AB ile müzakere sürecinin başlaması burjuva medyanın genelinde davul zurnayla kutlandı. Son dakikalara kadar uzayan sıkıntılı pazarlık sürecini yürekleri ağızlarında takip eden sağlı sollu AB'ci liberaller nihayet derin bir nefes aldılar. Artık makus talihimiz yenilmişti, bütün dertlerin son bulacağı bir aydınlık gelecek bizi bekliyordu vs. vs. Diğer tarafta ise tekelci medyada sesi daha az duyulan AB karşıtı burjuva kesimler bulunuyordu; onlar kaygılı, öfkeli ve biraz da mahzundular. Tabii bunlar yekpare bir görünüm arz etmiyorlar. Dişlerini gıcırdatarak 'vatanın satıldığı'na vurgu yapanlardan tutun, 'iyi pazarlık edilmediği'ni vurgulayanlara uzanan bir yelpaze söz konusu.
Her iki kanat da, işçi ve emekçi kitleleri kendi davasının destekçisi yapmak istiyor. Bir taraf işçi sınıfını düğün derneğe, diğer taraf mateme davet ediyor. Ama işçi sınıfı için düğün dernek edilecek ya da matem tutulacak bir durum var mı? Yanıtı baştan verelim: yok! Her kim bunun aksini söylüyorsa, şunu çok iyi bilelim ki ya yanılıyordur ya da yalan söylüyordur.
Enternasyonalist komünistlerin müzakere sürecine karşı tutumu genelde AB sorununa ilişkin tutumuyla aynıdır ve bu bağlamdaki görüşümüzü daha önce birçok kez ifade ettik: 'Türkiye ve benzeri ülkelerde AB'ye katılım konusunda yürüyen tartışma ve kapışmalar, temelde burjuvazinin iç sorunudur. Bizler bu tartışmada 'evet' ya da 'hayır' biçiminde taraf tutmak zorunda değiliz. (â?¦) AB'li ya da AB'siz kapitalizm işçi sınıfının sorunlarına hiçbir çözüm getiremez. Çürüme çağına girmiş bulunan kapitalist sistem içinde kalarak, 'kötü'nün karşısında 'ehven-i şer' bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın en kestirme yoludur.' (Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, s.52 ve 54)
Özünde burjuvalar arasındaki bu tür sorunlarda bilerek ya da bilmeyerek burjuva taraflardan birinin kuyruğuna takılmak işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla bağdaşmaz. Buna karşı, 'ama filler tepişince çimenler ezilir' diyenler olabilir. Doğrudur, fakat unutulan bir şey var ki, filler tepişse de tepişmese de çimenleri ezerler, ya da filler zaten şu ya da bu biçimde tepişmeden duramazlar.
Ancak, ilkesel düzeyde AB yanlısı ya da karşıtı olmamak, ne genel olarak AB meselesine karşı ilgisiz kalmak ne de bu bağlamdaki süreçleri, somutlukları ve özgüllükleri içinde ele almaktan kendimizi alıkoymak anlamına gelir. Aksine AB sorunu Türkiye ve dünya siyasetinin önemli konularından biridir ve müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte özellikle Türkiye'de siyasal gündemin temel belirleyenlerinden biri olmayı artarak sürdürecektir. Siyasal gelişmeleri doğru kavramak, sürecin çelişkilerini doğru çözümlemek ve doğru tutum almak, burjuvazinin ideolojik çarpıtmalarına karşı sınıf bilincini keskinleştirmek isteyen herkes bu sorunla ilgilenmek durumundadır.
Somutta ne getiriyor, ne götürüyor?
AB sürecinin somutta ne getirip götürdüğüne dair AB karşıtı cephenin ağırlıklı vurgusu 'vatanın satıldığı' demagojisidir. Bunun sık işitilen bazı temaları var. 'Kıbrıs'ı satmak', 'ülkeyi böldürmek', 'içimize Truva atları sokmak', 'ülke zenginliklerinin yabancıya peşkeş çekilmesi' vb. bunlardan bazıları.
Sol içinde açıktan milliyetçilik yapanlar ya da onun değirmenine su taşıyanlar ise, genel milliyetçi argümanların yanı sıra, hem genelde AB sürecinin hem de müzakerelerin başlamasının, işçi sınıfı ve diğer emekçi halk kesimleri için ağır saldırılar ve yıkım getireceğini savunmaktadırlar. Oysa onların bu bağlamda söyledikleri şeylerin tamamı, gerçekte AB sorunundan tümüyle bağımsız olarak tüm dünya ölçeğinde burjuvazinin yürütmekte olduğu saldırılardır. Bu saldırıların AB sorununun esasıyla ilgisi yoktur. Bunlar son çeyrek yüzyılda tüm dünya ölçeğinde sınıflar arası güç ilişkilerinde kapitalistler lehine yaşanan önemli değişimlerle ilgilidir. Bu saldırıları AB sorunuyla ilişkilendirmek ya da ona yamamak, gerçekte sol görünümlü bir demagojiden öteye gitmeyeceği gibi, bunlara karşı mücadelede işçi sınıfını silahlandırmaya da yaramaz.
Soldaki bu savrulmaya kısmen bahane olan bir olgu ise, ters uçta yer alan AB yandaşlarının, AB sürecinin getireceği cennet meyvelerinden dem vuran demagojisidir. Yoksulluk ve işsizliğin ortadan kalkışı, herkesin nasipleneceği bir refah artışı, artan demokratik hak ve özgürlükler, artan sosyal kazanımlar vbâ?¦. Halk kitlelerinin geniş bir bölümü bu demagojilerin de etkisiyle AB sürecinden birtakım somut beklentiler içinde ve bu nedenle bu sürece genel olarak olumlu bakıyor.
Bu bağlamda özellikle İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde AB üyeliğiyle yaşanan bazı değişimler örnek gösterilerek iddialara bir inandırıcılık kazandırılmaya çalışılmaktadır. Diğer taraftan AB süreci Türkiye'de fiilen bazı değişikliklere yol açmaktadır ve bundan sonra da yol açması olasıdır. Müzakerelerin başlamasıyla birlikte Avrupa sorunu Türkiye'nin iç gündeminde ve yaşamında daha doğrudan ve yoğun biçimde yer alacağından, somut bir değerlendirme yaparak bu değişikliklerin nitelik ve kapsamını ortaya koymak gerekiyor.
Halkın beklentisinin en yoğun olduğu ve demagojinin de en çok iş gördüğü nokta işsizlik ve yoksulluğun son bulmasıdır. Bu boş beklentilerin dayandırıldığı mekanizmalar ise serbest dolaşım ve mali yardımlardır. Nitekim yakın zamana kadar kimi nispeten yoksul Avrupa ülkelerinin yararlandığı mekanizmalar bunlardı. Ancak köprünün altından çok sular aktı ve AB artık bu konularda pek cimri. Türkiyeli yoksul emekçiler için serbest dolaşım hakkı kimsenin bilmediği meçhul bir geleceğe atılırken, altyapıya, sosyal harcamalara ve genel refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik mali yardımlar da sembolik düzeylere inmiştir. Kaldı ki ancak genel bir ekonomik yükseliş durumunda mümkün olan bu tür olanaklar, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında göreli bir iyileşme sağlamış olsa bile kapitalizm altında bunlar kalıcı olamazlar. Bugün AB'nin en güçlü ülkelerinde dahi yaşanan gerilemeler bunun en güzel göstergesidir.
Halkın somut beklentileri açısından geriye 'demokratik açılımlar' meselesi kalıyor. Yüzlerce yıllık despotik devlet geleneğinin zulmünü yaşayan halk kitleleri açısından bunun anlamı, halkla devlet arasındaki ilişkilerde halk lehine dişe dokunur bazı düzelmelerdir. Ancak, o çok büyük ümitler bağlanılan Kopenhag Siyasi Kriterlerini sağladığı AB tarafından tescillenmiş olan Türkiye'de elle tutulur bir düzelmenin olduğunu ya da en azından yakın vadede olacağını kim söyleyebilir? Burjuva demokrasisinin işçi sınıfı için anlamını belirleyen somut ölçülerle baktığımızda bu daha da nettir. İşçi sınıfı açısından bu demokrasinin anlamı kendi dünya görüşünü ifade etme, yayma ve örgütlenme olanağıdır. Oysa uygulamaya baktığımızda, ne sosyalist basının ve örgütlenmelerin maruz kaldığı baskılarda bir azalma, ne Kürt sorununun çözülmesine dair ciddi bir adım, ne de işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlenmesini, faaliyetini nispeten bile olsa kolaylaştıracak düzenlemeler mevcut. Hatta bıraktık sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi, düzen içi muhalefet açısından bile işler kolaylaşmış değildir. Orhan Pamuk ve Hrant Dink davaları, Ermeni konferansının başına gelenler bunun yalnızca göz önündeki örnekleridir. AB'nin yaptığı, yalnızca makyajın göze batacak kadar aktığı bu gibi durumlarda göstermelik uyarılardan ibaret olmuştur. Diğer hususlarda ise AB'nin bugüne kadar kılını kıpırdattığı görülmedi.
İşin gerçeği, dünya kapitalizminin içine girdiği bunalım genel olarak gerici eğilimlerde bir güçlenmeyi beraberinde getirmekte ve emperyalist burjuvazinin önemli bir bölümünü oluşturan AB burjuvazisi bağlamında da bu böyle. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal kazanımlarına dönük ağır saldırılar Avrupa'da da tüm hızıyla sürüyor. Başta İngiltere (Türkiye'nin AB'ye girmesini en çok destekleyen ülke) olmak üzere hemen tüm Avrupa ülkelerinde çıkarılmakta olan 'anti-terör' yasaları demokratik hak ve özgürlükleri tırpanlamakta, en genel anlamda protesto ve eylem hakkı yok edilmeye ve polis devleti uygulamaları güncel hayatın doğal parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bir emekçinin Londra sokaklarında âdeta bir sürek avıyla polis tarafından güpegündüz hunharca infaz edilmesi, İşçi Partisi kongresinde Jack Straw'un konuşmasına salondan 'saçmalık' diye sesini yükselten 82 yaşındaki bir parti üyesinin terör yasalarına dayanılarak derdest edilmesi gibi örnekler çok şey anlatıyor. En az bunlar kadar anlamlı olan, Türkiye'de generallerin ve polisin de, 'biz de Avrupa'daki kadar yetki istiyoruz, daha fazlasını değil' demeleridir.
Dolayısıyla şunu görmek gerekiyor ki, Türkiye'deki alaturka despotik burjuva rejimin Avrupa tipi burjuva demokrasisi ölçülerine yaklaşmasından ziyade, Avrupa'daki burjuva demokrasisinin Türk tipi burjuva rejime daha fazla benzeme eğilimi söz konusu. Bu da, en azından işçi sınıfı adına Avrupa'dan demokrasi beklemenin sağlam bir dayanağının olmadığını göstermektedir.
Yine tüm Avrupa ülkelerinde işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren çalışma yasaları, sendikal haklar, sosyal sigortalar ve haklar (işsizlik, emeklilik, sağlık), eğitim ve sağlık hizmetleri, diğer sosyal harcamalar alanlarında ciddi gerilemeler yaşanmakta. Bu tablonun bir parçası olarak işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik de artmaktadır. Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin en yakıcı sorunlarından biri olan sendikal alana ilişkin baskılar, ICFTU'nun 2005 yılı raporuna göre Avrupa'da da artmaya başlamış durumda. Rapora göre grev hakkına ve sendikal faaliyete ilişkin yasal kısıtlamalar Almanya, Belçika ve İngiltere'de de mevcut. Almanya'da hükümet grev yasaklıyor, şirketler sendikal faaliyeti engelleyici baskılar yapıyor ve artan ölçüde sendika düşmanı politikalar güdüyor, sendikal faaliyet nedeniyle işten atılmalar yaşanıyor.
Nitekim son yıllarda Avrupa genelinde artan geniş çaplı grev ve gösteriler de, çeşitli referandum ve seçimlerden eskisi gibi 'istikrarlı' sonuçlar çıkmamaya başlaması da bütün bunların yarattığı hoşnutsuzluktan kaynaklanmaktadır. Hatta ırkçı, faşist, yabancı düşmanı eğilimlerin güçlenmesi de bu gidişatın, tarihten iyi bildiğimiz habis sonuçlarından biridir.
Hal böyleyken Avrupa'dan sosyal haklar, işçi hakları beklemek de boşuna oluyor. Doğrusu işin bütününe ve genel gidişe baktığımızda AB'nin durumuna uyan bir atasözünü hatırlamadan edemiyor insan: Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerede kaldı gayriye himmet ede! Kaldı ki, Türkiye'yi ucuz emek cenneti ve dikensiz bir yatırım alanı olarak kullanmak isteyen AB kapitalizmi, Türkiye ve Avrupa işçi sınıflarından bir zorlama olmadıkça neden kendi ayağına çelme taksın?
'AB reformları'
O halde ülke gündemini uzunca süredir meşgul eden ve bundan sonra da edecek olan 'AB reformları'nın anlamı ne? Birtakım yasalar değişiyor ve devlet organizasyonunda bazı değişiklikler yapılıyor. Dikkatlice bakıldığı zaman değişikliklerin ve çatışma yaratan konuların özünde egemenler arası ilişkileri düzenlemeye yönelik olduğu görülür. Zaten bu da burjuva demokrasisinin özünü yansıtmaktadır. Bu demokrasi burjuvalar için bir demokrasidir. İşçi sınıfının ve sosyalist hareketin dağınık ve örgütsüz oluşu da düşünüldüğünde egemenler arası siyasal mücadeleler alttan gelen bir basınca maruz kalmaksızın yürütülmekte.
Bir yanda Türkiye'de kapitalizmin ulaştığı gelişme düzeyi, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durum ve gelişme eğilimleri, dünya ölçeğinde güç dengelerinde yaşanan değişimler, diğer yanda bunların gereklerine ayak uyduramayan Türkiye'deki burjuva siyasal rejim; işte bunlar büyük sermayenin önemli bir bölümü açısından bir yeniden yapılanma ihtiyacını doğurmaktadır.
Bu kesimler ve onların uluslararası müttefiki durumundaki Avrupa burjuvazisi, Türkiye'deki yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek istiyor. İşte 'AB reformları', bu kesimlerin arzu ettiği değişikliklerin kodlamasıdır. Bunlar esasen, çıkarları Türkiye'deki rejimin mevcut durumuna özellikle bağlı olan ve gerçekte olması gerekenden çok daha büyük bir siyasal güce sahip olan statükocu-devletçi burjuva kesimleri (ki bu kesimlerin omurgasını asker-sivil bürokrasi oluşturmaktadır) geriletmek ve denetim altına almak istemektedirler. Bunun için de, ellerinde keyfi ve büyük oranda denetimsiz bir güç barındıran bu kesimlerin dayandığı ayrıcalıklı konumları ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak düzenlemeler arzulamaktadırlar. MGK'nın sivilleştirilmesi, Genelkurmayın Savunma Bakanlığına bağlanması, askeri harcama ve politikaların Meclis kontrolüne alınması gibi talepler bunu yansıtmaktadır.
Bir diğer nokta ise, sermayenin kendi siyasal parti ve akımlarıyla arasındaki sorunlardır. Türkiye'deki özgün yapının da bir parçasını oluşturan burjuva siyasi partiler, benzer şekilde sermayenin günümüzdeki ihtiyaçlarına cevap verememektedirler. Özetle, büyük sermayenin mutlak surette hizmetinde olması gereken bürokrasi ve siyaset esnafı, kendi alanlarına özgü kısmi çıkarlara olması gerekenden fazla bağlı durumdadırlar ve değişmeleri gerekmektedir. Ancak daha da önemlisi, büyük sermaye, bu yapının toplumsal planda ortaya çıkan sorunları düzenin uzun vadeli çıkarları açısından tatminkâr biçimde yönetemediğini ve bir bütün olarak düzeni riske soktuğunu düşünmektedir. Kürt sorunu gibi önemli siyasal ve toplumsal sorunlarda gerekli 'esnekliğin' gösterilememesi bunun bir örneğidir.
Bu durum aynı zamanda büyük sermayenin doğrudan ekonomik çıkarları açısından da sorun çıkarmaktadır. Örneğin bürokrasi ve siyasetçilerin, özelleştirme sürecine bu denli direnç göstermeleri ve ipe un sermeleri büyük sermayeyi öfkelendirmektedir. Aynı şekilde onun yana yakıla gelmesini istediği yabancı yatırımlar için de Türkiye'deki bu yapı en büyük engeli oluşturmaktadır. Zaten AB'nin de bastırdığı 'reformlar'ın önemli bir yönü, yatırımlar için güvenli ve istikrarlı bir ortamın oluşturulmasıdır. Abdullah Gül'ün müzakerelerin başlaması sebebiyle yaptığı bir açıklamada yer alan 'artık öngörülebilir bir ülke olduk' sözü çok şey anlatıyor. 'Hukukun üstünlüğü'nden, 'yargı bağımsızlığı'ndan dem vurulmasının hikmeti buradadır. Bunların vatandaşın 'adalet' talebiyle bir ilgisi olmayıp, hep bürokrasi ve siyaset esnafının keyfi hareket alanının sınırlanmasıyla ilgisi vardır.
Bu vesileyle bazı eski solcu ve yeni liberaller tarafından öve öve bitirilemeyen hükümetin 'demokratlığına' da kısaca değinmek gerekiyor. Bu sözde demokratlığın sınırları, esasen bir siyasi akım olarak kendisinin statüko karşısındaki konumunu güvenceye alma ve AB'nin ve AB'ci büyük sermayenin zorlamaları karşısında vitrini kurtarma güdüsüyle belirlenmektedir. Söz konusu zorlamaların kapsamını ise zaten yukarıda açıklamıştık. Bu sınırlar dışında ondan genel demokratik açılımlar beklemenin beyhudeliği her gün kendini gösteriyor. Bıraktık işçi haklarını, seçim sistemi ve siyasi partiler yasasını bile tüm basınca rağmen değiştirmemeleri bunun bir göstergesi. Diğer taraftan Erdoğan'ın Kürt sorununda başta farklı bir tutum takınacakmış gibi görünüp, ardından bilinen statükocu politikayı sürdürmesi bir başka örnek. Kasımpaşalı başbakanımızın o pek 'cesur' sözlerini adeta yel aldı götürdü.
Her ne kadar hükümet statükocuların basıncına direnmeye çalışıyor gibi görünse de, gerçekte direnci esasen bir siyasi akım olarak kendi bekasını ilgilendiren dinsel özgürlükler, başörtüsü, bürokrasinin siyasi denetime alınması, merkezi devlet mekanizmasının çeşitli bakımlardan yerellik lehine gevşetilmesi gibi noktalarda yoğunlaşmaktadır. Doğal olarak burjuvazinin hiçbir kesiminin sahip çıkmadığı işçi hakları gibi talepler onu pek ilgilendirmemektedir. Onu statükoyla karşı karşıya getirecek diğer taleplerde ise, bunlar kendisine doğrudan zarar vermeyecek olduğu ölçüde, büyük sermaye ve AB'nin statüko üzerindeki baskısının arkasına saklanmayı tercih etmekte ve her iki tarafı idare ederek gerilimi en az hasarla atlatmaya çalışmaktadır. Yeni terörle mücadele yasası girişimi ve geçen günlerde MGK'da kabul edilen ve devletin 'gizli anayasası' olarak adlandırılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde ordunun siyasete müdahale hakkının yerli yerinde bırakılması, hükümetin 'demokratik direnişi' konusunda fikir vermektedir. Yine, YÖK'le bizzat kapışmasına rağmen, en son Ankara'da yaşandığı üzere, YÖK karşıtı öğrenci gösterilerine polisi vahşice saldırtabilmektedir.
Özetlersek, müzakerelerin başlaması özünde burjuvalar arası bir meseledir, işçi sınıfının çıkarları açısından hayıflanacak ya da sevinilecek bir durum yoktur. Ancak bu, mevcut şartlarda statükocu burjuva kanadın aleyhine, AB yanlısı burjuva kesimlerin lehine bir gelişmedir. Bu süreç Türkiye'deki siyasal gelişmelerde Avrupa faktörünün çok daha yoğun ve doğrudan biçimde yer alacağı anlamına geldiği gibi, egemenler arası gerilimlerin yükselmesine de yol açabilir. Diğer taraftan ne AB ne de Türkiye'deki burjuva taraflar bu süreçte işçi sınıfının hayrına demokratik ve sosyal haklar verme niyetindedirler. Onların 'AB reformları' özünde kendi aralarındaki sorunlarla ilgilidir. Öte yanda ise, işçi sınıfının bizzat kendi örgütlü mücadelesi ve müdahalesi olmadan bu süreçten kazanımlar elde edebileceği beklentisi gerçekçi değildir. İşçi sınıfı yalnızca kendi örgütlü gücüne güvenmeli ve mücadelesini yükseltmeye odaklanmalıdır. Reformlar da ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünleri olarak kazanılabilirler.
link: Levent Toprak, AB Müzakereleri ve İşçi Sınıfı, 15 Kasım 2005, https://marksist.net/node/7186
Toplam Kalite Yönetimi mi, Toptan Köleleştirme Yöntemi mi?
9 Kasım YÖK Protestosu