Türkiye günlerdir Çiftlik Bank vakasını konuşuyor. 511 milyon liralık vurgunla yurtdışına kaçan bir dolandırıcı ve elindekini avucundakini bu dolandırıcıya kaptıran 77 bin insan. Medya bu haberin ince detaylarıyla dolu. Mehmet Aydın adındaki saf görünümlü sahtekârın aslında doğuştan “girişimci ruh”a sahip olduğu, kariyerine “insanları çıplak gösteren gözlük” satışıyla çocuk yaşta başladığı, dolandırıcılığı internet oyunlarıyla bir üst seviyeye çıkardığı ve ardından sanal âlemden gerçek âlemlere akarak Çiftlik Bankla olayı organize hale getirdiği ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Kendisi, üç ay önce kaçtığı Uruguay’da lüks villalarda, yatlarla, Ferrarilerle keyif çatarken, dolandırılan emekçiler paralarını nasıl kurtaracaklarını düşünüyorlar.
Dünyada “Ponzi” ya da “Piramit” dolabı olarak anılan bu tür sahtekârlık yöntemlerinin “kurumsal” ve kitlesel biçimlerini Türkiye önce 1980’li yıllardaki “banker” dalgasıyla, sonrasında ise “saadet zinciri” örnekleriyle tecrübe etmişti. “Titan saadet zinciri” bunlar arasında toplumsal hafızada en büyük izi bırakan örnek oldu. Bilindiği gibi Jet Fadıl da özde benzer taktiklere başvurarak ve kılıktan kılığa girerek binlerce insanı üstelik de defalarca dolandırdı. İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte ise sahtekârlıkta her alanda çağ atlanırken, bu alanda da kısa zamanda büyük vurgun kapıları açıldı. İşte Çiftlik Bank bunun örneklerinden biri. Ama sadece biri. Düzenbazlar bunun gibi daha nice tezgâhla yüz binlerce insanı avlamayı sürdürüyorlar halen.
Tuzağa düşenlerin kimisi fabrika işçisi, kimisi beyaz yakalı, bazısı çiftçi, bazısı esnaf, bazıları ev kadını, bazıları emekli. Üniversite mezunu olan da var, ilkokulu zor bitiren de. Ortak noktaları, ellerindeki parayı kısa sürede üçe beşe katlama vaadinin dayanılmaz cazibesine kapılmaları. Çiftlik Banka parasını kaptıranlardan biri, içine düştüğü durumu şöyle özetliyor:
“Asteğmenken maaşımdan biriktirdiğim 17 bin TL’yi olduğu gibi buraya yatırdım. Şimdi terhis oldum, işsizim ve param da yok. Hırs gözümü bürüdü, 15 bini kısa sürede 40 bin yapabilirim sandım... O parayla da iyi bir araba almayı düşünüyordum. Şimdi arabam da yok, kaldık mı yayan?”
“Hırs gözünü bürüyüp” sonrasında “yayan kalan” onun gibi daha on binlercesi var. Çiftlik Bankın “CEO”su olan genç “girişimci ruh”un, iktidarın belediye başkanlarını, hatta bakanlarını yanına alarak yaptığı açılış törenleri ve buralarda başvurduğu dinsel ve milliyetçi söylem (tekbirler, dualar, “dış mihrakların oyunu”, “kırmızıçizgimiz Kudüs” gibi söylemler) belli ki güvenilirliğini pekiştiren en önemli unsur olmuş. Elbette medyadaki çarşaf çarşaf reklâmlar ve katılımcı sayısının on binlere ulaşması da yeni avların güvenini fazlasıyla pekiştirmiş. Bu dolap patlak vermeden önce, kendisiyle konuşulan “katılımcı” bir teyzenin, “neyine güvendiniz” sorusuna verdiği yanıt da bunu gösteriyor: “Bu kadar insanın aptal olamayacağını düşündük!”
Aslında tüm bunlar, zengin olma hırsıyla akılları çelinen emekçilerin ne kadar kolay tuzağa düşürülebildiğini gösterdiği gibi, bilinçsizlik ve örgütsüzlüğün “kitlesel aptallık” ürettiğini de ortaya koyuyor. Yılda yüzde 300’e varan kâr vaadi karşısında başı dönüp bu tür dolaplara kapılan milyonlarca emekçi var. Kapitalizmin çarkları arasında ezilen emekçiler, “uyanık olan”, “aklını çalıştıran”, “önüne çıkan fırsatları değerlendiren” herkesin zengin olabileceğini düşünüyorlar. Canı çıkana kadar çalışmasına rağmen düşük ücretler yüzünden fazla mesaileri kaçırmamaya uğraşan, buna rağmen borç batağından da kurtulamayan işçilerin hayallerini şans oyunlarından çıkacak milyonlarla ya da Çiftlik Bank benzeri dolaplar aracılığıyla kazanılan paralarla “köşeyi dönmek” süslüyor. Kapitalizmin toplumun ezici çoğunluğunu üretim araçlarının mülkiyetinden mahrum bırakırken bu mülkiyeti küçük bir azınlığın elinde toplayan bir sistem olduğu ve zenginliğin de bu azınlığın çoğunluğu sömürüsünden kaynaklandığı kavranamıyor. Toplumu sınıflardan değil tek tek bireylerden oluşan bir yığın olarak gören ve kendisini de bir sınıfın parçası değil bu yığının bir unsuru olarak algılayan işçi, bu cangılın içinde hayatta kalmanın yolunun kendini korumaktan geçtiğini, bunun için de bireysel çıkarlarına odaklanmak gerektiğini düşünüyor. Ama aslında bunu nasıl başarabileceğini bile bilmiyor. “Babana bile güvenmeyeceksin” sözünü düstur haline getiren sözde uyanık çoğunluk, gün boyu yan yana çalışıp aynı kaderi paylaştığı iş arkadaşları da dâhil olmak üzere başkalarına güvenmemeyi en büyük meziyet olarak addedebiliyor. Yaşadıkları ortak sorunların çözümü için bir araya gelerek hakkını birlikte arama önerileri gündeme geldiğinde çalışanların çoğunluğunun ilk tepkileri de genelde bu oluyor. Aynı şekilde, sorunları karşısında kendilerine destek olmak, deneyimlerini paylaşarak yol göstermek isteyen sınıf kardeşlerine karşı ilk reflekslerinin onlardan köşe bucak kaçmaya çalışmak olduğu da görülüyor.
Durum bu olduğunda, tek başına kalan bilinçsiz ve örgütsüz emekçi, yaşadığı akıl tutulmasının ve kısa yoldan köşeyi dönme hayalinin etkisi altında, her türlü tuzağa kapılmaya açık hale geliyor. Böylece, “kimseye güvenme, sonra yayan kalırsın” diyen sözde uyanıklar, hiç tanımadıkları düzenbazlara kolayca güvenip tüm birikimlerini onlara teslim edebilmektedirler.
Herkesin belli bir parayla katılmasına ve yanında getirdiği her yeni kişi için ekstradan prim almasına dayanan “saadet zinciri” dümenine milyonlarca işçinin, emekçinin katıldığını biliyoruz. Oysa ezilenler için gerçek saadet zinciri ancak, emekçilerin tüm varlıklarını kapitalist sömürü sistemini ortadan kaldırma davasına adamaları ve yanlarına bir kişiyi daha alarak bu mücadeleye dâhil olmaya karar vermeleriyle mümkün olacaktır. Bunu ütopik bulanların, sahtekârların saadet zincirlerine eklemlenip onları zengin etmeleri acı bir durumdur. Çünkü aklı akıldışı, akıldışını akıl olarak göstermekte mahir olan burjuva ideolojisi, örgütsüz emekçilerin sağduyusunu da felç etmektedir. Bir tarafta, kendini korumak adına sermayeye boyun eğip mücadeleden uzak duran ve zengin olma düşüyle elindekini avucundakini düzenbazlara, dolapçılara kaptıran aklı esir alınmış emekçiler bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, kendini toplumsal kurtuluş mücadelesine adayan, tüm maddi birikimlerini de bu mücadele için kullanan ve bunu yaparken çok doğru bir şekilde “geleceğe” yatırım yaptıklarının bilincinde olan örgütlü işçiler.
İşçi sınıfının yağmalanan emeği üzerinde hayat bulan kapitalist sistem, emekçilerin küçük hesaplara gömülüp büyük hesabı yapamamaları ve birbirlerine güvensizlikleri sayesinde varlığını devam ettirebilmektedir. Burjuvazinin en büyük korkusu, bu yanlış bilinci kırmayı başaran işçilerin gerçeği çırılçıplak görerek doğru saflarda yer almalarının önüne geçememektir. Onların kâbusunu gerçeğe çevirmek, organize düzenbazlığa dayanan kapitalist sömürü düzenini yıkacak gerçek saadet zincirini oluşturarak mümkün olacaktır.
link: Marksist Tutum, Gerçek Saadet Zincirini Oluşturmak!, 24 Mart 2018, https://marksist.net/node/6271
Newroz’da Barış ve Özgürlük Talepleri Öne Çıktı
Sermaye, Emeği ve Doğayı Talan Ederek Büyüyor