2019 yerel seçim sonuçları ortaya koydu ki, muhafazakâr kesimlerde de AKP’nin politikalarından memnuniyetsizlik giderek artıyor. Bu durum ve seçimlerden sonraki gelişmelerle birlikte, yeni parti kurma hazırlıkları olduğu bilinen Gül-Babacan ve Davutoğlu’nun seslerinin daha yüksek çıkmasına olanak veren koşullar oluştu. Babacan AKP’den istifa ederek yeni parti kurma sürecini resmen başlattı. Diğer yandan Davutoğlu çeşitli medya kuruluşlarına röportajlar vermeye, gazetecilerin sorularını cevaplandırmaya başladı. AKP’li bazı milletvekillerinin partilerinden ayrılarak yeni kurulacak partilere katılma olasılığından bahsediliyor. AKP içerisinde rahatsızlıkların olduğu, basına yansıyan haberlerden de, Erdoğan’ın milletvekilleriyle kahvaltılar düzenlemesinden ve konuşmalarından da anlaşılıyor. Safları güçlendirmek için yapılan çeşitli toplantılarda Erdoğan’ın yüzüne karşı son dönemde yapılan hataların dile getirildiği basına yansıdı. Diğer yandan peş peşe iktidar medyasında daha önce görülmemiş şekilde “eleştirel” satırlar görülmeye başlandı. Yeni Şafak gibi bir gazetenin yazarının kaleminden bile AKP için “diyebiliriz ki «büyü bozuldu» ifadesini kullanmanın tam vaktidir” satırları dökülebiliyor.
Gül-Babacan ve Davutoğlu’nun hızlanan yeni parti kurma çalışmaları, Erdoğan’ın kendi partisini koruma konusunda “ümmet” kavramını bile devreye sokmasına yol açtı. Yeni parti kurmak istediği için Babacan’ı “ümmeti parçalamak”la suçlayan Erdoğan, hem yeni parti kurma girişiminde olanlara hem de AKP’nin politikalarından memnun olmayan kitlelere bir mesaj vermektedir. AKP iktidarının ilk yıllarındaki politikalarında önemli payları bulunan ve AKP’lilerin nazarında siyasi ağırlıkları devam eden Gül-Babacan ikilisinin kuracağı yeni partinin AKP saflarında var olan huzursuzluğu arttıracağını ve kopmalara yol açabileceğini görmektedir. Erdoğan, “Birileri parti kuruyormuş hiç bunları kafanıza takmayın. Bu tür ihanetlerin içerisinde olanlar bu işin bedelini de ağır öderler” diyerek bir taraftan gözdağı vermekte ve saflarına güven aşılamayı amaçlamakta, diğer yandan “ümmeti parçalamak” gibi AKP seçmeninde karşılığı olan argümanlara sarılmaktadır.
Erdoğan uzun zamandan beri kendisini “ümmetin lideri ve kurtarıcısı” olarak sunmaya çalışıyor. Bu özdeşleştirme dolayısıyla, kendisine karşı içeriden siyasi faaliyetlerde bulunan kişi veya hareketleri, ümmete karşı işler çevirmekle suçluyor. Erdoğan’a karşı gelmek ümmetin çıkarlarına karşı gelmektir! AKP’yi bölmek, ümmeti parçalamaktır! Kuşkusuz bu kurtarıcılık vehmi, sadece onun kendisine biçtiği bir rol sonucunda ortaya çıkmamıştır. AKP burjuvazisi olarak tarif edebileceğimiz kesimlerin bunda büyük payı vardır. Yıllar boyunca Türkiye kapitalizminin merkezinden uzak tutulmuş fakat sonunda Erdoğan sayesinde siyasi iktidarı ele geçirmiş ve palazlanmış bu sermaye kesimleri bu başarılarını Erdoğan’a borçlular. Bu yüzden, Erdoğan’ın her hareketini alkışladılar. Onlar alkışladıkça “dünya lideri” Erdoğan’ın kendine güveni arttı, o kendinden emin bir şekilde adım attıkça onlar alkışladılar. Bu durum, yani liderin kusursuz ilan edilmesi, sorgulanmaz ve eleştirilmez bir kült haline getirilmesi tek adam rejimlerinin doğasında vardır.
Mehmet Sinan 2012 yılında bu yolun nasıl açıldığını o günden şöyle söylüyordu: “İktidarda geçirdikleri yedi yıl zarfında, Erdoğan ve AKP’li işadamları şunu çok iyi gördüler: Dünyaya açıldıkça ve yeni deneyimler kazandıkça özgüvenleri artıyordu. Küreselleşen şu kapitalist dünyada, İslami kimliğe sahip kapitalistler olarak etkili işler yapabildiklerini görmeleri kendilerini gururlandırıyordu. Kendilerinin de artık bu kapitalist dünyada gözardı edilemeyeceklerini düşünmeye başladılar. Tüm bu başarılarda, lider belledikleri insanın, yani Erdoğan’ın imzası vardı. Nitekim AB ile ilişkilerin gelişmesi ve AB ülkeleri nezdinde takdir görmelerini de hep liderlerinin duruşuna borçlu olduklarını düşündüler. Üstelik bu takdiri, İslami bir partinin mensupları olarak gördüler Batı’dan! Bu da hiç kuşkusuz, özgüven artırıcı bir faktör oldu onlar için. Doğrusu bu tür duygulara, Türkiye’nin içe kapalı «ulusal kapitalizm» döneminin siyasal aktörlerinden hiçbirisi sahip olamamıştır. Tüm İslami kapitalistler, bu başarılarında asıl pay sahibinin Erdoğan olduğunda hemfikirdiler.
“Böylesi bir güç ve üstünlük, bundan önceki hiçbir burjuva partiye nasip olmuş değildir. Erdoğan ve kurmaylarının gerek ekonomide gerekse iç ve dış siyasette ve hepsinden önemlisi de devlet makinesine hâkim olma noktasında gösterdikleri bu üstün başarının onlarda bir özgüven patlaması yarattığına hiç kuşku yoktur. Nitekim bu özgüven şişinmesinin AKP’lilerde yarattığı ruh hali, 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan’ın hızla değişen siyasi üslubunda ve karar alma süreçlerinde takındığı benmerkezci, üstenci ve başkalarını küçümseyici tutumlarında kendini apaçık dışa vurmaktadır. Bu süreçte gerek AKP burjuvazisinden, gerekse AKP’nin siyasal kadrolarından Erdoğan’a mutlak biat edenler ve onu bir «rehber-lider» katına yüceltenler, aynı zamanda onu yeni bir «Erdoğan» imajıyla geleceğe de hazırlamaktadırlar. Bu yeni Erdoğan, ilerde karşımıza Osmanlı’nın imparatorluk ruhunu kendi ruh dünyasında «mezcetmiş» bir «büyük» şahsiyet olarak çıkarsa, buna da hiç şaşmamak gerekiyor! Unutmayalım ki, geçmişteki tüm sivil Bonapartlar da aynen böyle zuhur etmişler ve «imparatorluk» ya da «Başkan Baba» makamına, kendilerini yüceltenlerin omuzlarında böyle taşınmışlardır!”[1]
Bu satırların harfiyen doğrulandığını söyleyebiliriz. Erdoğan içeride çeşitli aşamalardan sonra başkanlık rejimini kurmayı başardı. Dışarıda ise özellikle Müslüman coğrafyada kendisine nüfuz alanları oluşturmaya çalıştı. Erdoğan içeride tüm ipleri eline aldığında emperyal emellerine ulaşabileceğini düşünüyordu. Aslında “Büyük Türkiye” kodlaması da bunun ifadesiydi. Ama içeride ve dışarıda Müslüman halkları etkileyebilmek açısından dini referanslar zaruriydi. Bosna’dan Myanmar’a, Libya’dan Mısır’a kadar Türkiye’nin etkin bir politika yürütme gayretinin arkasında Müslüman coğrafyanın sorunlarını çözmek değil, bu emeller yatıyordu.
Ancak hiçbir kapitalist güç uluslararası politikalarının amacını rakip güçlerin önüne geçmek, yeni nüfuz ve pazar alanları elde etmek olarak açıklamaz. Meselâ nasıl ki ABD, Irak’ı işgal ederken amacının “kitle imha silahlarını yok etmek”, “demokrasi ve özgürlük götürmek” olduğunu söylediyse, AKP de Müslüman coğrafyadaki her türlü faaliyetini Müslümanların acılarını dindirmek, İslamın birliğini sağlamak, Müslümanları İslam karşıtı yabancı güçlere karşı korumak olarak gerekçelendirdi. Hatta içeride muhalifleri bastırmak için de aynı argümanlara başvurdu. CHP’sinden HDP’sine kadar bütün muhalif güçler yabancı düşmanların içerideki uzantıları olarak kodlandı. İslam ümmetinin en büyük gayesi, yeryüzünde iyiliği egemen kılmak, kötülüğü ortadan kaldırmak olarak vaaz edildi. İslam ümmetinin liderine karşı gelmek ise en büyük günah olarak vaaz edildi, ediliyor. Nitekim en son Cuma hutbesinde de Erdoğan’ın Babacan için söylediklerini destekleyen “Müminler ancak kardeştir. Kibirle, riyayla, fesatla, iftirayla ümmetin birliğini zedelemek, tefrikaya kapı aralamak asla kabul edilemez” lafları edildi.
“Ümmetin vahdeti”
Ümmetin vahdeti, yani ümmetin birliği argümanı hem Türkiye’nin dış siyasetini meşru kılmak hem de içeride iktidarın politikalarının sorgulanmasını engellemek için İslamcı çevreler tarafından sıkça kullanılmaktadır. Ümmet diye tarif edilen Müslüman kitlelerin yaşadığı topraklara baktığımızda birlikten, beraberlikten söz edebilmek mümkün değildir. Geniş bir coğrafyaya yayılan 1,8 milyarlık Müslüman nüfus çok sayıda devlete bölünmüş durumda. Yani “ümmet” zaten parçalanmıştır! Müslüman coğrafya hem farklı devletlere hem de aynı devletler içerisinde farklı sınıflara bölünmüş durumdadır. İslamcıların farklı çıkarlara sahip devletleri bir araya getirmeye dönük fikirleri yalan değilse bile hayaldir. Örneğin Müslümanların ezici çoğunluğunun oluşturduğu Ortadoğu’yu düşünelim. Suudi Arabistan ile İran’ın İslam ümmetinin birliğine katkıda bulunmaları mümkün müdür? Yemen’de on binlerce insan bu iki ülkenin de dâhil olduğu bölgesel ve emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi yüzünden öldü, milyonlarca insan açlıkla boğuşuyor ve ölümün eşiğinde. Müslüman Katar’a ambargo uygulayanlar yine Müslüman devletler değil miydi? Ya da Türkiye’ye bakalım. Suudi Arabistan ve Türkiye bölgenin hegemon gücü olabilmek için farklı güçleri destekleyerek rekabet halinde değiller mi? Ya Filistin konusunda Mısır ve Ürdün’ün tutumu? Sorular çoğaltılabilir ve hepsinin cevabı İslam ümmetinin birliği tahayyülünün hakikatin hilafına olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü kapitalizm var olduğu sürece diğer burjuva devletlerin olduğu gibi Müslüman ülkelerin de ortak bir siyasi birlik altında toplanıp sınırlarının kalkması ve halkların gerçekten kaynaşması mümkün değildir.
Türkiye’de AKP ile birlikte propaganda aygıtının daha da etkin ve yaygın bir biçimde kullandığı din, gerçeklerin ve sorunların kaynağını gizlemede muazzam bir rol oynamaktadır. Gerek yazılı ve görsel medyada yayınlananlar, gerek internet ve sosyal medya aracılığıyla yayılanlar, gerekse eğitim kanalları vesilesiyle genç dimağlara zerk edilen efsane, hurafe ve şeytanlaştırmalar ile emekçiler kendi sorunlarına dair gerçek bir düşünme sürecinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Tarih çarpıtılarak AKP iktidarı ve sermayesinin prizmasından geçirilerek veriliyor. Hem genel olarak İslam tarihi hem de Osmanlı tarihi Türk-İslam sentezine uygun bir şekilde yeniden yazılıp servis ediliyor. Yüzyıllar öncesinde kalmış ve bambaşka tarihsel süreçlerin sonucu olan olaylar, hem çarpıtılarak hem de sanki bugün tekerrür edebilirlermiş gibi propaganda malzemesi yapılıyor.
Ümmet kavramının kendisi bile propaganda makinesinin tezgâhından geçerek bu günlere gelmiştir. İslam tarihinde başlangıçta Yahudiler de dâhil olmak üzere Müslümanların dışındaki toplulukları da kapsayan ümmet kavramı, sonrasında giderek egemen devletler tarafından daraltılarak sadece Müslümanlardan oluşan topluluk için kullanılmaya başlandı. Bugün Erdoğan ise ümmet kavramını çok daha daraltarak sadece AKP’ye ve onu destekleyenlere indirgemiştir. Tarihte farklı devletlerin bu kavramı farklı amaçlarla kullanması bunun ideolojik boyutunu ele vermektedir. Hakeza tarihsel gerçekler her zaman günün egemenleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtılmıştır:
“Tarih gösteriyor ki, bugüne değin tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi sunmak ve onları söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için muhtelif ideolojilere başvurmaktan geri durmamışlardır. Doğu ile Batı uygarlıklarının dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan Haçlı seferleri bunun çarpıcı bir örneğidir. Oysa aslında bu savaş, dinler ya da uygarlıklar arası bir savaş değil, dönemin egemen sınıflarının ticaret yollarını ele geçirmek üzere giriştikleri çıkarlar savaşıydı. O dönemde Müslümanlar İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi, Doğu’nun ticaret yollarını ve limanlarını ele geçirmekle kalmamış, Avrupa ve Bizans egemenlerini de tehdit etmeye başlamışlardı. Dönemin Avrupalı egemen sınıfları feodal beyler ve Kilisenin ruhban sınıfı bu tehdidi savuşturmak ve esas olarak da yeni topraklarla birlikte ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla 1095’te –iki yüz yıl sürecek– Haçlı seferlerine start verdiler. Yoksul köylü kitlelerini sonu belli olmayan meçhul bir savaşa ikna edebilmek için, İslamın barbar olduğu ve Hıristiyanlığı yok etmek istediği biçiminde, din üzerinden propaganda yürütülüyordu. Bunun yanı sıra, İslam şeytanlaştırılıyor ve bir din olarak kabul edilmeyerek sapkın damgası basılıyordu.”[2]
Erdoğan iktidarı Haçlı seferlerinin Müslümanlar üzerinde uyandırdığı etkiyi çok iyi bildiğinden, Müslüman kitleleri manipüle etmek için bu argümana sıklıkla başvurmuştur. Haçlı seferleri, iktidarın tepesinden köşe yazarlarına kadar en sık gönderme yapılan tarihi olaylardandır. 2019 yerel seçimlerinde iktidar ve medyası sıklıkla bu tarihsel olguya referansla Müslüman kitleleri Haçlılara/Hıristiyanlara karşı Erdoğan’ın arkasında saf tutmaya çağırmıştır. Rejimin önde gelen ideologlarından Karagül ise 23 Haziran İstanbul belediye seçiminin öncesinde yazdığı bir yazıda “Ne yani, İstanbul’a Haçlı Seferi mi başlatacaksınız?” diye soruyordu. Geçen sene ise Erdoğan Afrin işgalini meşrulaştırmak için bölgedeki Kürt güçlerini “postmodern Haçlı seferinin yeni işbirlikçileri” olarak tanımlamıştı.
“Müminlerin kardeşliği”
Müslüman coğrafya çıkarları farklı ülkelerden oluştuğu gibi, Müslüman ülkeler kendi içlerinde de çıkarları ortak, kaynaşmış bir Müslüman nüfustan oluşmuyorlar. Çünkü hangi dine inanıyor olurlarsa olsunlar, kapitalist dünyada uluslar birbirinden farklı çıkarları olan ayrı sınıflardan meydana gelirler. Müslüman bir ulus-devlet de bundan muaf değildir.
Ne var ki siyasi iktidarlar, egemenliklerinin bekası için bu gerçekliği “din kardeşliği”, “müminlerin kardeşliği” vb. argümanlarla zihinlerden, gözlerden saklayabilmek için ideolojik araçları etkin bir biçimde kullanıyorlar. Türkiye’de de iktidar her türlü ideolojik aygıta başvurarak sınıf ayrımlarının üzerini örtmeye çalışıyor. İki farklı sınıf olan burjuvazinin ve işçi sınıfının uzlaşmaz çıkarlara sahip olduğu gerçeğini dini söylemlerle gizlemek istiyor. Bütün müminlerin eşit olduğunu söyleyerek, işçi ile onu sömüren burjuvayı eşitmiş gibi göstermeye uğraşıyor. Köşe yazarlarından televizyon programlarına, okullardan camilere kadar her yerde bu fikir vaaz ediliyor. Klasik burjuva devrimlerinin “İnsanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar” şeklindeki ilkesinin kapitalizm altında pratikte ne kadar karşılığı varsa, İslam ümmetinin birliği düşüncesinin “müminler eşittir”inin de o kadar karşılığı vardır. Fransız devriminde burjuvazi “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” sloganıyla kendi çıkarlarını tüm emekçilerin çıkarları olarak gösterebilmiş ve böylece emekçi kitlelerin desteğini alabilmişti. Ancak çok geçmeden burjuvazinin “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik”i herkes için değil, yalnız kendisi için istediği ortaya çıkacaktı. Bugün ümmetin birliği düşüncesinin özde bundan farkı yoktur. Müslüman ülkelerin egemenleri kendi çıkarlarını bütün Müslümanların çıkarları gibi göstermeye çalışıyorlar. İslam düzeninde sınıf farkının olmayacağını iddia ediyorlar.
Meselâ “müminler eşittir, kardeştir, sınıf farkı yoktur” diyen Hayrettin Karaman çalışma hayatına dair çeşitli konuları ele aldığı bir yazıda grev hakkında şunları söylemektedir: “İslâmî düzende grevin yer almamasının sebebi hem buna ihtiyacın bulunmamasından, hem de bir yöntem olarak grevde, çalışmadan ücret istemek, çalışanlara engel olmak, rızâya dayanması gerekli olan akitte karşı tarafı râzı olmadığı bir akde mecbur etmek gibi menfî unsurların bulunmasındandır.”[3]
Bu satırlarda iki yönlü bir çarpıtma söz konusudur. Birincisi, “İslami düzende” işçinin hak arama mücadelesine ihtiyaç duyulmayacağıdır. Oysaki bir toplum sınıflardan oluştuğu sürece bu sınıflar arasındaki çelişkilerden dolayı çatışmalar da devam edecektir. Sınıflardan oluşan bir sömürü düzeninin adına “İslami düzen” demekle bu gerçeklik ortadan kalkmış olmuyor. Kapitalist sistem burjuvazi ve işçi sınıfı olmak üzere iki ana sınıftan oluşuyor. “Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır.”[4]
Kapitalist sınıfın birincil amacı sermayesini büyütmektir. Bunun yolu da işçi sınıfını daha fazla sömürmekten geçtiği için, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfı da çalışma ve yaşam koşullarına yönelik saldırıların önüne geçmek ve durumunu iyileştirmek için mücadele etmek zorundadır. Özellikle AKP döneminde semiren yeni yetme burjuva kesimlerin işçi mücadeleleriyle terbiye edilmemiş olmaktan kaynaklanan pervasızlıkları ve açgözlülükleri düşünüldüğünde bu gerçek daha da berrak biçimde açığa çıkmaktadır.
İkincisi, Karaman grev konusunda söylediği yalanlarla işçi sınıfının en temel ekonomik mücadele biçimine saldırmaktadır. Grev, onun iddia ettiği gibi işçilerin çalışmadan ücret almak için başvurdukları bir mücadele biçimi değildir. Daha iyi koşullarda çalışma talepleri karşılanmadığı için işçiler greve çıkarlar ve bu talepler sadece ücretlerinin arttırılması ile de sınırlı değildir. Taleplerin arasında iş güvenliği önlemlerinin alınması, vardiyalı çalışma düzeninin iyileştirilmesi gibi çok hayati talepler de vardır sermaye sahibinin karşılamak istemediği. Üstelik grev süresince sermaye sahibi işçiye herhangi bir ücret ödemez. Grevci işçiler sendikalarının ve diğer işçi örgütlerinin dayanışması ile oluşturulan fonlardan yardım alırlar. Ayrıca kapitalistin yasalara aykırı bir şekilde yeni işçi almasına grevci işçiler elbette sessiz kalamazlar. Peki, Karaman bütün bunları bilmiyor mu? Elbette, çok iyi biliyor. Buradaki yaklaşım son derece sınıfsaldır. Amaç grev hakkında yanlış bilgiler vererek mütedeyyin işçilerin mücadeleye atılmalarına engel olmaktır. Onun düşüncesine göre işçiler grevle haklarını aramamalı, olsa olsa lütuf beklemelidirler! Zaten bu yaklaşımı Erdoğan ve AKP’nin politikalarında da görmek mümkün.
Ne var ki, güneş balçıkla sıvanamayacağı gibi ideolojik aygıtlarla gerçeklerin üstü de ilânihaye örtülemez. En büyülü sözler, en uhrevi kelamlar hayatın demirden gerçekleri karşısında tuzla buz olmaya mahkûmdur. AKP’nin ideologları bu nesnel gerçeklikle karşı karşıya oldukları için “müminlerin kardeşliği”, “ümmetin birliği” konularında yoğun bir propaganda faaliyeti yürütüyorlar. Bu “tek adam rejiminin” kurulmasıyla başlamış bir şey değildir. Çünkü AKP, başından beri işçi sınıfının haklarına saldırıda sınır tanımayan halis muhlis bir sermaye partisidir. Bu gerçekliğe rağmen emekçi kitlelerin desteğini alabilmek ve iktidarını güçlendirmek için kuşkusuz ideolojik manipülasyona ihtiyacı vardı. Bu noktada din ideolojik manipülasyonun en önemli ayaklarından birisi oldu. AKP, özellikle muhafazakâr emekçi kitleleri dini argümanlarla kendi arkasında tutmaya çalıştı.
İşte “ümmet” demagojisine de bu amaçla başvurulmaktadır. Zira Erdoğan iktidarı, izlediği politikaların sınıfsal uçurumu daha da derinleştirdiğini ve emekçi kitlelerin ekonomik krizin etkisiyle bu gerçekliği giderek daha net bir biçimde görür hale geldiğinin farkındadır. Öyle ki son günlerde İslamcı yazarlar arasında muhafazakâr kitlelerdeki değişim üzerine tartışmalar daha da artmıştır. AKP’nin yarattığı nimetlerden faydalanan muhafazakâr kesimlerin “nasıl delirdiği” üzerine yorumlar yapılmaktadır. Oysa “süreç içinde iyice zenginleşmiş, burjuvalaşmış, sınıf atlamış” bu kesimlerin muhafazakârlıkları bir vitrin süsünden başka bir şey değil artık. Emekçi kitleler geçim derdi, işsizlik vb. sorunlarla boğuşurken, AKP’nin bu kaymak tabakası lüks model araçlarından lüks markaların alışveriş çantalarıyla yerlere düşüp poz veriyorlar. AKP burjuvazisi sonradan görmeliğin de etkisiyle şatafatlı bir yaşam sürerken, emekçilerin beli büküldükçe bükülüyor.
Siyasi iktidar ve ideologları “müminler kardeştir” diyorlar ama sıra “mümin kardeşlerinin” emeklilik hakkını vermeye gelince “mümin kardeşler” birdenbire “türedi” oluveriyorlar. Sermayenin her talebine olumlu karşılık verilirken; işçinin hak arama mücadelesi, grevi günah sayılıp OHAL ile yasaklanıyor, engellenmeye çalışılıyor. Ekonomik kriz koşullarında bunlar emekçilerin gözüne daha fazla batmaya başlıyor. Kimin kimle kardeş olduğu daha görünür hale geliyor. Haliyle dindar/muhafazakâr işçiler de diğer işçi kardeşleriyle birlikte işten atılmalara karşı, daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları için mücadele veriyorlar. Grevlerde direnişlerde türbanlı kadınların sayısının giderek artması ve bunların mücadelede hiç de geri planda kalmaması bunun çarpıcı sonuçlarından birini oluşturmaktadır.
Muhafazakâr emekçilerdeki bu değişim iktidar açısından ciddi bir endişe kaynağıdır. Ulufe dağıtmalara, ideolojik manipülasyonlara ve baskılara rağmen AKP’den uzaklaşan emekçilerin sayısı artmaktadır. AKP’ye oy veren kitlelerde yaşanan kırılmanın iktidar açısından olası daha olumsuz sonuçlarını engelleyebilmek için bizzat Erdoğan yoğun bir faaliyet içerisindedir. Erdoğan, dinsel-kültürel argümanlara başvurarak safları sıklaştırmaya çalışıyor. Ne var ki “ümmetin birliği”, “müminlerin kardeşliği” üzerine kurulu bir propaganda bile son tahlilde AKP’nin gidişatını durdurabilecek sihirli bir değnek değildir.
[1] Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, Ocak 2013, marksist.com
[2] Utku Kızılok, Oryantalizm, Medeniyetler Çatışması ve Ilımlı İslam, Ekim 2007, marksist.com
[3] Hayrettin Karaman, Çalışma Hayatı ile İlgili Birkaç Konu, 18 Haziran 2017, yenisafak.com
[4] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.15-16
link: Suphi Koray, İktidarın Ümmet Demagojisi, 4 Ağustos 2019, https://marksist.net/node/6718
“Amerika: Sev ya da Terk Et”
Kadın Üniversiteleri Çözüm mü?