Türkiye bir kez daha mevcut burjuva kutuplaşmanın damgasını vurduğu şartlar altında bir seçime gidiyor. 12 Eylül anayasa oylamasında, faşist rejimin süngüleri altında Evren’in de cumhurbaşkanı olarak “oylanması” bir kenara bırakılacak olursa, Türkiye’de cumhurbaşkanı ilk kez halk oylamasıyla seçilecek. İlk turu 10 Ağustosta gerçekleştirilecek olan seçimde AKP, CHP-MHP ve HDP adayları yarışacaklar. Bu turda adaylardan herhangi biri yüzde 50’nin üzerinde oy alamazsa, en fazla oy alan iki aday 24 Ağustosta yarışacak ve bu ikinci turda en fazla oyu alan kişi cumhurbaşkanı seçilecek.
Bu seçim emekçi kitlelerin çıkarları açısından nasıl bir anlam ifade ediyor? Cumhurbaşkanını neden eskiden Meclis seçiyordu da şimdi güya halk seçiyor? Baştan hatırlatmak gerekiyor ki, AKP’nin “halk karar veriyor” propagandasıyla demokratik bir yöntem olarak sunduğu bu seçim sistemi, yüzeydeki görüntünün aksine, bir garabet olarak halka dayatılmıştır. Bu dayatmanın perde arkasında, bilindiği üzere, 2007 yılında yeni cumhurbaşkanının belirlenmesi sürecinde yaşanan siyasi kriz yatmaktadır. Kısaca hatırlatalım. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolması nedeniyle 2007 Nisanında yapılacak Meclis oylamasıyla yeni bir cumhurbaşkanı seçilecekti ve AKP’nin göstereceği adayın cumhurbaşkanı olması kaçınılmazdı. Ancak burjuvazi içindeki it dalaşının doruğa tırmandığı o günlerde, statükocu asker-sivil bürokrasi, Kemalist rejimin “son kalesi” olarak gördüğü bu makamı AKP’ye kaptırmamak için elinden geleni yaptı. Nihayetinde, Mecliste yapılacak cumhurbaşkanlığı oylamasından birkaç saat öncesine denk getirilecek şekilde, 27 Nisan gecesi internet üzerinden yayınlanan bir Genelkurmay bildirisiyle AKP hükümetine alenen muhtıra verildi. Yargı bürokrasisinin, meşhur 367 kararıyla sürece müdahil olması ise siyaseti kilitleyip gerginliği iyice tırmandırdı ve AKP cumhurbaşkanlığı seçimlerini erteleyerek erken seçime gitme kararı aldı. Takip eden Temmuz ayında yapılan bu erken genel seçim, mağdur pozisyonundaki AKP’nin ezici bir zafer kazanmasıyla sonuçlanmış ve hemen ardından da Abdullah Gül Meclis oylamasıyla cumhurbaşkanlığı makamına oturmuştu. Erdoğan’ın yerine Gül’ün aday gösterilmesi AKP açısından statükocu güçlerin baskısı karşısında atılan bir geri adımdı. Ne var ki diğer taraf da Milli Görüş geleneğinden gelen ve “laik sistem” için ölümcül bir tehlike olduğu söylenen bir diğer isme razı olarak geri adım atmak zorunda kalmıştı. Sonuçta statükocu güçler açısından “son kale” düşmüş, Erdoğan ise oturmayı çok istediği cumhurbaşkanlığı koltuğundan bir dönem daha uzak kalmaya mecbur olmuştu.
Önceleri mevcut haliyle cumhurbaşkanının ölçüsüz yetkilere sahip olduğunu, bunun halk oyuyla seçilmiş parlamentonun iradesine ipotek koymak anlamına geldiğini, bu tür olağanüstü yetkilerin kaldırılması gerektiğini vb. savunan ve her fırsatta bu durumdan şikayet eden AKP, kendi adamını Çankaya’ya çıkardıktan sonra bunların hepsini unuttu. Ve devlet içindeki örgütlenmesini ilerletmek için bu yetkileri alabildiğine kullandı. Dahası arada başka bir adım daha atıldı. Oluşan fırsattan yararlanılarak, aslında için için arzu edilen başkanlık sistemine doğru teknik bir hamle yapılarak, cumhurbaşkanının seçim yöntemi değiştirildi. AKP erken genel seçimlerden üç ay sonra bu konuda anayasa değişikliği için referanduma gitti ve bu değişiklik %69 oyla kabul edildi. Genel seçimleri beş yıldan dört yıla indiren bu düzenlemenin getirdiği asıl köklü değişiklik cumhurbaşkanının seçim esaslarına ilişkindi. Bundan böyle cumhurbaşkanı seçimi halk oylamasıyla yapılacak ve cumhurbaşkanının görev süresi yedi yıldan beş yıla indirilecekti. Böylece Erdoğan, Gül’ün görev süresinin dolmasının ardından çok istediği o koltuğa oturmak üzere yolunu düzlemiş oluyordu.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, AKP’nin demokratik bir yöntem olarak sunduğu bu düzenleme gerçekte anti-demokratik olduğu gibi, ne kuş ne deve misali bir garabet de doğurmuştur. Söz konusu yasa, cumhurbaşkanı adaylığı için a) 20 milletvekilinin yazılı teklifi ve b) bir araya geldiklerinde toplam olarak yüzde 10 oyu temsil eden Meclis dışı partilerin ortak aday gösterebilmesi dışında bir yol tanımamaktadır. Hiçbir demokratik ülkede olmayan bu sınırlamalar nedeniyle, örneğin sendikalar, demokratik kitle örgütleri ya da belli bir büyüklük oluşturacak şekilde biraraya gelen her türden sivil girişim istedikleri kişiyi cumhurbaşkanı adayı yapamamaktadır. Oysa başkanlık sisteminin olduğu birçok ülkede diyelim 100 bin imza ile aday gösterilebilmektedir.
Cumhurbaşkanı adayına yüksek öğrenim mezunu olma ve 40 yaşını doldurma şartının muhafaza edilmesinin ifade ettiği elitizm ve gericilik hakkında ise uzun boylu söze gerek yoktur. Dahası diğer ülkelerde bulunan, seçimle gelen başkanların yine imza toplama ve müteakip halk oylaması gibi yollarla görevden alınması gibi mekanizmalar hiçbir şekilde getirilmemiştir.
Tüm dünyada devlet başkanlarının halk oylamasıyla seçildiği sistemler başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemleridir. Çünkü halkın yarısından fazlasının desteğiyle o makama oturan kişi, bu sorumluluk bahanesiyle güçlü yetkilerle de donatılmaktadır. Devlet başkanlığının cumhurbaşkanı olarak şekillendirildiği burjuva demokratik rejimlerde ise bu makama gelecek olan kişi parlamentoda yapılan oylamayla belirlenir ve yetkileri sınırlıdır. Ayrıca tarafsız olma kandırmacasının bir gereği olarak, bu makama partiler üstü bir rol biçilmektedir. AKP’nin getirdiği Türk işi sistemde ise bir yandan halk oylaması söz konusudur, öte yandan başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine geçilmiş değildir. Siyasi dengelerin başkanlık sistemi gibi köklü bir değişikliği yapmak için uygun olmadığını gören Erdoğan, bunu, Bonapartlaşma sürecinin doruk noktasını teşkil edecek olan başkanlık sistemine giden yolda bir ara aşama olarak görmüştür. Nitekim açıktan başkanlık sistemini dillendirmiş ancak buna uygun bir ortamı yakalayamadığından her defasında planlarını ertelemek zorunda kalmıştır. Bu arada partili cumhurbaşkanı gibi yarı-başkanlık sistemi de gündeme getirilmiş ancak aynı nedenlerle bu doğrultuda da somut bir girişimde bulunulmamıştır. Tüm bunlar için siyasi dengelerin kollandığı ve 2015 seçimlerinin hemen ardından adım atma hesapları yapıldığı görülüyor.
Erdoğan, başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi girişimi için koşulların biraz daha olgunlaşmasını beklemektedir. 2015 seçimlerinden elini güçlendirmiş bir şekilde çıktığı takdirde AKP’nin zaman geçirmeden bu doğrultudaki bir değişikliğe gitmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda yasaların kendisine tanıdığı tüm yetkileri sonuna kadar kullanacağını açıkça ifade etmektedir. Yasaların verdiği yetkilere bakıldığında ise karşımıza cunta anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı olağanüstü yetkiler çıkmaktadır ki, gerçekte bunlar yarı-başkanlık sistemlerinde devlet başkanlarına tanınan yetkilerin bile ötesine geçmektedir. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda Erdoğan’ın adı konmamış bir başkan olarak hareket etmesinin yasal zemini fazlasıyla mevcuttur. Üstelik bu başkan, söz konusu sistemin gerektirdiği denetim ve dengeleme mekanizmalarından da muaftır ve zaten Erdoğan’ın kafasındaki başkanlık sistemi de tam da böylesi mekanizmalarla sınırlanmayan diktatoryal yetkileri öngörmektedir.
Elinde bulundurduğu Meclis çoğunluğu nedeniyle yasama tekeline de sahip olan, ağzından çıkan sözün kanun haline gelmesini sağlayan, yargı üzerindeki hâkimiyetini alabildiğine pekiştiren, dilediği gibi yönlendirip idare edebildiği bir medya tekeli yaratan Erdoğan’ın hesabı, kukla bir hükümet oluşturarak tüm ipleri kendi elinde toplayacağı bir cumhurbaşkanlığı yürütmektir. Üstelik yolsuzluk ve hukuksuzluk batağına batan Erdoğan için hayati önem taşıyan dokunulmazlık zırhı da bu makam sayesinde birkaç kat kalınlaşmış olacaktır.
AKP ve onun şefi Erdoğan açısından cumhurbaşkanlığı makamını alabildiğine geniş yetkilerle donanmış şekilde elde tutmak, hükümetin icraatlarını veto engeliyle karşılaşmaksızın yürütmek için de büyük bir önem taşımaktadır. AKP hükümeti, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde istediği her kanunu bu tür bir engele takılmaksızın geçirmiştir. İşçi düşmanı, sermaye yanlısı yasalar, polise sınırsız yetkiler tanıyan faşizan kanunlar, kentleri, ormanları, sit alanlarını, su havzalarını insafsızca sermayenin yağma ve talanına açan, internete ve basına sansür getiren yasalar vb. birbiri ardına sökün etmiştir. Neo-liberal ve otoriter politikaların aynı hızla sürdürülmesi için Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı daha büyük bir olanak sağlayacak ve hükümet onun istediklerini yapan bir kukla işlevi görecektir. Ne var ki bu tür bir cumhurbaşkanı-hükümet ilişkisinin Özal ve Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu gibi kısa zamanda büyük sorunlara yol açacağını (üstelik kişiliği Özal ve Demirel’den çok daha fazla tek adam diktatörlüğüne yatkın olduğundan bu sorunların daha şiddetli biçimde yaşanacağını) bilen Erdoğan, en kısa sürede başkanlık ya da olamadığı takdirde yarı-başkanlık (partili cumhurbaşkanlığı) sistemini getirmeye çalışacaktır.
Erdoğan’ın yürüttüğü kampanyada “başkomutanlık” ve cumhur “reisliği” vurgusunu öne çıkarması, onun nasıl bir cumhurbaşkanlığı hayal ettiğini de göstermektedir. Bir Bonapart olarak sivrilen Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve AKP hükümetinin bir dönem daha iktidarda kalması, Türkiyeli emekçiler açısından, neo-liberal saldırıların otoriter uygulamalar eşliğinde daha da tırmanması, emperyal maceraların daha da boyutlanması, dolayısıyla başta Kürt halkı olmak üzere kardeş Ortadoğu halklarına yönelik yeni kirli tezgâhların kurulması anlamına gelmektedir. Şimdilerde AKP hükümeti, el altından desteklediği kanlı IŞİD çeteleri aracılığıyla, Suriye Kürdistanı’nın (Rojava) bağrı olan Kobani Kantonunu hedef alan ağır bir savaş yürütmekte, Kürtlerin kanını dökmektedir. IŞİD’le oynanan kirli dans Türkiye topraklarında da yansımalarını bulmaya adaydır. Musul’daki konsolosluk saldırısı ve Türkiyeli şoförlerin rehin alınması ile son günlerde İstanbul’da Caferi camilerinin yakılması girişimleri türünden provokasyonların da sinyalini verdiği tehlikeler kapıdadır.
Bu gidişe karşı durmak ve gerek Erdoğan’dan gerek AKP’den kurtulmak işçi sınıfı mücadelesinin somut hedefleridir. Peki ama nasıl ve yerine ne koyarak? İşte bu noktada, AKP karşıtı düzen güçleri emekçileri ortak yapım bir senaryonun figüranı haline getirmek istiyorlar. Senaryonun temelinde ise Erdoğan’dan ne pahasına olursa olsun kurtulmak yatıyor. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi de bu sınırlı amaca odaklanmanın ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Aylar boyunca uygun aday arayan CHP ve MHP, nihayetinde Erdoğan’ın karşısına İhsanoğlu’nu çıkarmakta karar kılmışlardır. İhsanoğlu, belli ki ulusal ve uluslararası burjuva mahfillerde yapılan yüksek istişareler sonucunda “keşfedilmiştir”. Erdoğan’a oy veren kitlenin “dini hassasiyetleri” düşünülerek ince hesaplar sonucunda belirlendiği anlaşılan bu aday, CHP’yi ve MHP’yi muhafazakâr, milliyetçi bir adayda biraraya getirmiştir. Üstelik İhsanoğlu, 2005’te İslam İşbirliği Teşkilatı’nın genel sekreterlik görevine bizzat AKP tarafından önerilen bir isimdir ve bu görevi 2014 Ocağına kadar sürdürmüştür. Sonuçta CHP, Erdoğan’ın karşısına sağ cepheden bir adayla çıkmaya karar vermiş, onu ulusalcı tabanına, özellikle de Alevi tabanına yutturmak için ise “ama karısının başı açık”, “modern”, “dürüst” vb. diyerek pazarlamaya girişmiştir.
Politikadan uzak ve belagatten alabildiğine yoksun olan İhsanoğlu’nun Erdoğan karşısında düşeceği durumu görmek için bir ay beklemeye gerek yoktur. Kampanyasının başlığı olan “Ekmek için Ekmeleddin” sloganı, CHP-MHP cenahının sığlığının çarpıcı bir göstergesidir.
Emekçilerin ekonomik ve demokratik sorunları, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi yakıcı meseleleri yuvarlak laflarla geçiştiren ya da bu mevzulara hiç girmeyen İhsanoğlu, seçilmesi durumunda esasen Erdoğan’ı ve AKP’yi sınırlandırmaya çalışmak, bu bağlamda az çok Necdet Sezer kıvamında bir rol oynamak üzere sahaya sürülmektedir. AKP’ye ve Erdoğan’a öfkeyle dolup taşan emekçi kitlelere İhsanoğlu dayatılıyor. Değişik şekillerde daha otoriter ve tehlikeli adaylar karşısında daha ılımlı sağcı adayların desteklenmesi politikasının örneğine dünyanın pek çok yerinde tanık olduk, oluyoruz. Örneğin Fransa’da 2002 cumhurbaşkanlığı seçiminde solun büyük bölümü, faşist Le Pen’e karşı, kapitalist saldırı politikalarıyla işçi sınıfının canına okuyan sağcı Chirac’ı desteklemişti. Sonuçta Chirac kazandı, fakat ne faşist hareketin güç kazanması, ne de ırkçılığın yaygınlaşması, ne de neo-liberal saldırıların hız kazanması engellenebildi. Aksine, düzen politikalarına ve politikacılarına mahkûm edilen işçi sınıfı, mücadelesini devrimci bir eksende yükseltemediği için her geçen gün daha ağır saldırılarla karşı karşıya kaldı. Bugün karşımıza çıkan da benzer bir durumdur. Erdoğan’ın temsil ettiği muhafazakâr otoriter yönelişe karşı, ehven-i şer mantığıyla daha ılımlı ve daha laik görünümlü sağ bir seçenek emekçi yığınlara yutturulmaya çalışılmaktadır.
İşçiler ve emekçiler ağır saldırılarına maruz kaldıkları AKP’den de Erdoğan’dan da kurtulmalıdırlar. Ancak bu, burjuvazinin dayattığı politikalarla, kişilerle ve yöntemlerle değil, birleşen işçi ve emekçilerin sillesiyle yapıldığı zaman gerçek anlamına kavuşabilir. Aksi takdirde yeni gelen burjuva iktidarlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, benzer saldırıları sürdürmeye devam edeceklerdir.
Bu seçim TC’nin en üst makamına oturacak şahsın belirleneceği bir seçimdir ve o koltuğa İhsanoğlu da otursa Erdoğan da otursa, öncelikli görevi düzenin bekasını sağlamak olacaktır. Dolayısıyla işçi ve emekçi kitleler, Erdoğan’ın diktatörlüğüne hayır demekle yetinmeyip, bu baskı ve sömürü düzeninin başka bir temsilcisi olan İhsanoğlu’na da hayır demelidirler.
Bu noktada HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın desteklenmesi, emekçileri esir alan her iki burjuva kutbun da oyununu bozmak için en anlamlı tutumdur. Demirtaş, rejimin dışından bir adaydır ve ona oy verilmesi mevcut koşullarda bu sisteme gösterilecek en güçlü tepki olacaktır. Erdoğan’ın ve İhsanoğlu’nun yarışacağı bir ikinci tur olması durumundaysa emekçiler açısından her iki adayın da açıkça reddedildiği ve bu haliyle seçimin emekçiler açısında meşru görülemeyeceğini ortaya koyan bir tutum almak en doğrusu olacaktır. Bunun en net yolu da bir boykot uygulamaktır.
Şunu bir kez daha vurgulayalım: Erdoğan’ın diktatörlük heveslerini kursağında bırakacak olan tek güç, birleşerek onun karşısına dikilecek olan emekçi kitlelerdir. İşçiden, emekçiden, başta Kürt halkı olmak üzere ezilen halklardan yana olan bir cumhurbaşkanı adayı çıkararak ona tepkisini güçlü bir şekilde gösteren emekçi kitleler karşısında, Erdoğan köşke çıksa dahi dilediği gibi at oynatamayacaktır.
Yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminin burjuva devletin tepesine kimin oturacağını belirlemeye yönelik bir seçim olduğu gerçeğinin karartılmasına da kesinlikle izin verilmemelidir. Bu noktada, “iyi cumhurbaşkanı seçelim, o iyi yönetir”, “emekten yana, demokrat bir cumhurbaşkanı ve bu tip bir hükümet devleti de, düzeni de o doğrultuda dönüştürür” türünden tehlikeli yanılsamalara da asla geçit verilmemelidir. İşçi sınıfının sorunu Çankaya denilen yere “daha iyi birisi”nin gelmesi değildir. Çankaya ile işçi sınıfının kazanacağı hiçbir şey yoktur. Demirtaş’a verilecek emekçi oyların da bununla bir ilgisi yoktur. Demirtaş’a verilecek oy, sistemin kurduğu kapanın kırılması için, emekçi kitlelerin gerçek demokratik özlemlerinin mevcut şartlarda daha güçlü bir şekilde haykırılması için, egemen şovenizme karşı ezilen Kürt halkıyla dayanışmanın ve güçlü bir kardeşlik çığlığının yükseltilmesi için verilmelidir. Tam da bugünlerde Rojava’da Kürtler bizzat TC’nin sponsorluğu altında katledilirken Kürt halkıyla dayanışma görevi özellikle önem taşımaktadır.
Marksistlerin seçimler de dahil tüm yasal olanaklardan yararlanmaktaki amaçları, burjuva devleti “demokratik temellerde dönüştürmek” değildir. Aksine, bu tür araç ve olanaklardan, çelişkileri keskinleştirmek, işçi sınıfının mücadelesini anti-kapitalist temellerde ilerletmek için faydalanırlar. Tersi yanılsamalar yaymak, kapitalist sömürü sisteminin ömrünü uzatmaya yarayacak ve işçiler, emekçiler sonu hüsran olmaya mahkûm boş hayallerle ezilip sömürülmeye devam edeceklerdir.
link: Marksist Tutum, Cumhurbaşkanı Seçimine Giderken, 13 Temmuz 2014, https://marksist.net/node/3483
Gazze İsrail Bombardımanı Altında
15-16 Haziran Ruhuyla Mücadeleyi Büyütelim