Yoksulluğun, yozlaşmanın toplumun geneline yayıldığı, sömürünün tüm hızıyla artarak devam ettiği ve milyonlarca insanı ve doğayı yıkıma uğratan emperyalist savaşın yayılarak sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Çürüyen kapitalist düzen altında bunların dışında başka bir şey olması da beklenemezdi. Evet, kapitalizm miadını doldurdu ve artık üzerine toprak atılmasını bekliyor. Ancak bu eylemin gerçekleştirilmesi için işçi sınıfının örgütlü olarak sahneye çıkması şart. Bunu bilen burjuvazi, çürüyen kapitalist sistemini her ne pahasına olursa olsun koruma, suni nefesler verme gayreti içinde. İşçi sınıfının örgütlü bir şekilde karşılarına dikilmemesi için tüm araçlarını devreye sokan egemenler, her türlü silahı ve zehri kullanıyorlar. Gerek sınıf mücadelesi tehdidinden kaynaklı olarak, gerekse de kendi iç kapışmaları nedeniyle milliyetçiliği körüklüyor, militarizme hız veriyor, otoriter uygulamaların dozunu arttırıyorlar.
Teknolojinin ilerlemesiyle muazzam ölçüde gelişen ve yıkım gücü tüm dünyayı etkileyecek düzeye gelen silahların varlığına rağmen kapitalistlerin korkusu geçmiyor. Çünkü burjuvazi, muazzam güçteki silahlara sahip olsa da, işçi sınıfının devrimci hareketinin yükseldiği koşullarda bunun yeterli olmayacağını biliyor. Bu nedenle fiziksel savunmanın ötesinde, kitlelerin zihnini uyuşturacak başka araçlara ihtiyaç duyuyor. İşte tam da bu noktada işçi sınıfının zihnini bulandıracak milliyetçilik devreye giriyor. Egemenlerin yüzyıllardır kullandığı ve bir türlü demode olmayan bu zehrin dozu, tam da böylesi dönemlerde arttırılıyor. İşçi sınıfının bilinci bulandırılıyor, kendi sorunlarına karşı gözleri kör, kulakları sağır ediliyor.
Dünyada genel gidişat buyken, Türkiye’de durumun farklı olması şaşırtıcı olurdu. Aksine bugün Türkiye, bu ifadeyi destekleyen güçlü bir örnek konumundadır. Kitle tabanını diri tutmak ve genişletmek isteyen iktidar, kitlelerdeki milliyetçiliğin artması için uğraşıyor. Özellikle emperyalist savaşın içinde artık uluslararası bir nitelik kazanan Kürt sorunu, T.C. egemenlerini daha da keskinleşen bir çıkmazın içine itti. Batıyı işaret ederek “dış mihraklar” söyleminin de yeniden dillerden düşürülmemesiyle sürekli bir tehdit atmosferi diri tutulmaya çalışılıyor. Bu sorunlara, her anlamda saldırganlığını arttırarak çare bulmaya çalışan iktidar, özellikle milliyetçilik zehrinin dozunu arttırma ihtiyacı duyuyor.
Çeşitli araçlara sahip iktidar için spor da bu alanlardan birisidir. Popüler kültürün önemli bir parçası haline gelen spor, geniş emekçi kitlelere kolayca nüfuz eden bir özelliğe sahip olması bakımından önem kazanıyor. Çünkü spor, fiziksel aktivitenin dışında aynı zamanda kültürel ve sosyal bir alandır. Hayatı ev-iş arasında monoton bir döngüye giren emekçiler, sporun fiziksel aktivitesine katılmaktan daha çok sosyalleşme alanında yer alıyorlar. Zaten gerçek anlamda sanatsal ve kültürel faaliyetin dışına itilmiş işçiler, gündemde ciddi yer edinen spor vasıtasıyla sohbet ederek popüler kültürün bir parçası oluyor, sosyal bir kimlik kazanıyorlar. Sporun emekçiler nezdinde durumu buyken kapitalistler için farklı bir anlamı mevcuttur. Siyasetten bağımsız gibi gösterilen spor, egemenlerin kendi ideolojilerini kitlelere yayma aracı olarak kullanılan elverişli bir alandır. “İşin özü şu ki, ekonomik ve sosyal çıkarların bir ifadesi olan siyaset, yalnızca kendi dolaysız araçları üzerinden yürütülmez; aynı zamanda, özellikle de siyasal kanalların kapalı olduğu durumlarda harici biçimler üzerinden de kendini dışa vurur ve spor bunun en elverişli biçimlerinden biridir. Kapitalizmle birlikte ise, spor ve siyaset ilişkisi alabildiğine iç içe geçerek karmaşık bir bütün oluşturmaya başlamıştır.”[*]
Emekçilere milliyetçilik, kapitalistlere kâr
Kapitalist egemenler için hem muazzam kârların sağlandığı bir endüstri hem de ideolojilerini geniş kitlelere benimsetme kanalı olan spor vesilesiyle, içinde bulunulan dönemin koşulları doğrultusunda milliyetçilik propagandası daha da yükseltiliyor. Emekçi kitleler “şampiyon olma” hissine kapılıp, adeta sarhoş ediliyor. Sefalet koşulları altında kendini değersiz hisseden emekçilerin, “Şanlı Türk Milleti”ne mensup olma propagandasıyla gururları okşanıyor. Aynı koşullarda yaşayan diğer halklara düşman ediliyorlar, sınıfsal ayrımlar gizleniyor. “Biz kazandık” duygusuna kapılan işçiler, her gün kaybettiği kendi haklarına yabancılaşıyor. Dolayısıyla gerçekte kazanan emekçi kitleler değil kapitalist egemenler oluyor. Örneğin geçtiğimiz Mayıs ayında Fenerbahçe basketbol kulübü Euroleague şampiyonu oldu. Takımın sayı getiren bir tek Türkiyeli oyuncusu olmamasına rağmen “tarihi zafer”, “Yunanlıları yenen Fenerbahçe” gibi söylemlerle yıllardır sürdürülen Türk-Yunan düşmanlığı beslendi, milliyetçilik kışkırtıldı. Kendi çıkarları doğrultusunda milliyetçiliği azdıran egemenler, söz konusu olan kârları olunca Türkiyeli olmayan ama daha yetenekli olan oyuncuları oynatmakta bir sakınca görmüyorlar. Böyle düşünmeleri de kendi mantık çerçeveleri içinde son derece normaldir. Bizim açımızdan işin bu kısmı herhangi bir sorun teşkil etmiyor elbet. İşçi sınıfını “yerli-yabancı” temelinde bölen kapitalist egemenlerdir. Burada altı çizilmesi gereken nokta tüm bu yapay ayrımları yaratanların ikiyüzlülükleridir. “Türkler Avrupa’yı fethetti”, “tarihi zafer”, “Türkler ezdi geçti”, “Yunanı bozguna uğrattık” gibi söylemlerle riyakârca milliyetçiliği kışkırtanlar, bu söylemlerin altında milyon dolarlar kazanıyorlar ve bunu yaparken de milli tercih kıstasına hiç mi hiç takılmıyorlar.
Çünkü kapitalistler için önemli olan kârlarıdır ve özellikle siyaset dışı gibi gösterilen böylesi alanlarda kendi ideolojilerini kitlelere benimsetmektir. Irkı, dini, dili fark etmeksizin kendilerine kâr sağlayacak seçimler yapan kapitalistler, sıra işçi sınıfına gelince emekçi halkları bu ayrımlarla bölüp, birbirine düşman etmeye çalışırlar. Milyon dolarlarca kârların sağlandığı spor kulüpleri de kapitalist şirketler gibi düşünüyor ve ona göre kararlar alıyorlar. Borsada işlem gören ve şampiyonluk sayesinde inanılmaz paralar kazanan kulüp yönetimleri “milli olsun bizim olsun” zırvalığına takılmıyorlar. Yabancı sporcularla dolup taşan kulüplerin önemsediği asıl nokta kulübün borsadaki değeri, ticari satışlarının ne olduğudur. Çıkarlarına göre hareket eden kapitalist egemenler, yeri geldiğinde aşağıladıkları uluslara mensup sporcularla muazzam paralar kazanıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi bir tek Türkün bile olmadığı takımla “Türkün gücünü” tüm dünyaya ispatlıyorlar! Hatta herhangi bir spor kulübünün ötesinde milli takımlarda dahi bu durumun geçerli olduğu örnekler yaşanıyor. Kâğıt üzerinde birkaç basit işlemle “millileştirilen” ve bir anda ulus değiştiren sporcular, milli takım kadrolarında yer alıyor. Aslında karma uluslardan oluşan takımlarla kitlelerin bilincinde “ulusal üstünlük” pekiştiriliyor.
Bunun dışında Türkiyeli ve yetenekli çok sayıda sporcu da daha çok para kazanmak için yurtdışındaki çeşitli kulüplerde oynuyor. Sürekli “milli olmanın” gururundan dem vuran ve işçi sınıfına dayatılan hayattan uzak bir yaşam süren bu sporcular, daha fazla paralar kazanabilecekleri yurtdışındaki kulüpleri tercih ediyorlar. Geçtiğimiz haftalarda tam da bu profile uygun bir örnek yaşandı. Herhangi bir “yerli” takımda oynamak yerine kendi kariyeri için dünyanın en büyük futbol kulüplerinden birinde top koşturmayı seçen bir futbolcu, referandum öncesinde “vatan, millet” demagojisi yaparak, “güçlü bir Türkiye için evet diyorum” diye oyunu duyurmuştu. Daha sonraki günlerde epey bir gündem olan birtakım hadiseler yaşandı. Meselenin bizim konumuzla ilgili kısmı, sorunun kaynağının milli takımda ödenecek prim anlaşmazlığı olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu çok sevgili vatansever (!) futbolcumuz “milli takımda oynamanın gururu”nu yaşamak yerine para anlaşmazlığına düşmüş ve sonuç itibariyle milli takımdan ayrılmıştır. “Güçlü bir Türkiye için” her fırsatta işçi haklarını tırpanlayan iktidarı destekleyenler, sıra kendi meselelerine gelince hiç de söyledikleri gibi davranmıyorlar. Yaşanan olaylar, toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından tanınan ve konuşmaları emekçi halkın üzerinde etki bırakan kişiler için milliyetçiliğin gerçekte ne anlama geldiğini ortaya koyuyor. Aslında bütün bu örnekler yükseltilen milliyetçiliğin nasıl yapay bir zehir olduğunu, gerçek bir temelden yoksun olduğunu açıkça ispatlıyor. Fakat işçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü bu gerçekliğin görülmesini engelliyor. Milliyetçiliğin burjuvazinin ideolojik bir zehri olduğu gerçeğinin kitlelerce kavranması, ancak işçi sınıfının devrimci örgütlülüğüyle mümkün olacak.
[*] Utku Kızılok, Olimpiyatlar, Spor ve Milliyetçilik, Eylül 2012, marksist.com
link: Pınar Şafak, Spor Kisvesi Altında Körüklenen Milliyetçilik, 26 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5716
“Başarının” Sırrı!
Duvarla Sarmalanmış “Özgür Dünya!”