Ziya Egeli bu şiirinde, yoksul emekçilerin geleneksel kültür kalıplarının içinde nasıl çıkışsızlığa itildiğini, kadının ikinci cins sayılmasını, insan sevgisini, emekçilerin çelişkilerini, acılarını ve sevinçlerini işliyor. Bir dağ başında doğan ve istenmeyen Mehveş’in bir işçi haline gelerek işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde nasıl öne geçtiğini anlatıyor.
Çaldı davullar
Çekildi halaylar
Çoluk çocuk
Kadın erkek
Yaşlı genç
Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar:
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”
Ve başladı grev…
Rıza Usta, Cemile ve Mehveş
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrendiklerinden,
Daha en baştan kurmuşlardı komitelerini.
Ve fakat kolay değildi
İdare etmek bir grevi…
Bu iş nasıl bilmek gerekirdi
Yani işi, ustasından öğrenmek gerekirdi.
Ve onlar da zaten
Ustasından öğrendiler.
Bir yanda
Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar
Diğer yanda
Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı.
Eğer işçiler yalnız kalsalardı
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi
Zordu işleri.
...
1
Adı Mehveş
Yaşı yirmi beş
Gözleri menekşe,
Beş kız kardeşten sonra geldi dünyaya
Gözleri menekşe beş kız kardeş…
“Ha şu erkek
Ha bu erkek” diye diye
Altı kız çocuğu düştü Zarife’nin rahmine.
Altı kez inim inim inledi
Doğum sancıları çekti ciğerleri sökülürcesine.
Harman savurdu
Deste yaptı
Döven sürdü
Karnında ve kucağında dünyanın yüküyle.
Altıncı kez döl tutunca Zarife’nin rahmi
Yükü ağırlaşmaya başlayınca yavaş yavaş
Tüm köylüyü sardı tatlı bir telaş.
Bilirlerdi ki yıllardır
Görürlerdi ki yıllardır
Bu büyük aşkın en büyük arzusu
Bir tanecik erkek evlattır.
Hal böyle olunca
Bu dert tüm köylüyü sarınca
Bilen bilmeyen
Aklı eren ermeyen
Genci kocası
Cahili hocası
Tekkedeki dervişi
Yollardaki ermişi
Tüm köylü “bu kez tamam” dedi
Hep bir ağızdan “bu kez tamam”.
Kızlar
“Kırk Çamlar”ın dallarına
Allı yeşilli bezler astılar.
Hocalar
Muska yapıp
Kutsal kitaptan dualar yazdılar.
Dervişler
Tekke tekke gezip zikir çektiler.
Ak saçlı nineler dualar ettiler.
Zarife ve İshak
Ne tekke bıraktılar ne yatır
Dualar okuyup satır satır
Bir “Ermişler tekkesine”
Bir “Dişsiz Babaya”
Bir de “Kırk Çamlara” birer adak kestiler.
Yüreklerinden umudu
Dillerinden duayı hiç eksik etmediler.
Bilirlerdi ki nicedir
Anlarlardı ki nicedir,
“Umut
Açacak en güzel goncadır.”
On beşlik kızlar
Nerde görseler maniler dizdiler:
“Ah Zarife Zarife
Bir oğlan doğur bize
İshak gibi bir yiğit
Düşsün kısmetimize”
“Ah kızlar allı kızlar
Dudağı ballı kızlar
Denginize bakın siz
Saçları telli kızlar”
“Ah Zarife Zarife
On beş yaştan ne olur
İki canda bir yürek
Yalnızca aşkla olur”
“Ah kızlar canım kızlar
Yanarım içim sızlar
Ah bir oğlum olaydı
Nedir yokuşlar düzler”
“Ah Zarife Zarife
Şu dağlardan yol aşar
Yola rehbersiz çıkan
Düz yolda bile şaşar”
“Ah oğlum canım oğlum
Günde gecede oğlum
Yıllardır yolda gözüm
Dilde hecede oğlum”
“Duvarda sazım oğlan
Alnımda yazım oğlan
Yeter artık nazlanma
Ciğerde közüm oğlan”
Beş kız çocuğunun üstüne
Altıncıya gebe kalınca Zarife
Alnı secdeden kalkmaz oldu yine İshak’ın.
Ağacı kökünden söken
Demiri soluksuz büken
İri nasırlı ellerini kaldırıp yukarıya
Yalvar yakar oldu Tanrıya:
“Ey yüce Allah’ım” dedi;
“Şikâyetim yok. Şükürler olsun sana.
Şüphesiz sen en iyisini bilirsin
Ne verirsen hayırlısını verirsin.
Öyle bir güç verdin ki bu İshak kuluna;
Taşı öğütür
Demirin kudretine boyun büktürürüm.
Nazlı gelin gibi salınır buğday başakları.
Vurup kazmayı
Cayır cayır yanan topraklara su yetiririm.
Toprak sancılanır
Gül goncalanır
Bozkırın ortasında çayır çimen bitiririm.
Ey yüce Allah’ım!
Öyle beş kız evladı verdin ki bana…
Beşinin de
Çiğ tanesi gibi ferahtır yüreğimdeki yeri.
Beşi de ciğerimin parçası
Gönlümün gül goncasıdır.
Yüreğim dağlanır
Taş değse birinin ayağına
Parmağının ucu kanasa birinin…
Yemeyip yediresim
Giymeyip giydiresim
Dere tepe demeden
Durup dinlenmeden
Kollarıma alıp beşini de
Beyaz bulutların yurduna götüresim gelir.
Lakin bu İshak kuluna
Bir erkek evlatçığı çok görme.
Öyle büyüdü ki içimdeki hasreti
Göller denizler almaz
Dereler ırmaklar taşımaz oldu.
Neye varsa ellerim
Neye baksa gözlerim
Tarlada tapanda
Dağda bayırda
Ondan başka bir şey görmez
Ondan başka bir şey düşünmez oldu.
Ey Yüce Rabbim!
Ya bir oğlan ver bu İshak kuluna,
Ha şu yanımda
Böğrümün tam kenarında
Bir yiğit yürüsün,
Ya da gönder Azrail’ini
Bir canım var onu da alıp
Başımdan aşağı kefen bürüsün.”
İshak geceleri uyanıp
Avuçlarını açıp
Gizli gizli
Yalvardıkça gözyaşları içinde Tanrıya
Onu gören Zarife’nin içi dağlanır
Bir eliyle bastırıp al yazmasını bağrına
Bir eli karnında inleyerek
Yalvar yakar olurdu Tanrıya;
“Ey bütün âlemleri yaratan!
Bir tohumdan binlerce can türeten!
İki canı bir yürekte eriten!
Şükür, eksik olmadı hiç
Soframızdan döğürcek aşımız.
Ne vakit bir derde düşse
Ne vakit sıkışsa şu kul başımız
Ne vakit bir taş dolaşsa ayağımıza
Sana açılır
Ekmeğini taştan çıkartan çatlamış avuçlarımız.
Şükür, öyle beş kız evladı verdin ki bize
Beşinin de
Salkım söğüt gölgesi düşer üstümüze.
Beşi de bal gibi tatlıdır
Şeker şerbet gibi akar gönlümüze.
Sen ki duyarsın sesimi… bilirim.
Bilmediğin görmediğin şey yoktur.
Bir el
Bozmaya niyetlense bir kuşun yuvasını;
Bir el
Bir gün önce açsa bir kelebeğin kozasını;
Bir el
Bir gül goncasına uzansa koparmak için dalından;
Bir el bir su damlasını,
Bir el
Bir deniz dalgasını yarıp orta yerinden
Ayırsa birbirinden
Sorarsın hesabını.
Ey âlemlerin Rabbi!
İshak kulun ki dağımdır benim
Yaslarım sırtımı yamaçlarına
Bakarım dünyaya doruklarından
Gölgemdir, soluklanırım
Pınarımdır
Kana kana içerim avuçlarından.
Birlikte yardık toprağı
Birlikte attık tohumu toprağın karnına
Birlikte suladık
Birlikte yeşerttik
Birlikte derip sararmış başakları
Birlikte taşıdık Ermişlerin yamaçlarından
Birlikte savurduk rüzgârda
Ayırmak için tohumu tozundan.
Aklımız bir
Fikrimiz bir
Aşkımız bir yürekte yeşerdi.
Yanarsa yüreği yanarım
Ağlarsa gözleri, ağlarım
Ne kullukta bir kusur ederiz şükür
Ne de haşa!
Verdiğine gönül koyarız.
Lakin
Düşüktür omzunun biri.
Ne zaman dokunsa ellerim ellerine,
Ne zaman değse gözlerim gözlerine
Bulutlanır Erciyes dağının tepesi gibi
Yağar içine içine.
Nicedir bir oğlu olsun ister.
Rahmansın, Rahimsin
Yoktur kudretinin sınırı
Göster Ya Rabbim keremini göster”
Diyerek
Defalarca yakardı Tanrısına.
Bir oğul diledi sevdiği için.
Bir oğul diledi can yoldaşına.
Bir oğul diledi
Dinsin diye yüreğini dağlayan özlemi.
Bunca yalvarıp dilemesi
On dördünde deli gibi sevdiği
On altısında koynuna girdiği yavuklusuna
Bir erkek evlat verememesindendi.
Zarife deli gibi vurgundu İshak’a.
İshak da
Daha on altısında
Mecnun oldu Zarife’ye.
On beşindeyken henüz
Henüz yeni terlemişken bıyıkları
Uzun inceydi… Selvi gibi…
Güçlü kuvvetliydi…
Boş bir çuvalı savurup atar gibi
Savurup atardı yirmilik delikanlıları.
Yay gibiydi kaşları.
Hüznün siyahı gibiydi dalgalı uzun saçları.
Kaybolur da bakanlar gözlerinin karasına
Derman bulamazlardı bir daha yüreklerinin yarasına.
Az ergenin gönlünü çalmadı
Azını sevdalara salmadı.
Nice ahlar yükseldi bakışlarının yarasında.
Ancak o
Daha görür görmez
Gözleri gözlerine değer değmez
Kaptırdı gönlünü Zarife’ye.
Ondan bu yana
Ne bir başkasına bakar oldu
Ne de görür oldu gözleri.
Nasıl görsün ki!
Cihana böyle bir güzel gelemez daha.
Dil anlatabilmez!
Kalem yazabilmez!
Bir kez bakan gözler
Bir kez daha bakabilmezdi
Gitmesin diye aklı başından.
Uzun ince parmakları
Dokunur dokunmaz oklavaya
İnim inim inlerdi aşkından oklava.
Döküldükçe dilinden aşk dizeleri
Döküldükçe oklavanın
Yüreği ezilir
Kendiliğinden açılırdı hamur bezeleri.
Hele bir yürümeye görsün salınarak
Saçını savurarak yürümeye görsün hele bir…
Hele bir,
Hançer gibi saplanan kirpiklerinin arasından
Hareli bakışları süzülmeye görsün…
Ne ayaklarını bastığı toprak
Ne kendi kokusundan sarhoş olmuş yayla çiçekleri
Ne dört bir tarafı olduğu yerin
Ne hiçbir mahlûkat ne de beşerin
Gönlü tutuşmadan edebilmezdi.
Gün gibi ısıtırdı insanın içini.
Zemheride goncalanırdı dokunduğu dal.
Ay doğmak istemezdi
Gölgesi düşmesin diye üstüne.
Yıldızlar
Bir bakıp bir kapatırdı gözlerini,
Bir daha bakabilmek için.
Güneş,
Onu görünce
Bulutların ardına gizlenirdi
Gül benzini soldurmamak için.
Gün geldi zaman geçti…
Yıldızlar bir parladı bir karardı…
Bir göründü bir kayboldu ayın on dördü…
Yelkovan akrebi kovaladı.
Akrep yelkovanı.
Günler sıklaştırdı adımlarını.
Pazartesi,
Yüzüne bile bakmadan Salının
Çarşambanın ucuna bile dokunmadan
Perşembeye attı adımlarını.
Gün zemheriye döndü
Zemheri bahara bıraktı yerini.
Karlar eridi
Dereler taştı
Çiğdemlerle doldu çobanların heybeleri.
Ala inek
İki buzağı buzağıladı ki o yıl;
Hey babam, deme gitsin!
Yayla çiçeklerinin kokusunun
Peygamber çiçeklerinin mavisine
Derelerin şırıltısının
Çobanların türküsüne karıştığı…
Oğlanların türkülerinin
Köyün çeşmesindeki kızların yüreğini yaktığı
Doğanın uyanıp dile geldiği o günlerde
Sabah seherinde poyraz eserken
Kuşlar söğütlerde dal dal gezerken
Ay beyaz bağrından ışık süzerken
Saçları geceden çalınmış
Gözleri zeytine belenmiş
Bir kız doğurdu Zarife.
Köyün ebesi Hamide;
“Oy Allah’ım” dedi
“Güneş kıskanır
Ay görünmez olur görse yüzünü,
Zeytin vermez olur ağaçlar
Görse kara gözünü.”
Dedi ama;
Duyar duymaz Zarife
Duyar duymaz bir kız doğurduğunu daha…
Ciğeri yerinden sökülür gibi
Dünyası başına yıkılır gibi
Gözlerinden kanlı yaşlar dökülür gibi
Bir ağıt yaktı ki inim inim inleyerek,
“Kadersiz İshak’ım bu ne yazıdır
Ciğerimde yanan oğul közüdür
Al götür yanımdan yad ellere ver
Bu kız benim değil elin kızıdır” diyerek
Ne bir kez dönüp baktı yüzüne
Ne de
Bir kez alıp kucağına
Emzirdi memesinden.
¬Zarife’nin
Onca yıllık “erkek evlat hasretine”
Bir de
Tüm köylünün
Ermişin dervişin
Hacının hocanın
Gencin kocanın
Akılının delinin
Bilenin bilmeyenin
Görenin görmeyenin
Kurdun kuşun
Gerçeğin düşün
“Bu kez tamam
Erkek doğuracak Zarife”
Demesi de eklenince;
İnandı Zarife
Bu kez illâki bir erkek evlat doğuracağına.
Öyle bir inandı ki hem de;
Gündüz ve gece
Bu düşle yatıp kalktı.
Ve hayallerinde karakaşlı
Kara gözlü
Çam dalı gibi
Tuttuğunu koparan
Bir yiğit yarattı.
Ve şimdiye kadar
Ve şimdiden sonra
Ezelde ve ebette, bu bekli de, en büyük murattı.
Ve fakat;
Gel zaman
Git zaman
Bir kız doğurunca Zarife,
İnanmadı doğurduğunun kız olduğuna.
Oysa tek dileği,
Bir an önce kavuşmaktı oğluna.
“Verin benim oğlumu” diye
Yeri göğü kattı birbirine.
Saçını başını yoldu elleri.
Ve ağladı günlerce.
Bir erkek evlat doğurduğuna,
Onu da çaldırdığına inanan Zarife’nin
Ne ev ne bark
Ne yurt ne yuva
Ne açlık ne tokluk
Ne çoluk çocuk kaldı gözünde.
Bir tek şeyi bilir
Bir tek şeyi söylerdi.
Her sözün sonunda
“Oğul neredesin çık gel artık bekletme ananı!” derdi
Oğlu gelecek diye dağı taşı gözlerdi.
Baktı ki İshak
Olacak gibi değil,
Zarife’nin aklı başına gelecek gibi değil,
Bırakıp kızlarını
Uzak bir köydeki bir akrabasının yanına,
Götürüp yatırdı Zarife’yi
Uzak bir şehirdeki bir hastane damına.
Tamı tamına
Beş yıl yattı Zarife.
-Bundan dolayıdır ki Mehveş
Ne bildi teninin kokusunu
Ne duydu sıcaklığını ana kucağının
Ne de kerametini gördü
Sofrasında bir lokma bile yemediği baba ocağının-
Ebe Hamide
İki gün üst üste
Emzirmeyince kızını Zarife…
Sarıp sarmalayıp bir beze;
Acının ve öfkenin
Damlarında bir adam boyu ot gibi bittiği,
Yoksul yüzlerdeki derin izlerin
İdare lambalarının kör ışığında yitip gittiği,
Taş duvarların arasında kalan acıların
Puharelerden büklüm, büklüm
Duman olup tüttüğü,
Kendi gözyaşlarıyla ıslanıp
Kendi yürek yangınında yanan,
Toprak damlı taş evlerin arasından,
Değirmeden dokundurmadan bir göze
Ceylan gibi seke seke
Gözyaşlarını dudaklarına döke döke
Koştu
Bir ucundan diğer ucuna köyün.
-Bu yüzden hâlâ
Gözyaşlarının tuzu vardır dudaklarında
Ve hasretin izleri süzülür yanaklarından
Her lokmasında da hatırlar
Tuz atmaz aşına
Gitmesin diye tadı dudaklarından-
Ve
Varıp dayandı Arife’nin kapısına.
Bir elinde bahtsız yavrucak
Bir elini yumruk yaparak
Öyle bir vurdu ki ardıç kapıya
Taaak taaak tak…
Sanırsınız, koca ardıç kapı ta kökünden yıkılacak.
Ve çekilirken ardından tahta kapının sürgüsü
Hücum etti dışarıya, ağır bir yoksulluk kokusu.
Ebe Hamide,
Yüzüne bile bakmadan Arife’nin
Ok gibi fırlayıp
Girdi içeri hayattan.
Varıp tandır damına
Oturdu toprak bir sedirin yanına.
Koca tandır damını
Ortasındaki iki ardıç direk tutuyordu.
Direklerin ikisinde iki idare lambası
Ancak göz gözü görebilecek kadar aydınlatıyordu.
Bir köşesinde tahta bir kablık
Tandırın yanında peş bir soba
Ve üstünde
İsten kararmış koca bir çaydanlık.
Arife, varıp Hamide anasının peşinden
Kaldırıp örtüyü bakınca yüzüne
Sanki ayın on dördü göründü gözüne.
“Anaaaa!” dedi uzatarak
“Anaa!
“Kimdir bu yavrucak?
Kimdir? Kimin nesidir?
Kimin yüreğinin köşesidir?
Hangi gözün sevinci
Hangi yüzün neşesidir?
Söyle anam!
Söyle kurbanın olam!
Ay mı düşürmüş yoksa koynundan
Güneşten mi kopmuş yoksa?
Bir varmış bir yokmuş diyarlardan mı alıp getirdin?
Dünya güzellerinin koynundan mı çalıp getirdin?
Taze gelinlerin kınasından mı
Yayla çiçeklerinin arasından mı
Cennet kızlarının deresinden mi bulup getirdin?
Söyle anam
Söyle kurbanın olam.”
“Ah kızım” dedi Ebe Hamide
“Ah kızım” dedi
Derin derin derin iç çekerek.
Ve bazen susup
Bazen sicim gibi gözyaşı dökerek;
“Bilmez” dedi “bilmez
Benim gibi
Çocuklarını yedisinde bir tahtada yummayanlar.
Bilmez yedisinde
Kara toprağın bağrına komayanlar.
Ve
Yirmi beşinde kupkuru
Bir ağaç dalı gibi yapraksız
Evlatsız, ocaksız kalmayanlar.”
-Ebe Hamide iki kızını
Güneş’ini ve Mehveş’ini toprağa verince
Henüz yirmi beşinde
Ya var ya yoktu.
Gözünün kökü
Varı yoğu iki çocuktu.
Fakat
Ölünce iki kızı da bir gün arayla peşi sıra
Deli olup çıktı dağlara.
Ağıt yaktı.
Seller aktı duyanların gözünden.
Önde Kara Yusuf, o arkada
Dere tepe gezdiler.
Ay çıkınca Mehveş’e ağladı
Gün çıkınca Güneş’e…
Kekliklerle konuştu
Rüzgârlarla, yağmurlarla, bulutlarla…
Ve bin bir umutla gezip dolaştı
Ha şu yolun başında
Ha şu dağın ardında
Ha şu kayanın dibinde
Ha şu ağacın gölgesinde diye.
Ne yürünmedik yol
Ne aşılmadık dağ
Ne görülmedik köy bıraktılar.
Nereden geçseler, nerede dursalar
Kimi görseler;
“Bir kızım var telli pullu
Bir kızım var allı güllü
Biri gün gibi… Güneş’im
Bir ay gibi… Mehveş’im” deyip ağlayıp durdu.
Gün geçti
Ay geçti
Ne bir iz bulabildiler
Ne bir ses duyabildiler.
Kara Yusuf tutup elinden
O dağları aşıra
Şu yollara düşüre
Getirdi köye yeniden.
Gözü görmez
Aklı almaz
Kulağı duymaz oldu, yer yarılsa orta yerinden.
Yaz geçti
Güz geçti
Kışın el ayak dondurduğu
Dışarda kalanı o saat öldürdüğü günler geçti.
Bahar geldi
Çiçek açtı erik dalları.
Ve çınar ağacı
Türküler yaktı erik ağacının çiçekli dallarına.
Davullar, zurnalar çalındı
Elleri kınalandı gelinlerin.
Ata bindiler telli duvaklı.
Haberi bile olmadı hiçbirinden.
Kimi zaman:
Peygamber çiçeklerinin mavisine çaldı tarlaların yüzü,
Kimi zaman:
Yayla çiçeklerinin kokusu sardı
Geceyi ve gündüzü…
Ebe Hamide
Tamı tamına on beş yıl
Güneş’e ve Mehveş’e ağladı.
Ve derken;
Günler böyle geçip giderken;
Daha yerin yüzü ağarmadan
Serçeler yuvalarından dağılmadan
Bir feryad-ı figan
Kılıç gibi keserek iki zamanı
Ayırdı bir bağırdan.
Karşı yamaçlara çarptı önce başını.
Kapkara kayalara çarptı.
Karamuk çalılarını
Kuşburnu çalılarını söküp kökünden
Köyün alt yerinden
Cennet kızlarının deresine aktı.
Tırpan gibi devirip çayırları
Ve buğday başaklarının kellesini keserek,
Söğütlerin ve kavakların üzerinden
Kasırga gibi eserek
Köyün meydanında bir dönüp
Ebe Hamide’nin puharesinden
Girdi tandır damına.
Ebe Hamide
İdare lambasının ışığında
Tandır damındaki peş sobanın başında
Evlat acısıyla yanıp tutuşurken
Bir susup
Bir kendi kendine konuşurken
Ciğerleri parçalanır gibi
“Hamideee yetiş Hamideee” diye haykırdı bir kadın sesi.
İşitmeyen kulakları
Duymak ister gibi sanki bütün sesleri
Canlıya cansıza dair ne varsa bütün nefesleri
Açıldı açılabildiği kadar.
Görmeyen gözleri
Hasretini dindirememiş iki sevgili gibi
Sarmaş dolaş olmuş kirpiklerin arasından
İdare lambasının kör ışığında canlanan
Un bulgur çuvallarının gölgesinde dolaştı bir an.
Hemen otuz metre ötesinde yanan
Kardeşi Sultan’ın evinden kalkan duman
Usul usul girdi içeri puhare damından.
“Hamideee” diye ünledi tekrar Muhtarın karısı.
Ve fazla sürmeden arası,
Evin göğe yükselen dev gibi yalımları
Puharenin bacasından girip aydınlattı
Ebe Hamide’nin koca tandır damını.
O keskin figan
Puharenin taş duvarlarına çarpa çarpa
Girince tekrar tandır damından içeri
Hamide
Ok gibi fırlayıp çıktı dışarı.
Ve çıkar çıkmaz gördü ki;
Ateşten bir nehir gibi alevler
Göğün mavi derinliğine doğru akıyordu.
Bütün köylü çaresiz ve dövünerek
Göğe doğru yükselen yalımlara bakıyordu.
Attı yerlere kendini Hamide.
Ne eli yüzü kaldı yırtılmadık
Ne kaşı gözü…
Soldurdu yüzünü Ay.
Yıldızlar çekip gittiler
Daha fazlasına şahit olmamak için acının.
Kala kala
Beş nüfustan ve evden geriye
Bir taş duvarlar kaldı
Bir de beş yaşındaki Arife…
Hamide
Mehveş’in ve Güneş’in acısının üzerine
Bedenlerini mezara
Acılarını yüreğine gömdükten sonra
Alıp bastı bağrına Arife’yi.
Çare oldu
Solup gitmekte olan umutlarına.
Böyle dindi ancak yüreğinin acısı.
Bakıp büyüttü Arife’yi.
Ne biliyorsa öğretti.
Döven sürmeyi
Hamur açmayı
Ekin dermeyi
Un kavurmayı
Harman savurmayı
Ve daha ne varsa yaşama dair…
On sekizine gelince, gelin etti
Karışsın diye çoluk çocuğa.
Bir kızları olunca Arife ve Arif’in
“Anam” dedi Arife; “canım anam”
“Sen büyüttün beni.
Sen doyurdun.
Sen öğrettin bana ne biliyorsam.
Kilimlerimin motifi sendendir…
Sendendir soframın bereketi.
Ellerinin akındandır
Kaderimin ve günümün aydınlığı.
Ekmeğim aşım
Yolum yoldaşım sensin.
Gözümün ışığı
Gönlümün aşığı
Kızımın ebesi ve atası sensin.
Sen koy adını canım anam” diyerek
Ve gözlerine yaşlar yürüyerek
Tutup öptü Hamide anasının iki elinden.
Ebe Hamide;
“Karanlığımıza Güneş olsun
Büyüyüp de gelin olsun
Hamide anan yoluna ölsün” diyerek
Dualar okuyarak
Güneş koydu adını Arife’nin ilk kızının.
Arife’den tam bir ay sonra Zarife doğurdu
Güneş’ten tam bir ay sonra Mehveş doğdu.
Arife emzirdikten sonra Mehveş’i
Alıp kucağına Ebe Hamide
“Güneş’im battı, Güneş’im doğdu.
Ay’ım soldu Ay’ım doğdu
Allah’ım ikisini aldı, ikisini verdi
Mehveş’im öldü
Mehveş’im doğdu” diyerek
Hem ağlayarak
Hem gülerek
Mehveş koydu adını.
Bir daha
Ne arayan oldu Mehveş’i ne soran.
Sanki daldan düşmüştü
Sanki doğup hemen ölmüştü.
Bir gün
Beş gün
Bir yıl derken
Mehveş Arife’nin kızı olmuştu.
Arife
Yatırıp iki tarafına ikisini de
Bir Güneş’i öperdi bir Mehveş’i…
Ekinde yığınların dibinde
Bahçede mürdüm eriklerinin gölgesinde uyuturdu.
Ağlamaya görsün biri
Ne varsa atıp elinden
Koşup yanı başına
Bir öpücük kondurup yanağına
Sustururdu, bir türkü söyleyip kulağına.
En çok Mehveş ağlardı.
“Kınalı kuzum, ay yüzlüm, kömür gözlüm”
Diye severdi Arife.
(Bilir ellerinin şefkatini Mehveş
Sıcaklığını kucağının
Ekmeğiyle doydu yoksul ocağının)
Gel zaman git zaman
Tam beş yıl geçtikten sonra aradan.
Çıkınca Zarife hastane damından…
Yani aklı başına gelince
Anlayıp bilince her şeyi…
Varınca köye.
Bir an önce almak istedi Mehveş’i anasından.
Ve fakat
Gördüler ve anladılar ki:
Kaç kez söküp koparıp alsalar da anasının kollarından
Kaç kez söküp alsalar da ciğeri bedenden
Öyle kolay olmazmış
Anayı ayırmak kızından…
Hastalanınca, öleyazınca neredeyse
Çaresiz geri verdiler kızını Arife’ye.
Fakat gün geçtikçe
Hafta geçtikçe, ay geçtikçe büyüdü acı.
Zarife,
Kesildi yeniden ekmekten aştan.
Ağıt yaktı gene günlerce.
Acının böylesini görmemişti hiç ömrünce.
İshak,
Ağlayarak uyanır oldu geceleri.
Af diledi Tanrısından.
Koca çam gibi adam
Kuru bir dala döndü.
“Yeter artık!” dedi “Muhtar emmi”
“Yeter artık!”
“Ya alacağım kızımı, ya da öleceğim” dedi.
Dedi ama
Eğile büküle laf kulaktan kulağa
“Ya alırım kızımı ya da öldürürüm”e dönünce,
Bir telaş düştü
Arife’nin yüreğine.
Bir korku düştü.
Ne kızını vermeyi göze alabildi,
Ne de canını hiçbirinin.
Her anını bile bile
Her anını göre göre büyüttüğü
Sevgisini imbiklerden damıttığı
Kimi zaman başucunda
Kimi zaman ayakucunda yattığı
Ağladığında ağladığı
Güldüğünde güldüğü kızlarını da alıp
Pılısını pırtısını toplayıp bir sabah
Kuzular anasının memesine sokulmadan
Köyün camisinde ezan okunmadan
Günün ışıkları karşı yamaçlara dokunmadan
Bazen derelerin kenarından
Bazen ekinlerin arasından süzülerek
Ermişlerin yamaçlarını aşarak
Bazen bir taşa
Bazen bir çalıya dolaşarak
Bazen telaşlı bazen ürkek
Efendiler’i ve Karasu’yu geçerek
Boztepe’den ilçeye giden
Bir kamyonun kasasına binerek
Bir bilinmeze doğru çıktılar yola.
2
Ebe Hamide
Ne harmanda
Ne tarlada
Ne de konu komşuda
İki gün üst üste
Görmeyince Arife’sini
Ve de duymayınca torunlarının sesini
Bir kurt düştü içine.
Bırakıp kirmanını ayakucuna
Bir yürek yangısıyla fırlayıp
Vardığında Arife’nin kapısına
Sabahın seherinde serçeler dallarında
Kuzuları analarının kollarında yatıyordu.
Ebe Hamide
Vurdu kapıya birkaç kez.
Ne bir tıkırtı duydu ne bir ses.
Vurdu birkaç kez daha
Bir daha vurdu
Bir daha.
Durdu duramadı
Bir küfür savurdu
“Kız gavurun dölü”
Ölü olsa duyardı” diye
Ve kulağını verip kapıya… dinledi.
Ne bir ses duydu
Ne de bir açan oldu kapıyı
Bir o yana koştu
Bir bu yana.
Şaşırdı ne edeceğini
Ne yana gideceğini.
Yüreğine bir ateş düştü
Bağrını dövdü
Dizini dövdü
Eve geri dönmeden
Kara Yusuf’a haber vermeden
Köyün alt yerinden
Cennet kızlarının deresinden
Karakaya yoluna vurdu kendini
Rüzgârlı tepeye çıktı oradan.
Ve tepenin en üstüne çıkınca durdu.
Rüzgârlı tepe
İki köyün tam ortasında
İki köye de taa yukardan bakıyordu.
Seherin karanlığı
Tanın aydınlığına bırakırken yerini
Karşı yazılar yavaş yavaş aydınlanıyordu.
Sarıdam köyünün üstündeki Kartalkayası
Seherin karanlığında
Heybetli yalnızlığına
Yalnızlık katıyordu.
Köyün alt yerindeki
Cennet kızlarının deresindeki söğütler
Bir sağa bir sola
Kıvrıla kıvrıla
Taa “iki kardeş boğazı”na akıyordu.
Yazıların hemen arkasında
Dalga dalga sıralanan mor tepeler
Sonsuzluğa doğru kulaç atıyordu.
“Güneyin Sırtları”nda
Koyun otlatan iki çobandan biri
Kavalıyla dizerken peşi sıra nameleri,
Diğeri
Sabahın beşinde
Taşların arasında yanan odun ateşinde
Doğacak günün ilk çayını kaynatıyordu.
Kavalın nameleri sanki
Uzak bir diyardaki
Çınar ağacı ile mürdüm eriğinin hikâyesini anlatıyordu.
Ebe Hamide
Oturup bir taşın üstüne
Pencereleri
Gaz lambalarının kör ışığında aydınlanan
Karakaya köyüne bakıyordu.
Kapkara kayalar
Karakaya köyünün ardında
Koca bir kale duvarı gibi ihtişamlı ve vakurdu.
Sırtında ardıç ağaçları
Tepesinde kapkara bulutlarla
Ermiş Dağının yamaçları
Gelen geçen açları doyuran Ermişler tekkesine
Ev sahipliği yapıyordu.
Çobanın dudakları
Üfledikçe yürek yakan nameleri,
Ebe Hamide’nin gözleri
Bir dolup bir taşıyordu.
Bir hışımla kalktı oturduğu yerden
Ve tez elden varmak için Karakaya köyüne
Adam boyu ekinleri yararak
Karamuk çalılarını
Kuşburnu çalılarını dolanarak
Kurudu kuruyacak Darboğaz deresinin
Beline kadar suya gömülü
Beyaz çakmak taşlarının üstüne basarak
Geçti karşıya.
Köyün alt yerine vardı bir solukta.
Yemyeşil yoncalıkların kenarındaki iğdeler
İnsanı sarhoş eder gibi kokuyordu.
Darboğaz deresinin hemen üstünden köye
Eğile büküle
Dik bir patika yolla çıkılıyordu.
Karakaya köyünün
Yüzünü güneşe dönmüş
Toprak damlı taş evleri
Bağrına basarak nasırlı ellerini
Ve gözleriyle ufkun kızıllığını süzerek
Sanki
Karşılar gibi bin yıllık hasretini
Eşikte karşılıyordu
İçlerini ısıtan bu ateşi.
Ve hain bir hançer
Saplanıp parçalamasın diye ciğerlerini
Ana kucağına yaslanır gibi
Karakayaların bağrına yaslanıyordu.
Ebe Hamide
Bir eli dizinde
Arife’sinin ve torunlarının hayali gözünde
Tırmanıp çıktı yokuşu, bir nefeste.
Vardı Kara Yeter’in kapısına.
Kara Yeter’in evi
Köyün en üstünde
Karakayaların eteklerindeydi.
Ön tarafında iki küçük pencere
Ortasında bir kapı
Ve geri kalanı yapının
Boğazına kadar toprağın içindeydi.
Kara Yeter
Sabah namazını kılmış
Sağa sola selam vermiş
Seccadesini büküp dermiş
Bir leğene hamur karmış
Odunu tandıra sürmüştü.
Bir yandan
“Ah bir kızım olsaydı
Hamurumu karsaydı
Salını salını gelseydi
Anası yoluna ölseydi” diye
Sıralarken dizelerini
Bir yandan da açıyordu hamur bezelerini.
Ebe Hamide
Girdi tandır damından içeri.
Gözleri,
İdare lambasının kör ışığıyla aydınlanan evi
Güç bela seçiyordu.
Kara Yeter
Görünce aniden karşısında Hamide’yi
Önce korkarak
Ve sonra yutkunup Euzu besmele okuyarak;
“Kız anam sen in misin?”
“Gökten inen cin misin?
Ne gezersin bu vakit
Yoksa sen deli misin?
Gün torbaya mı girdi de
Bu vakitte gelirsin?
Hayrola, hayırlar ola” dedi.
Ebe Hamide
Bir of çekip derinden
Alıp ucu yanık Efrac’ı Kara Yeter’in elinden
Oturdu tandırın başına
Sustu ikisi de bir zaman.
Kara Yeter açtı bezeleri o pişirdi.
Kara Yeter açtı bezeleri o pişirdi.
“Bacı” dedi birkaç kez;
“Ne oldu bacı?” dedi Kara Yeter.
Ebe Hamide
“Kızlarım” dedi “Kara Yeter, kızlarım…”
Bir yumruk gelip düğümlendi boğazına.
Yutkundu gitmedi
Yutkundu gitmedi…
Kalkıp Kara Yeter yerinden
Bir tasla
Bakır bir tasla
Ağır bakır bir tasla
Yeni kalaylı
Kulpu kırık ağır bakır bir tasla,
Köyün belki
İki üç kilometre ötesindeki bir kuyudan,
Her sabah güneş doğmadan
Her öğlen azıklar konmadan
Her akşam ala inek gelmeden
Günde üç kez taşıdığı sudan
Bir tas uzatıverdi Ebe Hamide’ye.
Tutup kalaylı ağır bakır tası kırık kulpundan
İçti suyunu usuldan usuldan.
Bırakıp bakır tası yere
Kaldırıp başını baktığında Kara Yeter’e
Hamide’nin gözleri çakmak çakmaktı.
Ve
Yüreğinde biriken acıyı
Akıtıp gözlerinden
Olduğu yere bıraktı, bırakacaktı.
Nazlı bir dere gibi
Kıvrıla kıvrıla akarken,
Hıncından başını taşlara vuran ırmaklar gibi
Taşıp bendini yıktı yıkacaktı.
Anladı ki Kara Yeter o an,
Anladı ki
Dert büyüktü.
Ne varsa yüreklerine dolan,
Sarılıp birbirine iki emmi kızı
Birleştirip gözyaşlarını
Bir çağlayan gibi akıttılar.
Ancak biraz bu şekilde dindi yüreklerindeki sızı.
Ebe Hamide
Anlattı Kara Yeter’e
Torunlarını da alıp gittiğini köyden Arife’nin.
“Ah emmi kızı!” dedi Kara Yeter
“Ne eder, nere giderler?
Nasıl yol bulup
Nasıl iz sürerler?
Ah yavrularım, kınalı kuzularım…”
Ebe Hamide,
Ağlaşıp sızlaştıktan sonra bir zaman,
Pişirip ekmeğini Kara Yeter’in döndü köyüne.
Ve yine
Ateş düştü evine.
Ve bir zaman geçtikten sonra aradan;
Dağı taşı aşan
Kulaktan kulağa dolaşan bir söylentiye göre
Hamide’nin kızları
Koca bir şehre gitmişler.
Ve gene duyduğuna göre:
Şehir şehir değil de, koca bir dünyaymış burası.
Ben diyeyim binlerce
Siz diyesiniz on binlerce
Ve biz diyelim milyonlarca insan
Gelip memleketin her yerinden
Gelip girmişler bu koca şehre.
“Vaah!” dedi Ebe Hamide “vah!”
“Nasıl edem, nere gidem
Nasıl bulam yavrularımı?
Kime ağlayam?
Kime yanam?
Kime diyem hallarımı?
Kime varam?
Kimden soram?
Nasıl bulam yollarını?”
Dert ile dağlanmaya alışkın yüreği
Bazen durdu durgun dereler gibi
Bazen çağlayanlar gibi coşup çağladı.
Oturdu ağladı,
Kalktı ağladı.
Ve baktı
Böyle olacak değil…
Beklemekle çare gelecek değil…
Yeniden düştü yollara.
Beyler Yurdu diye bir köy vardı
Ve “Kara Halim Ağa” derler
Bir ağa yaşardı bu köyde.
Tüm memleketi gezerdi.
Ve uzatsa elini
Ankaralara
Ve hatta belki de
İstanbullara bile değerdi.
Halk Partisi mebusuydu
“Ününücüydü” dediklerine göre.
Bilse bilse o bilir,
Bulsa bulsa o bulurdu.
Karakayaların sırtından aşıp
Ermişler tekkesini dolaşıp
Gün tam tepeye varmadan
Vardı Kara Halim Ağa’nın köyüne.
Vurdu kapısını
Kara Halim Ağa’nın konağının.
Çekip sürgüsünü açtı kapıyı,
Eli silahlı
Beli fişekli
Kaytan bıyıklı biri adamın…
Aldı içeri Ebe Hamide’yi.
Yüksek duvarların arkasında
Duvarları kara taştan
Koca kapısı ağır, sert bir ardıçtandı.
Önündeki koca terasın
Küpeşteleri kızıl bir ağaçtandı.
Çatısında kırmızı kiremitler
Ve kapısında
Tasmasından kurtulsa
Tuttuğunu koparacak yavuz itler vardı.
Yani atalarımızın dediği;
Adamın cömerdi yavuz it beslerdi.
Önce koca bir salona girdi koca bir kapıdan.
Oradan,
Ahşap bir merdivenle
Uzun ve geniş bir koridora çıktı.
Sağında solundaki kızıl vernikli kapılar
Sonuna kadar açıktı.
Yeri ve tavanları odaların
Pırıl pırıl kızıl vernikli ağaçlarla
Ve el dokuması kilimlerle kaplıydı.
“Allah bilir
Ne çileyle atılmıştır teek tek ilmikler” diye geçirdi aklından Ebe Hamide.
Koca kanatlı bir kapıdan girdi içeri.
Önünde birleşti önce
Sonra çözülüp iki yanına sarktı
Dalından düşmeyi bekleyen yemişler gibi elleri.
Karşısında bir ağa ve bir ağa karısı.
Hamide’nin içinde evlat yarası.
Kara Halim Ağa
Ayakta karşıladı Ebe Hamide’yi.
Bir tarafta,
Kara Halim Ağa ve Beyhan Hanım…
Diğer tarafta
Ebe Hamide.
Bir tarafta
Ayağında çarık
Sırtında libada
Yuvalarına gömülmüş fersiz gözleri
Ve yoksulluğun derin izleriyle Ebe Hamide;
Diğer yanda
Açık sarı saçlı
Kanlı yüzü etli
Eflatun gömlekli
Uzun siyah etekli
Ve kollarında parlak bilezikleriyle
Beyhan Hanım…
“Hoş geldin Ebem Hamide” dedi
Uzun boylu bir adam.
Yarı ak, yarı karaydı
Tek bir tel bile dökülmemiş
Dalgalı saçları.
Elmacık kemikleri çıkık
Büyük alnı açıktı.
Zayıf beyaz yüzü
Kulak memesinden
Dudak kenarına kadar derin bir yarıktı.
Yere öyle bir basıyordu ki adam
Öyle bir güç alıyordu ki uzun bacaklarından
Göçüp gitmeyecekti sanki
Hükmetmeden her yanına, bu dünyadan…
Aynı soydan değildi
Karşı karşıya duran bu iki insan…
Biri, yaprak misali dökülebilirdi dalından
Yarılabilirdi toprak misali karnı
Taş misali
Alınıp atılabilir
Taşınabilirdi bir yerden bir yere
Nerde gerekliyse, oraya konabilirdi.
Rüzgârın diliyle öfkelenir
Toprak gibi kanar
Güneş gibi yanardı.
Öfkelenmesi, kanaması ve yanması
Düzenin kendi gidişatı üzereydi.
Çekilen çile
Yakılan ağıt
Edilen feryat
Kırılan dalın çatırdaması gibi
Öyle sıradan ve kendi kendineydi.
Önce sola bakıp sonra sağa
“Buyur otur” dedi adam konuğa.
Ebe Hamide bakışlarını
Yerdeki kilimlerden
Vernikli lambrilerden
Beyhan Hanım’ın ışıltılı kollarına çevirdi.
Ne böyle evler bilirdi şimdiye kadar
Ne de böyle
Eli yüzü
Kolu kanadı ışıltılı kadınlar.
“Toprak yer
Toprak dam…
Burada da bir adam yaşar.
Orada da bir adam.
Eyy yüce Allah’ım
Sen misin şimdi bu adaleti yaratan” diye geçirdi aklından
Kara Halim Ağa
“Ünün senden yıllarca önce geldi Ebe Hamide
Adını yıllardır duyarız
Mübarek ellerine doğurur gelinlerimiz kızlarımız.
Ve duyduk ki gene biz
Kızını aramışsın
Ermişlere sormadan
Dervişlere varmadan
Kara Halim Ağa’dan medet umarmışsın.
Bilirse o bilir
Bulursa o bulur dermişsin.
Elimizi uzun
Kolumuzu uzun
Memlekette yolumuzu uzun bilirmişsin.
Elimiz uzun
Kolumuz uzun
Her diyardan geçer
Yolumuz uzundur şükür.
Ve fakat
Zaman o zaman
Devir o devir değil
Şimdi “devletin dümenindeki el” bizim elimiz değil.
İstanbul koca bir şehir
Ne Beyler Yurduna benzer
Ne Kötencelere.
Sen bir damla
O bir umman.
Her mahallede bir adamın olmadan
Ne kaçan kolay bulunur
Ne de kaybolan.
Dedim ya şimdi biz
Devletin dümeninde değiliz.
Kudret Ağa derler bir ağa vardır Kırkgözeler köyünde,
Demirkıratlıdır
Şimdi onların elleri vardır devletin dümeninde
Ve izleri memleketin her yerinde.
Şimdi onların hükmü geçer
Şimdi onların fermanı okunur
Padişah fermanı diye.
“Dedikleri dedik
Çaldıkları düdük”tür.
Var kapısına selamımı söyle
Beni iyi bilir ve çok da sayar
Bilirse o bilir
Bulursa o bulur” dedi.
Ebe Hamide
Önce bir tas su isteyip,
Ve sonra
“Kalın sağlıcakla” deyip
Çıktı Kara Halim Ağa’nın köyünden.
Düştü yollara yeniden.
Tarlalarda sarı buğday başakları,
Sırtlarına bağlı çocukları,
Ve boğazlarına sarılı yoksulluklarıyla
Ekin dererken gördü kadınları.
Yol yol değildi artık.
Her adımı isyan
Her adımı ağıt
Her adımı gözyaşıydı.
Her adımı çalı
Her adımı yılan
Her adımı çıyandı boğazına dolanan.
Her adımı kahır
Her adımı zulüm
Her adımı ölümdü.
Dağ tepe aştı
İki dere, beş köy geçti.
Gün karanlığa dönerken
Kuşlar yuvalarına tünerken
Kuzular analarına melerken
Kırkgözeler köyüne geldi.
Bir ovanın üstünde
Göz alabildiğine tarlalar…
Ve rüzgârın kollarındaki başaklar
Bir o yana bir bu yana
Deniz dalgası gibi dalga dalga dalgalanıyordu.
Bir dere akıyordu ki söğütlerin arasından
Bir dere ki…
Darboğaz deresi ne ki!
Kırk gözeden biriken sular,
Sağa sola bükülerek,
Bazen bir düzde akıp
Bazen bir yarepten aşağı dökülerek;
Ne var ne yoksa sağında solunda,
Dallarda ki elmalara
Yeşile kesmiş yoncalara
Yeni açmış goncalara can vere vere
Geçtiği yerlerin acılarını biriktire biriktire,
Kan kızıla boyana boyana akıyordu
Kızılırmağın dert dolu yüreğine.
Ovanın sonunda
Çırılçıplak tepeler,
Yay gibi bükülüp
Halaya durur gibi
Omuz verir gibi bir birine,
Hep daha ileriye
Ve yukarıya yükselir gibi
Batıdan doğuya doğru adım adım çıkıyordu.
Eteklerinde
Taş duvarlı yoksul haneler
Keven gibi saçılırken sağa sola birer birer,
Kudret Ağa’nın yapısı,
Etrafının kale gibi duvarlarla çevrildiği
Üstlerinde beli silahlı adamların beklediği
Koca
Saray gibi bir yapıydı.
Bu yapı,
Kudret Ağa’nın kudretinin
Tüm köylünün gözündeki
En sarsılmaz ispatıydı.
Ebe Hamide,
Bu dümdüz ovayı
Dönüm dönüm tarlaları
Sarı sarı başakları
Bağı bahçeyi
Uzun uzun selvi selvi kavakları
Gürül gürül akan dereleri görünce
Kendini cennet-i âlâda sandı.
Ama değildi…
Bir tarafı cennet
Diğer tarafı cehennemdi.
Bir tarafta
Kudret Ağa’nın cenneti,
Diğer tarafta
Toprak damlı taş evlerin cehennemi vardı.
Cennette Kudret Ağa
Cehennemde marabalar yaşardı.
Tan ağarmadan gider
Tarlayı sürer
Tohumu eker
Başakları derer
Karanlıkta dönerlerdi.
Dere tepe
Dağ taş demez yürürlerdi.
Ağustosun sıcağında yanarlar
Yağmur altında ıslanır
Sabahın ayazında donarlardı.
Yaşamak çile çekmekti yani…
Ve fakat yine de
Yine de doyamazdı kursakları çocuklarının.
Ne sütü bilirlerdi
Ne eti…
Tek bildikleri
Tek yedikleri
Karınlarını doyurdukları
Döğürcek aşı ve kara ekmekti.
Çocukları kara kuru
Çocukları aç biilaç
Çocukları bir deri bir kemikti.
Umutları,
Sabahın ayazı yüzlerini kesinceye
Ekinlerin sapları
Ellerini avuçlarını yüzünceye kadardı.
Ne bir dönüm toprak
Ne bir dilim ekmek
Ne bir soluk nefes onlarındı.
Toprak ağanın ellerinde
Ekmek ağanın ellerinde
Can ağanın ellerindeydi.
Onlara kalan
Boylu boyunca yoksulluk
Boylu boyunca açlıktı göz alabildiğine uzanan.
Yani öyle bir dünyaydı ki bu,
Bir dünyanın içine iki dünya sığmıştı;
Açların ve Tokların dünyası…
Karanlık iyice çökmeden
Çaldı kapısını
Yolunun üstündeki yoksul toprak bir damın.
Açtı kapıyı kırk yaşlarında
Yüzü kemikli, zayıf
Sakalı epeyce uzamış biri adamın.
Ve arkasında
Beyaz başörtülü bir kadın
Hafifçe uzatıp başını kapıdan
“Hoş geldin ana, buyur” dedi, “gir içeri”.
“Bu zamanınız hayır olsun” dedi Ebe Hamide.
“Sağol ana” dedi iki ağız da birden.
Çekildi kenara adam.
Ebe Hamide
Geçip hayattan girdi tandır damına.
Genci yaşlısı kim varsa sofrada
Kalktılar ayağa
“Hoş geldin” dediler Ebe Hamide’ye
Buyur ettiler sofraya.
Bir tencerenin etrafında
Tamı tamına on nüfus birikmişti.
Akşam yemekleri yalnızca
Kara undan kara yufka
Bir de kalaylı bakır kapta pişmiş döğürcekti.
Ardı ardına tahta kaşıklar
Sofranın ortasındaki bakır tencereye
Bir namenin notaları gibi
Ahenkle değiyordu.
Bulgurdan yapılmış döğürcek aşı
Sanki
Yağlı bir kuzu eti yenir gibi yeniyordu.
Ve ayın ışığı pencereden
Kaderlerini aydınlatmak
Ve
Tandır damını ışıtmak ister gibi değiyordu.
Bunca zenginliğin
Ve bereketin içinde fukaralık
Çırılçıplak ve ayan beyandı
Toprak damlı taş evler
Ve Kudret Ağa’nın sarayı
Aynı göz hizasında ve yanaydı.
Oysa Ebe Hamide
Koca dünyayı yalnızca
Kendi fukaralığından ibaret bilirdi.
Gün doğar tarlada
Gün batar toprak kaplı damlarda geçerdi zaman.
Ekmeği kara buğdaydan
Yemeği karabuğdaydandı.
Ayağına giyeceği tek şeyi çarık
Karnını doyuracağı tek şeyi
Döğürcek aşı sanırdı
Duvarları taştan
Damları topraktan
Mertekleri ardıçtandı evlerinin
Sırtında libada
Ayağında çarık
Döğürcek aşıyla dolu kalaylı bakır kaba
Hep birlikte sallanırdı kaşık.
Ve
Yenildi döğürcek aşı
Kaldırıldı sofra yerden
Çekildi bir kenara Ebe Hamide
Yüzü bin parçaya bölündü kederden.
“Bacı” dedi Ümmü kadın, “bacı”
“Kimsin? Kimlerdensin?
Nedir yüzündeki bu acı?
Nerden gelir nereye gidersin?
Böyle bir başına dağda taşta ne edersin?
Hangi derttir bu yollara düşüren?
Hangi acıdır bu dağları aşıran?
De hele Allah’ını seversen.”
Dertler döküldü
Ciğerler söküldü
Ağıtlar yakıldı
Geçti zaman
Ve sonra
Yataklar serilip yatıldı yerine
Daha uykular inmeden tam derine
Bir gümbürtü duyuldu kapıdan.
Kalkıp yataktan
Geçip hayattan
Çekip sürgüsünü baktılar dışarı
Açık kapıdan.
Bir motor çalışıyordu dışarda
Bir traktör motoru homurdanıyordu
Yanıyordu iki farı da
Gün gibi aydınlatıyordu her yanı.
Yekinip kalkmaya çalıştı yerdekilerden biri
Parça parçaydı kaşı gözü
Kan revan içindeydi eli yüzü
Bu adamlardan biri
Ümmü Kadın’ın oğlu Kara Salman
Diğerleri
Kara Salman’ın oğulları Kazım ve Veli’ydi.
Salman ve oğulları
Kudret Ağa’nın çobanlarıydı.
Uyuya kalınca sürünün başında üçü de birden
Kurtlar daldı sürüye
Uykudan kalkıp ve baktılar ki geriye
Yirmi koyunun leşi de seriliydi yerde.
Yetişti ağa ve adamları
Silahları çalıştı ardı ardına takır takır
Tamı tamına beş kurdu da vurdular teker teker.
Dinmeden daha öfkeleri
Kazım’ın ve oğullarının kaşını gözünü de yardılar.
Beş kurdu
Yirmi koyunu
Salman’ı ve oğullarını da atıp traktöre
Vardılar köye
Ve attılar Kara Salman’ı ve oğullarını
Satılmış Emmi’nin kapısının önüne.
Ağa işaret parmağıyla göstererek
“Alın itlerinizi de
Ve defolup gidin köyümden” dedi
Satılmış Emmi
Varıp kapandı ayağına ağanın
Yalvardı yakardı, af diledi
“Affet ağam!” dedi
“Biz kapının kuluyuz!
İstersen sağ, istemezsen ölüyüz
Koparıp at kellemizi yerinden
Lakin alma sabilerin rızıklarını elinden.”
Koşup Ümmü Kadın,
Düştü üstüne oğullarının.
Üçü de yarı candaydı
Elleri yüzleri al kızıl kandaydı.
Aldılar içeri sardılar yaralarını
Alıp sonra gaz lambalarını
Beş kurdu
Ve yirmi koyunu da gömdüler
Ancak, yerin yüzü ağarırken köylerine döndüler.
Ebe Hamide
Hal böyle olunca
Kudret Ağa’nın zulmünü görünce
Vazgeçti
Kudret Ağa’nın kapısına varmaktan
Eğilip önünde medet ummaktan.
Ümmü Kadın
İki kara yufka
İki tutam çökelek koydu heybesine Ebe Hamide’nin
Ve sanki
Yıllardır tanışır gibi
Köyün yamacına kadar dertleşerek geldiler.
Ve sarılıp birbirine
İkisi de
Gerisin geri köylerine geri döndüler.
Ebe Hamide
Bazen tepeleri aştı
Bazen dereleri geçti
Bazen kan gibi sulardan
Bazen buz gibi gözelerden içti.
Satılmış Onbaşı’nın
Ümmü Kadın’ın halleri
Kara Salman ve oğullarının
Kan revan içindeki elleri geldi aklına.
Gün batmaya yakın
Vardı Ermişlerin yamaçlarına.
Cennet gibi göründü köyü uzaktan gözüne.
Bakalım daha ne kadarı düşecek
Kalan acıdan payına.
3
Arife, Arif ve kızları
Köylerini terk etmenin
Bir bilinmeze doğru gitmenin tasasında
Üstü açık bir kamyonun kasasında
Üç gün üç gece gittiler.
Acıkınca
Çökelek ve yufka ekmek yiyip
Susayınca
Kan gibi sulardan içtiler.
Kimi zaman
Dorukları yıldızlara değen dağlardan aştılar
Kimi zaman asırlık taş köprülerden geçtiler.
Sıcakta yandılar
Soğukta dondular.
Arife
Sarılıp kızlarına
Bakıp bakıp ardına
Aklına her geldiğinde
İçini çekip çekip ağladı Hamide anasına.
Zayıf ellerinin üzerinde kalın damarları
Yol yol yeşil ırmaklar gibi
Yeşile çalardı.
Gözyaşları
Sürülmüş toprakların yarıklarından
Arıklardan akan sular gibi akardı.
“Ah anam “ dedi Arife
“Ah anam, bahtsız anam.
Nasıl edem de vazgeçem bu sevdadan.
Bir yanımda sen
Bir yanımda kınalı kuzum…
Bir yanımda yürek yangınım
Bir yanımda tükenmez sızım.
Bir yanımda çağlayan gibi çağlayan,
Bir yanımda yürek dağlayan közüm.
Bir yanımda ak saçlı anam
Bir yanımda ay yüzlü kızım.
Ey Allah’ım!
Bu koca dünyada yalnız ben mi böyle bahtsızım?”
O gece,
İki kızı iki yanında,
İnce bir mitilin altında
Yıldızlara ve aya baka baka uyudular.
Ve sandılar ki
Yüreklerindeki isyanı
Ve sandılar ki
Dillerinden dökülen ağıtlarla bütün dünyaya duyurdular.
O gece düşünde
Anasını gördü Arife.
Bazen bir dağın eteğinde
İki gözü iki çeşme ağlıyor,
Bazen bozkırın ortasında
Ateşler içinde yanar gibi yanıyordu.
Bazen
Ayın ışığında
Çıkıp bir dağın tepesine,
Tutmak ister gibi uzanıyordu gidenlerin ellerine.
Ve
Öyle bir çığlık attı ki taa yüreğinin en derininden
Öyle bir çığlık attı ki Ebe Hamide
Uyandırdı Arife’yi uykudan.
Uyandığında Arife’nin
İki gözünden iki çeşme gibi yaşlar
Yol yol olmuş akıyordu yanaklarından.
Bir daha kopunca o çığlık yeniden
Ayağa kalkıp aniden
Baktı uzaklara, görmek ister gibi anasını
Baktı
Bakt,
Baktı…
Orda dursa,
Gitmese eğer biraz daha uzağa,
Sanki
Uzanıp ellerinden tutacaktı anası.
Bir martı
Çığlık atarak geçti üzerlerinden.
Bir gemi acı acı öttürdü kornasını yeniden.
Arife, iki tarafında
Binlerce evin kucak kucağa
Sırt sırta
Omuz omuza verdiği koca şehre,
Bir kamyonun kasasından bakıyordu.
Yeni yeni uyanıyordu
Ve tek tek yanıyordu ışıkları
Sırt sırta
Omuz omuza verip
Zar zor ayakta duran konduların.
Işıl ışıl parlıyordu etrafı
Boğazın mavi sularının kenarlarında
İhtişamlı bembeyaz yalıların...
Yani iki sınıf…
Yani iki dünya…
Baktılar koca, koskoca masmavi suya.
Ve koca mavi suyun üstünde
Kornalarını çalan tek tük gemiler yüzüyordu.
Arifey’le Arif iyice sokulup birbirine
Ellerini sıkıca kenetleyip ellerine
Sanki görür gibi uzaklardaki kaderlerine
Uzun ve şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Bu kadarı da olamazdı!
Böyle gökteki yıldızlar kadar çok ev
Böyle
Sapsarı başaklar gibi milyonlar
Böyle sırt sırta
Böyle omuz omuza
Yan yana gelemezdi.
Sevindiler bir yandan…
Çünkü bu koca şehirde kimse onları bulamazdı.
Kederlendiler bir yandan da…
Belki bir daha köylerine dönemezlerdi.
Biri Güneş’i
Biri Mehveş’i alıp kucağına,
Yaslanıp kamyonun kasasına,
Bir o yana bir bu yana
Şaşkın şaşkın baktılar.
Şimdi toprak damlı taş evlerine
Bozkırına çorak topraklarının
Ve sabahın buz gibi ayazına
Peygamber çiçeklerinin mavisine
Yayla çiçeklerinin kokusuna
Gökteki en son yıldız kadar uzaktılar.
İlk kez ağladı Arif
Dönüp sırtını Arife’ye ve çocuklarına
Öyle çocuk gibi
Öyle hıçkıra hıçkıra
Öyle tertemiz ve pırıl pırıl
Ve bütün acısını döker gibi…
Ağladı…
Ağladı…
Ağladı…
İndiler kamyondan,
Ve sanki
Yüzme bilmeyen birinin
Dalması gibi çılgın bir nehrin sularına,
Deniz gibi dalgalanan kalabalıkların arasına daldılar.
Bir görünüp bir kayboldular.
Yolların
Sokakların
Kalabalıkların bir sınırı yoktu.
Burada evler
Gökteki yıldızlar kadar çoktu.
Ellerinin içinde çocuklarının elleri
Gözlerinin ucunda
Bir oyana
Bir bu yana koşuşturan telaşlı insan halleri.
Nerede duracaklarını
Nereye gideceklerini
Ne yapacaklarını bilemeden
Bir durdu, bir gittiler
Bir oturdu bir kalktılar
Ve derken, acıktılar...
Açıp baktılar,
Azıkları bitti bitecekti.
Kalanı da oracıkta
Bir ağacın dibinde yediler.
Ve sonra
Karışıp insan kalabalığının arasına
Bir geminin ufukta kaybolması gibi
Ufala küçüle usul usul kaybolup gittiler.
4
Fazlaydı acının bu kadarı
Gözyaşının bu kadarı fazlaydı.
Bereketli yağmurlarda ıslanır gibi ıslanmış
Bozkırın ortasında yanar gibi yanmışlardı.
Oysa
Zarife ve İshak ne çok severlerdi kızlarını.
Ay parçasıydı her biri
Her biri gül goncasıydı.
Gül dalı
Gönül dalıydılar.
Şeker şerbettiler gönüllerine.
Nasıl sevmişlerse beş kızlarını
Severlerdi altıncısını da öyle.
Gül goncasını
Ağustosta yağmur damlasını sever gibi severlerdi.
Hem de hiçbir şeye değişmeden
Hiçbir zerresini
Hiçbir anını
Hiç kimseyle bölüşmeden severlerdi.
Ve fakat
Bir oğul dilemişlerdi Tanrıdan.
Dağ başında bir kuytuluk
Bozkırın ortasında bir gölgelik
Uzanıp tutacak bir dal dilemişlerdi.
Güç demekti oğul
Tarlayı sürmek demekti
Toprağı işlemek
Tohumu ekmekti
Bereket demekti oğul
Aç kalmamak
Doymak demekti
Döğüşte yenmekti düşmanını.
Oğulsuz kalmak dalsız
Oğulsuz kalmak duldasız
Oğulsuz kalmak
Elsiz ayaksız kalmaktı.
Soy demekti oğul
Gelecek demekti
Sürüp gitmek demekti yüzyıllar boyu
Kök demekti
Köksüz kalmamak demekti oğul.
Bir oğul dilemişlerdi işte
Bir oğul dilemişlerdi
Kuruyan dudaklarına
Bir damla su diler gibi…
Bir oğul dilemişlerdi kudretine sığınmak
Gölgesinde soluklanmak için.
Bir oğul dilemişlerdi
Topraklarını sürsün
Soylarını sürdürsün diye.
Bir oğul dilemişlerdi, hoyrat bir el
Tutup dallarını kırmasın
Umutlarını karartmasın diye.
Öyle bir yokluk
Öyle bir hasret
Öyle bir açlıktı ki bu
Yaşayan bilirdi ancak.
O her şeydi.
Onsuzluk ise… hiçbir şey.
Oğul hasretiyle yanıp tutuşurken
Kızlarını da uçurmuşlardı ellerinden.
Dağ başında bir kuytuluk
Bozkırda bir gölgelik ararken,
Gül dalından
Gönül dalından da olmuşlardı.
Daha hem de
Sofralarından bir lokma bile yediremeden
Öpüp koklayamadan
Sevip okşayamadan uçurmuşlardı ellerinden.
Gün geçmiş
Hafta geçmiş
Ay geçmiş, aylar geçmişti.
Ne dönmüşlerdi geriye
Ne de
Tek bir haber göndermişlerdi köye.
Tek duydukları, tek bildikleri
Büyük bir şehre, İstanbul’a gittikleriydi.
Artık burada kalamazlardı
Böyle eli kolu bağlı duramazlardı.
İshak satıp savdı el de avuçta ne varsa
Yatak yorgan kap kacak
Bir sabah
Kel Sabri’nin kamyonuna doldurarak
Sarılıp ağlaşarak hısım akrabalarla
Düştüler hiç bilmedikleri
Hiç gitmedikleri yollara…
“Oy anam” dedi İshak
“Ne betermiş evinden barkından
Yurdundan yuvasından ayrılmak”
Giderken kamyonun kasasından
Uzun uzun baktılar köylerine.
Mor tepelerine
Güneylerin sırtlarına
Yayla çiçeklerine
Peygamber çiçeklerine
Toprak damlı taş evlerine
Baktılar
Baktılar
Baktılar.
Ne Zarife ne İshak
İstanbul’a varana dek
Ne gözlerini bir kez yumdular
Ne yolda ne belde
Ne sağda ne solda
Fazladan bir dakika durdular.
Sanki dursalar
Sanki bir soluk nefes alsalar
Bir daha bulamayacaklardı kızlarını.
Kirpiklerini kirpiklerine değirmeden
Bir kez bile yummadan gözlerini
Gecenin karasında
Gündüzün mavisinde
Gittiler
Gittiler
Gittiler.
Gittiler dümdüz
Gittiler ine çıka
Gittiler büküle kıvrıla
Gittiler üç gün
Gittiler beş gün
Beş yıl, on yıl, on beş yıl
Sanki bir ömür gittiler.
Gittiler ağlayarak
Gittiler sızlayarak
Bir geriyi bir ileriyi gözleyerek gittiler.
Saçları ağardı Zarife’nin
İshak’ın sakalları
Gitmek hasretti
Gitmek gurbetti
Gitmek yurttan yuvadan
Gitmek anadan atadan
Kopmaktı ne varsa geride kalandan.
Varmak umuttu
Varmak kavuşmaktı
Sarılıp koklaşmaktı varmak.
Varıp kavuşacaklar mıydı?
Sarılıp koklayacaklar mıydı?
Yoksa bir ömür ağlayacaklar mıydı?
Hani bazen
Ölüm kurtuluş olur da
Ölse bile kurtulamaz ya insan;
Hani bazen
Bitmez vagonları gibi trenlerin
Bitmez dertleri olur da
Çekeer çeker de bitiremez ya insan…
Çeke çeke bitiremeyecekler miydi yoksa?
5
Ve varıp geldiler İstanbul’a
Varıp geldiler biçare
Varıp geldiler… ama ne çare…
Varıp geldiler gelmek denirse
Gelip gördüler görmek denirse
“Vay anam” dedi İshak;
“Vay anam!”
Nasıl bulunur burada kaybolan?
Kim kime ağlar burada?
Kim kime yanar?
Kim arar da bulur kaybettiğini?
Zarife’nin kara gözleri
Bakıyordu kamyonun kasasından,
Sanki
Kaybettiğini bulmak ister gibi…
Ne yana dönse
Ne yana baksa evler ve insanlardı
Ne yana dönüp ne yana baksa
Sanki
Bir sağa bir sola koşuşturan karıncalar kadar kalabalıklardı.
Düştü Zarife’nin elleri iki yanına
Çöktü omuzları
Baktı evlere
Baktı insanlara,
“Oy anam” dedi;
“Oy anam oy, oy ciğerimin yarası
Dünyanın bütün evlerini sığdırmış içine burası.”
Evler vardı yüz binlerce,
Yüz binlerce de kapısı sokaklara açılan.
Evler vardı yıkık dökük sağa-sola bükülmüş
Evler vardı eski püskü, eli yüzü dökülmüş
Evler vardı omuz omuza yaslanan
Sanki
Yıkılacak gibilerdi dokunsan.
Evler vardı eve benzemiyordu;
İnsanların
İnsana benzemeyenleri gibi yoksulluktan.
Evler vardı tepelerin üstünde
Evler vardı tepelerin ardında
Evler vardı kimisi penceresiz
Evler vardı penceresi perdesiz
Evler vardı yıkık dökük virane
Bugün vardı belki yoktu yarına.
Evler,
Evler,
Evler…
Bazen bir tepeye çıktılar
Bazen bir tepeden indiler
Daracık sokaklardan çıkıp
Daracık sokaklara girdiler
Vara gide bir kondunun,
Tahta taraba bir kondunun önünde durdular
Ve inip kamyondan
Kanatları kırılmış gibi kondular.
Ve kanat açmak
Ve kanatlanıp uçmak
Nasip olmadı bir daha.
Her yokuşu çıkışta
Her sokağı dönüşte aradı gözleri.
Görseler tanırlar mıydı ki gözünden?
Seslense, bilirler miydi ki sesinden?
Neye yarardı tanıyıp da bilseler?
Gelir miydi kollarını açsalar?
“Yavrum, kuzum” deseler gelir miydi?
“Anam” der miydi?
“Canım anam” der miydi?
Neyiydi ki onların?
Onlar neyiydi ki onun?
Ne demekti ki “evlat” demek?
“Ana” demek ne demekti ki?
Hani nasıl haykırmıştı Zarife;
“Bu kız benim değil elin kızıdır” diye.
Elini yüzünü yırta yırta,
Yeri göğü birbirine kata kata hem de.
Ne diyeceklerdi bulsalar?
Hani oldu ya görseler…
Hani oldu ya bilseler…
Ne diyeceklerdi?
Nasıl anlatacaklardı
Neden attıklarını ocaklarından?
Hem de
Bir kez bile emzirmemişti anası
Bir kez bile sarılıp koklamamıştı babası.
Bir idi bin oldu burada dertleri.
En baş gelinmezi
En söz dinlemezi geçim derdiydi şimdi.
Şimdi en büyük dert muhtaç olmamaktı
El avuç açmamaktı ele güne
Kazanmaktı ekmeğini
Kavrulmaktı kendi yağında.
Usta’nın deyişiyle,
En fazla bir yıl sürerdi yirminci asırlılarda ölüm acısı.
Ya evlat acısı?
Ya yüreğini söküp atar gibi atmanın…
Ya biçare
Dalından kopmuş bir yaprak gibi
Dağ bayır şehir şehir peşinden gitmenin
Ama hiç varamamanın…
Ya
Vardın mı, varamadın mı, bilememenin acısı…
O da mı bir yıl sürerdi?
Ne zaman açsa gözlerini sabaha
Ne zaman
Bir yudum su geçse kursağından
Ne zaman
Doldursa avuçlarını bir el sıcaklığı
Ne zaman
Bir çocuk ağlaması duysa
Ne zaman
Sarılıp öpse bir çocuğu yanaklarından
Gelmez mi yavrusu insanın aklına?
Kaç ana
Yalvarmıştı tanrısına
Bulmak için ölüsünü yavrusunun?
Ve hiç değilse
Bir mezar taşı olsun diye kaç ana
Kanadı kırık kuşlar gibi çırpınmıştı?
Hiç değilse,
Yandıkça yüreği sarılmak,
Gözyaşı döküp toprağına avunmak
Ve bir taş olsun dikebilmek için kaç ana yalvarmıştı!
Bitmezdi, bitemezdi de yürek yangısı
Ancak omuzlarındaydı geçim kaygısı.
Üç gün, beş ay, bir yıl…
Ya da
Her neyse geçince aradan,
Kırkından sonra ilk kez,
Kırkından ve
Saçları ağardıktan sonra ilk kez,
Eli, el işi tuttu İshak’ın.
Bahçesini belledi bir zaman bir zenginin
Bir zaman budadı ağacını
Yük taşıdı bir zaman geniş heybetli omuzlarında
Bahçıvan oldu bahçesinde bir zenginin…
Kimi zaman
Bülbülün derdiyle solan bir gül
Kimi zaman kafeste çırpınan bülbül oldu.
Kimi zaman “yavrum, kuzum” diye
Kimi zaman “yurdum, yuvam” diye ağladı.
Ağladı
Ağladı
Ağladılar.
Fakat nereye kadardı?
Üç gün çalışıp beş gün yatardı.
Oysa komşuları Osman
En yakın arkadaşı Osman
Bir fabrikada
Bir deri fabrikasında
Her Allah’ın günü çalışırdı.
Ucu ucuna yeterdi maaşı belki ama
Üç gün çalışıp beş gün yatmak beterdi.
O da girdi Osman’ın çalıştığı fabrikaya.
Baktılar olmuyor
Tek kişinin çalışmasıyla karınları doymuyor
Kırkından sonra Zarife
Girdi bir işe
Doyurmak için karnını çocuklarının.
Çamaşırlarını yıkadı zenginlerin
Evlerini temizledi
Söz işitti, azar işitti
Horlandı, ezildi
Ezim ezim ezildi hem de.
“Off” çekip kederlendi kimi zaman
Kimi zaman
Kapatıp avuçlarıyla yüzünü
Hıçkıra hıçkıra ağladı.
Aç kalmaya razıydı
Ölmeye, acından ölmeye razıydı kendi memleketinde
Başkasının kapısında kul olmak ölümden beterdi
Böylesi de vardı demek…
Demek
Ellerin memleketlerinde
Kul köle olmak da vardı kaderde.
Yük çekmeye razıydı şimdi
Ermişlerin yamaçlarından
Hem de omuzlarında bebeleriyle
Hem de yarı büklüm
Hem de inim inim inleyerek…
Az mı yük çekmişti sanki
Omuzlarında bebeleriyle hem de
Ama esaret çekmemişti hiç
Kul olmamıştı, köle olmamıştı kimseye
Ne de kimse kendine…
İçten içten
Nefret eder oldu kulluğundan
Ve nefret eder oldu
Kulu olduğundan.
Çünkü o,
Hep kendi emeğinin efendisi olmuştu.
Hep kendi çamaşırlarını yıkamış
Kendi evini süpürmüş
Kendi tarlasını sürmüştü doymak için.
Çalışmak doymak içindi oysa
Kul olmak için değil.
Ne zamandan beri böyleydi dünya?
Ne zamandan beri
Bir kısım insanların elleri
Başka bir kısım insanları zenginlikleri için çalışırdı?
O,
Kırkından sonra görmüş
Kırkından sonra şahit olmuştu dünyanın bu yüzüne.
Çünkü doğduğu köyde
Kartalların üstünde kanat açtığı
Dağların taa öteki yüzündeki
Artık varıp gitmenin
Gidip doymanın mümkün olmadığı köyünde
İdare lambasında aydınlanır,
Tandır damında
Döğürcek aşına hep birlikte sallanırdı kaşık.
Akrabaydı bütün köy birbirine
Biraz uzak ya da biraz yakın.
Birlikte ağlar, birlikte gülerlerdi.
Varlığı görmemişlerdi hiç ama
Yokluk illa ki mukadderattı.
Ya kulluk?
Kulluk ne zamandan beri vardı?
Oysa o
Bütün dünyayı, köyünden ibaret sanırdı
Akraba bilirdi bütün dünyayı.
Öyle değil miydi zaten Adem’den beri?
Adem’den beri
Kardeş değil miydi bütün dünya insanları?
Peki öyleyse
Kardeşse bütün insanlar
Bir kısmı neden köleydi diğerine?
Köle olur muydu kardeşler birbirine?
Sofralar yere serilmez
“Yârin yanağından gayrı”
Ne varsa bölüşmez miydi kardeşler?
Neden kardeşlerin bir kısmı açken
Neden diğer bir kısmı tıka basa toktu?
Neden bir kısmında han hamam varken
Neden bir kısmında bir dilim ekmek bile yoktu?
Yoksa kardeşiz diyenler yalan mı söylüyordu?
Bitmiş miydi kardeşlik yoksa?
Yoksa
Hiç olmamış mıydı zaten?
Hiç olmamış da avutulmuşlar mıydı “kardeşiz” diye?
Bu yokluk
Bu yoksulluk
Bu kulluk niyeydi?
Yani şu sonsuz mavinin altında
Sonsuz ve uçsuz bucaksızken topraklar
Dolgun sapsarıyken başaklar
Doyabilecekken milyonlar
Hem de tıka basa doyabilecekken
Bir dilim ekmeğe muhtaçlık nedendi?
Sonra kızları
Büyüyüp serpilince,
Ortasından sonra çıkıp okuldan
Bir kumaş fabrikasında girdiler işe.
Onlar
El kapılarında öğrendiler çalışmayı.
Hiç ara vermeden
Hiç nefes almadan çalışmayı
El kapılarında öğrendiler.
Üçü de
Anaları gibi dünya güzeli
Babaları gibi uzun upuzun selvi boyluydular.
Geri durmadıkları gibi
Kan ter içinde çalışmaktan,
İcabında sıkıp yumruklarını
Hakları için kavgaya atılmaktan da geri durmadılar.
Senem iki
Zühre dört
Ayşe altı yaş büyüktü Mehveş’ten.
Zühre ve Senem
Yıllar yılı birlikte çalıştılar
İşten atılmaya da
Kavganın her türüne de alıştılar
Ne bir santim boyun eğdiler patrona
Ne de bir an geri durdular kavgadan.
Onlar
Zarife ve İshak’ın kızıydılar.
Ama
Bir kardeşleri daha vardı ki,
İllallah etmişti patronlar elinden.
“Kardeşler” diye başladı mı söze
Kelimeler dökülmeye başladı mı dilinden
Yüzlerce kadın ve erkek işçiyi sürüklerdi peşinden.
Senem ve Zühre Mehveş’i,
Bin dokuz yüz yetmiş yedi yılının başında
El ayak donduran bir kışında
Girdikleri bir fabrikada tanışmışlardı.
“Kız abla” demişti Senem bir defasında;
“Biz kendimizi bir şey sanırdık
Meğer analar ne yiğitler doğuruyormuş.
Yiğit olunca demek Menekşe gibi olunuyormuş.”
İlk gördüklerinde Mehveş’i gene
“Kız abla” demişti Senem hayretle
“Kız abla,
Hani derler ya
Allah insanları çift yaratır diye
Bu Menekşe anama ne kadar benziyor be ya...”
Zühre ve Senem’in
Ağızları bir karış açık kalmıştı şaşkınlıktan.
Ve sonra iyice konuşup tanıştıktan
Alıştıktan epey bir zaman sonra birbirlerine
Zühre,
“Kardeş sen hangi memlekettensin”
Diye sormuştu Mehveş’e.
“Buralıyım” diye tebessüm etmişti Mehveş.
“Yok yok onu sormuyorum. Aslen nerelisin kardeş?”
“Aslım da buralı neslim de buralı” demişti Mehveş.
“Burada bildim tüm bildiğimi
Burada öğrendim hayatı
Ve kavgayı da…
Biz işçi değil miyiz kardeşler?
Dünyanın neresinde olsak
Hep çalışan biz değil miyiz?
Oralı da olsak
Buralı da olsa işçi değil miyiz?”
Mehveş oldum olası hoşlanmazdı
Hısım akraba, soy sop
Memleket muhabbetlerinden.
Zühre,
“Sen anama ne kadar benziyorsun” diyemediğinden,
Bahis açmıştı memleketinden.
Fakat Senem birden
Hiç beklenmedik bir anda aniden
“Sen anamın tıpkısısın be Menekşe
Kardeş miyiz yoksa?” deyivermişti
Öyle dimdik
Öyle hiç çekmeden gözlerini
Dimdik bakmıştı Mehveş’e.
Bir anda
Binlerce kez yankılandı
Bu ses kulaklarında
“Kardeş miyiz, kardeş miyiz, kardeş miyiz…”
Ne olurdu kardeş olsalardı?
Mehveş hiç bozmadan istifini
“İnsan insana benzemez mi?” demişti sakince
Fakat ola ki, anlamıştı Mehveş
Karşısındakilerin kim olduğunu.
Zühre
“Bize de çok benziyorsun, haksız mıyım?”
“Haklısın.”
“Ananıza benziyorsam,
Siz de kızıysanız ananızın, benziyorumdur size.”
“İnsan insana benzemez mi?
“Benzer de, tıpatıp mı be?” deyince Senem,
“Takmayın bunlara be kardeşlerim
Bizim asıl benzerliğimiz
Nasırlı ellerimizden
Siz buna kafa yorun
Doğurmakla ana,
Aynı rahimden çıkmakla kardeş olunmaz
Aynı uğurda yürüyünce
Gerektiğinde aynı uğurda ölününce kardeş olunur” diyerek
Şefkatle omuzlarından sıkmıştı Mehveş.
Zühre ve Senem
Bir daha bu konuyu hiç açmadılar.
Fakat biliyorlardı
Biliyorlardı ayrı kaldıklarını
En küçük kardeşleri Mehveş’ten
Onu bulmak için geldiklerini peşinden
Ve gene biliyorlardı
Bu şehirde yaşadığını kardeşlerinin…
Ama
İnsan insana bu kadar mı benzerdi?
Bu benzemek değildi ki;
Aynısı olmaktı
Hem de
Tıpatıp aynısı olmaktı.
Tek fark
Menekşe’nin saçları üzüm gibi simsiyah
Analarının saçları
Gökteki bulutlar gibi bembeyazdı.
Kardeşlerinin adı Mehveş
Fakat onun adı Menekşe idi.
Her sabah
Her akşam
Her gördüklerinde
Annelerini görüyormuş gibi olmaları
İyiden iyiye büyütüyordu meraklarını.
6
Mehveş daha beşinde
Anasından koparılmak istenince
Kıyametleri koparmıştı.
“Yavruum, Mehveş’im” diye haykırmıştı
Bir yandan Arife,
Diğer yandan Mehveş
“Anaaa, anaa” diye yeri göğü birbirine katmıştı.
Nasıl ayrılırdı yavrusu anasından?
Arife öz, öp öz
Hem de öp özden de öz anasıydı onun.
Arife’nin memesinden doymuş
Arife’nin koynunda uyumuştu
İlk ondan dinlemişti ninniyi
İlk onu görmüştü yanında
İlk o tutmuştu elinden ağlarken
İlk o durmuştu başucunda
Ateşler içinde yanarken
İlk onu duymuştu
“Kuzuum” diye uzatarak çağırırken
Üşüdüğünde o ısıtmıştı ellerini
Düşünce onun yüreği yanmıştı
Yememiş yedirmiş
Giymemiş giydirmişti.
Evet bilirdi,
Bilirdi onun rahminden çıkmadığını
Fakat
Bilirdi
Hem de çok iyi bilirdi yine,
Ta yüreğinin en dibinden
Sevgiyle, umutla, aşkla gülerek çıktığını…
Aşkla sarılmış, aşkla karılmıştı hamuru.
Canıydı anası.
Kıyametler de kopsa
Sel sele de gitse
Yer yerinden de oynasa
Vazgeçmezdi anasından
Bir de
Aşkından divaneye döndüğü kavgasından…
Arife ve Arif,
İstanbul’a gelir gelmez.
Ne olur ne olmaz diye,
Menekşe koydular ikinci adını Mehveş’in.
Evde Mehveş dediler, sokakta Menekşe…
Bazen Menekşe oldu, bazen Mehveş…
Mehveş ya da Menekşe
Hiç fark etmezdi
Çünkü o
Kavganın hep en önündeydi.
Yaşamak,
Güzel günler için kavgaya girişmek demekti onun için.
Menekşe ya da Mehveş
Ne fark ederdi?
“Ya içindesin derdi kavganın
Ya da dışında.
İçindeysen yaşıyorsun
Ve hissediyorsun hayatı iliklerine kadar,
Dışındaysan
Canını sürüklüyorsun ölene kadar.”
Mehveş,
Babası Arif iflah olmaz bir hastalığa yakalanınca
Yani bütün yük, çaresiz,
Anasının omuzlarına kalınca
Daha on beşinde
Bırakıp okulu ortanın üçünde
Bir tekstil atölyesinde başladı işe.
Kimi zaman gizli gizli
Kimi zaman sarılarak ağladı kızına Arife.
“Okusun cahil kalmasın” diye ağladı bazen
Bazen “daha küçük yavrum, nasıl çalışır” diye ağladı
Bazen de “bu yaşta çalışıyor, ezim ezim eziliyor” diye…
Evet
Ezildi Mehveş
Ezim ezim ezildi hem de
On üçünde, on beşinde
Ve hatta daha küçük Mehveşler gibi
Ezim ezim ezildi.
Kimi zaman gece yarılarına
Kimi zaman sabahlara kadar çalıştı.
Günyüzü görmedi.
Uykusuzluğa da
Yorgunluğa da alıştı.
Fakat “alışmak” boyun eğmek demek değildi
Damarlarından makinalara aktı kanı
Oradan
Emeğe doymayan makinaların üstüne
Ve büyüdükçe büyüyen kasalarına patronların…
Uzun ince parmakları kalınlaştı
Nasırlaştı pespembe avuçları
Çok laf işitti
Çok kavga etti.
Kovuldu işten kaç kere,
“Geçim derdi işte! Neylersin, elden bir şey gelmez” dendi kimi zaman
Kimi zaman
“Çoluk çocuk, ev bark
Kolay mı iş bulmak” dendi.
Çünkü bu
Boyun eğmenin,
Çünkü bu
Vazgeçmenin, en kolay en kestirme yoluydu.
Kolay mıydı fakat susmak?
Nereye kadardı?
Neyi hallederdi?
Üç gün için değildi ki çalışmak
Bir ömürdü…
Ancak, anladı susmamak gerektiğini
İliklerine kadar sömürülerek anladı
Göz bebeklerine kadar görerek anladı
Bazen öfkeden sıkarak yumruklarını
Bazen çaresizce susarak anladı.
Anladı; böyle gitmezdi sonuna kadar
Okudu öğrendi
Öğrendi okudu
Okudukça anladı
Anladıkça okudu.
Anladı bütün bu acıların
Anladı açlığın
Anladı yokluğun, yoksulluğun nedenini
Ve nasıl kurtulacağını insanlığın…
Anlattı çünkü ona;
Bu yollardan
Ondan çok önce geçmiş,
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlar.
Anlattılar
Tek çıkar yolun
“Kaçmamak” olduğunu
Atılmak olduğunu kavgaya…
Tuttuğunu da koparırdı;
O en büyük zulmü
Daha beşindeyken görmüştü çünkü
Ve en büyük kavgasını
Anasından ayrılmamak için vermişti.
Hamurunda vardı yılmamak, yorulmamak
Bir de
Boylu boyunca atılmak kavgaya
Hamurunda vardı.
Büyük şehre geldikten birkaç yıl sonra anası
Anlatmıştı üslubunca
Ne var ne yoksa bilmesi gereken ardı arkası.
Oysa o
Birçoğunu biliyordu zaten
Kolundan tutup
Nasıl götürdüklerini zorla
Ve nasıl çaresizce vazgeçtiklerini
İkinciden sonra.
Ana olunmuyordu ki sonradan.
Memesinden emzirmeden
Çekilmeden kokusu içine
Acılarına katlanmadan
Başucunda beklenmeden
Ve bölüp uykularını
Vakitli vakitsiz uyanmadan…
Gözünün önündeyken bile
Uzaktaymış gibi özlemeden ana olunmuyordu
Ağlaya ağlaya bazen
Acı çeke çeke kimi zaman
Kimi zaman üzüle kederlene
Kimi zaman hesapsızca severek
Sarılıp mutluluktan gülerek ağız dolusu
Ve her çeşidi yaşanarak ana olunuyordu duyguların.
Acıların
Umutların
Umutsuzlukların…
Var mıydı daha ötesi?
“Allah benim canımdan alsın da size versin” derdi Arife.
Var mıydı daha ötesi ana olmak için?
Dinledikten sonra anasını
Boynuna sarılıp ağlamıştı saatlerce.
Öyle dalıp giderdi ki bakarken Mehveş’ine
Ve o kadar sık dalıp giderdi ki bakarken…
Hiç şahit olmamıştı oysa Mehveş
Güneş’e bakarak sık sık dalıp gittiğine anasının.
Biliyordu kendisini kaybetmekten korktuğunu
Ve bundan ötürü
Ve zamanlı zamansız
Ve ırmaklar gibi
Gözlerinden yaşların yol yol aktığını.
Ve büyüdükçe Mehveş
Büyüdü korkusu da Arife’nin
Beklemek ne zordu
Kaybedeceğin günü beklemek hem de…
“Ana” der miydi kendisinden başkasına?
“Ana” diye sarılır mıydı?
Unutur muydu acep?
Yeni bir ateşle yanınca
Kavrulunca yeni bir ateşle
Eskisinin yangısını unuturmuş yürek.
Anası gelirdi aklına böyle olunca hep
Garip anası
Yalnız ve biçare anası
Bir başına
Bir damın deliğindeki yaşlı anası…
Tamı tamına yirmi yıl geçmişti aradan
Ne tek bir şey duymuş sılasından
Ne de tek bir haber almıştı anasından.
Kızının yangısından
Unutmuştu anasını.
Anasını bilmemiş, anası olmuştu oysa
Babasını bilmemiş, babası olmuştu.
Hem Mehveş’inin
Hem de Güneş’inin adını koymuştu.
Ondan öğrenmişti
Hamur yoğurup ekmek açmasını…
Horum edip ekin biçmesini…
Sevince canı gibi
Canından öte sevmesini ondan öğrenmişti…
Ama o,
Unutmuştu anasını.
Seksendi şimdi, belki daha fazlası.
Ne ederdi
Nasıl ederdi
Kim taşırdı suyunu?
Kim karardı ununu?
Kim yoğururdu hamurunu?
Kim yakardı ocağını?
Kim evirirdi ekmeğini?
Ölmeden görseydi bir
Ölmeden sarılsaydı;
“Anaaam, canım anam” diyebilseydi...
Görmeden ölürse eğer,
Eğer görmeden girerse kara toprağa,
Çaresiz… ölürdü Arife.
Oysa şimdi kendisi
“Olur da bir gün giderse” diye ağlarken yavrusuna
Gözünü bile kırpmadan vazgeçmişti anasından
Ve ayırmıştı torunlarından
Ayırmıştı Güneş’inden ve Mehveş’inden…
Şimdi bu acıyla ölmez miydi insan?
Taş olsa çatlamaz mıydı ortasından?
Çatlamıyordu oysa…
Çatlamıyor
Çatlamıyor da
Dayanıyordu.
Neydi dayanmasına sebep bu kadar?
Bunca acıya batıp çıkarken
Yanıp kavrulurken bunca acıyla…
Aç kalırken kimi zaman
Kimi zaman
Sürülürken diyar diyar
Kimi zaman çaresizce kollarında ölürken çocuklar
Yanıp kavrulurken
Her türlüsüyle acının
Neydi sebebi dayanmasının?
Yoo! Dayanamazdı artık!
Eğer ölüm haberi gelirse anasının
Eğer
Girdiğini duyarsa kara topraklara
Ölemezdi…
Ölemezdi de, bin kere yanar yanar kül olurdu
Yanardı da, hiçbir şey söndüremezdi yangısını.
Baş gelemeyince acısına
Yürek yangısına baş gelemeyince,
Sarılır gibi anasına
Sarılırdı torunları Mehveş’ine ve Güneş’ine.
Evlendikten iki yıl sonra,
Bir kızı olmuştu Mehveş’in.
Ve adını;
Canı kadar
Ve hatta canından çok sevdiği ablasının adı koymuştu.
Mehveş’ten birkaç ay sonra da Güneş doğurmuş,
O da kızının adını
Her acıya birlikte katlandığı kardeşinin adı koymuştu.
Ebe Hamide’nin ilk çocuklarından sonra
Torunlarından doğma çocuklarının adı da
Mehveş ve Güneş olmuştu.
Takdir-i ilahi midir bu
Yoksa
Ebe Hamide’nin çocuklarının
Nesillerdir süren acısı mı bilinmez?
7
Yalnızlığının yirmisine
Ömrünün son demine geldi Ebe Hamide
Ve artık sığmıyor göğsünün kafesine hasreti.
Toprak damlara
Taş duvarlara çarpa çarpa
Kan revan içinde puhareden çıkıyor feryadı
Ulaşıyor göklere al kızıl kanda
Karanlık, zifire çalıyor gecede
Söndürüyor ışıklarını ateş böcekleri
Işığın zerresi bile olmasın diye
Yıldızlar kapatıyor gözlerini
Ay
Sırtını dönüyor dünyaya
Yanmak istemiyor idare lambası
Yanıp ışıtmak
Şahit olmak istemiyor artık bu acıya
İki büklüm kalışına
Elleri koynunda yanışına şahit olmak istemiyor.
Taş olsa çatlar
Çatlar da ve un ufak olurdu acıdan
Daha ömrünün baharında
İki goncası da kırılmıştı dalından.
Ve yanıp kavrulmuştu da acıdan
Gene de ölmemişti…
Ne etmişti
Nasıl bir günah işlemişti de
Böyle bitmeyen bir acıya gark etmişti Tanrısı onu?
“Ey Allah’ım” diyordu Ebe Hamide;
“Ey Allah’ım nedir bitmeyen bu çilem?
İkişer üçer aldın
Çiğdem çiçeklerimi elimden.
Bir damın deliğinde
Acılar içinde kıvranmak da varmış
Yanmak da varmış demek
Bir damla su bile dökülmeden.”
Acep bir daha görebilecek miydi kızlarını?
Sarılıp bir daha basabilecek miydi bağrına?
Çıktı evden elindeki bastona dayanarak
Çıkıp dolandı toprak damın ardına.
Sırtını verip taş duvara
Oturdu bir taşın üstüne.
Yazıların hemen arkasında
Dalga dalga sıralanan mor tepelere baktı
Güneş ha battı ha batacaktı.
Gözlerinin ucundaki ufuk
Kızıla, ha boyandı ha boyanacaktı.
Bir rüzgâr esti usuldan.
Gözlerinden akan yaşları,
Götürüp
Bir yemliğin dibine bıraktı
Yemlik yanıp kavruldu acıdan.
Damın ardındaki adam boyu çayırlar
İlk akşamın serinliğinde
Denizdeki dalgalar gibi
Dalgalandı dalgalanacaktı.
Söğütlerin yaprakları
Birbirine değe dokuna ağıt yaktılar.
Yuvalardaki yavrular
Analarına baktılar.
Dediler ki ana serçeler yavrularına;
“Bu kadın,
Bu gördüğünüz beyaz saçlı yaşlı kadın
Biz bizi bildik bileli
Gün de üç defa
Gelip damın ardına
Kendini böyle yapayalnız
Bir başına bırakıp giden çocuklarına ağlar.”
Bunu duyan yavru kuşlar
Sarılıp analarına ağladılar.
Kurtlar, kuşlar ve ağaçlar
Ve bilcümle mahlûkat
Günde üç vakit Ebe Hamide’yle ağlar.
Baktı Ebe Hamide
Ermişlerin yamaçlarına.
Kıvrım kıvrım dolanan yollarına baktı.
Salını salını bir gelen
Bir haber getiren olur mu diye baktı.
Ne gelen vardı oysa, ne giden
Ne de, bir haber getiren öteden…
Günde üç vakit
Dolanıp damın ardına bakardı.
Bekledi bir gün
Bekledi beş gün
Bir haber getiren olur mu diye bekledi.
Bekledi, beş yıl, on yıl, on beş yıl bekledi
Ve hâlâ beklemekte...
Bekleyecek ölene dek belki de?
Bekleyecek
Kara topraklara girene
Ve bekleyecek
Topraktan yeniden filiz verene dek.
Güneş battı batıyordu
Mor tepelerin ardına…
Kızıla boyanıyordu gökyüzü
Ebe Hamide al kızıl kana boylu boyunca.
Ne ekmek ne aş ne de su
Eğer gelmezse üç kınalı kuzusu
Kara topraktır artık bundan gayrısı.
8
Seksen haneden kala kala
Üç beş hane kaldı Kötencelerde.
Atadan dededen kalan toprak
Bölüne ufalana parçalanarak
Hane başına
Üç beş dönüm kalınca
Ve köylü anlayınca
Üç beş dönüm toprakla doymayacak
Tası tarağı toplayarak
Göçtüler şehirlere.
Ve artık doymak
Beylerin iki dudağı arasındaydı
Geride kalanlarsa yürek yarasındaydı.
Şimdi
Gurbette doyacaktı karınları
Geri dönüşü de yoktu gidişin
Ya gittikleri yerli olacaklardı
Ya da
İki arada bir derede kalacaklardı.
Ve fakat
Hayat ırmağı durmuyordu
Bir yol buluyordu kendine mutlak akacak.
Dolana debelene kimi zaman
Kimi zaman
Başını taşlara vurarak
Kimi zaman kaşını gözünü yararak buluyordu.
Kimi zaman
Koca bir dağın etrafını dolaşarak
Kimi zaman kurudu kuruyacak,
Kimi zaman
Doldurup yatağından taşacak gibi buluyordu.
Kimi zaman
İki dağın arasından
Kimi zaman
Engin ovalarda bükülüp kıvrılarak
Kimi zaman çileli
Kimi zaman
Doğup yatağından aktığına bin pişman olarak buluyordu.
Ama yine de
Akacak
Akacak
Akacaktı.
Akacaktı bir hale bir yola girinceye
Akacaktı
Bir göle bir denize varıncaya kadar.
Hayattı bu!
Durur muydu hiç durduğu yerde?
O mutlak
O mutlak
Varıp kucaklaşacak
Bir deniz bulacaktı kendine.
O deniz ki
O derya ki
İster dere
İster çay
İster nehir
Bütün akarsu ve göllerin
Varıp ölümsüzleşeceği tek yerdir.
O deniz ki
Bilmez cimrilik nedir
Yüreğine akan her dereye
Her çaya
Her nehire
Ne varsa elinde avucunda verir.
O deniz ki
Aç bırakmaz kapısına geleni.
Bilirsen eğer varıp divanına durmayı
Bilirsen eğer
Varıp hesap sormayı,
Masmavi gökler
Masmavi denizler
Uçsuz bucaksız topraklar
Yıldızlar, ay ve güneş
Ekmek, aş ve hürriyet senindir.
Kıyısından köşesinden şehirler
Nehirler gibi akan
İnsanlarla dolup taştılar.
Ne karasaban vardı artık
Ne doyacak tek bir dönüm toprak…
Topraktan kopan nasırlı eller
Başıboş nehirler gibi fabrikalara aktılar.
Şimdi dişlilerin
Şimdi motorların
Şimdi fabrikaların zamanıydı.
Şimdi hayatın ritmini belirleyen
Makinaların tıkırtılarıydı.
Şimdi
Toprağı sürerek
Şimdi tohumu ekerek
Un edip eleyerek
Kazanılmıyordu ekmek.
Devir değişmişti artık ve değişiyordu durmadan.
Çalışmak yetmiyordu şimdi
Çalışıp yorulmak,
Kan ter içinde kalmak yetmiyordu doymak için.
Sözü geçiyordu toprağa öyle ya da böyle
Öyle ya da böyle
Sözü geçiyordu karasabana.
Doymak ya da aç kalmak
Kendi hükmü üzereydi biraz da,
Karasaban onu tutan elindi.
Fakat şimdi,
Makinaların sahibi
Onu çalıştıran el değildi.
Yani ekilip biçilen
Yani biçilip öğütülen
Yani pişirilen ekmek
Yani eğirilen ip
Yani dokunulan bez
Yani kesip biçilen
Yani biçilip dikilen
Yani dokunulup değiştirilen hiçbir şey onun değildi.
Bir yandan kan
Bir yandan ter akıyordu makinaların üstüne.
Bir yanında yoksulluk,
Bir yanında zenginlik birikiyordu makinaların.
Yani dünyanın bütün varlığını üretenler
Kendileri içinse büsbütün yoksulluk üretiyordu.
Peki nasıl oluyordu?
Nasıl oluyordu da
Ürettikçe yoksullaşıyordu üreten eller?
Nasıl oluyordu da
Rahmet yağarken gökten
Yerde toprak çayır cayır yanıyordu susuzluktan?
Nasıl oluyordu da
Evler yapılırken evsiz
Nasıl oluyordu da
Un elenirken ekmeksiz
Kumaş dokunurken gömleksiz kalınıyordu?
Yani “bereketli topraklar üzerinde”
Nasıl oluyordu da
Sofrası bereketsiz oluyordu
Bütün nimetleri üretenlerin?
Dokundukça
Değiştirdikçe
Ürettikçe, ürettikçe, ürettikçe…
Yoksullaştılar
Yoksullaştılar
Yoksullaştılar.
Büyüdü çalıştıkları fabrikalar
Birikti servet.
Birikti
Birikti
Birikti.
Ve bu ne demekti anladılar.
Anladılar ki,
“Başkaları için zenginlik üretenler
Kendileri için yoksulluk üretirler”.
Anladılar ve bildiler ki;
Doymak
Ve var olmak için
Birlik olmak gerekti.
Birlik olmak ve el ele vermek gerekti.
Omuz omuza
Sırt sırta
Yürek yüreğe vermek…
Birleştirmek gerekti nasırlı elleri.
Ya birlik olacak
Yapılması gerekeni yapacak
İnsan gibi yaşayacaklardı…
Ya da,
Beylerin ellerinde
Beylerin düzeninde
Beylerin emrinde
Böyle aç biilaç köle gibi yaşayacaklardı.
9
O gün
Bindiklerinde servise,
Anlamıştı Senem ve Zühre
Bir şeylerin kaynadığını derinlerde…
Her önüne gelen göremezdi
Bilip sezemezdi her önüne gelen
Fakat Zühre ve Senem
Sezerlerdi ne olup bittiğini
Alırlardı kokusunu kavganın
Anlamıştı ikisi de
Ne olduğunu yaklaşmakta olanın…
Ucuna doğru varıp arabanın
Hemen arkasına oturdular Rıza Ustanın.
Rıza Usta kırkındaydı
Ne olup bittiğinin farkındaydı
Kavgada ağartmıştı yarısını saçlarının
Diğer yarısını da kavgada ağartacaktı...
“Günaydın” dediler Rıza Ustaya
Başlarını öne eğerek usuldan.
“Günaydın” cevabını aldılar Rıza Ustadan.
Hiçbir şey yokmuş gibi Rıza Usta
Hiç kımıldamadan
Sanki onların göremediği bir şeye bakıyordu
Sanki içten içten
Sanki inceden inceye
Sanki milim milim ölçerek
Bir şeylerin hesabını yapıyordu.
Sakin ve sessizdi Rıza Usta
Fazladan hiçbir şey konuşmaz
Hiçbir şey söylemezdi fazladan
“Azı karar çoğu zarar” derdi çoğu zaman.
Okyanuslar gibi engin
Dört yanı çevrili sular gibi dingindi.
Fakat herkes bilmezdi
Bilenler bilirdi yalnız
Yeri geldiğinde
O dingin suların
Nasıl kabından taşıp aştığını engelleri apansız…
Bakıp durdular
Tekrar sordular
Yalnızca küçük bir tebessümle yanıt aldılar.
Bütün koltukları doluydu servisin
Bir cenk havası vardı sanki gözlerinde herkesin
Belli ki yakındı
Bir kavga patladı patlayacaktı.
Varınca fabrikaya
İlk Mehveş’i buldular
Telaşeyle ne olup bittiğini sordular
Mehveş sakince dokundu omuzlarına
Gülümseyerek baktı gözlerine
“Sakin olun” dedi “kardeşler”
“Bir şey olduğu yok.
Hem olsa da telaşeye gelmez bu işler.”
Zühre ve Senem fabrikada daha yeniydiler
Geçtiler işlerinin başına
Elleri işte
Kulakları kirişteydi
İkisi de bir şeyler duyma
Bir şeyler yapma derdindeydi.
Merakla gözlediler dört yanı
Herkes makinelerin başında
İşini yetiştirme telaşındaydı.
Ama nasıl olsa bulacaklardı
Öyle ya da böyle birinden duyacaklardı.
Saat on iki otuzu biraz geçerken
Bir kadın sesi yükseldi yemekler yenirken
“Kardeşler” dedi Mehveş
Bıçakla kesilir gibi sanki
Kesildi uğultu birden
“Çıt” bile çıkmıyordu koca yemekhaneden.
Bırakıldı çatal kaşık yerine
Herkes
Bir müjdeyi bekler gibi
Gözlerini çevirip birbirine
Ve sevinçle
Genç kadının gözlerine baktı.
Zühre ve Senem
Mehveş’e biraz uzaktı
Mehveş
Sustu önce biraz
Dinledi, duydu önce dört bir yanı
Bütün gözlere baktı
Bütün gözler de ona
Gezdirdi gözlerini tek tek herkesin gözlerinde
Tek tek duydu herkesin sesini
Bütün herkes de onu…
Sakindi Mehveş
Sakin ve kararlıydı
Tek tek bütün kararlı gözler
Bir kararlı gözde birleşti
Tek tek bütün sıkılmış yumruklar
Bir kararlı yumrukta birleşti
Tek tek bütün coşkulu yürekler
Tek ve büyük bir kararlı yürekte birleşti.
Güm güm atıyordu kadının yüreği
Aynı anda herkesin de…
Ateş gibi yanıyordu kadının gözleri
Aynı anda herkesin de…
Bütün gözler
Bütün yürekler
Bütün yumruklar ve gerçekler
Tek ve büyük bir gerçekte birleşti.
O gün
O saat orada
Aylardır süren emeklerinin sonunda
Tek bir ağız
Tek bir söz
Tek bir yürek
Tek bir beden oldular.
Zühre ve Senem
Girdiklerinden beri işe
Alttan alta sürüyordu tatlı bir telaşe.
Tam da o an Aysel geldi akıllarına,
Acılarını öfkelerini umutlarını paylaştıkları
Kısa zamanda kaynayıp karıştıkları
“Sınıfı” “örgütlenmeyi” ilk duydukları
Anaları babaları ve kardeşleri kadar güvendikleri
Boynundaki yeşil atkısıyla
Başındaki “kırmızı çatkısıyla” proleter Emine…
Gözleri o an aradı Emine’nin gözlerini
Gördü gözler birbirini
Sarılıp kucaklaştı kirpikler birbirine.
Mehveş’in hemen arkasında
Rıza Ustanın kartal bakışları
Bütün arkadaşları süzüyordu
Sanki iki yana açılmış koca kanatları
Fabrikanın üzerinde geziyordu.
“Kardeşler” dedi yeniden Mehveş,
“Bütün hazırlıklar
Ve büyük çoğunluğun üyeliği tamam
Fakat
Hacı Abdül Hakyemez denen adam
Sendika, mendika tanımam diyor
Yani anlamamış olacak ki davamızı
Ve davadaki kararlılığımızı
Kabul etmeye yanaşmıyor sendikamızı
Ve diyor ki,
Ulan diyor,baldırı çıplaklar, açtınız
Yek ekmeğe muhtaçtınız
İş verdim size
Aş verdim
Kol kanat gerdim hepinize
Benim sayemde geçer her lokma boğazınızdan
Anlamam diyor şunu bunu
Varın diyor iyi düşünün
Siz bu işin sonunu
Fakat unutuyor ki,
Bu kadir kıymet bilmez
Hacı Abdül Hakyemez denen adam
Eğer yemeseydi hakkımızı
Biz otururken gecekondularda
O bembeyaz yalılarda oturamazdı
Eğer yemeseydi hakkımızı
Biz doyuramazken çocuklarımızı
O yediği önünde yemediği arkasında
Etin sütün içinde boğulmazdı
Şimdiye kadar bilmiyorduk birlik nedir
Ve birlik nedir bilmediğimizden
Az çekmedik
Hacı Abdül Hakyemez’in elinden
Fakat şimdi biriz
Birleşti şimdi nasırlı ellerimiz
Derdimiz, kaderimiz, geleceğimiz için
Hepimiz birimiz
Birimiz hepimiz için!”
O an herkes kaskatı kesilmişti
Hareket eden tek şeyse Mehveş’ti
Kapkara gözleri kıpkızıl kan
Bekliyordu ok gibi kirpikleri
Ha deyince
Fırlayıp saplanmak için yayından.
Bütün kasları, bütün sinirleri
Aklı fikri her şeyi
O an orada olanlarla birdi
Bir olmak buydu demek
Birlik olmak buydu.
Hepsinin seslerini duydu oradakilerin
Hepsinin gözlerini gördü.
Hepsinin umutlarını bildi
Bilmeden olmazdı
Yanmadan, acısıyla yanmadan olmazdı yanındakilerin.
Kıyameti koparır gibi sanki
Yüzlerce işçi hep bir ağızdan
Öyle bir haykırdılar ki;
“İşçileri birliği sermayeyi yenecek” diye…
Demek,
Yer yerinden oynardı birleşince…
Bir ses, bir slogan değildi bu sadece
Bir tufandı
Bir birleşme çağrısıydı tüm ezilenlere.
Tüm kapılar, tüm camlar
Zelzeleden sallanır gibi sallandılar.
Ve camlardan, kapılardan
Buldukları bütün aralıklardan çıkan sloganlar
Taşları, toprakları, ağaçları
Evleri, fabrikaları, okulları dolaştılar.
Ve fabrikalardan
Okullardan
Gecekondulardan
Akın akın geldiler.
Duydular ki grev var
Duydular ki patronlar
Hakkını vermezmiş kardeşlerinin…
Fabrikanın önünü işçilerin seliyle doldurdular.
Çaldı davullar
Çekildi halaylar
Çoluk çocuk
Kadın erkek
Yaşlı genç
Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar:
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”
Ve patronlar
Bir masanın etrafında toplandılar.
Bildiklerinden
Çıkarlarının bir ve aynı olduğunu yılardır
“Sakın ha” dediler “sakın”
“Gerekirse en babacan tavrını takın
Ve yeri geldiği zaman
Tut at kollarından
Gözlerinin yaşına bile bakmadan
Bu senin değil sadece hepimizin meselesi
Değil bir, değil beş
Açlıktan geberse de ellisi
Hatta yüz ellisi, beş yüz ellisi
Sen sendikayı sokma yeter ki, vız gelir gerisi
Sendika girerse bir kere
Çorap söküğü gibi gelir gerisi
Yani eğer birleşirse işçiler
Bizi anamızdan doğduğumuza pişman ederler.”
Ve gene biliyorlardı
Tarihi yapacak olanların
Tarihi bilmek zorunda olduğunu
Ve gene biliyorlardı
Tarihin sınıfların mücadelesi olduğunu.
Hacı Abdül Hakyemez
Diğer patronları dinleyerek
Bir ve aynı olduğunu bilerek çıkarlarının
Tanımadı sendikasını işçilerin.
Ve başladı grev…
Rıza Usta, Cemile ve Mehveş
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrendiklerinden,
Daha en baştan kurmuşlardı komitelerini.
Ve fakat kolay değildi
İdare etmek bir grevi…
Bu iş nasıl bilmek gerekirdi
Yani işi, ustasından öğrenmek gerekirdi.
Ve onlar da zaten
Ustasından öğrendiler.
Bir yanda
Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar
Diğer yanda
Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı.
Eğer işçiler yalnız kalsalardı
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi
Zordu işleri.
Fakat yalnız değildiler
Kuruldu komiteler
Hacı Abdül Hakyemez ve patronlar
“Biter” diyorlardı grev varmadan bir aya.
Ama
Coşku, birlik ve dayanışma hâkimdi fabrikaya.
Bütün işler saat gibi tıkır tıkır işliyordu
Her yeni güne işçiler
Coşku ve umutla başlıyordu.
Mahallelerden, fabrikalardan
Akın akın geliyorlardı dayanışmaya
Her gelen umut ve dayanışma getiriyordu fabrikaya.
Genç, yaşlı
Çoluk çocuk
Kadın erkek herkes
Aynı sloganı haykırıyor, aynı davaya inanıyordu:
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!”
İşçiler
Komitelerin etrafında toplanıyor
Her şey inceden hesaplanıyordu.
Hacı Abdül Hakyemez ve diğer patronlar
Grev bir ayda biter diye bekliyorlardı
Fakat
Üçüncü ayına girmişti grev
Ne coşku azalmıştı ne gelen giden.
Fabrikalardan işçiler
Ve semtlerden emekçiler
Okullardan öğrenciler
Akın akın geldiler.
Çünkü her geçen gün
Çünkü her geçen zaman
Kaderlerinin bir ve aynı olduğunu bildiler.
Birkaç kez dağıtmak istedi patron zorla
Bazen sabaha karşı,
Bazen gecenin bir yarısı
Alıp attılar işçileri içeri.
Fakat korkmadı gözleri, yılmadılar
Kenetlendiler komitelerinin etrafında, dağılmadılar.
Ve başka fabrikalardan işçiler
Vardiyalarından evlerine dönmediler
Halk uyumadı geceleri
Fabrikanın önünde beklediler
Sökmedi zor
Sökmedi cop
Her defasında daha fazla birleştiler.
Patronlar ve devletin tepesindekiler
Bir ve aynı safta idiler.
Attılar işten kimi işçileri
Mehveş’ti bunlardan biri
Biri Kasım, biri Ali ve Fatma’ydı diğeri
Üçü de en önündeydi kavganın
Ve ardı ardına listeleri geldi
İşten atılanların.
Cenge giren kılıcını bilerdi.
Yeminliydi patronlar kazanmaya
Ve tüm her şey ellerindeydi.
Para pul, zor, zorbalık…
Ne vicdan bilirlerdi
Ne hak ne hukuk ne de insanlık.
Öyle iç içe geçmişti ki işçiler ve komiteler birbiriyle
Elleriyle yürekleriyle örmüşlerdi en yıkılmaz duvarları
En sarsılmaz inançla birleşmişti duyguları.
Bütün şehir ve fabrikalar,
Aynı nehirde akıyormuş gibi akıyorlardı
Aynı anda, aynı inançla, aynı yere
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlara bakıyorlardı.
Arife
Alıp torunu Güneş’i koşardı fabrikaya
Kızı “kardeşler” diye başlayınca konuşmaya
Hem gözlerinden yaşlar akar
Hem de gururla dolup taşardı.
Kimi zaman
Duramazdı da Arif kızını görmeden
Komşulardan birkaç kişi tutup elinden
Fabrikaya taşırdı.
Bu günlerin birinde
Mehveş yine konuşurken işçilerin önünde,
İshak
Üç beş metre ötesinde
Zühre ve Senem’in
Yani kızlarının arasındaydı.
Kavgalarını kavgası bilmiş
Kızlarını desteğe gelmişti.
Yirmi yıldır hasretiyle yandığı
Ve artık göremeden öleceğini sandığı
Kızı Mehveş’in tam karşısında durmuştu.
Keşke görmeden
Keşke yaşadığını bilmeden ölseydi.
“Kardeşler” dedi Mehveş
“Sekizinci ayındayız grevimizin.
Hacı Abdül Hakyemez
Zor, zorbalık demedi
Her yolu denedi.
Fakat ne yaptıysa sökmedi, sökmeyecek de.
Biz hakkımız için
Biz çocuklarımızın geleceği için
Biz sınıfımız için direndik, direniyoruz
Haklıyız ve kararlıyız sonuna kadar da direneceğiz
Hodri meydan!
Patronlar mı yaman, işçiler mi yaman göreceğiz.”
İshak, öyle çivilenip kalmıştı
Öyle hiç hareketsiz, öyle taş gibi durmuştu.
Gözleri dolup dolup taşıyordu.
Kaskatı kesilmiş gibi sanki
Kızına,
Mehveş’e bakıyordu.
Mehveş değildi ki karşısındaki
Zarife’ydi sanki.
Boyu posu
Kaşı gözü, bakışları
Simsiyah saçları Zarife’ydi.
Yüzlerce işçinin arasından
Yumruklarını sıkıp
Ve karşısındakinin ta gözlerinin içine bakıp konuşan
Yirmi beşindeki,
Yani Zarife’nin ve kendinin
İllaki oğlan diye bekledikleri
Kucaklarına hiç almadıkları
Saçlarına hiç dokunmadıkları
Kokusunu hiç duymadıkları
Yüzünü beşinden sonra hiç görmedikleri
Nerededir nasıldır hiç bilmedikleri
Fakat her gün her saat
Hasretiyle için için yandıkları
Altıncı kızları Mehveş’ti.
Kaç kere ölür ölür de dirilirdi insan?
Kaç kez kül olur da
Yanar yanardı tekrar?
Kaç kere ağlar, ağlar, ağlar
Yağmur gibi yağar
Dolup taşardı dereler, nehirler gibi
Denizler gibi dalgalanır
Vururdu başını kayalara?
Kaç kez sökülürdü yüreği yerinden?
Kaç kez saçını başını yolardı?
Kaç kez deli divaneye dönerdi?
Ve tam da
Acıyla, ateşle yanıp pişmişken
Kaskatı kesilmişken yüreği
Çatır çatır çatlıyordu şimdi orta yerinden.
Şimdi
Kayaların arasından
Süzüle kıvrıla
Yırta yırtıla yüreğinden
Bir feryat yükseliyordu ta en derinden.
Sanki gözyaşların da boğulacak,
İçinden kopan feryatla tüm bedeni dağılacaktı.
Dönüp yüzlerini, baktılar kızlar babalarına.
Ve İshak
Öyle kaskatı
Öyle hareketsiz, öyle taş gibi
Mehveş’e bakıyor
Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu.
Mehveş de, bu ak saçlı, aksakallı adama…
Sonra kızlar da
Babalarının baktığı yere, Mehveş’e baktılar.
Ola ki
Anlamıştı Mehveş, kim olduğunu karşısındaki adamın
Karşısındaki de
Kim olduğunu bu yiğit kadının…
Bu yiğit Mehveş’ti!
Zarife ve İshak’ın hiç bilemeyeceği
Hiç düşünemeyeceği
Hiç hayal edemeyeceği kadar yiğitti hem de.
Gökte ararken tam karşısındaydı işte.
Bir oğul dilemişlerdi hep
Bir yiğit oğul dilemişlerdi
Sadece oğullar yiğit olur bilmişlerdi.
Sadece oğullar yiğit olmuyormuş demek
Fakat
Ne kadar geç olmuştu bunu bilmek.
Yanmak
Yanmak
Ve kül olmak gerekmişti.
Arife
Ve iki yanında iki adamla Arif,
Kucaklaştılar gelip kızlarıyla.
“Babam” dedi Mehveş
“Nasılsın babam?” dedi Arif’e
“İyiyim yiğit kızım” dedi Arif, “iyiyim canım kızım”
Ne Arife ne Arif
Görmediler tam karşılarındaki İshak’ı.
Demek Arif, babasıydı kızının…
Canıydı demek.
Bitmek demekti bu
Kahrolup ölmek demekti
Kahrolup öldü İshak orada
Kahrolup girdi ruhu toprağa.
Zühre ve Senem sordular “Ne oldu baba” diye
“Bir şey yok kızım” dedi İshak
“Bir şey yok.
“Şu konuşan yiğidi annenize çok benzettim sadece”
Dedi ağlayarak,
Ve artık
Mehveş diye bir kızlarının olmadığını anlayarak…
Dönüp arkasını gitti..
Ve bundan sonrası
Her anı
Her dakikası ölene dek kıyametti.
10
Dokuzuncu ayında grev bitmişti.
Atılanlar işe geri girmiş
Hacı Abdül Hakyemez el mecbur
Sendikayı ve haklarını kabul etmişti işçilerin.
Bu zafer
Bütün işçilerin
Ve tarihin imbiğinden süzülen
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanların zaferiydi.
Bu devran böyle döndükçe
Birleşip örgütlendikçe işçiler
Er ya da geç
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”ti
Bütün tarih bunu böyle bilecekti.
Ve grevden sonra hemen
Arife kızlarını ve torunlarını da alıp
Varmak için Hamide anasına
Düştüler yollara.
Yirmi yıl sonra aradan,
Bir akşamüstü güneş
Batarken mor tepelerin ardından
Serin serin eserken rüzgâr
Yavru serçeler analarına sarılırken
Ebe Hamide
Bastonuna yaslanıp
Ermişlerin yamaçlarına bakarken,
Bir araba
Beyaz bir araba
Tozu dumana
Yeri göğü birbirine katarak
Sanki dalgaların arasından kulaç atarak
Kanatlanıp uçarak
Ermişlerden Kötencelere doğru geliyordu.
Ayağa kalktı Ebe Hamide.
Batmak istemiyordu güneş
Asılı kaldı tepelerin üstünde
Rüzgâr durdu
Yavru serçeler
Gelip kondular damın üstüne, yanlarına anaları…
Ay, Ermişlerin üstünden
Yıldızlar ta uzaklardan baktılar.
İdare lambası
Çayır çimen
Peygamber çiçekleri
Güneylerin yamaçları
Yaprakları ve dallarıyla söğütler
Toprak damlar
Taş duvarlar
Şahit olmak istiyorlardı bu kavuşmaya.
Ebe Hamide
Kalktı oturduğu taşın üstünden
Baktı uzaklara
Ruhu dinlenmiş, yeğnilmişti.
O beyaz araba köyün içine girince
Önce
Muhtarın karısı Güllüce gördü.
İndiler arabadan
Ortada Arife, sağında solunda kızları
Ve en kenarda torunları Mehveş ve Güneş…
Tanıdı Güllüce Arife’yi
Ve öyle bir haykırdı ki,
Sanki duyurmak ister gibi dağa taşa
Hem de o yaşında
Hem de bütün avazı yazılarda yankılanarak
Öyle bir haykırdı ki;
“Hamideee…
Hamide kızların geldi Hamidee,
Müjdeler olsun,
Şükürler olsun bu günleri gösterene!”
Onunla birlikte haykırdı Karamuk çalıları
Kuşburnu çalıları
Hep birlikte haykırdı dağ taş.
Haykırdı Darboğaz deresi
Güneylerdeki çobanlar haykırdı
Haykırdı çınar ağacı
Eriklerin dalları haykırdı
Oturdu Ebe Hamide
Taşın üstüne tekrar yavaş yavaş.
Yeğnilmişti
Dinmişti gözündeki yaş.
Arkasından dolandı biri sessizce
Bir el, incitmeden,
Kapattı gözlerini hafifçe.
Sordu; “bil bakalım ben kimim?” diye ağlayarak.
Bir koku duydu Ebe Hamide.
Taa yirmi beş yıl önce
Bir ucundan diğer ucuna sekerek
Toprak damlı taş evlerin arasından geçerek
Gözyaşlarını dudaklarına dökerek
Kucağında taşıdığı yavrucağın
Mehveş’in kokusuydu bu.
Unutur muydu hiç?
İçine sinmişti
Yüreğine
Aşına, ekmeğine sinmişti.
Adını koymuştu
Koklayıp öpmüştü
Kimi zaman sarılıp yatmış
Kimi zaman gülmüş
Kimi zaman ağlamıştı yanı başında.
Ayı solmuş
Mehveş’i doğmuştu.
Yıllar sonra tekrar
Yıllar sonra tekrar çıkıp gelmişti.
Tuttu gözlerindeki eli
Sanki hiç gitmemiş gibi
Sanki hiç bırakmamış gibi tuttu
Çekti içine kokusunu.
Yaşlar birikti yeniden gözlerine.
Sanki hiç ölmemiş gibi kızları
Kara toprağa girmemiş gibi
Bütün Mehveşleri
Bütün Güneşleri yanındaydı.
“Mehveş’im! Ay yüzlüm, kömür gözlüm, kuzuum” diyerek
Sarıldı bütün gücüyle kızına.
Ve hem de öyle bir sarıldı ki;
“Gitme, bir daha gitme” der gibi sarıldı.
Çatır çatır çatlayan toprak kavuşmuştu yağmuruna.
Dereler gölüne
Türküler diline
Yolcular yoluna
Sevgililer birbirine kavuşmuştu.
Karanlıklar yıldızına
Geceler gündüzüne
Ateşler közüne kavuşmuştu.
“Ebeem” dedi Mehveş
“Canım ebem, benim ebem
Garip ebem, yalnız ebem.”
Sanki bıraksa tekrar gider
Ve gider de dönmez diye
Öyle bir sarılıp ağladı ki Ebe Hamide…
Ağladı
Ağladı
Ağladılar.
Tek tek sanki bir beden gibi kucaklaştılar.
“Güneş’im, günüm, ışığım
Allım, tellim, kuzuum” diye ağladı Güneş’ine
“Ebeem” dedi Güneş de
“Canım ebem, gülüm ebem” dedi.
Sonra
Mehveş’in ve Güneş’in kızlarına sarıldı
Öptü öptü kokladı
Onların da Güneş ve Mehveş olduğunu öğrendiğinde
Sarılıp sarılıp ağladı yeniden
“Yavrularım, kuzularım” diye.
Sonra dönüp kızına, Arife’sine
Öyle bir sarıldı ki,
Sarılmak ne ki
Yüreğini yüreğine katmaktı,
Gözyaşlarını birbirine akıtmaktı bu.
Yürekleri yüreklerine
Gözyaşları birbirine aktı.
Ebe Hamide Arife,
Arife Ebe Hamide’ydi…
Sanki iki beden bir bedendeydi.
O gün köye düğün bayram geldi.
Ve birkaç saat sonra
Ebe Hamide kızlarını da alıp yanına
Arkalarında Kara Yusuf
Biraz da
Mezarda
İlk kızları Mehveş ve Güneş için ağladılar.
Ay ağladı
Güneş ağladı
Yıldızlar ağladı
İdare lambası, gaz lambası
Yazılar
Güneylerin tepeleri ağladı.
Şahan kayası
Ermişlerin yamaçları
Bayırın Başları
Yemlikler ağladı.
Yayla çiçekleri
Peygamber çiçekleri
Yavru ve ana serçeler
Esen yel ağladı.
Çınar ağacı
Erik dalları
Madımaklar
Köyün çeşmesi
Darboğaz deresi
Torak damlı taş evler ağladı.
Ağladılar, ağladılar, ağladılar…
Ve sonra verip hepsi el ele,
Ve sonra hepsi aynı ufka dönerek yüzlerini
Kızıl ufuklardaki
Güzel günlere doğru adımladılar.