Brezilya’da Ekim ayı sonunda yapılan seçimlerin sonucu ve öncesindeki süreçte yaşananlar hiç kuşkusuz dünya genelinde işlemekte olan otoriterleşme ve aşırı sağın yükselişi eğiliminin son dönemdeki en büyük halkasını oluşturmaktadır. Faşist emekli subay Bolsonaro’nun başkanlık seçimini kazanmasıyla, dünyanın en büyük sekizinci ekonomisi olan ve Latin Amerika’nın coğrafi, demografik ve ekonomik açıdan en büyük ve en ağır basan ülkesi Brezilya da kervana dâhil olmakta. Konunun çeşitli yönleri bir yana, bu özellikle Latin Amerikalı emekçiler açısından sınıf mücadelelerinin seyir defterinde yeni ve daha zorlu bir sayfanın açıldığını tescillemektedir.
Faşist hareketlerin dünya genelinde güç kazanması eğiliminin Latin Amerika’yı da girdabına almaya başlaması, diğer ülke ve bölgelerden genel olarak bir farklılık içeriyor. Latin Amerika ülkeleri milenyum dönemeciyle birlikte, emekçi kitlelerin mücadelelerinde yer yer hayli şiddetli ve keskin biçimler alan bir sol yükseliş dalgası yaşadılar. Ayaklanmalar, kitle seferberlikleri, muhtelif biçimlerde öz-örgütlenmeler, kitle grevleri, sokak çatışmaları, barikatlar, devlet başkanlarını kitle isyanlarıyla devirmeler, askeri darbe girişimlerini püskürtmeler vb. içeren bu dalganın sonunda kıtanın büyük bölümünde sol lider, hareket ve partiler güç kazandılar, iktidara yükseldiler. Latin Amerika bu süreç içinde, ülkeden ülkeye farklı biçim ve derecelerde olmakla birlikte, genel olarak bir sola kayış yaşadı.
Önemli ve zengin deneyimler içeren bu mücadeleler, 1980’lerde başlayan ve 1990’lı yıllarda ayyuka çıkarak her tarafı saran karşı-devrimci burjuva propagandalara anlamlı bir tekzip oluşturuyordu. Özellikle SSCB’nin çöküşünü takip eden 1990’lı yılların atmosferinde yaygın ideolojik dogma, artık sosyalizm davasının bittiği, işçi sınıfının tükendiği, sınıf mücadelesi düşüncesinin yanlışlığının ispatlandığı, yeni açılan kapitalist muzafferiyet çağında insanlığı barış ve refahın yeni atılımlarının beklediği türünden safsatalardan oluşmaktaydı. Ancak bir yandan bu sefil propaganda yürütülür ve başta işçi sınıfı olmak üzere insanlığın geneli kafa karışıklığına itilirken, diğer yandan aslında bunama çağına adım atmış olan kapitalizmin misliyle artan faturası emekçi halk yığınlarına ödettiriliyordu. Sermayenin iştahla devreye soktuğu neoliberal yıkım programı emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını ciddi derecede kötüleştirdi, sınıflar arası güç dengelerini burjuvazi lehine daha da pekiştirdi. Marksizmin devrimci özüne bağlı kalanlar için bu durumun eninde sonunda sınıf mücadelelerinin yeniden kızışacağı dönemleri hazırlamakta olduğu açıktı. Burjuvazinin zafer sarhoşluğu içinde davul zurnayla milenyum dönümünü kutladığı günlerde önce Seattle’da patlak veren kitlesel isyan, sonra da 2001’de Arjantin’de patlak veren ayaklanma ve oluşan devrimci durum bu öngörüyü parlak biçimde doğruladı.
Latin Amerika’ya baktığımızda Arjantin patlaması tüm dünyada büyük yankı uyandıran önemli bir dönemeç noktasıydı Latin Amerika için. İşte Latin Amerika, burada çok kısa özetlediğimiz böylesi bir sol dalganın ardından şimdilerde sağa savruluş deneyimini yaşamaya başlıyor. Bu nedenle Latin Amerika’daki deneyim, çıkarılması gereken dersler bakımından daha da özel bir nitelik taşıyor.
Yükseliş dalgası
Latin Amerika’daki yükseliş için her ne kadar 2001’de Arjantin’deki halk isyanını milat olarak andıysak da, bunu her şeyin başladığı nokta olarak değil, büyük sürecin ana dönüm noktası olarak görmek gerekiyor. Zira neoliberal saldırı programının doğurduğu tepkiler kıtanın çeşitli yerlerinde kendisini göstermeye daha önce başlamıştı. Erken bir öncü belirti olarak 1989’da Venezuela’daki Caracazo ayaklanmasını hatırlamak mümkün. Kıtada pek bir yankısı olmasa da, bu ayaklanma Venezuela’daki mücadeleler açısından derin izler bırakmıştır. Bir diğer önemli örnek ise 1997’de, Ekvador gibi küçük bir ülkede, sokağa dökülen bir milyondan fazla emekçinin, devlet başkanının devrilmesiyle sonuçlanan isyanıydı.
Daha sonra 2000 yılında üç ayrı ülkede (Ekvador, Bolivya, Peru) birden yaşanan kitle seferberlikleri ve ayaklanmaları geldi. 1997’de yaşanan kitle mücadelelerinin hatırasını unutmamış ve aslında tam anlamıyla da yatışmamış olan Ekvadorlu emekçi kitleler yeni binyılın daha ilk günlerinde bir kez daha ayaklanmış, hükümeti devirmiş, parlamentoyu ve hükümet binalarını ele geçirmişti. Ancak yönetimi ele alan devrimci konseyin ömrü ne yazık ki sadece bir gün sürebilmişti. Alt düzey subayların da sürece katılmasıyla ikircim geçiren ordu üst kademesinin daha sonra toparlanıp inisiyatifi ele almasıyla ve elbette gerçek anlamda devrimci bir önderliğin eksikliği nedeniyle ayaklanma bastırıldı. Ancak bu bastırma ağır ve kanlı bir ezme harekâtı şeklinde olmadı. Devlet başkanının uzaklaştırılması ve birtakım taleplerin kabul edilmesiyle kitle hareketi sönümlendirilmiş oldu. Nizam yeniden tesis edilse de iktidar sahipleri dönüp kitle hareketi dolayısıyla kimseyi yargılamaya kalkışamadılar, zira kitle hareketi ezilerek yenilgiye uğramış, tarumar edilmiş değildi. Üç ay sonra bu kez Bolivya emekçi kitlelerin isyanına sahne oldu. Cochabamba eyaletinde su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı harekete geçen emekçiler devlet güçleriyle günler süren büyük çatışmalara girişti. Bu zorlu direnişin sonunda özelleştirme girişimi yenilgiye uğratıldı. Aynı yıl içindeki üçüncü büyük mücadele süreci Peru’da yaşandı. 90’lı yıllar boyunca ülkeyi adeta kendi aile çiftliği haline getiren ve aynı zamanda otoriter bir yönetim tarzı tutturan meşhur Fujimori, sonunda kitlelerin isyan dalgasıyla ülkeden kaçıp canını kurtarabildi.
İşte 2001 sonundaki sarsıcı Arjantin kitle isyanı tüm bu halkaların üzerine asıl büyük halka olarak eklenmiş ve tüm süreci yeni bir düzeye taşımıştır. 90’lı yıllar boyunca yürütülen azgın neoliberal saldırılar sonucunda emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarında önemli bir kötüleşme yaşanmaya başlamış, 90’ların sonunda Arjantin ekonomisi uzun bir daralma sürecine girmiş, 2001’de de ağır bir mali çöküş yaşamıştı. Halkın bankalardaki paralarını çekmesine sınırlama getiren önlem kitle öfkesinin patlaması için tetikleyici oldu. Genel grev ve sokaklardaki kitle gösterileri hükümeti sallamaya başladı. Önce ekonomik saldırı programının en ön plandaki sorumlusu olarak görünen ve nefret objesi haline gelen ekonomi bakanı alaşağı edildi. Ama gösterilere yapılan devlet saldırısı sonucu onlarca insan hayatını kaybedince daha da ateşlenen öfkeyi yatıştırmak için iki gün sonra devlet başkanı da başkanlık sarayının tepesinden helikopterle kaçmak zorunda kaldı. Daha sonraki günlerde alelacele başkan olarak atanan üç kişi daha aynı hızla görevi bırakmak zorunda kaldı. Böylece iki haftayı bulmayan bir sürede Arjantinli kitleler yarattıkları devrimci durumla dört başkan devirmiş oldular.
İşte bu sahnelerle başlayan kitle isyanı 2000’li yıllar boyunca Latin Amerika’nın geneline yayılan ve bu dönemde kıtanın politik manzarasını belirleyen bir mücadele dalgasının da asıl açılışı oldu. Grevler, barikatlar, sokak çatışmaları, market baskınları yoluyla gıda maddelerine el koyma, işsizler hareketi (piqueteros), mahallelerde halk meclisleri, kitle forumları gibi biçimler alarak devam eden Arjantin’deki kitle seferberliği süreci esas olarak 2003’te yapılacak erken seçimlere kadar sürdü. Ancak birleştirici merkezi bir devrimci önderliğin yokluğu koşullarında, kitlelerin enerjisi sürecin sonunda sol Peronist çizgi içinden gelen sosyal demokrat eğilimli bir adayın başkan seçilmesine doğru kanalize edildi. Kitlelerin tepkisine sahip çıkar görünen Nestor Kirchner devrimci önderlik boşluğundan yararlanmış oldu. Ancak Kirchner büyük bir coşku ve çoğunlukla seçilmedi. Hem bu durumun hem de önceki başkanların başlarına gelenlerin bilincinde olan Kirchner seçildikten sonra kitleleri gözetmek zorunda kaldı. Sonuçta devrimci durum ve kriz hali 2003’e gelindiğinde sona ermiş oluyordu. Ancak birtakım kitle örgütlenmesi biçimleri ve kısmi mücadeleler sonraki yıllarda da, etkisi genel anlamda azalarak devam etti.
Dışta sol ulusalcı bir çizgi izleyen Kirchner IMF borçlarının önemli bir bölümünü iptal ederek, içte de özelleştirme yoluyla bazı yabancı şirketlere satılmış olan çeşitli hizmet ve kurumları millileştirdi. Kamu hizmetlerini genişletip ucuzlattı, ücretleri arttırdı, kamu yatırımlarını arttırdı. Devam eden ve Arjantin isyanının başlıca sembolü haline gelmiş olan piquetero hareketine karşı da ılımlı yaklaşan Kirchner, hareketi bölerek bir kısmını kendi yedeğine aldı. Her halükârda hareketin daha radikal muhalif kesimlerini şiddet yoluyla bastırma yoluna gitmedi. Kirchner bu ve benzeri yollarla, ama temelde 2000’li yıllarda uluslararası alanda yaşanan muazzam para bolluğunun avantajından yararlanarak, hem yüksek büyüme hızlarının yakalanmasını hem de kitlelerin yeniden patlamamasını sağlamış oldu. Sonraki yıllarda, kendisi gibi politikacı olan eşi, aynı çizgi üzerinde ilerleyerek iki kez art arda başkanlık seçimlerini kazandı. Böylece bu politikalar üç aşağı beş yukarı ana doğrultusunu koruyarak 2015 yılına kadar sürdürülmüş oldu.
Arjantin’le başlayan kıtadaki yeni sınıf mücadeleleri dalgası ve bu temelde sola kayış eğilimi Venezuela, Bolivya ve Meksika’daki kitle seferberlikleriyle devam etti. Venezuela’da Chavez her ne kadar 1998’deki seçimlerde iktidara gelmiş idiyse de, buradaki asıl kitle mücadeleleri ve seferberlikleri 2002’de ona karşı ABD desteğinde yapılan askeri darbe girişimiyle yükselişe geçmiştir. Kendi ekibi işlevsiz kalırken onu benimsemiş yoksul emekçi kitleler ve aynı zamanda Amerikancı askeri darbenin ne anlama geleceğinin farkında olan tüm emekçi kesimler milyonlar halinde sahneye girerek darbeyi püskürtmüş, Chavez’i de darbecilerin elinden kurtarmıştır. Chavez’in sosyalizm söylemi de asıl olarak bu gelişmeden sonra belirgin bir hâl almıştır. Bütün 2000’li yıllar boyunca dünya çapında yankılanacak olan “ABD’ye kafa tutan Chavez” fenomeni asıl olarak böyle başlamış oldu. ABD ile teşrik-i mesai halindeki Venezuela oligarşisi kıtadaki diğer örneklerde olduğu gibi, hatta onların hepsinden daha fazla, Chavez’i defetmek için yıllarca birbiri ardına seferberlikler örgütledi, kampanyalar yürüttü. Venezuela bu yıllar boyunca neredeyse hiç durulmadı. Anayasa değişiklikleri, sokak çatışmaları, seçim seferberlikleri hiç eksik olmadı. Ancak burjuva muhalefet arkasındaki tüm güce rağmen bu girişimlerinde başarılı olamadı.
Latin Amerika’nın diğer birçok ülkesindeki örneklerde olduğu gibi Chavez de kapitalizmi hedef alan söylemler kullanmış ve sosyalizmden dem vurmuşsa da, bunların gerçekte ne anti-kapitalizmle ne de sosyalizmle ilgisi vardı. Chavez’in kapitalizmi tasfiye etmek gibi bir niyetinin olmadığı tüm afili söylemlere rağmen açıktı ve nitekim tüm süreç de bunu net biçimde ortaya koymuştur. Chavez’in tüm yapmaya çalıştığı, yoksul emekçi kitlelerin ağır çalışma ve yaşam koşullarını kapitalizmin çerçevesi içinde iyileştirmek, nüfusun temel ihtiyaçlardan dahi yoksun geniş kesimini bu durumdan çıkarmak, eğitim ve sağlık gibi temel kamusal hizmetleri bu kesimlere ulaştırmak, Venezuela’yı daha gelişmiş ve gelir eşitsizliği törpülenmiş bir ülke haline getirmek idi. Ama bu mütevazı program bile çürümüş geleneksel Venezuela oligarşisinin katlanamayacağı bir programdı ve Chavez’e derin husumetlerinin sebebi buydu. Elbette Chavez’in kitleleri harekete geçirmesi, ihtiyaç duydukça kitle seferberliklerine başvurması ve bunu sosyalizm gibi “tehlikeli” kavramlar altında yapıyor olması da oligarşiyi irkiltiyordu. Aslında Chavez yapmak istediği reformları neredeyse tümüyle devletin petrol gelirleri üzerinden yapma derdindeydi. Yani sermayeyi doğrudan hedef alan kamulaştırmalar vb. önlemlere girişmek gibi niyeti yoktu. Hedeflerini kısmen başarmasının ve en yoksul emekçi kitlelerin gönlünde yer edebilmesinin bir nedeni de o dönemde dünyada petrol fiyatlarının yüksek olması, dolayısıyla Venezuela’nın petrol gelirlerinin yüksek olmasıydı.
Latin Amerika’daki yükseliş dalgasının en güçlü halkalarından birini de Bolivya oluşturuyordu. Bolivya 2003 ve 2005’te iki kez büyük kitle ayaklanmaları süreci yaşadı. Her iki mücadele dalgası da neoliberal politikaların doğrudan sonucuydu. En yoksul ülkelerden biri olan Bolivya’da ülkenin en önemli doğal kaynağı konumundaki doğalgazın, yoksul emekçi halkın ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirilmeyip, uluslararası tekellere yok pahasına peşkeş çekilmesi girişimi, maden işçilerinin bel kemiğini oluşturduğu sendika konfederasyonu COB’un genel grev ilan etmesiyle bir devrimci ayaklanma sürecini tetikledi. Köylü sendikasının ve yerli halkların hareketiyle de birlik içinde hareket eden COB’un önderliğinde Bolivya bir devrimci duruma ilerledi. Genel grevin yanı sıra barikatların, çatışmaların, yol kesmelerin, kitle gösterilerinin, meydan işgallerinin tüm hızıyla yaşandığı o günlerde kitle hareketi yüzlerce şehit verdi, ancak gerilemedi. Ve sonunda başkan Lozada da daha önce Arjantin, Ekvador ve Peru’da olduğu gibi istifa edip kaçtı. Ancak yine gerçek bir devrimci önderlik yoksunluğu nedeniyle, dışarıdan “solcu dostlar” olarak devreye giren Lula ve Kirchner aracılığıyla kitle hareketi yatıştırıldı ve başkan yardımcısı Mesa taleplere uygun davranacağı vaadiyle başa getirildi.
Bolivya’da kitle hareketi o sırada yatıştırılmış olsa da, daha sonraki süreçte taleplerin hayata geçirilmesi konusunda egemenler ipe un serip, oyalamacaya ve ayak oyunlarına, talepleri eğip büken yeni formülasyonlarla kafa karıştırma girişimlerine başlayınca, iki yıl bile geçmeden benzer bir isyan yeniden patlak verdi. Yeniden grevler, barikatlar, yol kesmeler, kitle gösterileri, çatışmalar vb. yaşandı, kentlerde mahalle komiteleri kuruldu. Bu güçlü halk hareketi karşısında başkanı yetersiz gören burjuvazi daha sert davranabilecek yeni bir başkan atamak üzere parlamentoyu topladığında kitleler parlamentoyu kuşattılar. Bu kez sadece başkan değil, parlamento üyeleri bir bütün olarak kaçıp başka kente gitti. Devrimci durumun ana üssü durumundaki El Alto’da ikili iktidar anlamına gelecek bir Halk Meclisi kuruldu, ancak, egemenlerin başkanı kurban verip Yüksek Mahkeme başkanını başkan ataması ve ülkeyi seçimlere götüreceklerini açıklamaları hareketin önderliğindeki uzlaşmacı unsurların ağırlıklarını kurmaları için elverişli koşulları yarattı. Böylece bir kez daha devrimci durum sönümlendirilmiş ve devrimci önderlik sorununun yakıcı önemi bir kez daha ortaya konmuş oldu. 6 ay sonra yapılan seçimlerde hareketin önderlerinden biri ve Sosyalizme Doğru Hareket’in (MAS) de lideri olan Morales başkan seçildi.
Latin Amerika’daki sol dalgada önemli kitle mücadelelerine sahne olan ülkelerden bir diğeriyse Meksika’ydı. Sol dalganın bir uzantısı olarak Meksika’da da 2006’daki başkanlık seçimlerinde sol aday Lopez Obrador bir kitle seferberliği eşliğinde yüksek oy almış, ama seçim hileleriyle başkanlıktan men edilmişti. Seçim öncesi süreçte yaşanan kitle seferberliği bu hileli sonuç karşısında daha da ateşlenerek devam etmiş, ilerleyen süreçle birlikte milyonlarca insan başta başkent olmak üzere meydanları işgal edip gösteriler yaparak kamp kurmuş, yıl boyunca sürecek bir direniş başlatmışlardı. Kitleler seçim sonucunu ve sözde başkan seçilen zatı tanımadıklarını ilan etmişler ve Obrador’un atanması için bastırmışlardı. Bu direniş tam bir kitle seferberliği biçiminde gerçekleşmiş, ama Obrador’un partisinin desteği çekmeye başlamasıyla kitleler yüz üstü bırakılmıştı. Buna rağmen Meksika gibi ABD’nin dibinde yer alan, Latin Amerika’nın Brezilya’dan sonraki en önemli ülkesinde emekçiler asıl olarak başkentte milyonlar halinde ve aylar süren bir kitle direnişine geçmiş, liderliğin yol göstermesi halinde daha ileri mücadele biçimlerine hazır olduğunun mesajını vermişti. Aynı yıl Meksika’daki bir başka önemli mücadele örneği Oaxaca eyaletinde yaşandı. Öğretmenlerin yürüttüğü militan grev devlet şiddetiyle karşılanınca, grevciler eylemi tüm eyalete yayılan ve çok geniş kesimlerin katıldığı bir halk direnişine çevirmeyi başardılar. Ağır devlet baskısına rağmen bu direniş de aylar sürmüş ve süreç Oaxaca Komünü olarak anılmaya başlanmıştı.
Latin Amerika’daki yükselen mücadele ve sola kayış süreci sadece yukarıda çok kısa özet halinde sıraladığımız bu ülke ve örneklerden ibaret değildi. Oralardaki kadar keskin biçimler almasa da, yine belirli düzeyde kitle seferberlikleri içeren, ama daha ziyade seçimler üzerinden yürüyen mücadelelerin yaşandığı Brezilya, Uruguay, Şili, Nikaragua gibi ülkeler de bir biçimde bu dalgaya katılmışlardır. Tüm bu süreçlerin sonunda, ister devrimci durumlara varan radikal kitle mücadelelerinin yaşandığı ülkeler olsun ister daha ziyade seçim seferberlikleri temelinde işleyen daha mütevazı kitle seferberliklerinin yaşandığı ülkeler olsun, kıtanın büyük bölümünde şu ya da bu biçimde sol hükümetler başa geldiler. Böylece askeri diktatörlüklerden çıktıktan sonra çoğunlukla sağın iktidarda olduğu ve neoliberal saldırı programlarını yürüttüğü Latin Amerika’da, 2000’li yıllar toplumsal mücadelelerin güçlü biçimde yükseldiği ve sonunda sol parti ve liderleri iktidara getirdiği bir dönem olmuştur.
Burjuva sol hükümetler
Söz konusu sol hükümetler genellikle yoksul emekçi kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirecek bazı kısmi reformlar yaptılar: Eğitim, sağlık, konut, kısmi toprak reformu, arttırılan sosyal yardımlar vb… Bunların yanı sıra kimi örneklerde geleneksel oligarşik mülk sahibi sınıfların çıkarlarına kısmen dokunan kimi yasal ve anayasal düzenlemeler de yaptılar ve yanı sıra dış politikada da bu adımların bir uzantısı olarak ABD emperyalizmine şu ya da bu ölçüde tavır alarak Latin Amerika ülkeleri arasında işbirliğini güçlendirici adımlar attılar. Önceki dönemde neoliberal saldırıların baskısı altında bunalmış kitleler bu reformlarla kısmen de olsa nefes alabildikleri için bu parti ya da liderleri genellikle birkaç seçim dönemi boyunca desteklemeye devam ettiler. Zaten bu hükümetlerin oynadıkları asıl rol kitlelerin devrimci enerjisinin emilerek yatıştırılmasıydı.
Ancak, istisna denebilecek kesitler bir yana, bu ülkelerin hemen hepsinde, yerleşik Latin Amerikan oligarşisi yeni gelen hükümetleri pek gönül hoşluğuyla karşılamadı. Bunlar, son tahlilde kapitalist düzenin bekasını sağlamak gibi hayati bir işlev gördükleri halde, bu oligarşiler, ABD emperyalizmiyle görüş ve işbirliği içinde, izlenen çeşitli politikalara sürekli olarak muhalefet ettiler, bu iktidarları zayıflatmaya ve değiştirmeye uğraştılar. Venezuela örneğinde olduğu gibi bu çabalar askeri darbe boyutuna da vardı. Kapitalizmin genel olarak tarihsel bir tıkanıklık içinde olduğu bir çağda bu oligarşiler kendi ceplerine dokunan küçük reformlara bile tahammül gösteremiyorlardı. Bu durumun kendisinin bile çürümenin ve sistemin tıkanıklığının önemli bir kanıtı olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Söz konusu sol hükümetlerin kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi amaçları ya da vizyonları zaten olmadığı için, kaderleri son tahlilde kapitalizmin kanunlarının işleyişine bağlı oldu. Onlar kitle hareketlerinin oligarşileri geriletmesiyle oluşan alandan ve avantajlı uluslararası ekonomik konjonktürden yararlanıp yoksulların durumunda belli iyileştirmeler yaptılar, ama bunu yaparken ya Venezuela örneğinde olduğu gibi petrol fiyatlarının küresel piyasada yüksek seyrine yaslandılar ya da dışarıdan ucuz kredi olanaklarını bol keseden kullanarak kamu borçlarının yükselmesine yol açtılar, ulusal düzeyde kapitalist ekonominin genel dengelerini bozdular.
Burada birkaç noktayı vurgulamakta yarar var. Birincisi, kapitalist sömürü düzeni yerinde dururken kamu hizmetlerine daha çok pay ayrılması emekçi kitlelerin sorunlarının gerçek boyutları düşünüldüğünde kalıcı ve yeterli bir çare sunmaz. Bir kapitalist hükümet ne bu harcamaları belli limitlerin ötesinde arttırabilir, ne de bunu genel küresel ekonomik koşullardan kopuk biçimde sürdürebilir. Ayrıca bu hükümetler, bazı örneklerde görüldüğü üzere, kendilerine yakın nevzuhur burjuva kesimler de yaratmışlardır. Venezuela’daki “Boli-burjuvazi” (Bolivarcı burjuvazi anlamında) gibi… Bu kesimler de devlet fonlarını sifonlamaktan ve yeni yolsuzluk furyalarına yol açmaktan geri durmamışlardır. Böylece süreç içinde sosyal harcamalarda da azalmalar baş göstermiş, dahası genel ekonomik konjonktürün değişmesinin sonucu olarak hayat pahalılığı artmış, devlet açısından sosyal harcamalarda da kullanılabilecek dışarıdan ucuz para bulmak zorlaşmıştır.
“Kahverengi dalga”
Önce umutları canlandırılmış ve bazı iyileştirmeler elde etmiş olan kitlelerin hoşnutsuzluğu bu yeni şartlarda yeniden artmaya başlamıştır. İşte çoğu durumda zaten başından beri bu hükümetlere muhalefet eden, yıpratmaya ve devirmeye çalışan Latin Amerika oligarşileri bu şartları yeni bir sağ dalga doğrultusunda değerlendirmeye başlamışlardır. Brezilya’da Bolsonaro’nun başa getirilmesini bu dalganın en önemli halkası olarak görmek gerekiyor. Ancak bu dalga faşist Bolsonaro’yla başlamadı. Muhtelif renk ve dereceleriyle yol almakta olan sağ dalganın şimdi Latin Amerika’nın en büyük ülkesine ulaşması bir çırpıda olmadı. Sol dalganın momentumunu yitirdiği açıkça görülürken çeşitli sağ akımlar güç kazanıyor ve hatta birkaç ülkede bunlar yeniden iktidara gelmeye başlıyorlardı. Dolayısıyla öncü göstergeler mevcuttu.
Öncelikle, Brezilya’da Bolsonaro’nun seçilmesinden önce, Dilma Rousseff’in görevden alınma süreci başlatılmış ve 2016’da Rousseff yargı kumpası aracılığıyla görevden uzaklaştırılarak yerine sağcı Temer getirilmişti. Yani Brezilya’nın sağa kayış süreci Bolsonaro’dan önce başlamıştı. Aynı sürecin bir parçası olarak Lula da hapse atılarak yeniden başkan adayı olması önlenmiştir. 2015 sonunda yapılan Arjantin’deki başkanlık seçiminde, esasen 2001 krizinden bu yana iktidarda olan Kirchnerci sol Peronizm kaybetti ve yerine sağcı Macri geldi. 2017’de Ekvador’da 10 yıldır iktidarda olan sol popülist Correa’nın görev dönemi son bulmuş, yerine görünüşte onun devamı gibi olan ama gerçekte zıt yönde eğilimi temsil eden Lenin Moreno seçilerek gelmiştir. Moreno geldiği günden beri Correa döneminde izlenen rotayı değiştirmekle meşgul. Keza 2017’de Şili’de sosyal demokrat Bachelet’in yerini muhafazakâr Pinera’nın alması… Benzer sağa kayış örnekleri olarak Peru, Paraguay, Guatemala ve Honduras da sayılabilir. Bu yeni süreç önceki “pembe dalga”ya referansla uluslararası yazında “kahverengi dalga” olarak da adlandırılmakta.
Mücadele için bazı dersler
Latin Amerika üzerinde şimdi Bolsonaro’yla birlikte kara bulutlar toplanmaya başlamışken, geçtiğimiz dönemin devasa kitle mücadeleleri ve sol hükümetler deneyimi üzerinden bazı noktaları vurgulamak, geleceğin mücadeleleri açısından önem taşıyor. Öncelikle şu temel noktanın altını çizelim. Yaşanan örneklerin hemen tamamında kitleler sermayenin küresel planda işletilen saldırı programının can yakan sonuçlarına karşı ayağa kalkmışlardır. Bunun gösterdiği önemli husus, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerin genel olarak mücadele potansiyellerini asla yitirmedikleridir. Tüm kapitalist propagandaya rağmen, tüm o “başka alternatif yok” (TINA - There Is No Alternative) ideolojik kuşatmasına rağmen gerçek budur. Buna boyun eğmiş olanlar ya da kaykılıp “alternatif” yollar arayanlar bir kez daha çuvallamış, boşa düşmüşlerdir.
Aynı saldırılar dünyanın başka yerlerinde de olduğu halde, Latin Amerika’da tepkinin bu denli güçlü biçimler almasının birkaç temel sebebini saymak mümkündür. Bir sebep bu kapitalist saldırı programının sonuçlarının genel olarak az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelerde daha ağır olması iken, bir diğer sebep bu coğrafyanın köklü mücadele geleneklerinin, tüm baskılara, faşist diktatörlüklere, ağır zulümlere rağmen yaşıyor olmasıdır. Ülkelerin ve bölgelerin tarihsel ve siyasal gelenekleri daima önemli bir etmen olarak rol oynamıştır.
Ancak, geleneklerin mücadelelerin başarıya ulaşması için tek başına yeterli olmadığı da bu deneyimlerle bir kez daha görülmüştür. O görkemli mücadelelere, devrimci durumlara, hatta neredeyse kısmi ikili iktidar durumlarına rağmen, kitle hareketleri düzen tarafından savuşturulabilmiştir. Çünkü kitle hareketleri vazgeçilmez bir temel oluştursalar da, meselenin asıl bam telini oluşturan düğümü, yani iktidar sorununu kendi başlarına ya da otomatik olarak çözememektedirler. Burjuva hükümetler silkelenip düşürülebilmekte, burjuva devlet aygıtı paralize edilebilmekte, ama bu aygıt parçalanarak bir işçi sınıfı iktidarı kurulamamaktadır. Sınıfın öncülerine dayanan ve bu temelde sınıfa önderlik edebilecek bir proleter devrimci örgütlülük olmadan bunlar başarılamamaktadır. Bu olmadan işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar son tahlilde düzenin paçayı sıyırmasına hizmet eden burjuva ve küçük-burjuva önderliklere teslim olmaktadırlar. Enternasyonalist komünistler Latin Amerika’daki tüm bu yükselen mücadele dalgası içinde özellikle göze batan ve dünya solunda ciddi yanılsamalar yaratan Chavez ve Chavezcilik fenomenine karşı erken dönemden itibaren uyarıda bulunmuş, devrimci sınıf öncüsü olmaya aday olanların politik ve örgütsel bakımdan Chavezci anafora kapılmamaları gerektiğini vurgulamışlardır. (Bkz. Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, marksist.com)
Latin Amerika tecrübesi bir kez daha kapitalizmin yarım yamalak önlemlerle, reformlarla, birtakım ulusal kalkınmacı ya da bölgeselci reçetelerle alt edilemeyeceğini de göstermiştir. Kapitalist canavarın önü gerçek anlamda alınmaz, yani kapitalizm hem ulusal ölçekte hem küresel ölçekte yıkılmazsa, o canavar eninde sonunda sizi pençesine alır. Diğer yandan vaatler ve peşi sıra o yarım yamalak önlemlerle umutlarını canlandırdığınız kitleler bir süre sonra size sırtını döner. İşte Latin Amerika’da başlayan sağa gidişin açıklamasının temel bir unsuru budur. Devrimci durumlar, halk ayaklanmaları, kitle seferberlikleri sonucunda kitlelerde uyanan umutlar boşa çıkarılırsa, ödenecek bedel yeni baskıcı rejimler şeklinde ortaya çıkabilir. Bu bakımdan faşist Bolsonaro burjuvazinin bu yöndeki eğilimlerini gösteren ciddi bir tehlikeyi temsil ediyor. Devrimle oyun oynanmayacağını tarih bir kez daha göstermiş oluyor.
link: Levent Toprak, Latin Amerika Dersleri, 9 Aralık 2018, https://marksist.net/node/6551
Fransa’daki Görüntüler Dünya Ahvalinin Resmidir!
Bu Tehdit Hepimize, Yaşamak ve Yaşatmak İsteyenlere!