Ziya Egeli bu şiirinde, yoksul emekçilerin geleneksel kültür kalıplarının içinde nasıl çıkışsızlığa itildiğini, kadının ikinci cins sayılmasını, insan sevgisini, emekçilerin çelişkilerini, acılarını ve sevinçlerini işliyor. Bir dağ başında doğan ve istenmeyen Mehveş’in bir işçi haline gelerek işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde nasıl öne geçtiğini anlatıyor.
Çaldı davullar Çekildi halaylar Çoluk çocuk Kadın erkek Yaşlı genç Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar: “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” Ve başladı grev… Rıza Usta, Cemile ve Mehveş Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlardan öğrendiklerinden, Daha en baştan kurmuşlardı komitelerini. Ve fakat kolay değildi İdare etmek bir grevi… Bu iş nasıl bilmek gerekirdi Yani işi, ustasından öğrenmek gerekirdi. Ve onlar da zaten Ustasından öğrendiler. Bir yanda Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar Diğer yanda Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı. Eğer işçiler yalnız kalsalardı Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi Zordu işleri. ...
1
Adı Mehveş Yaşı yirmi beş Gözleri menekşe, Beş kız kardeşten sonra geldi dünyaya Gözleri menekşe beş kız kardeş… “Ha şu erkek Ha bu erkek” diye diye Altı kız çocuğu düştü Zarife’nin rahmine. Altı kez inim inim inledi Doğum sancıları çekti ciğerleri sökülürcesine. Harman savurdu Deste yaptı Döven sürdü Karnında ve kucağında dünyanın yüküyle. Altıncı kez döl tutunca Zarife’nin rahmi Yükü ağırlaşmaya başlayınca yavaş yavaş Tüm köylüyü sardı tatlı bir telaş. Bilirlerdi ki yıllardır Görürlerdi ki yıllardır Bu büyük aşkın en büyük arzusu Bir tanecik erkek evlattır. Hal böyle olunca Bu dert tüm köylüyü sarınca Bilen bilmeyen Aklı eren ermeyen Genci kocası Cahili hocası Tekkedeki dervişi Yollardaki ermişi Tüm köylü “bu kez tamam” dedi Hep bir ağızdan “bu kez tamam”. Kızlar “Kırk Çamlar”ın dallarına Allı yeşilli bezler astılar. Hocalar Muska yapıp Kutsal kitaptan dualar yazdılar. Dervişler Tekke tekke gezip zikir çektiler. Ak saçlı nineler dualar ettiler. Zarife ve İshak Ne tekke bıraktılar ne yatır Dualar okuyup satır satır Bir “Ermişler tekkesine” Bir “Dişsiz Babaya” Bir de “Kırk Çamlara” birer adak kestiler. Yüreklerinden umudu Dillerinden duayı hiç eksik etmediler. Bilirlerdi ki nicedir Anlarlardı ki nicedir, “Umut Açacak en güzel goncadır.” On beşlik kızlar Nerde görseler maniler dizdiler: “Ah Zarife Zarife Bir oğlan doğur bize İshak gibi bir yiğit Düşsün kısmetimize” “Ah kızlar allı kızlar Dudağı ballı kızlar Denginize bakın siz Saçları telli kızlar” “Ah Zarife Zarife On beş yaştan ne olur İki canda bir yürek Yalnızca aşkla olur” “Ah kızlar canım kızlar Yanarım içim sızlar Ah bir oğlum olaydı Nedir yokuşlar düzler” “Ah Zarife Zarife Şu dağlardan yol aşar Yola rehbersiz çıkan Düz yolda bile şaşar” “Ah oğlum canım oğlum Günde gecede oğlum Yıllardır yolda gözüm Dilde hecede oğlum” “Duvarda sazım oğlan Alnımda yazım oğlan Yeter artık nazlanma Ciğerde közüm oğlan” Beş kız çocuğunun üstüne Altıncıya gebe kalınca Zarife Alnı secdeden kalkmaz oldu yine İshak’ın. Ağacı kökünden söken Demiri soluksuz büken İri nasırlı ellerini kaldırıp yukarıya Yalvar yakar oldu Tanrıya: “Ey yüce Allah’ım” dedi; “Şikâyetim yok. Şükürler olsun sana. Şüphesiz sen en iyisini bilirsin Ne verirsen hayırlısını verirsin. Öyle bir güç verdin ki bu İshak kuluna; Taşı öğütür Demirin kudretine boyun büktürürüm. Nazlı gelin gibi salınır buğday başakları. Vurup kazmayı Cayır cayır yanan topraklara su yetiririm. Toprak sancılanır Gül goncalanır Bozkırın ortasında çayır çimen bitiririm. Ey yüce Allah’ım! Öyle beş kız evladı verdin ki bana… Beşinin de Çiğ tanesi gibi ferahtır yüreğimdeki yeri. Beşi de ciğerimin parçası Gönlümün gül goncasıdır. Yüreğim dağlanır Taş değse birinin ayağına Parmağının ucu kanasa birinin… Yemeyip yediresim Giymeyip giydiresim Dere tepe demeden Durup dinlenmeden Kollarıma alıp beşini de Beyaz bulutların yurduna götüresim gelir. Lakin bu İshak kuluna Bir erkek evlatçığı çok görme. Öyle büyüdü ki içimdeki hasreti Göller denizler almaz Dereler ırmaklar taşımaz oldu. Neye varsa ellerim Neye baksa gözlerim Tarlada tapanda Dağda bayırda Ondan başka bir şey görmez Ondan başka bir şey düşünmez oldu. Ey Yüce Rabbim! Ya bir oğlan ver bu İshak kuluna, Ha şu yanımda Böğrümün tam kenarında Bir yiğit yürüsün, Ya da gönder Azrail’ini Bir canım var onu da alıp Başımdan aşağı kefen bürüsün.” İshak geceleri uyanıp Avuçlarını açıp Gizli gizli Yalvardıkça gözyaşları içinde Tanrıya Onu gören Zarife’nin içi dağlanır Bir eliyle bastırıp al yazmasını bağrına Bir eli karnında inleyerek Yalvar yakar olurdu Tanrıya; “Ey bütün âlemleri yaratan! Bir tohumdan binlerce can türeten! İki canı bir yürekte eriten! Şükür, eksik olmadı hiç Soframızdan döğürcek aşımız. Ne vakit bir derde düşse Ne vakit sıkışsa şu kul başımız Ne vakit bir taş dolaşsa ayağımıza Sana açılır Ekmeğini taştan çıkartan çatlamış avuçlarımız. Şükür, öyle beş kız evladı verdin ki bize Beşinin de Salkım söğüt gölgesi düşer üstümüze. Beşi de bal gibi tatlıdır Şeker şerbet gibi akar gönlümüze. Sen ki duyarsın sesimi… bilirim. Bilmediğin görmediğin şey yoktur. Bir el Bozmaya niyetlense bir kuşun yuvasını; Bir el Bir gün önce açsa bir kelebeğin kozasını; Bir el Bir gül goncasına uzansa koparmak için dalından; Bir el bir su damlasını, Bir el Bir deniz dalgasını yarıp orta yerinden Ayırsa birbirinden Sorarsın hesabını. Ey âlemlerin Rabbi! İshak kulun ki dağımdır benim Yaslarım sırtımı yamaçlarına Bakarım dünyaya doruklarından Gölgemdir, soluklanırım Pınarımdır Kana kana içerim avuçlarından. Birlikte yardık toprağı Birlikte attık tohumu toprağın karnına Birlikte suladık Birlikte yeşerttik Birlikte derip sararmış başakları Birlikte taşıdık Ermişlerin yamaçlarından Birlikte savurduk rüzgârda Ayırmak için tohumu tozundan. Aklımız bir Fikrimiz bir Aşkımız bir yürekte yeşerdi. Yanarsa yüreği yanarım Ağlarsa gözleri, ağlarım Ne kullukta bir kusur ederiz şükür Ne de haşa! Verdiğine gönül koyarız. Lakin Düşüktür omzunun biri. Ne zaman dokunsa ellerim ellerine, Ne zaman değse gözlerim gözlerine Bulutlanır Erciyes dağının tepesi gibi Yağar içine içine. Nicedir bir oğlu olsun ister. Rahmansın, Rahimsin Yoktur kudretinin sınırı Göster Ya Rabbim keremini göster” Diyerek Defalarca yakardı Tanrısına. Bir oğul diledi sevdiği için. Bir oğul diledi can yoldaşına. Bir oğul diledi Dinsin diye yüreğini dağlayan özlemi. Bunca yalvarıp dilemesi On dördünde deli gibi sevdiği On altısında koynuna girdiği yavuklusuna Bir erkek evlat verememesindendi. Zarife deli gibi vurgundu İshak’a. İshak da Daha on altısında Mecnun oldu Zarife’ye. On beşindeyken henüz Henüz yeni terlemişken bıyıkları Uzun inceydi… Selvi gibi… Güçlü kuvvetliydi… Boş bir çuvalı savurup atar gibi Savurup atardı yirmilik delikanlıları. Yay gibiydi kaşları. Hüznün siyahı gibiydi dalgalı uzun saçları. Kaybolur da bakanlar gözlerinin karasına Derman bulamazlardı bir daha yüreklerinin yarasına. Az ergenin gönlünü çalmadı Azını sevdalara salmadı. Nice ahlar yükseldi bakışlarının yarasında. Ancak o Daha görür görmez Gözleri gözlerine değer değmez Kaptırdı gönlünü Zarife’ye. Ondan bu yana Ne bir başkasına bakar oldu Ne de görür oldu gözleri. Nasıl görsün ki! Cihana böyle bir güzel gelemez daha. Dil anlatabilmez! Kalem yazabilmez! Bir kez bakan gözler Bir kez daha bakabilmezdi Gitmesin diye aklı başından. Uzun ince parmakları Dokunur dokunmaz oklavaya İnim inim inlerdi aşkından oklava. Döküldükçe dilinden aşk dizeleri Döküldükçe oklavanın Yüreği ezilir Kendiliğinden açılırdı hamur bezeleri. Hele bir yürümeye görsün salınarak Saçını savurarak yürümeye görsün hele bir… Hele bir, Hançer gibi saplanan kirpiklerinin arasından Hareli bakışları süzülmeye görsün… Ne ayaklarını bastığı toprak Ne kendi kokusundan sarhoş olmuş yayla çiçekleri Ne dört bir tarafı olduğu yerin Ne hiçbir mahlûkat ne de beşerin Gönlü tutuşmadan edebilmezdi. Gün gibi ısıtırdı insanın içini. Zemheride goncalanırdı dokunduğu dal. Ay doğmak istemezdi Gölgesi düşmesin diye üstüne. Yıldızlar Bir bakıp bir kapatırdı gözlerini, Bir daha bakabilmek için. Güneş, Onu görünce Bulutların ardına gizlenirdi Gül benzini soldurmamak için. Gün geldi zaman geçti… Yıldızlar bir parladı bir karardı… Bir göründü bir kayboldu ayın on dördü… Yelkovan akrebi kovaladı. Akrep yelkovanı. Günler sıklaştırdı adımlarını. Pazartesi, Yüzüne bile bakmadan Salının Çarşambanın ucuna bile dokunmadan Perşembeye attı adımlarını. Gün zemheriye döndü Zemheri bahara bıraktı yerini. Karlar eridi Dereler taştı Çiğdemlerle doldu çobanların heybeleri. Ala inek İki buzağı buzağıladı ki o yıl; Hey babam, deme gitsin! Yayla çiçeklerinin kokusunun Peygamber çiçeklerinin mavisine Derelerin şırıltısının Çobanların türküsüne karıştığı… Oğlanların türkülerinin Köyün çeşmesindeki kızların yüreğini yaktığı Doğanın uyanıp dile geldiği o günlerde Sabah seherinde poyraz eserken Kuşlar söğütlerde dal dal gezerken Ay beyaz bağrından ışık süzerken Saçları geceden çalınmış Gözleri zeytine belenmiş Bir kız doğurdu Zarife. Köyün ebesi Hamide; “Oy Allah’ım” dedi “Güneş kıskanır Ay görünmez olur görse yüzünü, Zeytin vermez olur ağaçlar Görse kara gözünü.” Dedi ama; Duyar duymaz Zarife Duyar duymaz bir kız doğurduğunu daha… Ciğeri yerinden sökülür gibi Dünyası başına yıkılır gibi Gözlerinden kanlı yaşlar dökülür gibi Bir ağıt yaktı ki inim inim inleyerek, “Kadersiz İshak’ım bu ne yazıdır Ciğerimde yanan oğul közüdür Al götür yanımdan yad ellere ver Bu kız benim değil elin kızıdır” diyerek Ne bir kez dönüp baktı yüzüne Ne de Bir kez alıp kucağına Emzirdi memesinden. ¬Zarife’nin Onca yıllık “erkek evlat hasretine” Bir de Tüm köylünün Ermişin dervişin Hacının hocanın Gencin kocanın Akılının delinin Bilenin bilmeyenin Görenin görmeyenin Kurdun kuşun Gerçeğin düşün “Bu kez tamam Erkek doğuracak Zarife” Demesi de eklenince; İnandı Zarife Bu kez illâki bir erkek evlat doğuracağına. Öyle bir inandı ki hem de; Gündüz ve gece Bu düşle yatıp kalktı. Ve hayallerinde karakaşlı Kara gözlü Çam dalı gibi Tuttuğunu koparan Bir yiğit yarattı. Ve şimdiye kadar Ve şimdiden sonra Ezelde ve ebette, bu bekli de, en büyük murattı. Ve fakat; Gel zaman Git zaman Bir kız doğurunca Zarife, İnanmadı doğurduğunun kız olduğuna. Oysa tek dileği, Bir an önce kavuşmaktı oğluna. “Verin benim oğlumu” diye Yeri göğü kattı birbirine. Saçını başını yoldu elleri. Ve ağladı günlerce. Bir erkek evlat doğurduğuna, Onu da çaldırdığına inanan Zarife’nin Ne ev ne bark Ne yurt ne yuva Ne açlık ne tokluk Ne çoluk çocuk kaldı gözünde. Bir tek şeyi bilir Bir tek şeyi söylerdi. Her sözün sonunda “Oğul neredesin çık gel artık bekletme ananı!” derdi Oğlu gelecek diye dağı taşı gözlerdi. Baktı ki İshak Olacak gibi değil, Zarife’nin aklı başına gelecek gibi değil, Bırakıp kızlarını Uzak bir köydeki bir akrabasının yanına, Götürüp yatırdı Zarife’yi Uzak bir şehirdeki bir hastane damına. Tamı tamına Beş yıl yattı Zarife. -Bundan dolayıdır ki Mehveş Ne bildi teninin kokusunu Ne duydu sıcaklığını ana kucağının Ne de kerametini gördü Sofrasında bir lokma bile yemediği baba ocağının- Ebe Hamide İki gün üst üste Emzirmeyince kızını Zarife… Sarıp sarmalayıp bir beze; Acının ve öfkenin Damlarında bir adam boyu ot gibi bittiği, Yoksul yüzlerdeki derin izlerin İdare lambalarının kör ışığında yitip gittiği, Taş duvarların arasında kalan acıların Puharelerden büklüm, büklüm Duman olup tüttüğü, Kendi gözyaşlarıyla ıslanıp Kendi yürek yangınında yanan, Toprak damlı taş evlerin arasından, Değirmeden dokundurmadan bir göze Ceylan gibi seke seke Gözyaşlarını dudaklarına döke döke Koştu Bir ucundan diğer ucuna köyün. -Bu yüzden hâlâ Gözyaşlarının tuzu vardır dudaklarında Ve hasretin izleri süzülür yanaklarından Her lokmasında da hatırlar Tuz atmaz aşına Gitmesin diye tadı dudaklarından- Ve Varıp dayandı Arife’nin kapısına. Bir elinde bahtsız yavrucak Bir elini yumruk yaparak Öyle bir vurdu ki ardıç kapıya Taaak taaak tak… Sanırsınız, koca ardıç kapı ta kökünden yıkılacak. Ve çekilirken ardından tahta kapının sürgüsü Hücum etti dışarıya, ağır bir yoksulluk kokusu. Ebe Hamide, Yüzüne bile bakmadan Arife’nin Ok gibi fırlayıp Girdi içeri hayattan. Varıp tandır damına Oturdu toprak bir sedirin yanına. Koca tandır damını Ortasındaki iki ardıç direk tutuyordu. Direklerin ikisinde iki idare lambası Ancak göz gözü görebilecek kadar aydınlatıyordu. Bir köşesinde tahta bir kablık Tandırın yanında peş bir soba Ve üstünde İsten kararmış koca bir çaydanlık. Arife, varıp Hamide anasının peşinden Kaldırıp örtüyü bakınca yüzüne Sanki ayın on dördü göründü gözüne. “Anaaaa!” dedi uzatarak “Anaa! “Kimdir bu yavrucak? Kimdir? Kimin nesidir? Kimin yüreğinin köşesidir? Hangi gözün sevinci Hangi yüzün neşesidir? Söyle anam! Söyle kurbanın olam! Ay mı düşürmüş yoksa koynundan Güneşten mi kopmuş yoksa? Bir varmış bir yokmuş diyarlardan mı alıp getirdin? Dünya güzellerinin koynundan mı çalıp getirdin? Taze gelinlerin kınasından mı Yayla çiçeklerinin arasından mı Cennet kızlarının deresinden mi bulup getirdin? Söyle anam Söyle kurbanın olam.” “Ah kızım” dedi Ebe Hamide “Ah kızım” dedi Derin derin derin iç çekerek. Ve bazen susup Bazen sicim gibi gözyaşı dökerek; “Bilmez” dedi “bilmez Benim gibi Çocuklarını yedisinde bir tahtada yummayanlar. Bilmez yedisinde Kara toprağın bağrına komayanlar. Ve Yirmi beşinde kupkuru Bir ağaç dalı gibi yapraksız Evlatsız, ocaksız kalmayanlar.” -Ebe Hamide iki kızını Güneş’ini ve Mehveş’ini toprağa verince Henüz yirmi beşinde Ya var ya yoktu. Gözünün kökü Varı yoğu iki çocuktu. Fakat Ölünce iki kızı da bir gün arayla peşi sıra Deli olup çıktı dağlara. Ağıt yaktı. Seller aktı duyanların gözünden. Önde Kara Yusuf, o arkada Dere tepe gezdiler. Ay çıkınca Mehveş’e ağladı Gün çıkınca Güneş’e… Kekliklerle konuştu Rüzgârlarla, yağmurlarla, bulutlarla… Ve bin bir umutla gezip dolaştı Ha şu yolun başında Ha şu dağın ardında Ha şu kayanın dibinde Ha şu ağacın gölgesinde diye. Ne yürünmedik yol Ne aşılmadık dağ Ne görülmedik köy bıraktılar. Nereden geçseler, nerede dursalar Kimi görseler; “Bir kızım var telli pullu Bir kızım var allı güllü Biri gün gibi… Güneş’im Bir ay gibi… Mehveş’im” deyip ağlayıp durdu. Gün geçti Ay geçti Ne bir iz bulabildiler Ne bir ses duyabildiler. Kara Yusuf tutup elinden O dağları aşıra Şu yollara düşüre Getirdi köye yeniden. Gözü görmez Aklı almaz Kulağı duymaz oldu, yer yarılsa orta yerinden. Yaz geçti Güz geçti Kışın el ayak dondurduğu Dışarda kalanı o saat öldürdüğü günler geçti. Bahar geldi Çiçek açtı erik dalları. Ve çınar ağacı Türküler yaktı erik ağacının çiçekli dallarına. Davullar, zurnalar çalındı Elleri kınalandı gelinlerin. Ata bindiler telli duvaklı. Haberi bile olmadı hiçbirinden. Kimi zaman: Peygamber çiçeklerinin mavisine çaldı tarlaların yüzü, Kimi zaman: Yayla çiçeklerinin kokusu sardı Geceyi ve gündüzü… Ebe Hamide Tamı tamına on beş yıl Güneş’e ve Mehveş’e ağladı. Ve derken; Günler böyle geçip giderken; Daha yerin yüzü ağarmadan Serçeler yuvalarından dağılmadan Bir feryad-ı figan Kılıç gibi keserek iki zamanı Ayırdı bir bağırdan. Karşı yamaçlara çarptı önce başını. Kapkara kayalara çarptı. Karamuk çalılarını Kuşburnu çalılarını söküp kökünden Köyün alt yerinden Cennet kızlarının deresine aktı. Tırpan gibi devirip çayırları Ve buğday başaklarının kellesini keserek, Söğütlerin ve kavakların üzerinden Kasırga gibi eserek Köyün meydanında bir dönüp Ebe Hamide’nin puharesinden Girdi tandır damına. Ebe Hamide İdare lambasının ışığında Tandır damındaki peş sobanın başında Evlat acısıyla yanıp tutuşurken Bir susup Bir kendi kendine konuşurken Ciğerleri parçalanır gibi “Hamideee yetiş Hamideee” diye haykırdı bir kadın sesi. İşitmeyen kulakları Duymak ister gibi sanki bütün sesleri Canlıya cansıza dair ne varsa bütün nefesleri Açıldı açılabildiği kadar. Görmeyen gözleri Hasretini dindirememiş iki sevgili gibi Sarmaş dolaş olmuş kirpiklerin arasından İdare lambasının kör ışığında canlanan Un bulgur çuvallarının gölgesinde dolaştı bir an. Hemen otuz metre ötesinde yanan Kardeşi Sultan’ın evinden kalkan duman Usul usul girdi içeri puhare damından. “Hamideee” diye ünledi tekrar Muhtarın karısı. Ve fazla sürmeden arası, Evin göğe yükselen dev gibi yalımları Puharenin bacasından girip aydınlattı Ebe Hamide’nin koca tandır damını. O keskin figan Puharenin taş duvarlarına çarpa çarpa Girince tekrar tandır damından içeri Hamide Ok gibi fırlayıp çıktı dışarı. Ve çıkar çıkmaz gördü ki; Ateşten bir nehir gibi alevler Göğün mavi derinliğine doğru akıyordu. Bütün köylü çaresiz ve dövünerek Göğe doğru yükselen yalımlara bakıyordu. Attı yerlere kendini Hamide. Ne eli yüzü kaldı yırtılmadık Ne kaşı gözü… Soldurdu yüzünü Ay. Yıldızlar çekip gittiler Daha fazlasına şahit olmamak için acının. Kala kala Beş nüfustan ve evden geriye Bir taş duvarlar kaldı Bir de beş yaşındaki Arife… Hamide Mehveş’in ve Güneş’in acısının üzerine Bedenlerini mezara Acılarını yüreğine gömdükten sonra Alıp bastı bağrına Arife’yi. Çare oldu Solup gitmekte olan umutlarına. Böyle dindi ancak yüreğinin acısı. Bakıp büyüttü Arife’yi. Ne biliyorsa öğretti. Döven sürmeyi Hamur açmayı Ekin dermeyi Un kavurmayı Harman savurmayı Ve daha ne varsa yaşama dair… On sekizine gelince, gelin etti Karışsın diye çoluk çocuğa. Bir kızları olunca Arife ve Arif’in “Anam” dedi Arife; “canım anam” “Sen büyüttün beni. Sen doyurdun. Sen öğrettin bana ne biliyorsam. Kilimlerimin motifi sendendir… Sendendir soframın bereketi. Ellerinin akındandır Kaderimin ve günümün aydınlığı. Ekmeğim aşım Yolum yoldaşım sensin. Gözümün ışığı Gönlümün aşığı Kızımın ebesi ve atası sensin. Sen koy adını canım anam” diyerek Ve gözlerine yaşlar yürüyerek Tutup öptü Hamide anasının iki elinden. Ebe Hamide; “Karanlığımıza Güneş olsun Büyüyüp de gelin olsun Hamide anan yoluna ölsün” diyerek Dualar okuyarak Güneş koydu adını Arife’nin ilk kızının. Arife’den tam bir ay sonra Zarife doğurdu Güneş’ten tam bir ay sonra Mehveş doğdu. Arife emzirdikten sonra Mehveş’i Alıp kucağına Ebe Hamide “Güneş’im battı, Güneş’im doğdu. Ay’ım soldu Ay’ım doğdu Allah’ım ikisini aldı, ikisini verdi Mehveş’im öldü Mehveş’im doğdu” diyerek Hem ağlayarak Hem gülerek Mehveş koydu adını. Bir daha Ne arayan oldu Mehveş’i ne soran. Sanki daldan düşmüştü Sanki doğup hemen ölmüştü. Bir gün Beş gün Bir yıl derken Mehveş Arife’nin kızı olmuştu. Arife Yatırıp iki tarafına ikisini de Bir Güneş’i öperdi bir Mehveş’i… Ekinde yığınların dibinde Bahçede mürdüm eriklerinin gölgesinde uyuturdu. Ağlamaya görsün biri Ne varsa atıp elinden Koşup yanı başına Bir öpücük kondurup yanağına Sustururdu, bir türkü söyleyip kulağına. En çok Mehveş ağlardı. “Kınalı kuzum, ay yüzlüm, kömür gözlüm” Diye severdi Arife. (Bilir ellerinin şefkatini Mehveş Sıcaklığını kucağının Ekmeğiyle doydu yoksul ocağının) Gel zaman git zaman Tam beş yıl geçtikten sonra aradan. Çıkınca Zarife hastane damından… Yani aklı başına gelince Anlayıp bilince her şeyi… Varınca köye. Bir an önce almak istedi Mehveş’i anasından. Ve fakat Gördüler ve anladılar ki: Kaç kez söküp koparıp alsalar da anasının kollarından Kaç kez söküp alsalar da ciğeri bedenden Öyle kolay olmazmış Anayı ayırmak kızından… Hastalanınca, öleyazınca neredeyse Çaresiz geri verdiler kızını Arife’ye. Fakat gün geçtikçe Hafta geçtikçe, ay geçtikçe büyüdü acı. Zarife, Kesildi yeniden ekmekten aştan. Ağıt yaktı gene günlerce. Acının böylesini görmemişti hiç ömrünce. İshak, Ağlayarak uyanır oldu geceleri. Af diledi Tanrısından. Koca çam gibi adam Kuru bir dala döndü. “Yeter artık!” dedi “Muhtar emmi” “Yeter artık!” “Ya alacağım kızımı, ya da öleceğim” dedi. Dedi ama Eğile büküle laf kulaktan kulağa “Ya alırım kızımı ya da öldürürüm”e dönünce, Bir telaş düştü Arife’nin yüreğine. Bir korku düştü. Ne kızını vermeyi göze alabildi, Ne de canını hiçbirinin. Her anını bile bile Her anını göre göre büyüttüğü Sevgisini imbiklerden damıttığı Kimi zaman başucunda Kimi zaman ayakucunda yattığı Ağladığında ağladığı Güldüğünde güldüğü kızlarını da alıp Pılısını pırtısını toplayıp bir sabah Kuzular anasının memesine sokulmadan Köyün camisinde ezan okunmadan Günün ışıkları karşı yamaçlara dokunmadan Bazen derelerin kenarından Bazen ekinlerin arasından süzülerek Ermişlerin yamaçlarını aşarak Bazen bir taşa Bazen bir çalıya dolaşarak Bazen telaşlı bazen ürkek Efendiler’i ve Karasu’yu geçerek Boztepe’den ilçeye giden Bir kamyonun kasasına binerek Bir bilinmeze doğru çıktılar yola.
2
Ebe Hamide Ne harmanda Ne tarlada Ne de konu komşuda İki gün üst üste Görmeyince Arife’sini Ve de duymayınca torunlarının sesini Bir kurt düştü içine. Bırakıp kirmanını ayakucuna Bir yürek yangısıyla fırlayıp Vardığında Arife’nin kapısına Sabahın seherinde serçeler dallarında Kuzuları analarının kollarında yatıyordu. Ebe Hamide Vurdu kapıya birkaç kez. Ne bir tıkırtı duydu ne bir ses. Vurdu birkaç kez daha Bir daha vurdu Bir daha. Durdu duramadı Bir küfür savurdu “Kız gavurun dölü” Ölü olsa duyardı” diye Ve kulağını verip kapıya… dinledi. Ne bir ses duydu Ne de bir açan oldu kapıyı Bir o yana koştu Bir bu yana. Şaşırdı ne edeceğini Ne yana gideceğini. Yüreğine bir ateş düştü Bağrını dövdü Dizini dövdü Eve geri dönmeden Kara Yusuf’a haber vermeden Köyün alt yerinden Cennet kızlarının deresinden Karakaya yoluna vurdu kendini Rüzgârlı tepeye çıktı oradan. Ve tepenin en üstüne çıkınca durdu. Rüzgârlı tepe İki köyün tam ortasında İki köye de taa yukardan bakıyordu. Seherin karanlığı Tanın aydınlığına bırakırken yerini Karşı yazılar yavaş yavaş aydınlanıyordu. Sarıdam köyünün üstündeki Kartalkayası Seherin karanlığında Heybetli yalnızlığına Yalnızlık katıyordu. Köyün alt yerindeki Cennet kızlarının deresindeki söğütler Bir sağa bir sola Kıvrıla kıvrıla Taa “iki kardeş boğazı”na akıyordu. Yazıların hemen arkasında Dalga dalga sıralanan mor tepeler Sonsuzluğa doğru kulaç atıyordu. “Güneyin Sırtları”nda Koyun otlatan iki çobandan biri Kavalıyla dizerken peşi sıra nameleri, Diğeri Sabahın beşinde Taşların arasında yanan odun ateşinde Doğacak günün ilk çayını kaynatıyordu. Kavalın nameleri sanki Uzak bir diyardaki Çınar ağacı ile mürdüm eriğinin hikâyesini anlatıyordu. Ebe Hamide Oturup bir taşın üstüne Pencereleri Gaz lambalarının kör ışığında aydınlanan Karakaya köyüne bakıyordu. Kapkara kayalar Karakaya köyünün ardında Koca bir kale duvarı gibi ihtişamlı ve vakurdu. Sırtında ardıç ağaçları Tepesinde kapkara bulutlarla Ermiş Dağının yamaçları Gelen geçen açları doyuran Ermişler tekkesine Ev sahipliği yapıyordu. Çobanın dudakları Üfledikçe yürek yakan nameleri, Ebe Hamide’nin gözleri Bir dolup bir taşıyordu. Bir hışımla kalktı oturduğu yerden Ve tez elden varmak için Karakaya köyüne Adam boyu ekinleri yararak Karamuk çalılarını Kuşburnu çalılarını dolanarak Kurudu kuruyacak Darboğaz deresinin Beline kadar suya gömülü Beyaz çakmak taşlarının üstüne basarak Geçti karşıya. Köyün alt yerine vardı bir solukta. Yemyeşil yoncalıkların kenarındaki iğdeler İnsanı sarhoş eder gibi kokuyordu. Darboğaz deresinin hemen üstünden köye Eğile büküle Dik bir patika yolla çıkılıyordu. Karakaya köyünün Yüzünü güneşe dönmüş Toprak damlı taş evleri Bağrına basarak nasırlı ellerini Ve gözleriyle ufkun kızıllığını süzerek Sanki Karşılar gibi bin yıllık hasretini Eşikte karşılıyordu İçlerini ısıtan bu ateşi. Ve hain bir hançer Saplanıp parçalamasın diye ciğerlerini Ana kucağına yaslanır gibi Karakayaların bağrına yaslanıyordu. Ebe Hamide Bir eli dizinde Arife’sinin ve torunlarının hayali gözünde Tırmanıp çıktı yokuşu, bir nefeste. Vardı Kara Yeter’in kapısına. Kara Yeter’in evi Köyün en üstünde Karakayaların eteklerindeydi. Ön tarafında iki küçük pencere Ortasında bir kapı Ve geri kalanı yapının Boğazına kadar toprağın içindeydi. Kara Yeter Sabah namazını kılmış Sağa sola selam vermiş Seccadesini büküp dermiş Bir leğene hamur karmış Odunu tandıra sürmüştü. Bir yandan “Ah bir kızım olsaydı Hamurumu karsaydı Salını salını gelseydi Anası yoluna ölseydi” diye Sıralarken dizelerini Bir yandan da açıyordu hamur bezelerini. Ebe Hamide Girdi tandır damından içeri. Gözleri, İdare lambasının kör ışığıyla aydınlanan evi Güç bela seçiyordu. Kara Yeter Görünce aniden karşısında Hamide’yi Önce korkarak Ve sonra yutkunup Euzu besmele okuyarak; “Kız anam sen in misin?” “Gökten inen cin misin? Ne gezersin bu vakit Yoksa sen deli misin? Gün torbaya mı girdi de Bu vakitte gelirsin? Hayrola, hayırlar ola” dedi. Ebe Hamide Bir of çekip derinden Alıp ucu yanık Efrac’ı Kara Yeter’in elinden Oturdu tandırın başına Sustu ikisi de bir zaman. Kara Yeter açtı bezeleri o pişirdi. Kara Yeter açtı bezeleri o pişirdi. “Bacı” dedi birkaç kez; “Ne oldu bacı?” dedi Kara Yeter. Ebe Hamide “Kızlarım” dedi “Kara Yeter, kızlarım…” Bir yumruk gelip düğümlendi boğazına. Yutkundu gitmedi Yutkundu gitmedi… Kalkıp Kara Yeter yerinden Bir tasla Bakır bir tasla Ağır bakır bir tasla Yeni kalaylı Kulpu kırık ağır bakır bir tasla, Köyün belki İki üç kilometre ötesindeki bir kuyudan, Her sabah güneş doğmadan Her öğlen azıklar konmadan Her akşam ala inek gelmeden Günde üç kez taşıdığı sudan Bir tas uzatıverdi Ebe Hamide’ye. Tutup kalaylı ağır bakır tası kırık kulpundan İçti suyunu usuldan usuldan. Bırakıp bakır tası yere Kaldırıp başını baktığında Kara Yeter’e Hamide’nin gözleri çakmak çakmaktı. Ve Yüreğinde biriken acıyı Akıtıp gözlerinden Olduğu yere bıraktı, bırakacaktı. Nazlı bir dere gibi Kıvrıla kıvrıla akarken, Hıncından başını taşlara vuran ırmaklar gibi Taşıp bendini yıktı yıkacaktı. Anladı ki Kara Yeter o an, Anladı ki Dert büyüktü. Ne varsa yüreklerine dolan, Sarılıp birbirine iki emmi kızı Birleştirip gözyaşlarını Bir çağlayan gibi akıttılar. Ancak biraz bu şekilde dindi yüreklerindeki sızı. Ebe Hamide Anlattı Kara Yeter’e Torunlarını da alıp gittiğini köyden Arife’nin. “Ah emmi kızı!” dedi Kara Yeter “Ne eder, nere giderler? Nasıl yol bulup Nasıl iz sürerler? Ah yavrularım, kınalı kuzularım…” Ebe Hamide, Ağlaşıp sızlaştıktan sonra bir zaman, Pişirip ekmeğini Kara Yeter’in döndü köyüne. Ve yine Ateş düştü evine. Ve bir zaman geçtikten sonra aradan; Dağı taşı aşan Kulaktan kulağa dolaşan bir söylentiye göre Hamide’nin kızları Koca bir şehre gitmişler. Ve gene duyduğuna göre: Şehir şehir değil de, koca bir dünyaymış burası. Ben diyeyim binlerce Siz diyesiniz on binlerce Ve biz diyelim milyonlarca insan Gelip memleketin her yerinden Gelip girmişler bu koca şehre. “Vaah!” dedi Ebe Hamide “vah!” “Nasıl edem, nere gidem Nasıl bulam yavrularımı? Kime ağlayam? Kime yanam? Kime diyem hallarımı? Kime varam? Kimden soram? Nasıl bulam yollarını?” Dert ile dağlanmaya alışkın yüreği Bazen durdu durgun dereler gibi Bazen çağlayanlar gibi coşup çağladı. Oturdu ağladı, Kalktı ağladı. Ve baktı Böyle olacak değil… Beklemekle çare gelecek değil… Yeniden düştü yollara. Beyler Yurdu diye bir köy vardı Ve “Kara Halim Ağa” derler Bir ağa yaşardı bu köyde. Tüm memleketi gezerdi. Ve uzatsa elini Ankaralara Ve hatta belki de İstanbullara bile değerdi. Halk Partisi mebusuydu “Ününücüydü” dediklerine göre. Bilse bilse o bilir, Bulsa bulsa o bulurdu. Karakayaların sırtından aşıp Ermişler tekkesini dolaşıp Gün tam tepeye varmadan Vardı Kara Halim Ağa’nın köyüne. Vurdu kapısını Kara Halim Ağa’nın konağının. Çekip sürgüsünü açtı kapıyı, Eli silahlı Beli fişekli Kaytan bıyıklı biri adamın… Aldı içeri Ebe Hamide’yi. Yüksek duvarların arkasında Duvarları kara taştan Koca kapısı ağır, sert bir ardıçtandı. Önündeki koca terasın Küpeşteleri kızıl bir ağaçtandı. Çatısında kırmızı kiremitler Ve kapısında Tasmasından kurtulsa Tuttuğunu koparacak yavuz itler vardı. Yani atalarımızın dediği; Adamın cömerdi yavuz it beslerdi. Önce koca bir salona girdi koca bir kapıdan. Oradan, Ahşap bir merdivenle Uzun ve geniş bir koridora çıktı. Sağında solundaki kızıl vernikli kapılar Sonuna kadar açıktı. Yeri ve tavanları odaların Pırıl pırıl kızıl vernikli ağaçlarla Ve el dokuması kilimlerle kaplıydı. “Allah bilir Ne çileyle atılmıştır teek tek ilmikler” diye geçirdi aklından Ebe Hamide. Koca kanatlı bir kapıdan girdi içeri. Önünde birleşti önce Sonra çözülüp iki yanına sarktı Dalından düşmeyi bekleyen yemişler gibi elleri. Karşısında bir ağa ve bir ağa karısı. Hamide’nin içinde evlat yarası. Kara Halim Ağa Ayakta karşıladı Ebe Hamide’yi. Bir tarafta, Kara Halim Ağa ve Beyhan Hanım… Diğer tarafta Ebe Hamide. Bir tarafta Ayağında çarık Sırtında libada Yuvalarına gömülmüş fersiz gözleri Ve yoksulluğun derin izleriyle Ebe Hamide; Diğer yanda Açık sarı saçlı Kanlı yüzü etli Eflatun gömlekli Uzun siyah etekli Ve kollarında parlak bilezikleriyle Beyhan Hanım… “Hoş geldin Ebem Hamide” dedi Uzun boylu bir adam. Yarı ak, yarı karaydı Tek bir tel bile dökülmemiş Dalgalı saçları. Elmacık kemikleri çıkık Büyük alnı açıktı. Zayıf beyaz yüzü Kulak memesinden Dudak kenarına kadar derin bir yarıktı. Yere öyle bir basıyordu ki adam Öyle bir güç alıyordu ki uzun bacaklarından Göçüp gitmeyecekti sanki Hükmetmeden her yanına, bu dünyadan… Aynı soydan değildi Karşı karşıya duran bu iki insan… Biri, yaprak misali dökülebilirdi dalından Yarılabilirdi toprak misali karnı Taş misali Alınıp atılabilir Taşınabilirdi bir yerden bir yere Nerde gerekliyse, oraya konabilirdi. Rüzgârın diliyle öfkelenir Toprak gibi kanar Güneş gibi yanardı. Öfkelenmesi, kanaması ve yanması Düzenin kendi gidişatı üzereydi. Çekilen çile Yakılan ağıt Edilen feryat Kırılan dalın çatırdaması gibi Öyle sıradan ve kendi kendineydi. Önce sola bakıp sonra sağa “Buyur otur” dedi adam konuğa. Ebe Hamide bakışlarını Yerdeki kilimlerden Vernikli lambrilerden Beyhan Hanım’ın ışıltılı kollarına çevirdi. Ne böyle evler bilirdi şimdiye kadar Ne de böyle Eli yüzü Kolu kanadı ışıltılı kadınlar. “Toprak yer Toprak dam… Burada da bir adam yaşar. Orada da bir adam. Eyy yüce Allah’ım Sen misin şimdi bu adaleti yaratan” diye geçirdi aklından Kara Halim Ağa “Ünün senden yıllarca önce geldi Ebe Hamide Adını yıllardır duyarız Mübarek ellerine doğurur gelinlerimiz kızlarımız. Ve duyduk ki gene biz Kızını aramışsın Ermişlere sormadan Dervişlere varmadan Kara Halim Ağa’dan medet umarmışsın. Bilirse o bilir Bulursa o bulur dermişsin. Elimizi uzun Kolumuzu uzun Memlekette yolumuzu uzun bilirmişsin. Elimiz uzun Kolumuz uzun Her diyardan geçer Yolumuz uzundur şükür. Ve fakat Zaman o zaman Devir o devir değil Şimdi “devletin dümenindeki el” bizim elimiz değil. İstanbul koca bir şehir Ne Beyler Yurduna benzer Ne Kötencelere. Sen bir damla O bir umman. Her mahallede bir adamın olmadan Ne kaçan kolay bulunur Ne de kaybolan. Dedim ya şimdi biz Devletin dümeninde değiliz. Kudret Ağa derler bir ağa vardır Kırkgözeler köyünde, Demirkıratlıdır Şimdi onların elleri vardır devletin dümeninde Ve izleri memleketin her yerinde. Şimdi onların hükmü geçer Şimdi onların fermanı okunur Padişah fermanı diye. “Dedikleri dedik Çaldıkları düdük”tür. Var kapısına selamımı söyle Beni iyi bilir ve çok da sayar Bilirse o bilir Bulursa o bulur” dedi. Ebe Hamide Önce bir tas su isteyip, Ve sonra “Kalın sağlıcakla” deyip Çıktı Kara Halim Ağa’nın köyünden. Düştü yollara yeniden. Tarlalarda sarı buğday başakları, Sırtlarına bağlı çocukları, Ve boğazlarına sarılı yoksulluklarıyla Ekin dererken gördü kadınları. Yol yol değildi artık. Her adımı isyan Her adımı ağıt Her adımı gözyaşıydı. Her adımı çalı Her adımı yılan Her adımı çıyandı boğazına dolanan. Her adımı kahır Her adımı zulüm Her adımı ölümdü. Dağ tepe aştı İki dere, beş köy geçti. Gün karanlığa dönerken Kuşlar yuvalarına tünerken Kuzular analarına melerken Kırkgözeler köyüne geldi. Bir ovanın üstünde Göz alabildiğine tarlalar… Ve rüzgârın kollarındaki başaklar Bir o yana bir bu yana Deniz dalgası gibi dalga dalga dalgalanıyordu. Bir dere akıyordu ki söğütlerin arasından Bir dere ki… Darboğaz deresi ne ki! Kırk gözeden biriken sular, Sağa sola bükülerek, Bazen bir düzde akıp Bazen bir yarepten aşağı dökülerek; Ne var ne yoksa sağında solunda, Dallarda ki elmalara Yeşile kesmiş yoncalara Yeni açmış goncalara can vere vere Geçtiği yerlerin acılarını biriktire biriktire, Kan kızıla boyana boyana akıyordu Kızılırmağın dert dolu yüreğine. Ovanın sonunda Çırılçıplak tepeler, Yay gibi bükülüp Halaya durur gibi Omuz verir gibi bir birine, Hep daha ileriye Ve yukarıya yükselir gibi Batıdan doğuya doğru adım adım çıkıyordu. Eteklerinde Taş duvarlı yoksul haneler Keven gibi saçılırken sağa sola birer birer, Kudret Ağa’nın yapısı, Etrafının kale gibi duvarlarla çevrildiği Üstlerinde beli silahlı adamların beklediği Koca Saray gibi bir yapıydı. Bu yapı, Kudret Ağa’nın kudretinin Tüm köylünün gözündeki En sarsılmaz ispatıydı. Ebe Hamide, Bu dümdüz ovayı Dönüm dönüm tarlaları Sarı sarı başakları Bağı bahçeyi Uzun uzun selvi selvi kavakları Gürül gürül akan dereleri görünce Kendini cennet-i âlâda sandı. Ama değildi… Bir tarafı cennet Diğer tarafı cehennemdi. Bir tarafta Kudret Ağa’nın cenneti, Diğer tarafta Toprak damlı taş evlerin cehennemi vardı. Cennette Kudret Ağa Cehennemde marabalar yaşardı. Tan ağarmadan gider Tarlayı sürer Tohumu eker Başakları derer Karanlıkta dönerlerdi. Dere tepe Dağ taş demez yürürlerdi. Ağustosun sıcağında yanarlar Yağmur altında ıslanır Sabahın ayazında donarlardı. Yaşamak çile çekmekti yani… Ve fakat yine de Yine de doyamazdı kursakları çocuklarının. Ne sütü bilirlerdi Ne eti… Tek bildikleri Tek yedikleri Karınlarını doyurdukları Döğürcek aşı ve kara ekmekti. Çocukları kara kuru Çocukları aç biilaç Çocukları bir deri bir kemikti. Umutları, Sabahın ayazı yüzlerini kesinceye Ekinlerin sapları Ellerini avuçlarını yüzünceye kadardı. Ne bir dönüm toprak Ne bir dilim ekmek Ne bir soluk nefes onlarındı. Toprak ağanın ellerinde Ekmek ağanın ellerinde Can ağanın ellerindeydi. Onlara kalan Boylu boyunca yoksulluk Boylu boyunca açlıktı göz alabildiğine uzanan. Yani öyle bir dünyaydı ki bu, Bir dünyanın içine iki dünya sığmıştı; Açların ve Tokların dünyası… Karanlık iyice çökmeden Çaldı kapısını Yolunun üstündeki yoksul toprak bir damın. Açtı kapıyı kırk yaşlarında Yüzü kemikli, zayıf Sakalı epeyce uzamış biri adamın. Ve arkasında Beyaz başörtülü bir kadın Hafifçe uzatıp başını kapıdan “Hoş geldin ana, buyur” dedi, “gir içeri”. “Bu zamanınız hayır olsun” dedi Ebe Hamide. “Sağol ana” dedi iki ağız da birden. Çekildi kenara adam. Ebe Hamide Geçip hayattan girdi tandır damına. Genci yaşlısı kim varsa sofrada Kalktılar ayağa “Hoş geldin” dediler Ebe Hamide’ye Buyur ettiler sofraya. Bir tencerenin etrafında Tamı tamına on nüfus birikmişti. Akşam yemekleri yalnızca Kara undan kara yufka Bir de kalaylı bakır kapta pişmiş döğürcekti. Ardı ardına tahta kaşıklar Sofranın ortasındaki bakır tencereye Bir namenin notaları gibi Ahenkle değiyordu. Bulgurdan yapılmış döğürcek aşı Sanki Yağlı bir kuzu eti yenir gibi yeniyordu. Ve ayın ışığı pencereden Kaderlerini aydınlatmak Ve Tandır damını ışıtmak ister gibi değiyordu. Bunca zenginliğin Ve bereketin içinde fukaralık Çırılçıplak ve ayan beyandı Toprak damlı taş evler Ve Kudret Ağa’nın sarayı Aynı göz hizasında ve yanaydı. Oysa Ebe Hamide Koca dünyayı yalnızca Kendi fukaralığından ibaret bilirdi. Gün doğar tarlada Gün batar toprak kaplı damlarda geçerdi zaman. Ekmeği kara buğdaydan Yemeği karabuğdaydandı. Ayağına giyeceği tek şeyi çarık Karnını doyuracağı tek şeyi Döğürcek aşı sanırdı Duvarları taştan Damları topraktan Mertekleri ardıçtandı evlerinin Sırtında libada Ayağında çarık Döğürcek aşıyla dolu kalaylı bakır kaba Hep birlikte sallanırdı kaşık. Ve Yenildi döğürcek aşı Kaldırıldı sofra yerden Çekildi bir kenara Ebe Hamide Yüzü bin parçaya bölündü kederden. “Bacı” dedi Ümmü kadın, “bacı” “Kimsin? Kimlerdensin? Nedir yüzündeki bu acı? Nerden gelir nereye gidersin? Böyle bir başına dağda taşta ne edersin? Hangi derttir bu yollara düşüren? Hangi acıdır bu dağları aşıran? De hele Allah’ını seversen.” Dertler döküldü Ciğerler söküldü Ağıtlar yakıldı Geçti zaman Ve sonra Yataklar serilip yatıldı yerine Daha uykular inmeden tam derine Bir gümbürtü duyuldu kapıdan. Kalkıp yataktan Geçip hayattan Çekip sürgüsünü baktılar dışarı Açık kapıdan. Bir motor çalışıyordu dışarda Bir traktör motoru homurdanıyordu Yanıyordu iki farı da Gün gibi aydınlatıyordu her yanı. Yekinip kalkmaya çalıştı yerdekilerden biri Parça parçaydı kaşı gözü Kan revan içindeydi eli yüzü Bu adamlardan biri Ümmü Kadın’ın oğlu Kara Salman Diğerleri Kara Salman’ın oğulları Kazım ve Veli’ydi. Salman ve oğulları Kudret Ağa’nın çobanlarıydı. Uyuya kalınca sürünün başında üçü de birden Kurtlar daldı sürüye Uykudan kalkıp ve baktılar ki geriye Yirmi koyunun leşi de seriliydi yerde. Yetişti ağa ve adamları Silahları çalıştı ardı ardına takır takır Tamı tamına beş kurdu da vurdular teker teker. Dinmeden daha öfkeleri Kazım’ın ve oğullarının kaşını gözünü de yardılar. Beş kurdu Yirmi koyunu Salman’ı ve oğullarını da atıp traktöre Vardılar köye Ve attılar Kara Salman’ı ve oğullarını Satılmış Emmi’nin kapısının önüne. Ağa işaret parmağıyla göstererek “Alın itlerinizi de Ve defolup gidin köyümden” dedi Satılmış Emmi Varıp kapandı ayağına ağanın Yalvardı yakardı, af diledi “Affet ağam!” dedi “Biz kapının kuluyuz! İstersen sağ, istemezsen ölüyüz Koparıp at kellemizi yerinden Lakin alma sabilerin rızıklarını elinden.” Koşup Ümmü Kadın, Düştü üstüne oğullarının. Üçü de yarı candaydı Elleri yüzleri al kızıl kandaydı. Aldılar içeri sardılar yaralarını Alıp sonra gaz lambalarını Beş kurdu Ve yirmi koyunu da gömdüler Ancak, yerin yüzü ağarırken köylerine döndüler. Ebe Hamide Hal böyle olunca Kudret Ağa’nın zulmünü görünce Vazgeçti Kudret Ağa’nın kapısına varmaktan Eğilip önünde medet ummaktan. Ümmü Kadın İki kara yufka İki tutam çökelek koydu heybesine Ebe Hamide’nin Ve sanki Yıllardır tanışır gibi Köyün yamacına kadar dertleşerek geldiler. Ve sarılıp birbirine İkisi de Gerisin geri köylerine geri döndüler. Ebe Hamide Bazen tepeleri aştı Bazen dereleri geçti Bazen kan gibi sulardan Bazen buz gibi gözelerden içti. Satılmış Onbaşı’nın Ümmü Kadın’ın halleri Kara Salman ve oğullarının Kan revan içindeki elleri geldi aklına. Gün batmaya yakın Vardı Ermişlerin yamaçlarına. Cennet gibi göründü köyü uzaktan gözüne. Bakalım daha ne kadarı düşecek Kalan acıdan payına.
3
Arife, Arif ve kızları Köylerini terk etmenin Bir bilinmeze doğru gitmenin tasasında Üstü açık bir kamyonun kasasında Üç gün üç gece gittiler. Acıkınca Çökelek ve yufka ekmek yiyip Susayınca Kan gibi sulardan içtiler. Kimi zaman Dorukları yıldızlara değen dağlardan aştılar Kimi zaman asırlık taş köprülerden geçtiler. Sıcakta yandılar Soğukta dondular. Arife Sarılıp kızlarına Bakıp bakıp ardına Aklına her geldiğinde İçini çekip çekip ağladı Hamide anasına. Zayıf ellerinin üzerinde kalın damarları Yol yol yeşil ırmaklar gibi Yeşile çalardı. Gözyaşları Sürülmüş toprakların yarıklarından Arıklardan akan sular gibi akardı. “Ah anam “ dedi Arife “Ah anam, bahtsız anam. Nasıl edem de vazgeçem bu sevdadan. Bir yanımda sen Bir yanımda kınalı kuzum… Bir yanımda yürek yangınım Bir yanımda tükenmez sızım. Bir yanımda çağlayan gibi çağlayan, Bir yanımda yürek dağlayan közüm. Bir yanımda ak saçlı anam Bir yanımda ay yüzlü kızım. Ey Allah’ım! Bu koca dünyada yalnız ben mi böyle bahtsızım?” O gece, İki kızı iki yanında, İnce bir mitilin altında Yıldızlara ve aya baka baka uyudular. Ve sandılar ki Yüreklerindeki isyanı Ve sandılar ki Dillerinden dökülen ağıtlarla bütün dünyaya duyurdular. O gece düşünde Anasını gördü Arife. Bazen bir dağın eteğinde İki gözü iki çeşme ağlıyor, Bazen bozkırın ortasında Ateşler içinde yanar gibi yanıyordu. Bazen Ayın ışığında Çıkıp bir dağın tepesine, Tutmak ister gibi uzanıyordu gidenlerin ellerine. Ve Öyle bir çığlık attı ki taa yüreğinin en derininden Öyle bir çığlık attı ki Ebe Hamide Uyandırdı Arife’yi uykudan. Uyandığında Arife’nin İki gözünden iki çeşme gibi yaşlar Yol yol olmuş akıyordu yanaklarından. Bir daha kopunca o çığlık yeniden Ayağa kalkıp aniden Baktı uzaklara, görmek ister gibi anasını Baktı Bakt, Baktı… Orda dursa, Gitmese eğer biraz daha uzağa, Sanki Uzanıp ellerinden tutacaktı anası. Bir martı Çığlık atarak geçti üzerlerinden. Bir gemi acı acı öttürdü kornasını yeniden. Arife, iki tarafında Binlerce evin kucak kucağa Sırt sırta Omuz omuza verdiği koca şehre, Bir kamyonun kasasından bakıyordu. Yeni yeni uyanıyordu Ve tek tek yanıyordu ışıkları Sırt sırta Omuz omuza verip Zar zor ayakta duran konduların. Işıl ışıl parlıyordu etrafı Boğazın mavi sularının kenarlarında İhtişamlı bembeyaz yalıların... Yani iki sınıf… Yani iki dünya… Baktılar koca, koskoca masmavi suya. Ve koca mavi suyun üstünde Kornalarını çalan tek tük gemiler yüzüyordu. Arifey’le Arif iyice sokulup birbirine Ellerini sıkıca kenetleyip ellerine Sanki görür gibi uzaklardaki kaderlerine Uzun ve şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Bu kadarı da olamazdı! Böyle gökteki yıldızlar kadar çok ev Böyle Sapsarı başaklar gibi milyonlar Böyle sırt sırta Böyle omuz omuza Yan yana gelemezdi. Sevindiler bir yandan… Çünkü bu koca şehirde kimse onları bulamazdı. Kederlendiler bir yandan da… Belki bir daha köylerine dönemezlerdi. Biri Güneş’i Biri Mehveş’i alıp kucağına, Yaslanıp kamyonun kasasına, Bir o yana bir bu yana Şaşkın şaşkın baktılar. Şimdi toprak damlı taş evlerine Bozkırına çorak topraklarının Ve sabahın buz gibi ayazına Peygamber çiçeklerinin mavisine Yayla çiçeklerinin kokusuna Gökteki en son yıldız kadar uzaktılar. İlk kez ağladı Arif Dönüp sırtını Arife’ye ve çocuklarına Öyle çocuk gibi Öyle hıçkıra hıçkıra Öyle tertemiz ve pırıl pırıl Ve bütün acısını döker gibi… Ağladı… Ağladı… Ağladı… İndiler kamyondan, Ve sanki Yüzme bilmeyen birinin Dalması gibi çılgın bir nehrin sularına, Deniz gibi dalgalanan kalabalıkların arasına daldılar. Bir görünüp bir kayboldular. Yolların Sokakların Kalabalıkların bir sınırı yoktu. Burada evler Gökteki yıldızlar kadar çoktu. Ellerinin içinde çocuklarının elleri Gözlerinin ucunda Bir oyana Bir bu yana koşuşturan telaşlı insan halleri. Nerede duracaklarını Nereye gideceklerini Ne yapacaklarını bilemeden Bir durdu, bir gittiler Bir oturdu bir kalktılar Ve derken, acıktılar... Açıp baktılar, Azıkları bitti bitecekti. Kalanı da oracıkta Bir ağacın dibinde yediler. Ve sonra Karışıp insan kalabalığının arasına Bir geminin ufukta kaybolması gibi Ufala küçüle usul usul kaybolup gittiler.
4
Fazlaydı acının bu kadarı Gözyaşının bu kadarı fazlaydı. Bereketli yağmurlarda ıslanır gibi ıslanmış Bozkırın ortasında yanar gibi yanmışlardı. Oysa Zarife ve İshak ne çok severlerdi kızlarını. Ay parçasıydı her biri Her biri gül goncasıydı. Gül dalı Gönül dalıydılar. Şeker şerbettiler gönüllerine. Nasıl sevmişlerse beş kızlarını Severlerdi altıncısını da öyle. Gül goncasını Ağustosta yağmur damlasını sever gibi severlerdi. Hem de hiçbir şeye değişmeden Hiçbir zerresini Hiçbir anını Hiç kimseyle bölüşmeden severlerdi. Ve fakat Bir oğul dilemişlerdi Tanrıdan. Dağ başında bir kuytuluk Bozkırın ortasında bir gölgelik Uzanıp tutacak bir dal dilemişlerdi. Güç demekti oğul Tarlayı sürmek demekti Toprağı işlemek Tohumu ekmekti Bereket demekti oğul Aç kalmamak Doymak demekti Döğüşte yenmekti düşmanını. Oğulsuz kalmak dalsız Oğulsuz kalmak duldasız Oğulsuz kalmak Elsiz ayaksız kalmaktı. Soy demekti oğul Gelecek demekti Sürüp gitmek demekti yüzyıllar boyu Kök demekti Köksüz kalmamak demekti oğul. Bir oğul dilemişlerdi işte Bir oğul dilemişlerdi Kuruyan dudaklarına Bir damla su diler gibi… Bir oğul dilemişlerdi kudretine sığınmak Gölgesinde soluklanmak için. Bir oğul dilemişlerdi Topraklarını sürsün Soylarını sürdürsün diye. Bir oğul dilemişlerdi, hoyrat bir el Tutup dallarını kırmasın Umutlarını karartmasın diye. Öyle bir yokluk Öyle bir hasret Öyle bir açlıktı ki bu Yaşayan bilirdi ancak. O her şeydi. Onsuzluk ise… hiçbir şey. Oğul hasretiyle yanıp tutuşurken Kızlarını da uçurmuşlardı ellerinden. Dağ başında bir kuytuluk Bozkırda bir gölgelik ararken, Gül dalından Gönül dalından da olmuşlardı. Daha hem de Sofralarından bir lokma bile yediremeden Öpüp koklayamadan Sevip okşayamadan uçurmuşlardı ellerinden. Gün geçmiş Hafta geçmiş Ay geçmiş, aylar geçmişti. Ne dönmüşlerdi geriye Ne de Tek bir haber göndermişlerdi köye. Tek duydukları, tek bildikleri Büyük bir şehre, İstanbul’a gittikleriydi. Artık burada kalamazlardı Böyle eli kolu bağlı duramazlardı. İshak satıp savdı el de avuçta ne varsa Yatak yorgan kap kacak Bir sabah Kel Sabri’nin kamyonuna doldurarak Sarılıp ağlaşarak hısım akrabalarla Düştüler hiç bilmedikleri Hiç gitmedikleri yollara… “Oy anam” dedi İshak “Ne betermiş evinden barkından Yurdundan yuvasından ayrılmak” Giderken kamyonun kasasından Uzun uzun baktılar köylerine. Mor tepelerine Güneylerin sırtlarına Yayla çiçeklerine Peygamber çiçeklerine Toprak damlı taş evlerine Baktılar Baktılar Baktılar. Ne Zarife ne İshak İstanbul’a varana dek Ne gözlerini bir kez yumdular Ne yolda ne belde Ne sağda ne solda Fazladan bir dakika durdular. Sanki dursalar Sanki bir soluk nefes alsalar Bir daha bulamayacaklardı kızlarını. Kirpiklerini kirpiklerine değirmeden Bir kez bile yummadan gözlerini Gecenin karasında Gündüzün mavisinde Gittiler Gittiler Gittiler. Gittiler dümdüz Gittiler ine çıka Gittiler büküle kıvrıla Gittiler üç gün Gittiler beş gün Beş yıl, on yıl, on beş yıl Sanki bir ömür gittiler. Gittiler ağlayarak Gittiler sızlayarak Bir geriyi bir ileriyi gözleyerek gittiler. Saçları ağardı Zarife’nin İshak’ın sakalları Gitmek hasretti Gitmek gurbetti Gitmek yurttan yuvadan Gitmek anadan atadan Kopmaktı ne varsa geride kalandan. Varmak umuttu Varmak kavuşmaktı Sarılıp koklaşmaktı varmak. Varıp kavuşacaklar mıydı? Sarılıp koklayacaklar mıydı? Yoksa bir ömür ağlayacaklar mıydı? Hani bazen Ölüm kurtuluş olur da Ölse bile kurtulamaz ya insan; Hani bazen Bitmez vagonları gibi trenlerin Bitmez dertleri olur da Çekeer çeker de bitiremez ya insan… Çeke çeke bitiremeyecekler miydi yoksa?
5
Ve varıp geldiler İstanbul’a Varıp geldiler biçare Varıp geldiler… ama ne çare… Varıp geldiler gelmek denirse Gelip gördüler görmek denirse “Vay anam” dedi İshak; “Vay anam!” Nasıl bulunur burada kaybolan? Kim kime ağlar burada? Kim kime yanar? Kim arar da bulur kaybettiğini? Zarife’nin kara gözleri Bakıyordu kamyonun kasasından, Sanki Kaybettiğini bulmak ister gibi… Ne yana dönse Ne yana baksa evler ve insanlardı Ne yana dönüp ne yana baksa Sanki Bir sağa bir sola koşuşturan karıncalar kadar kalabalıklardı. Düştü Zarife’nin elleri iki yanına Çöktü omuzları Baktı evlere Baktı insanlara, “Oy anam” dedi; “Oy anam oy, oy ciğerimin yarası Dünyanın bütün evlerini sığdırmış içine burası.” Evler vardı yüz binlerce, Yüz binlerce de kapısı sokaklara açılan. Evler vardı yıkık dökük sağa-sola bükülmüş Evler vardı eski püskü, eli yüzü dökülmüş Evler vardı omuz omuza yaslanan Sanki Yıkılacak gibilerdi dokunsan. Evler vardı eve benzemiyordu; İnsanların İnsana benzemeyenleri gibi yoksulluktan. Evler vardı tepelerin üstünde Evler vardı tepelerin ardında Evler vardı kimisi penceresiz Evler vardı penceresi perdesiz Evler vardı yıkık dökük virane Bugün vardı belki yoktu yarına. Evler, Evler, Evler… Bazen bir tepeye çıktılar Bazen bir tepeden indiler Daracık sokaklardan çıkıp Daracık sokaklara girdiler Vara gide bir kondunun, Tahta taraba bir kondunun önünde durdular Ve inip kamyondan Kanatları kırılmış gibi kondular. Ve kanat açmak Ve kanatlanıp uçmak Nasip olmadı bir daha. Her yokuşu çıkışta Her sokağı dönüşte aradı gözleri. Görseler tanırlar mıydı ki gözünden? Seslense, bilirler miydi ki sesinden? Neye yarardı tanıyıp da bilseler? Gelir miydi kollarını açsalar? “Yavrum, kuzum” deseler gelir miydi? “Anam” der miydi? “Canım anam” der miydi? Neyiydi ki onların? Onlar neyiydi ki onun? Ne demekti ki “evlat” demek? “Ana” demek ne demekti ki? Hani nasıl haykırmıştı Zarife; “Bu kız benim değil elin kızıdır” diye. Elini yüzünü yırta yırta, Yeri göğü birbirine kata kata hem de. Ne diyeceklerdi bulsalar? Hani oldu ya görseler… Hani oldu ya bilseler… Ne diyeceklerdi? Nasıl anlatacaklardı Neden attıklarını ocaklarından? Hem de Bir kez bile emzirmemişti anası Bir kez bile sarılıp koklamamıştı babası. Bir idi bin oldu burada dertleri. En baş gelinmezi En söz dinlemezi geçim derdiydi şimdi. Şimdi en büyük dert muhtaç olmamaktı El avuç açmamaktı ele güne Kazanmaktı ekmeğini Kavrulmaktı kendi yağında. Usta’nın deyişiyle, En fazla bir yıl sürerdi yirminci asırlılarda ölüm acısı. Ya evlat acısı? Ya yüreğini söküp atar gibi atmanın… Ya biçare Dalından kopmuş bir yaprak gibi Dağ bayır şehir şehir peşinden gitmenin Ama hiç varamamanın… Ya Vardın mı, varamadın mı, bilememenin acısı… O da mı bir yıl sürerdi? Ne zaman açsa gözlerini sabaha Ne zaman Bir yudum su geçse kursağından Ne zaman Doldursa avuçlarını bir el sıcaklığı Ne zaman Bir çocuk ağlaması duysa Ne zaman Sarılıp öpse bir çocuğu yanaklarından Gelmez mi yavrusu insanın aklına? Kaç ana Yalvarmıştı tanrısına Bulmak için ölüsünü yavrusunun? Ve hiç değilse Bir mezar taşı olsun diye kaç ana Kanadı kırık kuşlar gibi çırpınmıştı? Hiç değilse, Yandıkça yüreği sarılmak, Gözyaşı döküp toprağına avunmak Ve bir taş olsun dikebilmek için kaç ana yalvarmıştı! Bitmezdi, bitemezdi de yürek yangısı Ancak omuzlarındaydı geçim kaygısı. Üç gün, beş ay, bir yıl… Ya da Her neyse geçince aradan, Kırkından sonra ilk kez, Kırkından ve Saçları ağardıktan sonra ilk kez, Eli, el işi tuttu İshak’ın. Bahçesini belledi bir zaman bir zenginin Bir zaman budadı ağacını Yük taşıdı bir zaman geniş heybetli omuzlarında Bahçıvan oldu bahçesinde bir zenginin… Kimi zaman Bülbülün derdiyle solan bir gül Kimi zaman kafeste çırpınan bülbül oldu. Kimi zaman “yavrum, kuzum” diye Kimi zaman “yurdum, yuvam” diye ağladı. Ağladı Ağladı Ağladılar. Fakat nereye kadardı? Üç gün çalışıp beş gün yatardı. Oysa komşuları Osman En yakın arkadaşı Osman Bir fabrikada Bir deri fabrikasında Her Allah’ın günü çalışırdı. Ucu ucuna yeterdi maaşı belki ama Üç gün çalışıp beş gün yatmak beterdi. O da girdi Osman’ın çalıştığı fabrikaya. Baktılar olmuyor Tek kişinin çalışmasıyla karınları doymuyor Kırkından sonra Zarife Girdi bir işe Doyurmak için karnını çocuklarının. Çamaşırlarını yıkadı zenginlerin Evlerini temizledi Söz işitti, azar işitti Horlandı, ezildi Ezim ezim ezildi hem de. “Off” çekip kederlendi kimi zaman Kimi zaman Kapatıp avuçlarıyla yüzünü Hıçkıra hıçkıra ağladı. Aç kalmaya razıydı Ölmeye, acından ölmeye razıydı kendi memleketinde Başkasının kapısında kul olmak ölümden beterdi Böylesi de vardı demek… Demek Ellerin memleketlerinde Kul köle olmak da vardı kaderde. Yük çekmeye razıydı şimdi Ermişlerin yamaçlarından Hem de omuzlarında bebeleriyle Hem de yarı büklüm Hem de inim inim inleyerek… Az mı yük çekmişti sanki Omuzlarında bebeleriyle hem de Ama esaret çekmemişti hiç Kul olmamıştı, köle olmamıştı kimseye Ne de kimse kendine… İçten içten Nefret eder oldu kulluğundan Ve nefret eder oldu Kulu olduğundan. Çünkü o, Hep kendi emeğinin efendisi olmuştu. Hep kendi çamaşırlarını yıkamış Kendi evini süpürmüş Kendi tarlasını sürmüştü doymak için. Çalışmak doymak içindi oysa Kul olmak için değil. Ne zamandan beri böyleydi dünya? Ne zamandan beri Bir kısım insanların elleri Başka bir kısım insanları zenginlikleri için çalışırdı? O, Kırkından sonra görmüş Kırkından sonra şahit olmuştu dünyanın bu yüzüne. Çünkü doğduğu köyde Kartalların üstünde kanat açtığı Dağların taa öteki yüzündeki Artık varıp gitmenin Gidip doymanın mümkün olmadığı köyünde İdare lambasında aydınlanır, Tandır damında Döğürcek aşına hep birlikte sallanırdı kaşık. Akrabaydı bütün köy birbirine Biraz uzak ya da biraz yakın. Birlikte ağlar, birlikte gülerlerdi. Varlığı görmemişlerdi hiç ama Yokluk illa ki mukadderattı. Ya kulluk? Kulluk ne zamandan beri vardı? Oysa o Bütün dünyayı, köyünden ibaret sanırdı Akraba bilirdi bütün dünyayı. Öyle değil miydi zaten Adem’den beri? Adem’den beri Kardeş değil miydi bütün dünya insanları? Peki öyleyse Kardeşse bütün insanlar Bir kısmı neden köleydi diğerine? Köle olur muydu kardeşler birbirine? Sofralar yere serilmez “Yârin yanağından gayrı” Ne varsa bölüşmez miydi kardeşler? Neden kardeşlerin bir kısmı açken Neden diğer bir kısmı tıka basa toktu? Neden bir kısmında han hamam varken Neden bir kısmında bir dilim ekmek bile yoktu? Yoksa kardeşiz diyenler yalan mı söylüyordu? Bitmiş miydi kardeşlik yoksa? Yoksa Hiç olmamış mıydı zaten? Hiç olmamış da avutulmuşlar mıydı “kardeşiz” diye? Bu yokluk Bu yoksulluk Bu kulluk niyeydi? Yani şu sonsuz mavinin altında Sonsuz ve uçsuz bucaksızken topraklar Dolgun sapsarıyken başaklar Doyabilecekken milyonlar Hem de tıka basa doyabilecekken Bir dilim ekmeğe muhtaçlık nedendi? Sonra kızları Büyüyüp serpilince, Ortasından sonra çıkıp okuldan Bir kumaş fabrikasında girdiler işe. Onlar El kapılarında öğrendiler çalışmayı. Hiç ara vermeden Hiç nefes almadan çalışmayı El kapılarında öğrendiler. Üçü de Anaları gibi dünya güzeli Babaları gibi uzun upuzun selvi boyluydular. Geri durmadıkları gibi Kan ter içinde çalışmaktan, İcabında sıkıp yumruklarını Hakları için kavgaya atılmaktan da geri durmadılar. Senem iki Zühre dört Ayşe altı yaş büyüktü Mehveş’ten. Zühre ve Senem Yıllar yılı birlikte çalıştılar İşten atılmaya da Kavganın her türüne de alıştılar Ne bir santim boyun eğdiler patrona Ne de bir an geri durdular kavgadan. Onlar Zarife ve İshak’ın kızıydılar. Ama Bir kardeşleri daha vardı ki, İllallah etmişti patronlar elinden. “Kardeşler” diye başladı mı söze Kelimeler dökülmeye başladı mı dilinden Yüzlerce kadın ve erkek işçiyi sürüklerdi peşinden. Senem ve Zühre Mehveş’i, Bin dokuz yüz yetmiş yedi yılının başında El ayak donduran bir kışında Girdikleri bir fabrikada tanışmışlardı. “Kız abla” demişti Senem bir defasında; “Biz kendimizi bir şey sanırdık Meğer analar ne yiğitler doğuruyormuş. Yiğit olunca demek Menekşe gibi olunuyormuş.” İlk gördüklerinde Mehveş’i gene “Kız abla” demişti Senem hayretle “Kız abla, Hani derler ya Allah insanları çift yaratır diye Bu Menekşe anama ne kadar benziyor be ya...” Zühre ve Senem’in Ağızları bir karış açık kalmıştı şaşkınlıktan. Ve sonra iyice konuşup tanıştıktan Alıştıktan epey bir zaman sonra birbirlerine Zühre, “Kardeş sen hangi memlekettensin” Diye sormuştu Mehveş’e. “Buralıyım” diye tebessüm etmişti Mehveş. “Yok yok onu sormuyorum. Aslen nerelisin kardeş?” “Aslım da buralı neslim de buralı” demişti Mehveş. “Burada bildim tüm bildiğimi Burada öğrendim hayatı Ve kavgayı da… Biz işçi değil miyiz kardeşler? Dünyanın neresinde olsak Hep çalışan biz değil miyiz? Oralı da olsak Buralı da olsa işçi değil miyiz?” Mehveş oldum olası hoşlanmazdı Hısım akraba, soy sop Memleket muhabbetlerinden. Zühre, “Sen anama ne kadar benziyorsun” diyemediğinden, Bahis açmıştı memleketinden. Fakat Senem birden Hiç beklenmedik bir anda aniden “Sen anamın tıpkısısın be Menekşe Kardeş miyiz yoksa?” deyivermişti Öyle dimdik Öyle hiç çekmeden gözlerini Dimdik bakmıştı Mehveş’e. Bir anda Binlerce kez yankılandı Bu ses kulaklarında “Kardeş miyiz, kardeş miyiz, kardeş miyiz…” Ne olurdu kardeş olsalardı? Mehveş hiç bozmadan istifini “İnsan insana benzemez mi?” demişti sakince Fakat ola ki, anlamıştı Mehveş Karşısındakilerin kim olduğunu. Zühre “Bize de çok benziyorsun, haksız mıyım?” “Haklısın.” “Ananıza benziyorsam, Siz de kızıysanız ananızın, benziyorumdur size.” “İnsan insana benzemez mi? “Benzer de, tıpatıp mı be?” deyince Senem, “Takmayın bunlara be kardeşlerim Bizim asıl benzerliğimiz Nasırlı ellerimizden Siz buna kafa yorun Doğurmakla ana, Aynı rahimden çıkmakla kardeş olunmaz Aynı uğurda yürüyünce Gerektiğinde aynı uğurda ölününce kardeş olunur” diyerek Şefkatle omuzlarından sıkmıştı Mehveş. Zühre ve Senem Bir daha bu konuyu hiç açmadılar. Fakat biliyorlardı Biliyorlardı ayrı kaldıklarını En küçük kardeşleri Mehveş’ten Onu bulmak için geldiklerini peşinden Ve gene biliyorlardı Bu şehirde yaşadığını kardeşlerinin… Ama İnsan insana bu kadar mı benzerdi? Bu benzemek değildi ki; Aynısı olmaktı Hem de Tıpatıp aynısı olmaktı. Tek fark Menekşe’nin saçları üzüm gibi simsiyah Analarının saçları Gökteki bulutlar gibi bembeyazdı. Kardeşlerinin adı Mehveş Fakat onun adı Menekşe idi. Her sabah Her akşam Her gördüklerinde Annelerini görüyormuş gibi olmaları İyiden iyiye büyütüyordu meraklarını.
6
Mehveş daha beşinde Anasından koparılmak istenince Kıyametleri koparmıştı. “Yavruum, Mehveş’im” diye haykırmıştı Bir yandan Arife, Diğer yandan Mehveş “Anaaa, anaa” diye yeri göğü birbirine katmıştı. Nasıl ayrılırdı yavrusu anasından? Arife öz, öp öz Hem de öp özden de öz anasıydı onun. Arife’nin memesinden doymuş Arife’nin koynunda uyumuştu İlk ondan dinlemişti ninniyi İlk onu görmüştü yanında İlk o tutmuştu elinden ağlarken İlk o durmuştu başucunda Ateşler içinde yanarken İlk onu duymuştu “Kuzuum” diye uzatarak çağırırken Üşüdüğünde o ısıtmıştı ellerini Düşünce onun yüreği yanmıştı Yememiş yedirmiş Giymemiş giydirmişti. Evet bilirdi, Bilirdi onun rahminden çıkmadığını Fakat Bilirdi Hem de çok iyi bilirdi yine, Ta yüreğinin en dibinden Sevgiyle, umutla, aşkla gülerek çıktığını… Aşkla sarılmış, aşkla karılmıştı hamuru. Canıydı anası. Kıyametler de kopsa Sel sele de gitse Yer yerinden de oynasa Vazgeçmezdi anasından Bir de Aşkından divaneye döndüğü kavgasından… Arife ve Arif, İstanbul’a gelir gelmez. Ne olur ne olmaz diye, Menekşe koydular ikinci adını Mehveş’in. Evde Mehveş dediler, sokakta Menekşe… Bazen Menekşe oldu, bazen Mehveş… Mehveş ya da Menekşe Hiç fark etmezdi Çünkü o Kavganın hep en önündeydi. Yaşamak, Güzel günler için kavgaya girişmek demekti onun için. Menekşe ya da Mehveş Ne fark ederdi? “Ya içindesin derdi kavganın Ya da dışında. İçindeysen yaşıyorsun Ve hissediyorsun hayatı iliklerine kadar, Dışındaysan Canını sürüklüyorsun ölene kadar.” Mehveş, Babası Arif iflah olmaz bir hastalığa yakalanınca Yani bütün yük, çaresiz, Anasının omuzlarına kalınca Daha on beşinde Bırakıp okulu ortanın üçünde Bir tekstil atölyesinde başladı işe. Kimi zaman gizli gizli Kimi zaman sarılarak ağladı kızına Arife. “Okusun cahil kalmasın” diye ağladı bazen Bazen “daha küçük yavrum, nasıl çalışır” diye ağladı Bazen de “bu yaşta çalışıyor, ezim ezim eziliyor” diye… Evet Ezildi Mehveş Ezim ezim ezildi hem de On üçünde, on beşinde Ve hatta daha küçük Mehveşler gibi Ezim ezim ezildi. Kimi zaman gece yarılarına Kimi zaman sabahlara kadar çalıştı. Günyüzü görmedi. Uykusuzluğa da Yorgunluğa da alıştı. Fakat “alışmak” boyun eğmek demek değildi Damarlarından makinalara aktı kanı Oradan Emeğe doymayan makinaların üstüne Ve büyüdükçe büyüyen kasalarına patronların… Uzun ince parmakları kalınlaştı Nasırlaştı pespembe avuçları Çok laf işitti Çok kavga etti. Kovuldu işten kaç kere, “Geçim derdi işte! Neylersin, elden bir şey gelmez” dendi kimi zaman Kimi zaman “Çoluk çocuk, ev bark Kolay mı iş bulmak” dendi. Çünkü bu Boyun eğmenin, Çünkü bu Vazgeçmenin, en kolay en kestirme yoluydu. Kolay mıydı fakat susmak? Nereye kadardı? Neyi hallederdi? Üç gün için değildi ki çalışmak Bir ömürdü… Ancak, anladı susmamak gerektiğini İliklerine kadar sömürülerek anladı Göz bebeklerine kadar görerek anladı Bazen öfkeden sıkarak yumruklarını Bazen çaresizce susarak anladı. Anladı; böyle gitmezdi sonuna kadar Okudu öğrendi Öğrendi okudu Okudukça anladı Anladıkça okudu. Anladı bütün bu acıların Anladı açlığın Anladı yokluğun, yoksulluğun nedenini Ve nasıl kurtulacağını insanlığın… Anlattı çünkü ona; Bu yollardan Ondan çok önce geçmiş, Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlar. Anlattılar Tek çıkar yolun “Kaçmamak” olduğunu Atılmak olduğunu kavgaya… Tuttuğunu da koparırdı; O en büyük zulmü Daha beşindeyken görmüştü çünkü Ve en büyük kavgasını Anasından ayrılmamak için vermişti. Hamurunda vardı yılmamak, yorulmamak Bir de Boylu boyunca atılmak kavgaya Hamurunda vardı. Büyük şehre geldikten birkaç yıl sonra anası Anlatmıştı üslubunca Ne var ne yoksa bilmesi gereken ardı arkası. Oysa o Birçoğunu biliyordu zaten Kolundan tutup Nasıl götürdüklerini zorla Ve nasıl çaresizce vazgeçtiklerini İkinciden sonra. Ana olunmuyordu ki sonradan. Memesinden emzirmeden Çekilmeden kokusu içine Acılarına katlanmadan Başucunda beklenmeden Ve bölüp uykularını Vakitli vakitsiz uyanmadan… Gözünün önündeyken bile Uzaktaymış gibi özlemeden ana olunmuyordu Ağlaya ağlaya bazen Acı çeke çeke kimi zaman Kimi zaman üzüle kederlene Kimi zaman hesapsızca severek Sarılıp mutluluktan gülerek ağız dolusu Ve her çeşidi yaşanarak ana olunuyordu duyguların. Acıların Umutların Umutsuzlukların… Var mıydı daha ötesi? “Allah benim canımdan alsın da size versin” derdi Arife. Var mıydı daha ötesi ana olmak için? Dinledikten sonra anasını Boynuna sarılıp ağlamıştı saatlerce. Öyle dalıp giderdi ki bakarken Mehveş’ine Ve o kadar sık dalıp giderdi ki bakarken… Hiç şahit olmamıştı oysa Mehveş Güneş’e bakarak sık sık dalıp gittiğine anasının. Biliyordu kendisini kaybetmekten korktuğunu Ve bundan ötürü Ve zamanlı zamansız Ve ırmaklar gibi Gözlerinden yaşların yol yol aktığını. Ve büyüdükçe Mehveş Büyüdü korkusu da Arife’nin Beklemek ne zordu Kaybedeceğin günü beklemek hem de… “Ana” der miydi kendisinden başkasına? “Ana” diye sarılır mıydı? Unutur muydu acep? Yeni bir ateşle yanınca Kavrulunca yeni bir ateşle Eskisinin yangısını unuturmuş yürek. Anası gelirdi aklına böyle olunca hep Garip anası Yalnız ve biçare anası Bir başına Bir damın deliğindeki yaşlı anası… Tamı tamına yirmi yıl geçmişti aradan Ne tek bir şey duymuş sılasından Ne de tek bir haber almıştı anasından. Kızının yangısından Unutmuştu anasını. Anasını bilmemiş, anası olmuştu oysa Babasını bilmemiş, babası olmuştu. Hem Mehveş’inin Hem de Güneş’inin adını koymuştu. Ondan öğrenmişti Hamur yoğurup ekmek açmasını… Horum edip ekin biçmesini… Sevince canı gibi Canından öte sevmesini ondan öğrenmişti… Ama o, Unutmuştu anasını. Seksendi şimdi, belki daha fazlası. Ne ederdi Nasıl ederdi Kim taşırdı suyunu? Kim karardı ununu? Kim yoğururdu hamurunu? Kim yakardı ocağını? Kim evirirdi ekmeğini? Ölmeden görseydi bir Ölmeden sarılsaydı; “Anaaam, canım anam” diyebilseydi... Görmeden ölürse eğer, Eğer görmeden girerse kara toprağa, Çaresiz… ölürdü Arife. Oysa şimdi kendisi “Olur da bir gün giderse” diye ağlarken yavrusuna Gözünü bile kırpmadan vazgeçmişti anasından Ve ayırmıştı torunlarından Ayırmıştı Güneş’inden ve Mehveş’inden… Şimdi bu acıyla ölmez miydi insan? Taş olsa çatlamaz mıydı ortasından? Çatlamıyordu oysa… Çatlamıyor Çatlamıyor da Dayanıyordu. Neydi dayanmasına sebep bu kadar? Bunca acıya batıp çıkarken Yanıp kavrulurken bunca acıyla… Aç kalırken kimi zaman Kimi zaman Sürülürken diyar diyar Kimi zaman çaresizce kollarında ölürken çocuklar Yanıp kavrulurken Her türlüsüyle acının Neydi sebebi dayanmasının? Yoo! Dayanamazdı artık! Eğer ölüm haberi gelirse anasının Eğer Girdiğini duyarsa kara topraklara Ölemezdi… Ölemezdi de, bin kere yanar yanar kül olurdu Yanardı da, hiçbir şey söndüremezdi yangısını. Baş gelemeyince acısına Yürek yangısına baş gelemeyince, Sarılır gibi anasına Sarılırdı torunları Mehveş’ine ve Güneş’ine. Evlendikten iki yıl sonra, Bir kızı olmuştu Mehveş’in. Ve adını; Canı kadar Ve hatta canından çok sevdiği ablasının adı koymuştu. Mehveş’ten birkaç ay sonra da Güneş doğurmuş, O da kızının adını Her acıya birlikte katlandığı kardeşinin adı koymuştu. Ebe Hamide’nin ilk çocuklarından sonra Torunlarından doğma çocuklarının adı da Mehveş ve Güneş olmuştu. Takdir-i ilahi midir bu Yoksa Ebe Hamide’nin çocuklarının Nesillerdir süren acısı mı bilinmez?
7
Yalnızlığının yirmisine Ömrünün son demine geldi Ebe Hamide Ve artık sığmıyor göğsünün kafesine hasreti. Toprak damlara Taş duvarlara çarpa çarpa Kan revan içinde puhareden çıkıyor feryadı Ulaşıyor göklere al kızıl kanda Karanlık, zifire çalıyor gecede Söndürüyor ışıklarını ateş böcekleri Işığın zerresi bile olmasın diye Yıldızlar kapatıyor gözlerini Ay Sırtını dönüyor dünyaya Yanmak istemiyor idare lambası Yanıp ışıtmak Şahit olmak istemiyor artık bu acıya İki büklüm kalışına Elleri koynunda yanışına şahit olmak istemiyor. Taş olsa çatlar Çatlar da ve un ufak olurdu acıdan Daha ömrünün baharında İki goncası da kırılmıştı dalından. Ve yanıp kavrulmuştu da acıdan Gene de ölmemişti… Ne etmişti Nasıl bir günah işlemişti de Böyle bitmeyen bir acıya gark etmişti Tanrısı onu? “Ey Allah’ım” diyordu Ebe Hamide; “Ey Allah’ım nedir bitmeyen bu çilem? İkişer üçer aldın Çiğdem çiçeklerimi elimden. Bir damın deliğinde Acılar içinde kıvranmak da varmış Yanmak da varmış demek Bir damla su bile dökülmeden.” Acep bir daha görebilecek miydi kızlarını? Sarılıp bir daha basabilecek miydi bağrına? Çıktı evden elindeki bastona dayanarak Çıkıp dolandı toprak damın ardına. Sırtını verip taş duvara Oturdu bir taşın üstüne. Yazıların hemen arkasında Dalga dalga sıralanan mor tepelere baktı Güneş ha battı ha batacaktı. Gözlerinin ucundaki ufuk Kızıla, ha boyandı ha boyanacaktı. Bir rüzgâr esti usuldan. Gözlerinden akan yaşları, Götürüp Bir yemliğin dibine bıraktı Yemlik yanıp kavruldu acıdan. Damın ardındaki adam boyu çayırlar İlk akşamın serinliğinde Denizdeki dalgalar gibi Dalgalandı dalgalanacaktı. Söğütlerin yaprakları Birbirine değe dokuna ağıt yaktılar. Yuvalardaki yavrular Analarına baktılar. Dediler ki ana serçeler yavrularına; “Bu kadın, Bu gördüğünüz beyaz saçlı yaşlı kadın Biz bizi bildik bileli Gün de üç defa Gelip damın ardına Kendini böyle yapayalnız Bir başına bırakıp giden çocuklarına ağlar.” Bunu duyan yavru kuşlar Sarılıp analarına ağladılar. Kurtlar, kuşlar ve ağaçlar Ve bilcümle mahlûkat Günde üç vakit Ebe Hamide’yle ağlar. Baktı Ebe Hamide Ermişlerin yamaçlarına. Kıvrım kıvrım dolanan yollarına baktı. Salını salını bir gelen Bir haber getiren olur mu diye baktı. Ne gelen vardı oysa, ne giden Ne de, bir haber getiren öteden… Günde üç vakit Dolanıp damın ardına bakardı. Bekledi bir gün Bekledi beş gün Bir haber getiren olur mu diye bekledi. Bekledi, beş yıl, on yıl, on beş yıl bekledi Ve hâlâ beklemekte... Bekleyecek ölene dek belki de? Bekleyecek Kara topraklara girene Ve bekleyecek Topraktan yeniden filiz verene dek. Güneş battı batıyordu Mor tepelerin ardına… Kızıla boyanıyordu gökyüzü Ebe Hamide al kızıl kana boylu boyunca. Ne ekmek ne aş ne de su Eğer gelmezse üç kınalı kuzusu Kara topraktır artık bundan gayrısı.
8
Seksen haneden kala kala Üç beş hane kaldı Kötencelerde. Atadan dededen kalan toprak Bölüne ufalana parçalanarak Hane başına Üç beş dönüm kalınca Ve köylü anlayınca Üç beş dönüm toprakla doymayacak Tası tarağı toplayarak Göçtüler şehirlere. Ve artık doymak Beylerin iki dudağı arasındaydı Geride kalanlarsa yürek yarasındaydı. Şimdi Gurbette doyacaktı karınları Geri dönüşü de yoktu gidişin Ya gittikleri yerli olacaklardı Ya da İki arada bir derede kalacaklardı. Ve fakat Hayat ırmağı durmuyordu Bir yol buluyordu kendine mutlak akacak. Dolana debelene kimi zaman Kimi zaman Başını taşlara vurarak Kimi zaman kaşını gözünü yararak buluyordu. Kimi zaman Koca bir dağın etrafını dolaşarak Kimi zaman kurudu kuruyacak, Kimi zaman Doldurup yatağından taşacak gibi buluyordu. Kimi zaman İki dağın arasından Kimi zaman Engin ovalarda bükülüp kıvrılarak Kimi zaman çileli Kimi zaman Doğup yatağından aktığına bin pişman olarak buluyordu. Ama yine de Akacak Akacak Akacaktı. Akacaktı bir hale bir yola girinceye Akacaktı Bir göle bir denize varıncaya kadar. Hayattı bu! Durur muydu hiç durduğu yerde? O mutlak O mutlak Varıp kucaklaşacak Bir deniz bulacaktı kendine. O deniz ki O derya ki İster dere İster çay İster nehir Bütün akarsu ve göllerin Varıp ölümsüzleşeceği tek yerdir. O deniz ki Bilmez cimrilik nedir Yüreğine akan her dereye Her çaya Her nehire Ne varsa elinde avucunda verir. O deniz ki Aç bırakmaz kapısına geleni. Bilirsen eğer varıp divanına durmayı Bilirsen eğer Varıp hesap sormayı, Masmavi gökler Masmavi denizler Uçsuz bucaksız topraklar Yıldızlar, ay ve güneş Ekmek, aş ve hürriyet senindir. Kıyısından köşesinden şehirler Nehirler gibi akan İnsanlarla dolup taştılar. Ne karasaban vardı artık Ne doyacak tek bir dönüm toprak… Topraktan kopan nasırlı eller Başıboş nehirler gibi fabrikalara aktılar. Şimdi dişlilerin Şimdi motorların Şimdi fabrikaların zamanıydı. Şimdi hayatın ritmini belirleyen Makinaların tıkırtılarıydı. Şimdi Toprağı sürerek Şimdi tohumu ekerek Un edip eleyerek Kazanılmıyordu ekmek. Devir değişmişti artık ve değişiyordu durmadan. Çalışmak yetmiyordu şimdi Çalışıp yorulmak, Kan ter içinde kalmak yetmiyordu doymak için. Sözü geçiyordu toprağa öyle ya da böyle Öyle ya da böyle Sözü geçiyordu karasabana. Doymak ya da aç kalmak Kendi hükmü üzereydi biraz da, Karasaban onu tutan elindi. Fakat şimdi, Makinaların sahibi Onu çalıştıran el değildi. Yani ekilip biçilen Yani biçilip öğütülen Yani pişirilen ekmek Yani eğirilen ip Yani dokunulan bez Yani kesip biçilen Yani biçilip dikilen Yani dokunulup değiştirilen hiçbir şey onun değildi. Bir yandan kan Bir yandan ter akıyordu makinaların üstüne. Bir yanında yoksulluk, Bir yanında zenginlik birikiyordu makinaların. Yani dünyanın bütün varlığını üretenler Kendileri içinse büsbütün yoksulluk üretiyordu. Peki nasıl oluyordu? Nasıl oluyordu da Ürettikçe yoksullaşıyordu üreten eller? Nasıl oluyordu da Rahmet yağarken gökten Yerde toprak çayır cayır yanıyordu susuzluktan? Nasıl oluyordu da Evler yapılırken evsiz Nasıl oluyordu da Un elenirken ekmeksiz Kumaş dokunurken gömleksiz kalınıyordu? Yani “bereketli topraklar üzerinde” Nasıl oluyordu da Sofrası bereketsiz oluyordu Bütün nimetleri üretenlerin? Dokundukça Değiştirdikçe Ürettikçe, ürettikçe, ürettikçe… Yoksullaştılar Yoksullaştılar Yoksullaştılar. Büyüdü çalıştıkları fabrikalar Birikti servet. Birikti Birikti Birikti. Ve bu ne demekti anladılar. Anladılar ki, “Başkaları için zenginlik üretenler Kendileri için yoksulluk üretirler”. Anladılar ve bildiler ki; Doymak Ve var olmak için Birlik olmak gerekti. Birlik olmak ve el ele vermek gerekti. Omuz omuza Sırt sırta Yürek yüreğe vermek… Birleştirmek gerekti nasırlı elleri. Ya birlik olacak Yapılması gerekeni yapacak İnsan gibi yaşayacaklardı… Ya da, Beylerin ellerinde Beylerin düzeninde Beylerin emrinde Böyle aç biilaç köle gibi yaşayacaklardı.
9
O gün Bindiklerinde servise, Anlamıştı Senem ve Zühre Bir şeylerin kaynadığını derinlerde… Her önüne gelen göremezdi Bilip sezemezdi her önüne gelen Fakat Zühre ve Senem Sezerlerdi ne olup bittiğini Alırlardı kokusunu kavganın Anlamıştı ikisi de Ne olduğunu yaklaşmakta olanın… Ucuna doğru varıp arabanın Hemen arkasına oturdular Rıza Ustanın. Rıza Usta kırkındaydı Ne olup bittiğinin farkındaydı Kavgada ağartmıştı yarısını saçlarının Diğer yarısını da kavgada ağartacaktı... “Günaydın” dediler Rıza Ustaya Başlarını öne eğerek usuldan. “Günaydın” cevabını aldılar Rıza Ustadan. Hiçbir şey yokmuş gibi Rıza Usta Hiç kımıldamadan Sanki onların göremediği bir şeye bakıyordu Sanki içten içten Sanki inceden inceye Sanki milim milim ölçerek Bir şeylerin hesabını yapıyordu. Sakin ve sessizdi Rıza Usta Fazladan hiçbir şey konuşmaz Hiçbir şey söylemezdi fazladan “Azı karar çoğu zarar” derdi çoğu zaman. Okyanuslar gibi engin Dört yanı çevrili sular gibi dingindi. Fakat herkes bilmezdi Bilenler bilirdi yalnız Yeri geldiğinde O dingin suların Nasıl kabından taşıp aştığını engelleri apansız… Bakıp durdular Tekrar sordular Yalnızca küçük bir tebessümle yanıt aldılar. Bütün koltukları doluydu servisin Bir cenk havası vardı sanki gözlerinde herkesin Belli ki yakındı Bir kavga patladı patlayacaktı. Varınca fabrikaya İlk Mehveş’i buldular Telaşeyle ne olup bittiğini sordular Mehveş sakince dokundu omuzlarına Gülümseyerek baktı gözlerine “Sakin olun” dedi “kardeşler” “Bir şey olduğu yok. Hem olsa da telaşeye gelmez bu işler.” Zühre ve Senem fabrikada daha yeniydiler Geçtiler işlerinin başına Elleri işte Kulakları kirişteydi İkisi de bir şeyler duyma Bir şeyler yapma derdindeydi. Merakla gözlediler dört yanı Herkes makinelerin başında İşini yetiştirme telaşındaydı. Ama nasıl olsa bulacaklardı Öyle ya da böyle birinden duyacaklardı. Saat on iki otuzu biraz geçerken Bir kadın sesi yükseldi yemekler yenirken “Kardeşler” dedi Mehveş Bıçakla kesilir gibi sanki Kesildi uğultu birden “Çıt” bile çıkmıyordu koca yemekhaneden. Bırakıldı çatal kaşık yerine Herkes Bir müjdeyi bekler gibi Gözlerini çevirip birbirine Ve sevinçle Genç kadının gözlerine baktı. Zühre ve Senem Mehveş’e biraz uzaktı Mehveş Sustu önce biraz Dinledi, duydu önce dört bir yanı Bütün gözlere baktı Bütün gözler de ona Gezdirdi gözlerini tek tek herkesin gözlerinde Tek tek duydu herkesin sesini Bütün herkes de onu… Sakindi Mehveş Sakin ve kararlıydı Tek tek bütün kararlı gözler Bir kararlı gözde birleşti Tek tek bütün sıkılmış yumruklar Bir kararlı yumrukta birleşti Tek tek bütün coşkulu yürekler Tek ve büyük bir kararlı yürekte birleşti. Güm güm atıyordu kadının yüreği Aynı anda herkesin de… Ateş gibi yanıyordu kadının gözleri Aynı anda herkesin de… Bütün gözler Bütün yürekler Bütün yumruklar ve gerçekler Tek ve büyük bir gerçekte birleşti. O gün O saat orada Aylardır süren emeklerinin sonunda Tek bir ağız Tek bir söz Tek bir yürek Tek bir beden oldular. Zühre ve Senem Girdiklerinden beri işe Alttan alta sürüyordu tatlı bir telaşe. Tam da o an Aysel geldi akıllarına, Acılarını öfkelerini umutlarını paylaştıkları Kısa zamanda kaynayıp karıştıkları “Sınıfı” “örgütlenmeyi” ilk duydukları Anaları babaları ve kardeşleri kadar güvendikleri Boynundaki yeşil atkısıyla Başındaki “kırmızı çatkısıyla” proleter Emine… Gözleri o an aradı Emine’nin gözlerini Gördü gözler birbirini Sarılıp kucaklaştı kirpikler birbirine. Mehveş’in hemen arkasında Rıza Ustanın kartal bakışları Bütün arkadaşları süzüyordu Sanki iki yana açılmış koca kanatları Fabrikanın üzerinde geziyordu. “Kardeşler” dedi yeniden Mehveş, “Bütün hazırlıklar Ve büyük çoğunluğun üyeliği tamam Fakat Hacı Abdül Hakyemez denen adam Sendika, mendika tanımam diyor Yani anlamamış olacak ki davamızı Ve davadaki kararlılığımızı Kabul etmeye yanaşmıyor sendikamızı Ve diyor ki, Ulan diyor,baldırı çıplaklar, açtınız Yek ekmeğe muhtaçtınız İş verdim size Aş verdim Kol kanat gerdim hepinize Benim sayemde geçer her lokma boğazınızdan Anlamam diyor şunu bunu Varın diyor iyi düşünün Siz bu işin sonunu Fakat unutuyor ki, Bu kadir kıymet bilmez Hacı Abdül Hakyemez denen adam Eğer yemeseydi hakkımızı Biz otururken gecekondularda O bembeyaz yalılarda oturamazdı Eğer yemeseydi hakkımızı Biz doyuramazken çocuklarımızı O yediği önünde yemediği arkasında Etin sütün içinde boğulmazdı Şimdiye kadar bilmiyorduk birlik nedir Ve birlik nedir bilmediğimizden Az çekmedik Hacı Abdül Hakyemez’in elinden Fakat şimdi biriz Birleşti şimdi nasırlı ellerimiz Derdimiz, kaderimiz, geleceğimiz için Hepimiz birimiz Birimiz hepimiz için!” O an herkes kaskatı kesilmişti Hareket eden tek şeyse Mehveş’ti Kapkara gözleri kıpkızıl kan Bekliyordu ok gibi kirpikleri Ha deyince Fırlayıp saplanmak için yayından. Bütün kasları, bütün sinirleri Aklı fikri her şeyi O an orada olanlarla birdi Bir olmak buydu demek Birlik olmak buydu. Hepsinin seslerini duydu oradakilerin Hepsinin gözlerini gördü. Hepsinin umutlarını bildi Bilmeden olmazdı Yanmadan, acısıyla yanmadan olmazdı yanındakilerin. Kıyameti koparır gibi sanki Yüzlerce işçi hep bir ağızdan Öyle bir haykırdılar ki; “İşçileri birliği sermayeyi yenecek” diye… Demek, Yer yerinden oynardı birleşince… Bir ses, bir slogan değildi bu sadece Bir tufandı Bir birleşme çağrısıydı tüm ezilenlere. Tüm kapılar, tüm camlar Zelzeleden sallanır gibi sallandılar. Ve camlardan, kapılardan Buldukları bütün aralıklardan çıkan sloganlar Taşları, toprakları, ağaçları Evleri, fabrikaları, okulları dolaştılar. Ve fabrikalardan Okullardan Gecekondulardan Akın akın geldiler. Duydular ki grev var Duydular ki patronlar Hakkını vermezmiş kardeşlerinin… Fabrikanın önünü işçilerin seliyle doldurdular. Çaldı davullar Çekildi halaylar Çoluk çocuk Kadın erkek Yaşlı genç Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar: “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” Ve patronlar Bir masanın etrafında toplandılar. Bildiklerinden Çıkarlarının bir ve aynı olduğunu yılardır “Sakın ha” dediler “sakın” “Gerekirse en babacan tavrını takın Ve yeri geldiği zaman Tut at kollarından Gözlerinin yaşına bile bakmadan Bu senin değil sadece hepimizin meselesi Değil bir, değil beş Açlıktan geberse de ellisi Hatta yüz ellisi, beş yüz ellisi Sen sendikayı sokma yeter ki, vız gelir gerisi Sendika girerse bir kere Çorap söküğü gibi gelir gerisi Yani eğer birleşirse işçiler Bizi anamızdan doğduğumuza pişman ederler.” Ve gene biliyorlardı Tarihi yapacak olanların Tarihi bilmek zorunda olduğunu Ve gene biliyorlardı Tarihin sınıfların mücadelesi olduğunu. Hacı Abdül Hakyemez Diğer patronları dinleyerek Bir ve aynı olduğunu bilerek çıkarlarının Tanımadı sendikasını işçilerin. Ve başladı grev… Rıza Usta, Cemile ve Mehveş Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlardan öğrendiklerinden, Daha en baştan kurmuşlardı komitelerini. Ve fakat kolay değildi İdare etmek bir grevi… Bu iş nasıl bilmek gerekirdi Yani işi, ustasından öğrenmek gerekirdi. Ve onlar da zaten Ustasından öğrendiler. Bir yanda Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar Diğer yanda Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı. Eğer işçiler yalnız kalsalardı Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi Zordu işleri. Fakat yalnız değildiler Kuruldu komiteler Hacı Abdül Hakyemez ve patronlar “Biter” diyorlardı grev varmadan bir aya. Ama Coşku, birlik ve dayanışma hâkimdi fabrikaya. Bütün işler saat gibi tıkır tıkır işliyordu Her yeni güne işçiler Coşku ve umutla başlıyordu. Mahallelerden, fabrikalardan Akın akın geliyorlardı dayanışmaya Her gelen umut ve dayanışma getiriyordu fabrikaya. Genç, yaşlı Çoluk çocuk Kadın erkek herkes Aynı sloganı haykırıyor, aynı davaya inanıyordu: “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!” İşçiler Komitelerin etrafında toplanıyor Her şey inceden hesaplanıyordu. Hacı Abdül Hakyemez ve diğer patronlar Grev bir ayda biter diye bekliyorlardı Fakat Üçüncü ayına girmişti grev Ne coşku azalmıştı ne gelen giden. Fabrikalardan işçiler Ve semtlerden emekçiler Okullardan öğrenciler Akın akın geldiler. Çünkü her geçen gün Çünkü her geçen zaman Kaderlerinin bir ve aynı olduğunu bildiler. Birkaç kez dağıtmak istedi patron zorla Bazen sabaha karşı, Bazen gecenin bir yarısı Alıp attılar işçileri içeri. Fakat korkmadı gözleri, yılmadılar Kenetlendiler komitelerinin etrafında, dağılmadılar. Ve başka fabrikalardan işçiler Vardiyalarından evlerine dönmediler Halk uyumadı geceleri Fabrikanın önünde beklediler Sökmedi zor Sökmedi cop Her defasında daha fazla birleştiler. Patronlar ve devletin tepesindekiler Bir ve aynı safta idiler. Attılar işten kimi işçileri Mehveş’ti bunlardan biri Biri Kasım, biri Ali ve Fatma’ydı diğeri Üçü de en önündeydi kavganın Ve ardı ardına listeleri geldi İşten atılanların. Cenge giren kılıcını bilerdi. Yeminliydi patronlar kazanmaya Ve tüm her şey ellerindeydi. Para pul, zor, zorbalık… Ne vicdan bilirlerdi Ne hak ne hukuk ne de insanlık. Öyle iç içe geçmişti ki işçiler ve komiteler birbiriyle Elleriyle yürekleriyle örmüşlerdi en yıkılmaz duvarları En sarsılmaz inançla birleşmişti duyguları. Bütün şehir ve fabrikalar, Aynı nehirde akıyormuş gibi akıyorlardı Aynı anda, aynı inançla, aynı yere Çok yenmiş Çok yenilmiş olanlara bakıyorlardı. Arife Alıp torunu Güneş’i koşardı fabrikaya Kızı “kardeşler” diye başlayınca konuşmaya Hem gözlerinden yaşlar akar Hem de gururla dolup taşardı. Kimi zaman Duramazdı da Arif kızını görmeden Komşulardan birkaç kişi tutup elinden Fabrikaya taşırdı. Bu günlerin birinde Mehveş yine konuşurken işçilerin önünde, İshak Üç beş metre ötesinde Zühre ve Senem’in Yani kızlarının arasındaydı. Kavgalarını kavgası bilmiş Kızlarını desteğe gelmişti. Yirmi yıldır hasretiyle yandığı Ve artık göremeden öleceğini sandığı Kızı Mehveş’in tam karşısında durmuştu. Keşke görmeden Keşke yaşadığını bilmeden ölseydi. “Kardeşler” dedi Mehveş “Sekizinci ayındayız grevimizin. Hacı Abdül Hakyemez Zor, zorbalık demedi Her yolu denedi. Fakat ne yaptıysa sökmedi, sökmeyecek de. Biz hakkımız için Biz çocuklarımızın geleceği için Biz sınıfımız için direndik, direniyoruz Haklıyız ve kararlıyız sonuna kadar da direneceğiz Hodri meydan! Patronlar mı yaman, işçiler mi yaman göreceğiz.” İshak, öyle çivilenip kalmıştı Öyle hiç hareketsiz, öyle taş gibi durmuştu. Gözleri dolup dolup taşıyordu. Kaskatı kesilmiş gibi sanki Kızına, Mehveş’e bakıyordu. Mehveş değildi ki karşısındaki Zarife’ydi sanki. Boyu posu Kaşı gözü, bakışları Simsiyah saçları Zarife’ydi. Yüzlerce işçinin arasından Yumruklarını sıkıp Ve karşısındakinin ta gözlerinin içine bakıp konuşan Yirmi beşindeki, Yani Zarife’nin ve kendinin İllaki oğlan diye bekledikleri Kucaklarına hiç almadıkları Saçlarına hiç dokunmadıkları Kokusunu hiç duymadıkları Yüzünü beşinden sonra hiç görmedikleri Nerededir nasıldır hiç bilmedikleri Fakat her gün her saat Hasretiyle için için yandıkları Altıncı kızları Mehveş’ti. Kaç kere ölür ölür de dirilirdi insan? Kaç kez kül olur da Yanar yanardı tekrar? Kaç kere ağlar, ağlar, ağlar Yağmur gibi yağar Dolup taşardı dereler, nehirler gibi Denizler gibi dalgalanır Vururdu başını kayalara? Kaç kez sökülürdü yüreği yerinden? Kaç kez saçını başını yolardı? Kaç kez deli divaneye dönerdi? Ve tam da Acıyla, ateşle yanıp pişmişken Kaskatı kesilmişken yüreği Çatır çatır çatlıyordu şimdi orta yerinden. Şimdi Kayaların arasından Süzüle kıvrıla Yırta yırtıla yüreğinden Bir feryat yükseliyordu ta en derinden. Sanki gözyaşların da boğulacak, İçinden kopan feryatla tüm bedeni dağılacaktı. Dönüp yüzlerini, baktılar kızlar babalarına. Ve İshak Öyle kaskatı Öyle hareketsiz, öyle taş gibi Mehveş’e bakıyor Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Mehveş de, bu ak saçlı, aksakallı adama… Sonra kızlar da Babalarının baktığı yere, Mehveş’e baktılar. Ola ki Anlamıştı Mehveş, kim olduğunu karşısındaki adamın Karşısındaki de Kim olduğunu bu yiğit kadının… Bu yiğit Mehveş’ti! Zarife ve İshak’ın hiç bilemeyeceği Hiç düşünemeyeceği Hiç hayal edemeyeceği kadar yiğitti hem de. Gökte ararken tam karşısındaydı işte. Bir oğul dilemişlerdi hep Bir yiğit oğul dilemişlerdi Sadece oğullar yiğit olur bilmişlerdi. Sadece oğullar yiğit olmuyormuş demek Fakat Ne kadar geç olmuştu bunu bilmek. Yanmak Yanmak Ve kül olmak gerekmişti. Arife Ve iki yanında iki adamla Arif, Kucaklaştılar gelip kızlarıyla. “Babam” dedi Mehveş “Nasılsın babam?” dedi Arif’e “İyiyim yiğit kızım” dedi Arif, “iyiyim canım kızım” Ne Arife ne Arif Görmediler tam karşılarındaki İshak’ı. Demek Arif, babasıydı kızının… Canıydı demek. Bitmek demekti bu Kahrolup ölmek demekti Kahrolup öldü İshak orada Kahrolup girdi ruhu toprağa. Zühre ve Senem sordular “Ne oldu baba” diye “Bir şey yok kızım” dedi İshak “Bir şey yok. “Şu konuşan yiğidi annenize çok benzettim sadece” Dedi ağlayarak, Ve artık Mehveş diye bir kızlarının olmadığını anlayarak… Dönüp arkasını gitti.. Ve bundan sonrası Her anı Her dakikası ölene dek kıyametti.
10
Dokuzuncu ayında grev bitmişti. Atılanlar işe geri girmiş Hacı Abdül Hakyemez el mecbur Sendikayı ve haklarını kabul etmişti işçilerin. Bu zafer Bütün işçilerin Ve tarihin imbiğinden süzülen Çok yenmiş Çok yenilmiş olanların zaferiydi. Bu devran böyle döndükçe Birleşip örgütlendikçe işçiler Er ya da geç “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”ti Bütün tarih bunu böyle bilecekti. Ve grevden sonra hemen Arife kızlarını ve torunlarını da alıp Varmak için Hamide anasına Düştüler yollara. Yirmi yıl sonra aradan, Bir akşamüstü güneş Batarken mor tepelerin ardından Serin serin eserken rüzgâr Yavru serçeler analarına sarılırken Ebe Hamide Bastonuna yaslanıp Ermişlerin yamaçlarına bakarken, Bir araba Beyaz bir araba Tozu dumana Yeri göğü birbirine katarak Sanki dalgaların arasından kulaç atarak Kanatlanıp uçarak Ermişlerden Kötencelere doğru geliyordu. Ayağa kalktı Ebe Hamide. Batmak istemiyordu güneş Asılı kaldı tepelerin üstünde Rüzgâr durdu Yavru serçeler Gelip kondular damın üstüne, yanlarına anaları… Ay, Ermişlerin üstünden Yıldızlar ta uzaklardan baktılar. İdare lambası Çayır çimen Peygamber çiçekleri Güneylerin yamaçları Yaprakları ve dallarıyla söğütler Toprak damlar Taş duvarlar Şahit olmak istiyorlardı bu kavuşmaya. Ebe Hamide Kalktı oturduğu taşın üstünden Baktı uzaklara Ruhu dinlenmiş, yeğnilmişti. O beyaz araba köyün içine girince Önce Muhtarın karısı Güllüce gördü. İndiler arabadan Ortada Arife, sağında solunda kızları Ve en kenarda torunları Mehveş ve Güneş… Tanıdı Güllüce Arife’yi Ve öyle bir haykırdı ki, Sanki duyurmak ister gibi dağa taşa Hem de o yaşında Hem de bütün avazı yazılarda yankılanarak Öyle bir haykırdı ki; “Hamideee… Hamide kızların geldi Hamidee, Müjdeler olsun, Şükürler olsun bu günleri gösterene!” Onunla birlikte haykırdı Karamuk çalıları Kuşburnu çalıları Hep birlikte haykırdı dağ taş. Haykırdı Darboğaz deresi Güneylerdeki çobanlar haykırdı Haykırdı çınar ağacı Eriklerin dalları haykırdı Oturdu Ebe Hamide Taşın üstüne tekrar yavaş yavaş. Yeğnilmişti Dinmişti gözündeki yaş. Arkasından dolandı biri sessizce Bir el, incitmeden, Kapattı gözlerini hafifçe. Sordu; “bil bakalım ben kimim?” diye ağlayarak. Bir koku duydu Ebe Hamide. Taa yirmi beş yıl önce Bir ucundan diğer ucuna sekerek Toprak damlı taş evlerin arasından geçerek Gözyaşlarını dudaklarına dökerek Kucağında taşıdığı yavrucağın Mehveş’in kokusuydu bu. Unutur muydu hiç? İçine sinmişti Yüreğine Aşına, ekmeğine sinmişti. Adını koymuştu Koklayıp öpmüştü Kimi zaman sarılıp yatmış Kimi zaman gülmüş Kimi zaman ağlamıştı yanı başında. Ayı solmuş Mehveş’i doğmuştu. Yıllar sonra tekrar Yıllar sonra tekrar çıkıp gelmişti. Tuttu gözlerindeki eli Sanki hiç gitmemiş gibi Sanki hiç bırakmamış gibi tuttu Çekti içine kokusunu. Yaşlar birikti yeniden gözlerine. Sanki hiç ölmemiş gibi kızları Kara toprağa girmemiş gibi Bütün Mehveşleri Bütün Güneşleri yanındaydı. “Mehveş’im! Ay yüzlüm, kömür gözlüm, kuzuum” diyerek Sarıldı bütün gücüyle kızına. Ve hem de öyle bir sarıldı ki; “Gitme, bir daha gitme” der gibi sarıldı. Çatır çatır çatlayan toprak kavuşmuştu yağmuruna. Dereler gölüne Türküler diline Yolcular yoluna Sevgililer birbirine kavuşmuştu. Karanlıklar yıldızına Geceler gündüzüne Ateşler közüne kavuşmuştu. “Ebeem” dedi Mehveş “Canım ebem, benim ebem Garip ebem, yalnız ebem.” Sanki bıraksa tekrar gider Ve gider de dönmez diye Öyle bir sarılıp ağladı ki Ebe Hamide… Ağladı Ağladı Ağladılar. Tek tek sanki bir beden gibi kucaklaştılar. “Güneş’im, günüm, ışığım Allım, tellim, kuzuum” diye ağladı Güneş’ine “Ebeem” dedi Güneş de “Canım ebem, gülüm ebem” dedi. Sonra Mehveş’in ve Güneş’in kızlarına sarıldı Öptü öptü kokladı Onların da Güneş ve Mehveş olduğunu öğrendiğinde Sarılıp sarılıp ağladı yeniden “Yavrularım, kuzularım” diye. Sonra dönüp kızına, Arife’sine Öyle bir sarıldı ki, Sarılmak ne ki Yüreğini yüreğine katmaktı, Gözyaşlarını birbirine akıtmaktı bu. Yürekleri yüreklerine Gözyaşları birbirine aktı. Ebe Hamide Arife, Arife Ebe Hamide’ydi… Sanki iki beden bir bedendeydi. O gün köye düğün bayram geldi. Ve birkaç saat sonra Ebe Hamide kızlarını da alıp yanına Arkalarında Kara Yusuf Biraz da Mezarda İlk kızları Mehveş ve Güneş için ağladılar. Ay ağladı Güneş ağladı Yıldızlar ağladı İdare lambası, gaz lambası Yazılar Güneylerin tepeleri ağladı. Şahan kayası Ermişlerin yamaçları Bayırın Başları Yemlikler ağladı. Yayla çiçekleri Peygamber çiçekleri Yavru ve ana serçeler Esen yel ağladı. Çınar ağacı Erik dalları Madımaklar Köyün çeşmesi Darboğaz deresi Torak damlı taş evler ağladı. Ağladılar, ağladılar, ağladılar… Ve sonra verip hepsi el ele, Ve sonra hepsi aynı ufka dönerek yüzlerini Kızıl ufuklardaki Güzel günlere doğru adımladılar.
29 Mart 2019
link: Ziya Egeli, Mehveş, 29 Mart 2019, https://marksist.net/node/6632
... önceki yazı
Cezayir: Rejim Krizde, Kitleler İsyanda
Cezayir: Rejim Krizde, Kitleler İsyanda
sonraki yazı ...
Kapitalizmin “Orta Çağ” Karanlığını Yaşıyoruz!
Kapitalizmin “Orta Çağ” Karanlığını Yaşıyoruz!