7 Haziran genel seçimleri yaklaşırken milletvekili adayları da büyük bir yarışın ardından netleşmeye başladı. Bugüne kadar on bin kişi, Merclis’te bir koltuk kapabilmek için burjuva partilere aday adayı başvurusunda bulunmuş durumda. Üniversite rektöründen danışmana, müsteşardan valiye, belediye başkanından emniyet müdürüne kadar çeşitli düzeylerde görev yapan yüzlerce bürokrat istifa ederek milletvekilliği adaylığı başvurusunda bulundu. AKP içinde üç dönem uygulamasından kaynaklı birçok milletvekilinin yeniden aday olamayışı, adaylar arasındaki rekabeti de arttırmış durumda. Ancak milletvekili olmak öyle kolay değil. Milletvekili seçilmek isteyenler ilk etapta aday adayı olmakta, bu süreci atlatanlar, yani parti karar organları tarafından aday gösterilenlerse aday olarak yoluna devam etmektedirler. Tabii bu süreçte de yöneticilerin gözüne girmek için her türlü numarayı ve yalakalığı yapmak, yüklü bağışlarda bulunmak gerekmektedir.
Seçim süresince adayların söylemi, yapılan hazırlıklar, burjuva parlamenter sistemin iç yüzünü de ortaya koyması bakımından önemlidir. Burjuvazi, parlamentoyu ve seçimleri demokrasinin özü, halkın kendi kendini yönetmesi diye lanse eder. Bu söyleme göre, seçilenler milletin vekili olduğu için milletin iradesini temsil ederler! Peki emekçilerin seçilemediği, taleplerini dile getiremediği bir yer nasıl olur da toplumun iradesini temsil edilebilir? Milletvekili adayları millet hizmet etmek için ellerini taşın altına soktuklarını, daha fazla hizmet için mevcut görevlerini bıraktıklarını söylüyorlar. Bu nasıl bir hizmet aşkıdır ki, işadamları, bürokratlar, üst düzey yöneticiler devasa paralar harcayarak milletvekili seçilmeye çalışıyorlar? Bir emekçinin böyle bir şansı yoktur, yani parası olmadığı için vekil olma hakkı da yoktur. İşte burjuva demokrasisinin temel özü budur. Fabrikasında binlerce işçi çalıştıran, onları iliklerine kadar sömüren onlarca burjuva var parlamentoda. Bunlar gerçekten de toplumun çıkarlarını savunabilirler mi?
Erdoğan tarafından da sıklıkla kullanan “milli irade” söyleminin boş bir laftan ibaret olduğunu adayların seçim vaatleri de ortaya koyuyor. Örneğin Denizli’de AKP’den milletvekili aday adayı Mehmet Uğur Tatar seçim afişinde bir eliyle photoshoplu resimde bir limanı göstererek şöyle diyor: “Bu deniz Denizli’mize gelmeli!” Akıllara ziyan bu vaat gerçekten de Kemal Sunal filmlerine taş çıkartacak cinsten. Denizi olmayan bir şehre deniz vaat edecek kadar “hizmet sevdalısı” bu aday mı “milli irade”yi temsil edecektir? Böyle bir adayın emekçilerin gerçek sorunlarıyla, onların çıkarlarını savunmakla bir ilgisi olabilir mi?
Sistem partilerinden milletvekilliğine aday adayı olanların yalakalık performansları da aday gösterilmelerinde etkili olmaktadır. Bugüne kadar bu konuda hiç kimse AKP’den milletvekili seçilen Mehmet Metiner’in eline su dökememiştir. Bir dönem DEHAP’ta genel başkan yardımcılığı yapan Metiner, AKP’den milletvekili seçilmek, AKP’ye şirin görünmek için sürekli olarak her çıktığı programda Kürt hareketine saldırıp durdu. Bir dönem Erdoğan için Kürt sorununu çözecek kapasitesi yok demişti. Bu konuşması ortaya çıkan Metiner’in savunması ibret vericidir. Metiner kendini şöyle savunuyordu: “Herkesin bir cahiliye dönemi vardır. Benim de cahiliye dönemim o olsun. İnsan sevdiklerine, sonradan pişman olacağı sözler edebilir. Ben o lafları yayınladıktan sonra okuduğumda söylediğim sözlerdir, çok rahatsız oldum. Sayın Başbakanın hiç hak etmediği sözlerdir. Ben orada Sayın Başbakanın şahsına karşı söylemiş olduğum sözlerden dolayı tabii ki pişmanım, bin kez özür dilerim. Ama Hz. Ömer, Hz. Ebubekir cahiliye dönemiyle anılmıyorsa Mehmet Metiner’in de ve AK Parti’de siyaset yapan partili arkadaşlarımızın geçmişlerinde söylediği, pişmanlık duyduğu sözlerinden sigaya çekilmemesine inanıyorum.”
Demek ki mesele hizmet etmek değil koltuk kapmak meselesiymiş. Bir koltuk kapmak için insan ancak bu kadar küçülebilir. Diğer taraftan özellikle bürokraside milletvekili seçilmek için valiler, emniyet müdürleri daha görevlerinin başındayken tıpkı partili gibi davranmaktadırlar. Ama utanmadan çıkıp halka “biz herkese karşı eşit mesafedeyiz” diyebiliyorlar. Örneğin bir dönemin İstanbul valisi, Taksim yasağının sıkı savunucu, emekçileri gaza boğan Muammer Güler, emekçi düşmanı tavrının mükâfatını milletvekili seçilerek aldı. Sonrasında neden milletvekili seçildiği de ortaya çıktı. Başka türlü ayakkabı kutusunun içine gizlenen milyonları, kirli ilişkileri, yolsuzlukları nasıl örtbas edebilirdi ki? Acaba bürokratlar kendi makamlarında hizmet veremiyorlar mı? Örneğin TCDD genel müdürü milletvekilliği için istifa edenler arasında. Bu müdür milletvekili olarak kendi bulunduğu makamdan daha önemli hangi katkıyı sunacaktır? Milletvekili olduğunda halk bundan nasıl istifade edecektir? Görüldüğü üzere seçimler, burjuva partilerin adayları için yeni bir ikbal kapısından başka bir şey değildir.
Milletvekilliği sevdası nereden geliyor?
Bugün on bin kişi milletvekili adaylığı için başvuruyorsa, bunun için büyük paralar harcıyorsa mutlaka bir hesapları vardır. Evvelâ vekil seçilenlerin büyük çoğunluğu zaten tuzu kuru olanlardan oluşuyor. Başka türlü bu parayı nereden bulabilirlerdi? Bu tuzu kuru adayların aslında halkla bir bağları, bağlantıları bulunmuyor. Milletvekili seçilenlerin elde ettiği olanaklara baktığımızda hem burjuva parlamentonun kokuşmuşluğunu, hem de vekil olma sevdalılarının iç yüzünü görmüş oluyoruz.
Bugün Meclis’te olan 550 vekilin 127’si işadamı, 237’si hukukçu, tıp doktoru, öğretim üyesidir. Kendini sendikacı olarak tanımlayan 7 vekil dışında, geri kalanlar, kendilerini serbest meslek mensubu (yani küçük ve orta düzeyde burjuvalar) olarak tanımlamışlardır. Kendini sendikacı olarak tanımlayanların, işçilerin aidatlarından oluşan fonları nasıl ceplerine indirdikleri, işçi sınıfına ihanet eden sendika bürokratları oldukları da herkesin malûmu. 127 burjuva vekil işçilerin, emekçilerin sorunlarıyla mı ilgilenmiştir, yoksa yağlı ihalelerin peşine mi düşmüşlerdir? Bu vekillerin hangisi halkın sorunlarıyla ilgileniyor, şehir şehir dolaşıp emekçilerin sıkıntılarını soruyor? Çoğunluğu eğer kendi partileri açısından önemli bir gündem yoksa Meclis’e bile gelmiyorlar. Kendi işlerinin başında, ceplerini daha fazla nasıl dolduracaklarının peşindeler.
En büyük örneğini 17-25 Aralık sürecinde gördük. Vekillerin nasıl rüşvet ve yolsuzlukların içine girdikleri, hangi ihaleleri kime verdikleri ve daha pek çok pislikleri ortaya saçıldı. Kolunda 790 asgari ücretlinin bir aylık maaşına bedel 750 bin liralık saat taşıyanlar halkın temsilcisi olabilir mi?
Dahası milletvekilleri çok yüksek bir maaş almakta ve devletin her türlü olanağından yararlanmaktadır. Emekçileri sefalet ücretine layık gören “hizmet sevdalısı” vekiller, her fırsatta kendilerine kıyak geçmektedirler. 2011 yılında yapılan düzenleme ile vekillere süper emeklilik getirildi. Bu sayede, iki yıl milletvekilliği yapanlar ömür boyu emekli olmaya hak kazandı. 2015 yılında, emekli milletvekili maaşı 8 bin 190 TL, milletvekili maaşı ise 15 bin TL oldu. Görevleri devam eden 536 milletvekilinin 400’ü emekli aylığı da alıyor. Yani 400 milletvekili toplamda 23.190 TL milletvekili aylığı alıyor. Bunun yanı sıra kendileri ve yakınları devletin sağlamış olduğu her türlü sosyal haklardan ömür boyu yararlanabiliyor.
Görüldüğü üzere seçimler, burjuva partilerin adayları için yeni bir ikbal kapısından başka bir şey değildir. “Hizmet aşkı”, “halkın iradesi” vs. ise bu düzende boş laftır!
link: Hakan Sönmez, Milletvekili Seçimleri ve Adayların “Hizmet Aşkı”, 28 Mart 2015, https://marksist.net/node/4116
Cezaevlerinde Olağanüstü Hal
Tanklar Yoksulların Evini Yıkar