İşçilerin siyasi ve toplumsal gelişmeleri kendi sınıf çıkarları açısından değerlendirebilmesi, bu çıkarlara uygun hareket edebilmesi, sınıf bilinci ve kimliği edinebilmesi tabiri caizse ha deyince olmuyor. Dönüşüm her alanda zor ve sancılı bir süreçtir. Söz konusu olan işçilerin dönüşümü olduğunda bu daha da zorlu bir süreçtir ve işçi süreklilik kazanan örgütlü mücadelenin bir parçası olmadan bu dönüşümü yaşama şansına sahip değildir. İşçileri sınıf mücadelesinin saflarına kazanabilmek için nasıl bir toplumda yaşadığımızı, işçilerin nasıl bir kuşatılmışlık içinde olduğunu kavramak, sabırlı ve sistematik bir çaba içinde olmak zorunludur.
“Modern sanayi toplumunun ürünü olan işçi sınıfı, eski dönemlerin ezilen sınıflarından farklı olarak, içinde bulunduğu sömürü koşullarının tam anlamda bilincine varacak ve daha da önemlisi bu sömürüyü ebediyen ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu demektir ki, kapitalizm üretici güçleri geliştirirken aynı zamanda kendi mezar kazıcısını yaratıp büyütmekten kurtulamamakta, kendi yok oluş koşullarıyla birlikte insanlığın sınıfsız toplum düzenine geçiş imkânını da olgunlaştırmaktadır.”[1] Ne var ki, işçi sınıfının söz konusu potansiyelinin gerçekliğe dönüşmesini engelleyen pek çok faktör bulunuyor. Çürüyen ve geniş emekçi kitlelerin çıkarları açısından düşünüldüğünde yıkılıp gitmesi gereken kapitalizm, potansiyel ile somut olan arasındaki açı farkının kapanmaması için çok çeşitli mekanizmalar işletiyor. Her türlü yol ve yöntemle işçi sınıfını bölüp parçalıyor, atomize ediyor, kimliksizleştiriyor, köreltiyor, gücünden bihaber kılıyor. Dev gövdesiyle işçi sınıfını manipüle edilen, kandırılan, paranoyalarla beslenen bir yığın, bir sürü haline getiriyor. Günümüz somutluğunda, dünya işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyindeki muazzam gerileme ve saflarındaki muazzam dağınıklık, burjuvazinin elini alabildiğine güçlendiriyor.
Marx, bir toplumda normal dönemlerde egemen olan fikirlerin asıl olarak egemen sınıfın fikirleri olduğunu dile getirmiştir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen sınıf her an toplumun küçük bir azınlığı olan egemen sınıfın yeniden üretip yaydığı fikirlerin etkisi altındadır. Ezilen sınıfın bilinç ve örgütlülükten yoksun bireyleri yaşamın her alanında kendi sınıflarının bakış açısından uzak, egemen sınıfların çıkarlarına uygun düşüncelerle dopdoludurlar.
Kapitalist toplumda işçi, çağımızın bütün şaşaasına rağmen, aslında ücretli köledir. Karnını doyurmak, en temel ihtiyaçlarını karşılamak için her gün gidip geleceği bir işi olmak zorundadır. Bir işi varsa kendini şanslı hisseder, o işi kaybetmekten korkar, rekabete girer, sinikleşir. O, adeta makinenin bir parçasıdır. Bir makine gibi durup dinlenmeden çalışır. Bunda garipsenecek, sorgulanacak bir yan görmez. Kendisinin ve ailesinin en temel ihtiyaçlarını karşılama çabasının yükü altında ezilir ama dünyanın düzeni böyledir ve dünya döndükçe bu düzen işleyecektir diye düşünür!
Tek başına olan, örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun işçi, yaşadığı dünyadaki muazzam çelişkilerin özünü, gerçek nedenini göremez. Bu çelişkilerin her an karşılaştığı sonuçları onun gözünde birbirinden bağımsız, münferit olgulardır, hayatın sıradan yanlarıdır, rastlantıdır, kaderdir, bahttır ya da anlaşılmazdır. Kapitalizmin son derece gelişkin ideolojik aygıtları işçiye sorgulamanın tehlikeli, haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmenin imkânsız, dayanışmanın budalalık, güven duymanın cahillik olduğunu anlatır hiç durmadan.
Kapitalizm, işçiye her koyunun kendi bacağından asıldığı düşüncesini, bireyciliği, milliyetçiliği, itaatkârlığı aşılar. Soldurulan insani değerlerin yerine yeni “kutsal değerler” koyar. Vatan, bayrak, devlet, aile, din işçinin sorgulanamaz, değiştirilemez kutsal değerleri haline getirilir. İşçiler din, etnik köken, ırk, memleket, cinsiyet temelinde bölünür, birbirine düşman edilir. Bu zehirli propagandalar etkin olduğu ölçüde işçiler bir sınıfa ait olduklarını göremezler. Sınıf kimliği ve sınıf bilinci edinemezler. Tek tek bireyler olarak hareket ederler. İçinde yaşadıkları dünyayı, kendi yaşamlarını, sorunlarını ait oldukları sınıfın penceresinden bakarak değil kendilerine belletilen geleneksel değer yargıları ve inançları temelinde değerlendirirler. En zehirli yalanları, boş inançları, hurafeleri kendi öz düşünceleri gibi benimserler, bu düşüncelere sıkı sıkıya bağlanırlar, sahip çıkarlar.
Kapitalist toplumda örgütsüz işçinin durumu budur ve örgütsüz işçinin burjuvazinin bu kuşatmasını kendiliğinden delebilmesi, gerçekleri görüp anlamlandırabilmesi, buna uygun olarak hareket etmesi mümkün değildir. Özellikle sınıf hareketinin bu denli dibe vurduğu, burjuvazinin kuşatmasının bu denli derinleştiği günümüzde, sırf çalıştığı fabrikanın satılmasıyla, sendikalaştığı için işten atılıp direnişe çıkmasıyla, grevlerinin yasaklanmasıyla, iş kazası yaşamasıyla işçinin tümden “ayılacağını”, siyasi tercihlerini, tutumlarını buna göre değiştireceğini düşünmek budalalığın değilse işin kolayına kaçma eğiliminin dışavurumudur. Hele içten içe bir umutsuzluk taşımak, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı inancını soldurmak, işçi sınıfını örgütleme görevinden yılmak, sonuçları ağır ve affedilemez bir hata olur.
Şu hususu hep akılda tutmak lazım: Gündelik ekmek kavgası içinde işçiler öyle veya böyle kapitalist sınıfla karşı karşıya gelmekten kaçamazlar. Patronların saldırıları karşısında ücretlerini arttırmak için, çalışma koşulları üzerinde söz sahibi olmak için, çalışma süresini azaltmak için kavga vermek zorunda kalırlar. Bu durum o güne kadar sahip oldukları yargıların değişmesi, esir alınmış bilinçlerinin özgürleşip dönüşmesi için bir başlangıç noktası, bir zemin yaratır. Bu zeminden yararlanarak işçileri ve mücadelelerini ilerletecek olan ise sınıf devrimcileridir.
Mesela sendikal örgütlenme çabası nedeniyle işten atılmak, Türkiye’de son yıllarda gerçekleşen işçi direnişlerinin ve eylemlerinin en önemli nedenleri arasında bulunuyor. Her direnişte işçiler artık gözlerinin açıldığını dile getirirler. Taleplerinin son derece basit ve insani olduğunu düşünürler, bu talebin neden bu denli büyük bir cezalandırmayla karşılandığına anlam veremezler. Sınıf devrimcileri için son derece açık olan konular onlar için muammadır. Karşı karşıya kaldıkları saldırıların kendi işyerlerine has olmadığını, kendilerinden önce yaşanmış işçi mücadeleleri olduğunu, aynı sanayi havzasında gerçekleşmiş direnişler olduğunu öğrenmek onları hayrete düşürür. Yaşadıkları aleni haksızlık karşısında başvuracakları resmi bir merci olmaması, polisin açıkça işveren yanlısı saldırgan tutumları, o güne kadar “terörist” olarak görüp uzak durdukları işçi mücadele örgütlerinin desteği onları şaşırtır, önyargılarını azaltır.
Kısa zamanda çözüleceğine inandıkları sorunlar uzun süre çözülmez, patronların onların direncini kırmak, direnişi pörsütmek için çevirdiği dolapları öfkeyle izlerler. Diğer işyerlerindeki işçilerin desteğine, dayanışmasına ihtiyaç duyduklarını, dahası kazanmak için bu desteğin, dayanışmanın şart olduğunu anlarlar. İşyerinde sendikal örgütlenme çabası içine girdiklerinde bir topluluğun unsuru olduklarını, bu topluluğun ortak çıkarları olduğunu, bu çıkarları korumanın tek yolunun ortak mücadele olduğunu anlamaya başlayan işçiler, direnişe çıktıklarında ait oldukları topluluğun aslında işyerindeki arkadaşlarıyla sınırlı olmadığını görürler. Mücadelenin bir tarafında işçiler olarak dururken karşı tarafın sadece kendi patronları olmadığını anlama olanağını da yakalarlar. Her yeni olanak yeni kırılma noktalarını yaratır ve besler. Elbette direnişin bitmesiyle beraber işçilerin pek çoğu yaşamlarının eski rutinine geri dönerler. Direniş yerinde söyledikleri “bundan sonra nerede bir mücadele varsa ben orada olacağım” minvalindeki sözleri kısa zamanda unuturlar. Bir sonraki mücadeleye kadar burjuva kuşatmanın etkisinde kalmaya, eski geleneksel değer yargılarına sarılmaya devam ederler.
Ancak mücadele-direniş süresince öne çıkan, sınıf devrimcilerinin kazandığı daha duyarlı ve daha mücadeleci işçiler aydınlanmaya, bilinçlenmeye, dönüşme yolunda adım adım ilerlemeye devam ederler. Atıldığı mücadelenin etkisi ve sınıf devrimcilerinin çabasıyla sınıfını tanımaya, bugüne kadar sahip olduğu geleneksel yargıları sorgulamaya başlayan, içinde yaşadığı dünyayı daha derinden anlama çabası içine giren, örgütlü mücadelede ilerleyen işçi her anlamda değişmeye başlar. Sabırlı, işçinin tedirginliğini ve sancılarını anlayan, ruh dünyasına da mantığına da seslenen, güven veren özenli yaklaşımlar yavaş yavaş sonuç verir. Düşünmesine ve sorgulamasına yardımcı olan bu yöntemler sayesinde işçi zaman içinde sıkı sıkıya bağlı olduğunu sandığı fikirlerin kofluğunu, yanlışlığını, zararlarını görür, bu fikirleri terk eder. Adımlarını atarken duyduğu korku azalır, kültürel bir dönüşüm içine girer. Diğer işçileri sınıf mücadelesine çekme çabası içinde pişer, gelişen sınıf bilinci başka işçileri de geliştirir.
Elbette tüm bunlar, burjuvazinin işçiler üzerindeki kuşatmasını yarmak, işçileri örgütlemek, bilinçlendirmek, dönüştürmek, sistematik bir çaba gerektiren son derece zahmetli işlerdir. Ancak hayıflanmaktansa zahmet çekmeyi, tembelliktense çalışmayı, uzaklaşmaktansa empati kurmayı, havanda su dövmektense inşa etmeyi, umutsuzluktansa haklı olduğuna inandığı şeyler için mücadele etmeyi seçenler fark yaratır. Ve “işçileri ancak örgütlü mücadele, öyle tek başına insancıklar olarak var olma durumundan çıkartıp devasa bir sınıfın başı dik bireylerine dönüştürebilir.”[2]
[1] Elif Çağlı, Sınıf Dayanışması Mücadele İçinde Gelişir, Haziran 2006, marksist.com
[2] agm
link: Ezgi Şanlı, İşçiler Mücadele İçinde Değişir, 10 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6436
Çocuklarımızın Güzel Günler Görmesi Bizim Elimizde
“Yansın Dünya, Bana Ne!”