Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki çatışmalar yeniden alevlendi. Ermenistan’da seferberlik ve sıkıyönetim, Azerbaycan’da da savaş hali ilan edildi. Çatışmaların nereye evrileceği, tekrar daha kapsamlı bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belirsizdir. Ancak gerek otuz yıldır süren sorunun bugüne kadar izlediği askeri seyri gerekse de zaten Kafkasya bölgesinin son yıllarda bir kez daha emperyalist paylaşımın hedef alanlarından biri haline geldiği gerçeğini dikkate alırsak, bu ihtimalin hiç de zayıf olmadığını görürüz. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sorunu, bunun geçmişini ve çözüm yolunu çeşitli yazılarımızda zaten ele almıştık.[*] Demokratik gözüken bir talebin, her iki tarafın azgın ve şoven milliyetçiliğiyle birleştiğinde nasıl bir kördüğüme yol açtığının istisnai olmayan örneklerinden biridir Dağlık Karabağ sorunu ve oradan köklenen Ermenistan-Azerbaycan gerilimi.
Sorunun yarattığı çatışma zemini ve militarist geçmişi zaten ortadayken, bu son çatışmada kimin ilk saldırıyı yaptığından hareketle bir haklı-haksız ayrımına gitme çabası beyhudedir. Ama burjuva politikacılar açısından bu husus, attıkları haksız adımların üstünü örtmek, militarizmi meşrulaştırmak için kullanılır. Bu yüzden de birçok durumda, ilk saldırının kim tarafından yapıldığı üzerinde burjuva politikacılar arasında bitmek bilmeyen didişmeler ve karşılıklı suçlamalar eksik olmaz. Azerbaycan ile Ermenistan arasında bugün patlak veren silahlı çatışmada da aynı şeyler yaşanmakta, her iki ülkenin yöneticileri karşı tarafı suçlamaktadır. Türk milliyetçilerine bakılırsa bu ilk kim saldırdı sorusunun cevabı “tabii ki Ermeniler”, Ermeni milliyetçilerine bakılırsa da “tabii ki Azeriler”dir. Türkiye’de iktidarda olan AKP-MHP bloku derhal Ermenistan’ın saldırdığını ilan edip Azerbaycan’ın yanında olduğunu açıklarken, İYİ Parti ve CHP de milliyetçilikte ondan geride olmadığını ispatlama gayretiyle bu koroya katıldı. Bununla da kalmayıp tıpkı daha öncesinde olduğu gibi bir kez daha bu iktidar blokuyla yan yana gelerek ortak bir bildiri yayınladılar. Böylece bir kez daha iktidar blokunun milliyetçilik kozunu kullanarak düzen muhalefetini hizaya çektiğine şahit olduk ve bir kez daha bu sözde muhalefetin her kritik dönemeç noktasında iktidara dayanak teşkil ettiğini gördük. Kürt meselesinde de, Kıbrıs meselesinde de, Ermeni kırımı ve Ermenistan’la ilgili meselelerde de burjuva muhalefet ile iktidar bloku arasında kategorik bir farklılık yoktur. Bu meseleler “milli mesele” olarak görülmekte ve onyıllar içerisinde şekillenen devlet politikası tüm burjuva partilerin amentüsü olarak iş görmektedir.
Savaşı kimin başlattığı sorusu, çoğunlukla bir tuzak sorudan, şu ya da bu ülkenin egemen sınıfının peşine takılmayı haklı göstermeye yarayan bir argümandan başka bir şey değildir. Esas bakılması gereken şey, savaşın hangi politikaların sonucu olarak başladığıdır. Haklı-haksız ayrımı da ancak bu husus üzerinden yapılabilir. Ezilen sömürülen sınıflar kendilerini ezen egemenlere karşı bir savaş başlatıyorsa bu haklı bir savaştır. Eğer ezilen bir ulus kendisini boyunduruk altında tutan bir devlete karşı savaş başlatıyorsa bu da haklı bir savaştır. Bir ülke işgal altında kalmışsa o ülkenin emekçilerinin işgalcilere (ve kendi ulusunun egemenlerine) karşı savaş başlatması en doğal hakkıdır. Ama eğer iki kapitalist ülkenin egemenleri kendi burjuva çıkarlarını korumak ya da büyütmek uğruna bir savaş yürütüyorlarsa bu haksız bir savaştır. Bu noktada taraflardan birinin daha büyük ya da daha güçlü olması meselenin özünü değiştirmez. Büyük emperyalist güçlerin şimdilik savaş alanlarında doğrudan karşı karşıya gelmeyip, kozlarını diğer burjuva güçler aracılığıyla paylaştığı savaşlar da haksız savaşlardır, yağma ve paylaşım savaşlarıdır. Bu tip savaşlarda ister iki küçük ülke savaştırılıyor olsun, ister bir ülkenin içindeki çeşitli gruplar bir iç savaş biçiminde karşı karşıya gelsin, durum değişmez. Yakın zamanda Balkanlar ve Kafkasya’da ilk biçimin örnekleri yaşanmıştı. Günümüzde de Suriye’de, Yemen’de, Libya’da ikinci biçimi… Tüm bu örneklerde emekçilerin savaştan hiçbir çıkarı yoktur.
Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmalar savaş boyutunu ister alsın ister almasın, bu ihtilafta her iki burjuva devlet de haksızdır. İhtilafın kökeninde ezici çoğunlukla Ermeni nüfusa sahip Dağlık Karabağ’ın statüsü yatıyor. Dağlık Karabağ’da yapılan referandumdan Azerbaycan’dan ayrılma ve Ermenistan’la birleşme arzusunun çıkması üzerine, 1989’da Azerbaycan yönetimi Dağlık Karabağ’ın özerkliğini kaldırdığını ve bu bölgenin Azerbaycan toprağı olduğunu ilan etti. SSCB’nin çözülüş sürecinde her iki tarafın bürokrasileri eliyle hortlatılan milliyetçilik ve merkezi Sovyet bürokrasisinin çevirdiği dolaplar nedeniyle Dağlık Karabağ’ın statüsü sorunu o zamandan bu yana tam bir kangrene dönüşmüştür. Aslında eski Sovyet anayasasında güvence altına alınan ulusal ve etnik haklardan dolayı barışçıl ve demokratik bir çözüm yolu mümkünken gerek Ermeni ve Azeri bürokrasilerinin gerekse de Moskova’nın tutumları bu yolu tıkamıştır. SSCB’nin dağılmasını takiben hızlı bir kapitalist restorasyon süreci sonunda burjuvalaşan egemenler bu meseleyi o günden bu yana suiistimal ediyorlar. Dağlık Karabağ için 1993’te iki ülke savaşa tutuştu, binlerce insan öldü, 1 milyondan fazla insan yerinden yurdundan sürüldü, karşılıklı katliamlar yaşandı. Sonuçta bir ateşkes sağlansa bile barış halen sağlanabilmiş değil ve zaman zaman çatışmalar alevleniyor. Tüm bunlara ek olarak sözkonusu savaş sırasında Ermenistan’ın işgal ettiği yerleşim yerlerini boşaltmayıp fiilen ilhak etmesi sorunu çok daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.
Çok açık ki her iki tarafın egemenleri de halklarının refah ve mutluluğunun değil, kendi burjuva çıkarlarının derdindedir. Her iki tarafın egemenleri de köpürttükleri militarist ve milliyetçi havayı kendi muhaliflerini ve kuşkusuz emekçilerin tepkilerini boğmak için kullanmaktadırlar. Dahası ABD önderliğindeki Batı dünyası ile Rusya arasında süren bölge üzerindeki nüfuz kavgası da hem her iki bölge ülkesi arasındaki husumeti besliyor hem de bu iki ülkenin egemen sınıfları içinde çatlaklara yol açıyor. ABD saflarında mı Rusya saflarında mı yer alınacağı sorusu, klikler arası mücadelenin boyutlarından birini oluştururken, bu kliklerin birbirlerine karşı en büyük kozunu da milliyetçilik yarışı oluşturuyor. Azerbaycan’ın son dönemde ABD’yle yakınlaşmaya başladığı biliniyor. Ermenistan’sa tarihsel ve kültürel bağlarla Rusya’ya, diasporası itibarıyla ise ABD ve Fransa’ya yakın duruyor.
Ama konu Güney Kafkasya’nın paylaşımı olduğunda Türkiye’nin SSCB’nin çözülüşünden beri devrede olduğunu ve bu durumun bölgedeki gerilimin artmasının en önde gelen nedenlerinden birini teşkil ettiğinin de altını çizmek gerekiyor. Türkiyeli egemenler, “bir millet iki devlet” gibi içi boş bir söylemle Azerbaycan’ı kendi nüfuz alanları haline getirmenin hayallerini kurmaktalar. Bunu başarabilirlerse Azerbaycan’ın petrol ve doğalgazından daha fazla yararlanmayı ve Hazar Denizi üzerinden Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlerle de daha sıkı iktisadi ilişkiler kurmayı hayal ediyorlar. Gerek boru hatlarının gerekse de Çin’den gelen demiryollarının Güney Kafkasya’dan geçiyor olması da Türkiyeli egemenlerin Azerbaycan sevdasının bir diğer nedenini oluşturuyor. Azerbaycan’ı yanına çekmenin en kolay yolu ise bu ülke ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ nedeniyle yıllardır süren ihtilafta Azeriler lehine taraf olmaktan geçiyor. Bu sorunu gerekçe göstererek 1993’ten beri Ermenistan’la sınır kapılarını kapatan Türkiye, Azerbaycan’la birlikte Ermenistan’ı dış dünyadan yalıtmaya çabalıyor ve bunda da hayli etkili oluyor. Türkiyeli egemenlerin Ermenistan düşmanlığının asli nedenlerinden birini de Ermeni kırımının hesabını vermekten duydukları korku oluşturmaktadır. Bu iki temel nedenle her fırsatta Ermenistan’a karşı Azerbaycan’ı kışkırtıyorlar. Son dönemde Türkiye’nin Azerbaycan’ı silahlandırma girişimlerinin hız kazandığına şahit oluyorduk; böylelikle hem silah satışıyla tatlı kârlar elde edilmekte hem de Azerbaycan üzerindeki Rusya nüfuzu zayıflatılarak onun Ermenistan’a saldırması kolaylaştırılmak istenmektedir. Basına yansıdığı üzere, Türkiye’nin Suriye’deki cihatçıları Libya’dan sonra yakın zamanda Azerbaycan’a da göndermesi bu tabloyu tamamlamaktadır. Tüm bunlara şunu da ekleyelim: Son dönemde Türkiye ile Rusya arasında Suriye ve Libya meselesinde süren ihtilaf da bu iki gücün Güney Kafkasya’daki rekabetiyle iç içe geçmiştir. Her iki güç de birbirine diş göstermek, sıkıştırmak ve mesaj vermek için Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki gerilimi körükleyici adımlar atıyorlar.
Demek ki, neresinden bakarsak bakalım, bu savaşın emekçiler açısından haklı bir yönü bulunmuyor. Türkiyeli emekçiler bu savaşa karşı çıkmak zorundadırlar. Toplumsal desteği azalan, ekonomik alanda alabildiğine sıkışan, izlediği saldırgan dış politikayla arzu ettiği ya da ilan ettiği hedeflere varamayan iktidar, burjuva muhalefeti felçleştirmek ve kitleleri körleştirmek için en ucuz olan yola başvuruyor: milliyetçilik ve militarizmi körüklemek! Kısa vadede bu politikadan umduğunu belki bulabilir ama eninde sonunda işler tersine dönecektir. Hedeflerine varsa bile bundan işçi ve emekçi kitlelerin bir çıkarı olmayacak, tersine canıyla, kanıyla ve katlanmak zorunda bırakılacağı artan yoksulluğuyla bedeli hem Türkiyeli emekçiler hem de bölgenin yoksul halkları ödeyecektir.
[*] bak: İlkay Meriç, Diller Dağından Emperyalist Paylaşım Alanına, Kasım 2008, marksist.com. Ayrıca şu başlık altındaki diğer yazılara da bakılabilir: Kafkasya
link: Oktay Baran, Kafkasya’da Bir Kez Daha Savaş Tamtamları Çalıyor, 1 Ekim 2020, https://marksist.net/node/7041
Rejimin Yeni Saldırı Dalgası
Pandemi Günleri: Milyarderlere Fırsat, Milyarlara Yoksulluk!