Şili’de 25 Ekimde yapılan referandumla faşist Pinochet anayasasının değiştirilmesi kararı alındı. Oylamaya katılanların yüzde 80’e yakını, yani ezici çoğunluğu bu doğrultuda oy kullandı. Bu sonuçlar, faşist bir askeri rejimin silah zoruyla dayattığı bir anayasanın halkın yükselen mücadelesi sonucunda çöpe atılması bakımından önem taşıyor kuşkusuz. İlk elde ve her şeyden önce söylenmesi gereken budur. Ne var ki bu olumluluk yalnızca madalyonun bir yüzüdür. Zira madalyonun diğer yüzünde, egemen sınıfın, onun iktidardaki temsilcilerinin ve uzlaşmacı reformist partilerin, bu referandumu öne çıkararak geçen yıl zirveye çıkan devrimci mücadeleyi pörsütme ve düzen sınırları içerisine hapsetme çabası yatmaktadır.
Tam bir yıl önce Şili’de işçi sınıfı ayağa kalkmış, radikalleşen gençlikle birlikte Şili’nin tüm büyük kentlerinde meydanları doldurmuş, iktidar devrilmenin eşiğine gelmişti. Gerek işçi sınıfı, gerek genelde öğrenci gençlik, özelde ise genç kadınlar, artan yoksullaşmaya ve zamlara, hak gasplarına, baskılara ve cins ayrımcı uygulamalara karşı güçlü bir hareket başlatmışlardı. Yükselen ve bir devrimci durumu doğuran mücadelede, geçmişin devrimci sembolleri, sloganları ve marşları bir kez daha alanlara damgasını basmıştı. Piñera iktidarı sıkıyönetim ilan etmiş, ordu birlikleri bir kez daha sokaklarda boy göstermiş, göstericilere ateş açılması sonucunda onlarca insan ölmüş, yüzlercesi yaralanmış ve binlerce insan gözaltına alınmıştı. Tüm bunlara rağmen geri çekilmeyen hareketin bastırması ve işçilerin genel greve gitmesi sonucunda iktidar geri adım atmış, zamların bir kısmını geri almış, orduyu sokaktan çekmiş ve reform sözü vermişti.
İşte halkın büyük çoğunluğunun nefret ettiği Piñera hükümeti, anayasanın değiştirilmesi hususunu referanduma götürme havucuyla böylesi büyük bir hareketi pörsütmeye girişmiş ve düzen partilerinden ve reformistlerden aldığı destek sayesinde bu şansı elde etmişti de. Geçen yılın Kasım ayında, Meclisteki partilerin anayasa referandumu hususunda imzaladıkları anlaşmanın ilk maddesi de bunu tescil ediyor: “Bu anlaşmayı imzalayan partiler, Şili’de barış ve kamu düzeninin yeniden tesisine olan bağlılıklarını garanti ederler.” Bu uzlaşının ardından kitlelere bahar aylarında yapılacak referandumu beklemeleri vaaz edildi, kitle hareketi belli ölçüde geri çekildiyse de hepten sönümlenmedi. Ama ardından koronavirüs bahanesiyle referandum Ekim ayına ertelendi ve olağanüstü hal ilan edildi, her türlü gösteri yasaklandı ve böylelikle kitleler zorla sokaklardan uzaklaştırılarak evlerinde bekleyiş içine sürüklenmiş oldular.
Her halükârda, gerici Piñera hükümeti, bu manevrayla ayakta kalmayı becermiş ve üç yıllık bir zaman kazanmıştır. Zira geçen yılın Kasım ayında varılan uzlaşmaya göre, 2021 yılının Nisan ayında bileşenleri “halk tarafından seçilecek” ve yarısı kadın yarısı erkek olan bir “Anayasa Kurulu” oluşturulacak, bu Kurul yeni bir anayasa hazırlayacak ve ardından 2022 yılında bu anayasa halkoyuna sunulacaktır. Üstelik bu kurulun üyelerinin seçimi mevcut gerici seçim kanununa göre yapılacak ve kurul ancak üçte iki oy çokluğuyla karar alabilecek, yani mevcut düzen ve rejimin temsilcileri oluşturulacak kurulda azınlıkta kalsalar bile bir anlamda veto hakkına sahip olacaklardır! Sözkonusu yeni anayasa havucunun, muhalif kitleleri bölmek ve daha radikal unsurlarla ılımlı reformlara tav olmaya hazır unsurları ayrıştırmak için kullanılacağı da kesindir.
Tüm bunlara rağmen, referandum öncesi yapılan gösterilerdeki coşku ve canlılık, henüz hiçbir şeyin bitmediğini, kitle hareketinin yeniden ve hızla canlanabileceğini de ortaya koymaktadır. Geçen yılki gösterilerin yıldönümünde, referandumdan bir hafta önce, bir kez daha milyonlar başta Santiago olmak üzere Şili kentlerinin meydanlarını doldurdular. Önümüzdeki süreçte temel belirleyen de bu olacaktır: Kitleler politikaya aktif bir şekilde, sokakta ve inşa etmeye giriştikleri özörgütlülükleri aracılığıyla müdahil mi olacaklar, yoksa evlerine çekilip, anayasa tartışmalarını internetten ve televizyonlardan izlemekle mi yetinecekler?
Piñera’nın yeni bir anayasa havucuyla kitleleri oyalayabilmesinin temelinde, bu anayasaya duyulan haklı nefret büyük rol oynuyor. Anayasanın faşist karakteri zaten bu nefret için yeterli bir zemin teşkil etse de işin bir diğer boyutu daha var. Emekçi kitleler bu anayasayı içine sürüklendikleri yoksulluğun önemli nedenlerinden biri olarak görüyorlar. Gerçekten de bu anayasa neoliberalizmin amentüsü niteliğindeydi: Sağlık ve eğitimin paralı hale getirilip özel sektöre açılması, sosyal güvenlik sisteminin yok edilerek bireysel emeklilik sistemine geçilmesi, özelleştirmeler, sendikal hakların alabildiğine kısıtlanması ve sendikasızlaştırma, esnek çalıştırmanın önünün açılması… 1970’lerin başlarında benimsenen neoliberal politikaların sistematik olarak uygulanmaya başladığı ilk ülke faşist askeri diktatörlük altındaki Şili idi. 1980’de bu diktatörlüğün dayattığı sözkonusu anayasa işte bu politikaların kalıcı hale getirilmesini amaçlıyordu. Bu yüzdendir ki geçen yıl Şili meydanlarını dolduran devrimci emekçiler, “Neoliberalizm burada doğdu, burada gömülecek!” sloganını haykırıyorlardı. Şimdi yeniden yazılacak anayasada, yerli halkların varlığının tanınması, sendikal hakların genişletilmesi, parasız sağlık ve eğitim hakkı, kamusal emeklilik sistemi gibi hususların yer alacağı söyleniyor. Bunlar mevcut anayasaya göre reform niteliği taşısalar bile, geniş emekçi kitleler, kısa süre içerisinde, yaşadıkları yoksulluğun kaynağında yalnızca azılı neoliberal uygulamaların değil, kapitalist sömürünün yattığı gerçeğiyle yüz yüze kalacaklardır.
Emekçilerin yoksulluğunu neoliberalizmle ve onun bildirgesi niteliğindeki anayasayla açıklayan bakış açısı, aslında gerçekliğin üstünü örten ve reformizme hizmet eden bir bakış açısıdır. Yoksulluğun gerçek nedeni kapitalist sömürüdür, burjuva hükümetlerin izlediği iktisadi politikalar bu sömürüyü daha da ağırlaştırabilir ya da onu bir parça daha katlanılır hale getirebilir. Ama kapitalizm hüküm sürdükçe sömürü gerçekliği ortadan kalkmayacak ve ona bağlı olarak nispi (ve bazen de mutlak) yoksulluk da artacaktır. Unutmayalım ki, devrimci işçi sınıfının düzen değişikliği talebini, düzenin temellerine dokunmayan ama onu bir parça daha katlanılır kılarak meşrulaştıran reformlarla boğmak, zorda kaldıklarında mülk sahibi sınıfların başvurdukları bir yöntemdir. Bu noktada önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor: Her gerçek reform, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileşmesi anlamına gelse de, bizim açımızdan esas önemli olan bu reformların devrimci kitle hareketi üzerindeki etkisinin ne olduğudur. Reformlar giderek yükselip radikalleşen bir kitle hareketine burjuvazinin vermek zorunda kaldığı tavizler olarak gündeme geliyor, bu harekete moral kazandırıp onu daha da ileri taşıyacak bir rol mü oynuyor, yoksa hareketi bölüp parçalamaya, sahte hayallerle beklenti içine sokup pasifize etmeye ve düzen sınırları içinde tutmaya mı yarıyor? Demek ki, koşullara bağlı olarak, bir reform (ya da bu doğrultudaki bir talep), kitle hareketini ilerletici bir rol de oynayabilir, onu pasifize edici bir rol de. Kitle hareketinin ortada olmadığı ya da çok geri olduğu koşullarda onu seferber etmeye yarayacak en temel talepler bile alabildiğine ilerletici bir rol oynayabilecekken, kitlelerin seferber olup meydanları doldurduğu, devrimci yöntemlerle egemen sınıfla hesaplaşmaya giriştiği koşullarda ileri görünen reform talepleri bu hareketi geriletici bir rol oynayabilirler. Şili’de geçen yıl yaşanan devrimci yükselişin anayasal reformla pörsütülmek istenmesi, işte bu tehlikeye örnek oluşturmaktadır.
Kapitalizm tüm dünyada devasa bir krizle boğuşurken, emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarında köklü bir iyileşme olabileceğini ve bunun da düzen kurumlarının ya da onun yasalarının iyileştirilmesi yoluyla sağlanabileceğini ileri sürmek kitleleri aldatmak demektir. Tüm dünyada olduğu gibi Şili’de de reformizmin yaptığı budur. Oysa Şilili emekçiler geçen yıl kabarttıkları isyan dalgasıyla gerçek çözüm yoluna girmişlerdi. Ancak maalesef onları yanılsamalardan kurtaracak, meydanları boş bırakmamalarını sağlayacak, fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda ve işçi mahallelerinde özörgütlülüklerini inşa etmelerine yardımcı olacak devrimci bir önderlikten yoksun durumdaydılar, hâlâ da öyledirler. Sergiledikleri mücadeleci ruha rağmen, kitle hareketinin daha fazla ilerleyememesi ve ancak kısmi kazanımlar sağlayabilmesinin esas nedeni de budur.
link: Oktay Baran, Şili’de Anayasa Referandumu, 28 Ekim 2020, https://marksist.net/node/7057
Barış ve Emekçilerin Kardeşliği, Mücadelenin Ürünü Olacaktır
Uçurum İnsanları, Yalanlar ve Kapitalizm!