Türkiye işçi sınıfı hareketinde hem bir dönüm noktası hem de doruk noktası olan 15-16 Haziran Direnişi, ortaya koyduğu mücadelecilik ve başkaldırı ruhu ile bugün de hâlâ aşılamamış bir eylem olarak tarihimizdeki yerini koruyor. İçinden geçtiğimiz kaotik dönem ve işçi sınıfının içinde bulunduğu örgütsüzlük koşulları 15-16 Haziran Direnişinin önemini hatırlatmayı zorunlu kılmaktadır.
Bugün kapitalizm içinden çıkamadığı tarihsel bir krizle karşı karşıyadır. Emperyalist savaşın gittikçe kızıştığı, dünya çapında otoriter rejimlerin iş başına geldiği, anti-demokratik uygulamaların, baskı ve şiddetin arttığı kaotik bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizm krizden kurtulmaya çalıştıkça daha da batmakta ve işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik acımasızca saldırmaktadır. Ancak sermayenin bu saldırılarına dünyanın pek çok ülkesinde işçi sınıfı isyanlarla cevap vermektedir. 2019 yılı içinde 52 ülkede kitlesel ayaklanmanlar ve direnişler gerçekleşmiş, Sudan ve Cezayir gibi ülkelerde ise eli kanlı diktatörler alaşağı edilmişlerdir. Krizin önünü alamayan sermaye sınıfı, yükselen kitle eylemlerinin önünü kesmek için çareyi Covid-19 salgınına sarılmakta aramaya koyulmuştur. Ama koronavirüsü insanlığın başına gelmiş en büyük felaket olarak sunan egemenleri, tarihin bu en büyük yalanı da kurtarmaya yetmeyecek. Nitekim ABD dâhil birçok ülkede yeniden isyan rüzgârları esmektedir.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de egemenler bu fırsatı değerlendirmiş, korkuyu körükleyerek ve insanları evlere kapatarak saldırıları peş peşe devreye sokmuşlardır. Korkutulan işçiler ücretsiz izin, esnek çalışma ve işten çıkarmalar karşısında sesini çıkartamamıştır. Sendikalar bu saldırıları teşhir edecekleri yerde sermayenin bu ideolojik saldırısının bir parçası haline gelmişlerdir. Estirilen korku dalgası işçi sınıfının örgütlülüğüne de darbe vurmuştur. İktidar elindeki medya gücüyle yirmi dört saat boyunca korkuyu diri tutarak işçi ve emekçileri birbirinden yalıtmıştır. İşin hazin tarafı sosyalist hareket de bu kervana katılmış, örgütlü mücadelenin karşı karşıya kaldığı tehlikeyi görememiştir.
İşte işçi sınıfının örgütlülüğüne saldırıldığı, işçilerin emekçilerin birbirinden yalıtıldığı ve korkutulduğu bir dönemde 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin 50. yılını karşılıyoruz. Korku duvarlarının yıkılıp mücadelenin örgütlenmesi ve büyütülmesi açısından 15-16 Haziran gibi tarihsel mücadeleler büyük önem taşımaktadır. İşçi sınıfının en zor şartlarda dahi örgütlenebildiği ve kendisini tek alternatif olarak ortaya koyduğu bu tarihsel dönemin yeni kuşak işçi ve emekçilerin hafızasında yer edinmesi, örgütlü mücadelenin nelere kadir olduğunu göstermesi bakımından elzemdir.
15-16 Haziran 1970 Direnişi, toplumsal mücadelenin lokomotifinin örgütlü işçi sınıfı olduğunu dosta düşmana hatırlatan, işçi sınıfının içinde bulunduğu cendereden kurtuluşunun yolunu gösteren ve bir kez kararlı şekilde mücadeleye girdiğinde işçi sınıfının önünde hiçbir gücün duramayacağını gösteren tarihi bir eylemdir. Başta ABD olmak üzere tüm dünyada işçi ve emekçilerin yeniden ayağa kalkmaya ve üzerlerindeki ölü toprağını bir kez daha atmaya başladıkları şu günlerde, 15-16 Haziran Direnişini yaratan işçi sınıfımız hepimize gidilecek yolu gösteriyor.
15-16 Haziran neydi, nasıl ortaya çıktı?
15-16 Haziran direnişi 1960’lı yıllardan beri ivme kazanan, güçlenen ve nihayetinde kendini büyük bir direnişle ortaya koyan sınıf mücadelesinin doruk noktasıydı. Bu direniş sadece Türkiye koşullarından vücut bulan bir hareket değildi. 15-16 Haziran, 60’lı yılların ortalarından itibaren tüm dünyada yükselen sınıf hareketinin Türkiye’deki bir yansımasıydı aynı zamanda. Cumhuriyet döneminden 60’lı yıllara kadar yoğun bir baskıya maruz kalan işçi sınıfı, 60’lı yıllarda sanayinin gelişmesiyle bir taraftan kitleselleşiyor diğer taraftan da grev, direniş ve yürüyüşlerle özgüven kazanarak olgunlaşıyordu.
Türk-İş’e bağlı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB), 1961 Anayasasında işçilere grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmasına rağmen bu haklara ilişkin yasal düzenlemelerin yapılmamasına karşı 31 Aralık 1961’de Saraçhane Meydanında Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçilerin katılımıyla yüz bin kişilik büyük bir miting örgütledi. Uzun baskılardan sonra işçiler kendi taleplerini ilk defa bu kadar kitlesel biçimde ortaya koyuyorlardı. Bu mitingle birlikte mücadeleci sendikalar Türk-İş’in “partiler üstü ve siyaset dışı” sendikacılık anlayışını bir kenara bırakarak militan bir mücadelenin sinyallerini de vermiş oluyorlardı. Saraçhane mitinginden bir yıl sonra, yasalarda grev hakkı tanınmamış olmasına rağmen gerçekleştirilen Kavel grevinin 36 gün gibi kısa bir sürede kazanımla sonuçlanmasıyla sınıf hareketi yeni bir boyut kazanıyordu. Kavel direnişinde civardaki işçiler de iş bırakarak, çeşitli eylemler yaparak, öğlen azıklarını Kavel işçileriyle paylaşarak görülmemiş bir sınıf dayanışması örneği gösteriyorlardı. İstinyeli mahalle halkının ve işçi yakınlarının her türlü desteği verdiği Kavel işçileri sermayenin ve devletin tüm baskılarına rağmen mücadeleyi kazanıyor ve grev hakkı Meclisten geçerek yasalaşıyordu.
Kavel işçilerinin militan bir mücadeleyle grev hakkını yasalaştırması yükselen sınıf hareketine yeni bir ivme daha kazandırıyordu. Zonguldak Kozlu’daki kömür ocaklarında 10 Mart 1965’te başlayan iş bırakma eylemi ve ardından gelişen eylemler işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinin ulaştığı boyutu ortaya koymaktaydı. 6000 işçinin liyakat zamlarının dağıtımındaki eşitsizlikleri protesto etmek amacıyla başlattıkları eylem, valinin ve askeri güçlerin sindirme girişimine maruz kalıyordu. 12 Mart 1965’te jandarmanın işçilerin üzerine açtığı ateş sonucu 2 işçi hayatını kaybetti. Bunun üzerine Kozlu’ya yürüyen işçilerin üzerinden savaş uçaklarının alçak uçuş yaparak geçmesi sermayenin işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinden ne kadar korktuğunu ortaya koymuş oluyordu. 15-16 Haziran’ın yollarını döşeyen militan eylemler aralıksız devam ediyor, bu defa da Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde Türk-İş’in uzlaşmacı “siyaset dışı” sendikal anlayışına karşı militan sınıf sendikacılığının ayrımının ortaya konacağı Paşabahçe grevi yaşanıyordu.
Kristal-İş sendikasının işyeri seviyesinde yeni bir toplu sözleşme yapma talebinin işveren tarafından reddedilmesi üzerine 2200 işçi greve çıkmıştı. Türk-İş İcra Kurulu 21 Martta işten atılan işçilerin akıbetini işverenin takdirine bırakan ve grevin başlangıcından itibaren geçen süre için işçilere ücret verilmesi talebini içermeyen bir protokolü TİSK başkanı ile imzalayınca, işçiler bu protokolü tanımadıklarını ilan ederek işgal eylemi başlattılar. Grev sürerken, işbirlikçi Türk-İş merkezi, 28 Martta yayınladığı bir bildiri ile işçilerin greve son verip işbaşı yapmasını istiyordu. Türk-İş’in bu ihanetine karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Tez Büro-İş sendikaları 6 Nisanda Paşabahçe Grevini destekleme komitesi kuruyorlardı. Yükselen sınıf mücadelesi ve işçilerin militan ruh hali, Türk-İş’in “siyaset dışı” anlayışının sınırlarını aşmış durumdaydı. İşçi sınıfının yükselen bu hareketi sendika yöneticilerini bir tercihe sürüklüyordu. Nitekim işçi sınıfının yükselen mücadelesinin yanında saf tutan sendikalar Türk-İş’ten geçici olarak ihraç oldukları süreçte yeni bir arayışa gireceklerdi.
Bunun sonucunda, 12 Şubat 1967’de Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-İş ve Basın-İş yaptıkları ortak olağanüstü kongreyle Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’i kurma kararı aldılar. DİSK kapılarını devrimcilere açarak mücadelenin doğru bir yolda yürümesini sağlayacak bir adım atmıştı. Kısa sürede diğer sendikaları ve mücadeleci işçileri bağrında toplayan DİSK 15-16 Haziran’a giden yolu da döşemiş oluyordu.
DİSK’in kurulması, mücadeleci işçileri bağrında toplaması ve Avrupa’da başlayan ’68 başkaldırısının da rüzgârıyla Türkiye işçi sınıfı fabrikaları işgal ediyor, grev ve direnişlerle sermayenin yüreğine korku salıyordu. 68’li yıllar sadece Türkiye’de değil, dünyanın her köşesinde işçi ve öğrenci eylemliliklerine sahne oluyordu. 1968 yılında Fransa’da 8, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi grevdeydi. O dönemde Türkiye işçi sınıfı da ardı ardına fabrikaları, madenleri işgal etmeye başladı. 1968’de Derby’de başlayan fabrika işgalleri 1969’da Singer, Demirdöküm, Gamak, Sungurlar Kazan işgalleri ile sürüyordu. Alpagut Linyit işletmelerini ve Günterm fabrikasını işgal eden işçiler bu işletmeleri kendilerinin oluşturdukları konseylerle yöneterek bu topraklarda da işçilerin özyönetiminin ilk örneğini oluşturmuşlardı.
Yükselen sınıf hareketinin önünü kesmek isteyen Adalet Partisi (AP) hükümeti mücadelenin dinamosu olan DİSK’i fiilen kapatmak için meclise bir yasa tasarısı sunmuştu. Ancak sermaye ve emrindeki AP hükümeti neyle karşı karşıya geleceklerini bilmiyorlardı. Yasanın görüşüleceği 15 Haziran günü 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayan büyük direniş, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan bir başkaldırıya dönüştü. İstanbul, Gebze, İzmit başta olmak üzere fabrikalar durmuş, fabrikalardan boşalan işçiler meydanlara dökülmüştü. Ne polis barikatı ne de askerin tanklarla kurduğu barikatlar kâr etmiş, işçiler tankların üzerinden atlayarak barikatları aşmıştı. Çatışmalar sonucu 3 işçi katledilmiş ve 200 işçi yaralanmıştı, ancak bütün bunlar işçileri durdurmamış, işçiler karakolları basarak gözaltına alınan arkadaşlarını kurtarmışlardı. İki gün boyunca devam eden bu militan eylem, DİSK yöneticilerinin, sıkıyönetim komutanlığının süngülerinin baskısı altında yapmak zorunda kaldıkları çağrıyla sona ermişti.
15 Haziran’dan günümüze
1960 Saraçhane mitinginden başlayarak Kavel direnişiyle ivme kazanan süreç, işçilerin birbirine olan güvenini, sadakatini, kardeşliğini büyüterek 15-16 Haziran’ı ortaya çıkarmıştır. Ne grev yasakları, ne de devlet baskısı ve terörü işçilere geri adım attırabilmiştir. İşçiler mücadele ettikçe yasal engelleri bir bir ortadan kaldırmayı başarmışlardır. Grevler ve direnişler işçilerin okulu olmuş, sınıfın tarihi öğrenilmiş, dayanışma, birlik ve kardeşlik duyguları bu okul ortamında iyice serpilmiş ve gelişmiştir. 15-16 Haziran’ın yolunu döşeyen bu mücadele ruhu, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine dek pek çok grev ve direnişin dayanağı olmuş ve kırılamamıştır. Maden-İş öncülüğünde örgütlenen MESS grevleri aylarca sürmüş ve başarıya ulaşmıştır. Tüm zorluklara rağmen işçiler dayanışma ile aylarca süren yıpratıcı grevleri başarı ile sonuçlandırmış ve her defasında sermayenin azgın örgütü MESS’e tokadı indirmeyi bilmiştir.
Bugün gelinen süreçteyse sendikaların durumu içler acısıdır. Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen gibi sendikalar iktidarın güdümünde işbirlikçi sendikalara dönüşerek işçi sınıfı hareketini felce uğratan bir misyon üstlenirken, DİSK ve KESK ise olması gereken mücadeleci anlayışının epey uzağında bir çizgi izlemektedirler. 15-16 Haziran, mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışını ortaya koyması bakımdan da oldukça önemlidir. Örneğin Kavel direnişi sürecinde grev yasağına ve hükümetin bu yasağa dayanarak her türlü baskı ve saldırıyı yöneltmesine rağmen Kemal Türkler geri adım atmamış, işçilerin meşru mücadelesine önderlik ederek grevi başarıya ulaştırmıştır. Sonraki tüm süreçlerde aynı baskı ve zorluklar karşısında işçilerin taban inisiyatifi Kemal Türkler gibi mücadeleci sınıf önderlerinin kararlı tutumu ile bütünleşmiş ve bu sayede nice başarılı grev, direniş ve eylem örgütlenebilmişti.
15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının henüz siyasi bir önderlikten yoksun olduğu bir ortamda vücut bulmuş, bu nedenle de sınırlı bir noktaya gelebilmiştir. Ancak ortaya konulan mücadele ruhu ve eylemlilikler bir kez daha devrimin lokomotifinin işçi sınıfı olduğu gerçeğini göstermiştir. 15-16 Haziran Direnişi sürecinde sermayedarların alelacele İstanbul’u terk etmeleri, sınıf karşısındaki korkulu ruh halleri de, toplumsal devrimin gerçek dinamiğinin kim olduğunu yeterince ortaya koymuştur.
Biliyoruz ki sınıf mücadelesi inişli çıkışı bir seyir izler. 15-16 Haziran Direnişi işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkinin derinleşerek büyüdüğü bir süreçte, iki sınıf arasındaki mücadelenin önemli rauntlarından birisiydi. Bu tarihsel eylem, aynı zamanda işçi sınıfını yolundan alıkoymak isteyenlerin iç yüzünü de ortaya çıkarmıştı. Kendini işçilere sol olarak lanse etmeye çalışan CHP ile AP iktidarının yükselen devrimci mücadele karşında kendi aralarındaki kavgayı bir kenara bırakarak ordusuyla, polisiyle ve her türlü devlet aygıtıyla sınıf mücadelesini ezmeye çalışmaları düzen partilerinin karakterini gösteriyor. Sınıf hareketinin zayıfladığı her dönemde farklı arayışlar hep olagelmiştir ve bugün de farklı dinamikler ekseninde bir arayış söz konusudur. Ancak sınıf devrimcileri açısından dün olduğu gibi bugün de esas olan işçi sınıfının birliği ve örgütlü mücadelesidir.
Aradan 50 yıl geçmiş, o günlerden bugüne birçok şey değişmiştir. Geçen süre zarfında kapitalizm daha da gelişmiş, nüfusun büyük bir bölümü kentlere göç etmiş, geçmişe göre çok daha modern bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Ancak o dönemle bu dönemi ayıran şey asıl olarak işçi sınıfının örgütlülük düzeyidir. Günümüzde onca gelişmeye ve iletişim imkânlarına rağmen işçi sınıfı örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksundur. Bugün sosyal iletişim ağları olan twitter, facebook ve benzerleri sayesinde, dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen en ufak bir olay hemen duyulmakta ve yayılmaktadır. Elbette ki bu olanaklardan yararlanmak önemlidir ancak bu olanakların kullanılması tek başına örgütlenmeyi sağlayamaz. Kaldı ki bu olanaklar aynı zamanda sermaye sınıfının kendi ideolojik bakış açısını dayattığı ve kitleleri manipüle ettiği bir nitelik de taşımaktadır.
İçinden geçtiğimiz dönemde sermaye işçi sınıfını korkutarak ve yalıtarak örgütlü mücadeleye sinsice saldırmaktadır. Burjuvazi özellikle gençliğe bireyciliği, kariyerizmi, bencilliği aşılayarak onu örgütlü mücadeleden uzak tutmaya çalışmaktadır. Emekçilerin bir araya gelmesi, örgütlenmesi ve örgütlü bir topluluğun parçası olması, modası geçmiş şeyler olarak dışlanmaktadır. Sosyalist sol içinde de örgütsüzlüğün damgasını bastığı gevşek yapılanmalar ön plana çıkarılmaktadır. İnsanların internet üzerinden bir araya gelmeleri, çeşitli eylemler organize etmeleri ve güya “yeni” örgütlenme biçimleri yaratmaları, gerçek anlamda örgütlü mücadelenin yerine ikame edilmeye çalışılmaktadır. Ne var ki çeşitli biçimler altında patlak veren tüm sınıf hareketleri işçi sınıfının devrimci örgüt eksikliği nedeniyle düzen sınırları dışına çıkamamakta ve sönümlenip gitmektedir.
Kapitalizm bugün tarihsel bir krizin içindedir. Bu nedenle burjuvazi azgınca saldırmakta ve esas olarak işçi sınıfının örgütlü mücadelesini hedef almaktadır. Burjuvazinin en büyük korkusu işçi sınıfının 15-16 Haziran gibi büyük, kitlesel ve militan eylemlerinin düzen sınırları dışına çıkıp toplumsal bir devrimi tetiklemesidir. O nedenle saldırıları sinsice yapmakta ve ideolojik zehrini çeşitli kılıflar altında topluma zerk etmeye çalışmaktadır.
Sınıf devrimcileri olarak sermayenin bu sinsi saldırılarına en ufak bir prim vermeden, 15-16 Haziran Direnişinin 50. yılında hafızaları tazeleyerek, geçmişin deneyimlerini özümseyerek, özümseterek ve dersler çıkararak mücadeleyi büyütmeye devam ediyoruz. Dün olduğu gibi bugün de örgütlü mücadele işçilerin bir araya gelmesine, dayanışmasına, kucaklaşmasına bağlıdır. İşçileri birbirine bağlayan ve güven duygusunu çelikleştiren işte bu harçtır. Hiçbir koşul sınıf devrimcilerini bu amaçtan alıkoyamaz. 15-16 Haziran’ın mücadeleci ruhu ile devrimci mücadeleyi büyütelim!
Yaşasın 15-16 Haziran Direnişi!
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!
link: Hakan Sönmez, 15-16 Haziran Direnişi 50. Yılında, 15 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6969
Birileri “Bilim” mi Dedi?