15 Temmuz darbe girişimini izleyen çalkantılı günler sırasında, TBMM’de, yine bir gece yarısı “operasyonu” ile Başbakanlığa bağlı Türkiye Varlık Fonu adıyla bir şirketin kurulmasına dair bir yasa teklifi kabul edilmişti. Yasa, ağırlıklı bölümü hükümetin denetiminde ve yönlendirmesinde hareket eden burjuva medya tarafından “Varlık Fonu mega projelerin finansörü olacak” başlıklarıyla müjdelenmiş, sosyalist basında ise haklı olarak işçi sınıfına yönelik yeni saldırıların bir parçası olarak değerlendirilmişti.
Hükümet Varlık Fonunu, “G-20 ülkeleri arasında bir tek bizde yoktu” diyerek pazarlamaya çalışıyordu ama söylenenin aksine dünyada önde gelen varlık fonları ile benzer niteliklere sahip olmayan bir şirket kurulmuştu gerçekte. Dünyadaki aynı isimdeki fonlar, genellikle ihraç ettikleri petrol gibi emtialar sayesinde cari işlemler fazlası veren ülkelerin elindeki yabancı para rezervlerinin, yani hazinelerindeki gelir fazlasının değerlendirilmesi için ortaya çıkmıştı. Ancak Türkiye’nin bütçesinde böyle bir fazlalığın ve bu türden bir gelir kaleminin olmadığı açıktı. Aksine Türkiye ekonomisi bütçe açığına ve ciddi bir cari açığa sahipti ve İşsizlik Fonu hariç hiçbir fon da gelir fazlası vermemekteydi. Petrol geliri gibi sürekli bir emtia geliri de söz konusu olmadığına göre, Türkiye’deki Varlık Fonunun dünyada bilinen işlevini yerine getirmek üzere kuruluyor olması mümkün değildi. Yani dünyadaki aynı adı taşıyan örnekler üzerinden bu fonun niteliğini anlamaya çalışmak yersizdi. Hükümet başka türden kaynakları kullanarak ihtiyaç duyduğu işlevleri hızlı bir biçimde yerine getirmesi saikiyle bu fonu kurmuştu.
Çıkan yasada fonun kaynakları olarak, özelleştirme kapsamında bulunan ve devrine karar verilen varlıklar, uluslararası ve yurtiçi piyasalardan her türlü yöntemle sağlanacak finansman ve Bakanlar Kurulu tarafından Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına ya da şirket tarafından yönetilmesine karar verilen kamu kurum ve kuruluşlarının tasarrufu altında bulunan ihtiyaç fazlası gelir, kaynak ve varlıklar sayılıyordu. Buna göre, yapılacak yeni özelleştirmelerle elde edilecek gelirler önce Özelleştirme Fonuna, oradan da Varlık Fonuna aktarılacaktı. İkinci olarak tıpkı Hazine gibi Varlık Fonu da, Türkiye’nin tüm kaynaklarını, kamusal varlıklarını ve projelerini, menkul ve gayrimenkul haline dönüştürerek piyasalara ve borsalara sunarak ulusal ve uluslararası piyasalardan kamu adına borçlanma yoluyla finans sağlayacaktı. Üçüncüsü de halihazırda varolan ya da oluşturulacak olan hükümetin tasarrufu altındaki varlıklar ve kaynaklar bu fona aktarılabilecekti.
Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi ilk günlerde bu fonun büyüklüğünün 200 milyar dolara ulaşmasını hedeflediklerini söylemişti, daha sonraları kendisi ve başkaları 300 hatta 400 milyar dolarlık hedeflere ulaşmaktan bahsettiler. IMF’in 2016 verilerine göre Türkiye’nin Gayrisafi Yurtiçi Hasılası’nın 751 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse bu fonun büyüklüğüne dair hükümetin hedeflerinin hangi düzeyde olduğu anlaşılabiliyordu. Dünyanın hatırı sayılır büyüklükte varlık fonlarından biri oluşturulmak isteniyordu. Nitekim Şubat ayının başında çıkarılan KHK’ler ile bu doğrultuda ilk adımlar atıldı. Daha önce aktarılan Milli Piyango gibi şans oyunlarının gelirlerinin ardından Ziraat Bankası, BOTAŞ, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, PTT, Borsa İstanbul ve TÜRKSAT’ın Hazineye ait hisselerinin tamamı, Türk Telekom’un yüzde 6,68 oranındaki Hazineye ait hissesi, THY’nin yüzde 49, Halkbank’ın yüzde 51 hissesi, Eti Maden İşletmeleri ve Çaykur Varlık Fonuna devredildi. İlk elde, ödenmiş sermayesi yaklaşık 20 milyar dolar civarında olan şirketler Varlık Fonunun yönetimine geçmiş oldu. Bunlarla birlikte Savunma Sanayi Fonunda birikmiş olan 3 milyar lira civarındaki nakit para da Varlık Fonu yönetimine bırakıldı.
Gelinen noktada, büyük şirketler ve önemli miktarda nakit Varlık Fonuna devredilmiş olsa da hedeflenen varlık değerleri ile mevcut durum arasında epeyce bir açık olduğu görülüyor. Bu açığın kapatılması için fona aktarılabilecek TRT’den TOKİ’ye kadar daha pek çok kuruluş olmasına rağmen en fazla üzerinde durulan kaynakların, yeni oluşturulmaya başlanan Bireysel Emeklilik Fonu, yakında oluşturulması için yeniden harekete geçilen Kıdem Tazminatı Fonu gibi diğer fonlarla birlikte İşsizlik Fonu olduğunu belirtmek lazım. İşsizlik Fonunda biriken kaynağın 100 milyar lira civarında olduğu hatırlanacak olursa, Varlık Fonunun esasen işçilerin bu fon ve benzerlerinde biriken varlıklarıyla hedeflenen düzeylere yükseltilmeye çalışılacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumun hükümetin devlet mülkiyetinde olan şirketleri fona aktarmasından daha farklı bir yönü vardır. Çünkü doğrudan işçilerin gelirlerinden yapılan kesintilerle oluşturulan bireysel emeklilik, işsizlik ödeneği gibi fonlar ve kıdem tazminatı gibi haklar bu fona kaynak olarak aktarılmış olacaktır. İşçilerin zaten akıbeti hakkında söz söyleme imkânları olmayan ama belli ihtiyaçlarına yönelik olarak düzenlenmiş bu fonlar, bütünüyle amaç dışı faaliyetlerde kullanılır hale gelecek ve açgözlü burjuvazinin bitmeyen ihtiyaçlarına daha da fazla yönlendirilerek gasp edilecektir.
Peki, çok sayıda kamu kurumunu bünyesinde toplamanın yanı sıra, işçilerin fonlarda biriken paralarının gaspı ve işçilerin geleceğini ipotek altına alarak yapılacak borçlanmalarla oluşturulacak bu fon nerelerde kullanılmak isteniyor? Anadolu Ajansının haberine göre, “Mega projelerin önündeki en büyük engel olan finansman sorunu Türkiye Varlık Fonu ile giderilecek. Kurulan fon sayesinde, Kanal İstanbul, İstanbul’a üçüncü havalimanı, 3 katlı büyük İstanbul tüneli, hızlı tren projeleri, nükleer santral gibi büyük boyutlu projeler için finansmana erişim artık daha kolay olacak. Türkiye, bu tarz projeleri daha az maliyetle ve daha kısa bir sürede hayata geçirerek, uluslararası arenadaki etkinliğini artıracak”. Anadolu Ajansı belirtmemiş ama biz ekleyelim: Varlık Fonu, ekonomik krizin zora soktuğu ya da iflas noktasına getirdiği sermaye gruplarına krediler oluşturacak, doğrudan ya da dolaylı kaynak aktaracak.
Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşanan kriziyle birlikte AKP hükümetinin izlediği politikaların da etkisiyle katlanan ekonomik sorunlar, önümüzdeki süreçte büyük çalkantıları beraberinde getirecek. Dış finansal kaynağa muazzam ölçülerde ihtiyaç duyan Türkiye ekonomisi, derecesi üç büyük uluslararası denetleme kurumu tarafından yatırım yapılamaz ülke statüsüne indirilince ve uluslararası alanda genel eğilim, finansal yatırımların Türkiye gibi istikrarsız piyasalardan çekilmesi yönünde olunca bir darboğaza doğru hızla sürüklenmeye başladı. Siyasi olarak da uluslararası alanda sıkışmaya başlayan hükümetin bu durumu tolere edebilmek için pek fazla manevra alanı bulunmuyor. İşte bu noktada hükümet, gelişmekte olan duruma göre pozisyonunu düzenleme ihtiyacına girdi ve bunun siyasi ve ekonomik mekanizmalarını hayata geçirmeye çalışıyor. Varlık Fonunun oluşturulması ve fonun geliştirilmesi için atılan adımlar da bu sürecin bir parçası.
Olası bir ekonomik çöküntüde zora girecek sermaye gruplarını fonlayarak, hisse ya da borçlanma senetlerini alarak kurtarma girişimlerinde bulunmak, “çılgın projeleri” düze çıkarmak için finansman yaratmak Varlık Fonunun yerine getireceği işlevler gibi görünüyor. Bir burjuva hükümetin bu doğrultuda adımlar atmaya girişmesinde elbette bir gariplik yoktur ama bunun krizin faturasının emekçilerin sırtına yüklenmesi olduğunu teşhir etmek gereklidir. Çünkü işçilerin yarattığı değerler ve doğrudan cebinden oluşturduğu fonlar, krizin yıkımını yaşayan işçilere değil, krizin nedeni olan sermayeye kendini kurtarması için akıtılacaktır.
Bu yöndeki politikalar Varlık Fonu olmadan, devletin mevcut kurumları üzerinden de hayata geçirilebilir şüphesiz. Ancak Varlık Fonunun yapılanması bunun daha hızlı, etkili ve sorumluluk taşımadan yapılabilmesine olanak veriyor. Bu yüzden, Varlık Fonunun hükümet için en önemli niteliklerinden biri hukuken denetimsiz olması. Çünkü bu fon kamu kurumlarından farklı olarak Sayıştay denetiminin dışında kalacak. Ayrıca fonun şirket yönetiminin eli muazzam ölçüde serbest olacak. Fon birçok vergiden muaf tutulmuş durumda. Bunun yanı sıra şirket hakkında icra hükümleri uygulanamayacak, fona ait şirketin malları haczedilemeyecek. Yöneticilerini başbakan belirleyecek. Muhakkak ki, referandumda “tek adam rejiminin” kabul edilmesi durumunda bu yetki Cumhurbaşkanı’na devredilecek. Yani bu imtiyazlı ve denetimden azade şirket, bütünüyle “Başkan”ın kontrolü altında işlerini yürütecek. Bu yüzden de daha ilk adımda Varlık Fonu Şirketinin yönetim kurulu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la doğrudan irtibatı olan ve ona yakınlığı ile bilinen Himmet Karadağ, Yiğit Bulut gibi kişilerden oluşturuldu.
Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Varlık Fonunun yapısı, kullandığı, kullanacağı kaynaklar ve yerine getirmesi amaçlanan işlevler itibariyle, aslında Türkiye burjuvazisinin önümüzdeki dönemde uygulamayı planladığı politikaların nasıl araçlara ihtiyaç duyduğuna işaret ediyor. Burjuvazinin olağanüstü bir dönemde siyasetle birlikte ekonomide de işçi sınıfına yönelik pervasız saldırganlık yöntemlerine başvuracağını gösteriyor.
Olağanüstü dönem rejiminin fonu
Türkiye faşizmin kurumsallaşması yönünde hızlı adımlarla ilerlerken hayata geçirilen Varlık Fonu, belki aynı adı taşıyan dünyadaki fonlardan çok farklı ama yine olağanüstü rejimlerin ürünü olarak ortaya çıkmış benzerleri de tarihte mevcut. Örneğin Marx’ın Bonapartizm olarak adlandırdığı rejimin isim babası Louis Bonaparte’ın hükümet darbesinin ardından 1852 yılında kurulan Société Générale du Crédit Mobilier (kısaca Credit Mobilier) çok sayıda şirketin hisselerini ve yönetimini bir araya getirerek büyük altyapı projelerini finanse etmek için kurulmuş bir fondu. Nitekim o dönemde Credit Mobilier yönetiminde, başta Paris’te olmak üzere büyük çaplı inşaat ve altyapı projeleri kısa zamanda gerçekleştirildi ve ekonomik faaliyetler genel olarak canlandırılmaya çalışıldı. Credit Mobilier fonu, bütün bu projelerin finansmanında devreye girdi ve etkili oldu.
Marx, Credit Mobilier’i Fransa’daki tüm farklı endüstrilerin sahibi ve Küçük Napolyon’u (Louis Bonaparte’ı kastediyor) da bunların en üst yöneticisi yapma niyetinde bir fon olarak değerlendiriyordu. Bu yapının faaliyetleri ile de “Fransa’nın bütün mülkiyet ve endüstrisi Louis Bonaparte’a karşı kişisel bir yükümlülük altına giriyor” diyordu.[*] Yani bütün yetkileri elinde toplamış bir diktatörün siyasi iktidarının kaderini de belirleyeceği için ekonomiyi büyük bir fonla yönlendirmeye girişmesini anlatıyordu. Fransa’nın varlıkları, bu imtiyazlı ve güçlü fon sayesinde neredeyse Louis Bonaparte’ın şahsi hazinesi haline gelmişti. Küçük Napolyon, Fransa’nın bütününü çalıp fonun yatırımlarıyla onu Fransa’ya hediye olarak veriyordu. Marx’a göre, rejim bu fon sayesinde bir yandan iktisadi faaliyeti yönetme kabiliyetine ulaşırken, diğer yandan da kaynak aktarımı yaptığı kesimler üzerinden toplumsal dayanaklarını sağlamlaştırıyordu.
Fransa’da uzun yıllar önce yaşanan bu durum, olağanüstü yönetim biçimlerinin hayata geçtiği dönemlerde, burjuvazinin büyük fonlar oluşturarak sermayenin ihtiyaçları temelinde bu fonları, “tek adamın” kontrolü altında kullandığını gösteriyor. Bugün de Türkiye’de kurumsallaştırılmak istenen totaliter diktatörlük, dünyada etkisini giderek arttıran ekonomik krizin tehdidi altında, hem varlığını sürdürmek hem de krizin doğuracağı fırsatları kullanarak burjuvazisinin daha etkili hale gelmesini sağlamak için benzer bir yapıyı oluşturmaya çalışıyor.
Varlık Fonunun mevcut yapısı ve amaçları, Türkiye’de inşa edilmeye çalışılan tek adam rejimi ile doğrudan ilişkilidir. İktidarın tek adam rejimi ile sürdürülmesi için gereklidir. Kapitalizmin dünya ölçeğindeki büyük krizinin yaratacağı tahribatlar yüzünden sermayenin ihtiyaç duyacağı kaynak aktarımının aracı olabileceği için de burjuvazinin sonuna kadar destekleyeceği bir girişimdir.
Kamu gelirleriyle kurulan, maddi olarak güçlü, imtiyazlı, herhangi bir denetime tâbi olmayan Varlık Fonu, görülüyor ki, burjuvaziyi kriz koşullarında ayakta tutmak için faaliyet gösterecek. Elbette bunu Türkiyeli emekçilerden çaldıklarını burjuvaziye hediye olarak vererek yapmaya çalışacak. Ne var ki kapitalizmin geldiği noktada yüz yüze kaldığı tarihsel kriz, burjuvazinin geçmişte kullanarak ayağa yeniden kalkabildiği yöntemleri büyük bir hoyratlıkla geçersiz kıldığını her fırsatta gösterdiği gibi sermayeye sorunları için herhangi bir çözüm umudu da vaat etmiyor.
link: Selim Fuat, Burjuvazi İçin Paralel Hazine: Varlık Fonu, 15 Nisan 2017, https://marksist.net/node/5590
Şovenizmin Vardığı Nokta: Artık Çocuklar Yuhalanıyor!
Referandum Sonucu Gayrimeşrudur! Mücadeleye Devam!