankeyf hikâyesinin altında yok yok: Kürt düşmanlığı, rant sevdası, yandaş müteahhitlere iş yaratma aşkı, Kürt nüfusu yoğun olan bölge devletlere şantaj, Kürt illerindeki sorunlara karşı toplumun tepkisizliği, iktidarın kutuplaştırma, bölme, birbirine kırdırma politikalarına kanma, küçük hesaplarla geleceği kaybetme... AKP iktidarının bu zulüm politikası şimdilik “başarıya” ulaşmış görünüyor ama gün gelecek devran dönecek, tarihin ve insanlığın bu kahırlı dönemleri de geride kalacak.
link: Aylin Dinç, Bir Yıkım Hikâyesi: Hasankeyf, 20 Aralık 2021, https://marksist.net/node/7532
Efsaneler, Göz Boyamalar, Sermaye ve Doğa
Sebeb-i Kavgamız