Kapitalizmin derinleşen krizi işçi sınıfını mücadeleye sevk ediyor. Krizin sonuçlarıyla yüzleşen ve saldırı altındaki işçi sınıfından, her grevde, her direnişte, “genel grev, genel direniş” benzeri sloganları işitiyoruz. Bu basınç sendika bürokrasisini göstermelik genel grevler ilan etmeye de zorlayabiliyor. Çeşitli ülkelerde sendikalar birkaç dakikalıktan bir günlüğe kadar değişen sürelerde genel grevler yapıyorlar. Ne var ki, bu tarz “genel grevler” bir sonuç getirmekten ziyade genel bir güçsüzlük ve etkisizlik göstergesi olmanın ötesine geçemiyor ve sık sık tekrarlanmaları halinde kitlelerde moral bozucu bir etki de yaratabiliyor. Bu arada sendikal bürokrasi, üzerine düşen sorumluluğu güya yerine getirmiş gibi caka satarak kendi gemisini yürütmeye devam ediyor.
Bu tarz grevleri, işçi sınıfı hareketi tarihinde ortaya çıktığı biçimiyle genel grev-kitle grevi olgusundan farklı bir yere koymak gerekiyor. Devrimci hareketin güçsüzlüğü ve sendikal bürokrasinin işçi hareketi üzerindeki muazzam ağırlığı nedeniyle, günümüzde genel grev, işçilerin işi durdurmasından ibaret bir şey olarak algılanmaya başlanmıştır. Sendikal bürokrasi, hedefe ulaşılıncaya kadar mücadele etmek yerine, önceden açıklanan kısa bir süre boyunca yapılan “genel grev” biçimleri (aslında buna genel ve pasif iş durdurma demek çok daha doğrudur) icat etmiştir. Keskin bir sınıf savaşımı değil uyarı anlamını taşıyan bu tarz eylemlerde, işçileri örgütlü bir temelde ve militan bir karakterde işyerlerinden sokaklara taşımak hedeflenmez, işçilerin evlerine gidip beklemeleri önerilir. Bürokrasinin bu tarz sözümona genel grevleri, bıraktık işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturan sendikasız işçileri de seferber ederek mücadeleye katabilmeyi ve örgütleyebilmeyi, sendikalı işçileri bile yeterince seferber etme yeteneğinde olmadığını defalarca kanıtlamıştır.
Sınıfın biriken enerjisini boşaltmak üzere değil, hareketi bir adım ileriye taşımak üzere ilan edilen genel iş durdurma tarzındaki eylemlere karşı çıkmamız elbette sözkonusu olamaz. Ancak, bu tarz eylemlere boyundan büyük anlamlar yüklenilmesine, işçilerde içi boş hayaller yaratılmasına karşı çıkarız. Bu tarz eylemlerle gerçek bir kitle grevi arasındaki farkı sınıfın öncüsüne kavratmak için çaba harcarız. Sosyalist hareketin literatüründe, adının hakkını veren bir genel grev ya da kitle grevi burjuva düzene karşı sınıf savaşının ilanıdır. Böylesi bir mücadele, şimdiye değin yaşandığı her ülkede, egemen sınıfla ve onun devletiyle şiddetli bir çatışma yaratmış ve böylelikle de devrimci durumlara yol açarak ayaklanma ve devrim sorununu gündeme getirmiştir. Devrimci işçi sınıfı, genel grevi, bir uzlaşma aracı olarak değil, kapitalist düzenle bir hesaplaşma aracı olarak ele almıştır. Burjuvazinin yanı sıra sendikal bürokrasinin ve reformistlerin ölesiye korktukları da budur.
Sosyalist hareket içerisinde genel grev ve aynı anlama gelmek üzere kitle grevinin anlamı ve önemi üzerine yapılan tartışmanın kökü epey gerilere dayanıyor. Marx ve Engels, işçi sınıfının devrimci siyasal mücadelesini ve devrimci siyasal örgütlülük fikrini reddederek “genel grev”i tüm sorunları çözecek sihirli bir değnek olarak öne çıkartan anarşistleri eleştirmişlerdi. Bu eleştiri o denli sağlam temellere dayanıyordu ki, sosyalist hareket çubuğu fazlasıyla ters tarafa bükerek uzun sayılabilecek bir süre boyunca genel grev düşüncesine mesafeli kaldı. Yine de 1886’da Amerikan işçilerinin sekiz saatlik işgünü mücadelesinin sahiplenilmesi adına 1889’da II. Enternasyonal’in aldığı karar, dünya çapında ilk genel grevin örgütlenmesinin önünü açtı. 1890 yılının 1 Mayıs’ı, o günün tüm kapitalist ülkelerinde işçilerin iş durdurarak sokakları doldurduğu büyük ve militan bir genel greve şahitlik etti, böylelikle 1 Mayıs geleneği de doğmuş oluyordu.
Ne var ki buna rağmen, işçi hareketi içerisinde giderek gelişen oportünist-reformist eğilim, Marx ve Engels’in anarşistlerin abartılarına karşı genel grev düşüncesine yönelttikleri eleştiriyi kendi melûn çıkarları doğrultusunda suiistimal ederek, genel grev fikrini “genel saçmalık” adlandırmasıyla sürekli olarak aşağıladı. Bu aslında oportünizmin proleter devrimden duyduğu korkuyu yansıtıyordu. Hem sendikalarda hem de sosyalist partiler içerisinde yaşanan bürokratikleşme süreci, hareketin önderlik katmanlarında, giderek artan bir tutuculuğun yanı sıra işçi sınıfının kendiliğinden eylem kapasitesinin ve devrimci potansiyelinin küçümsenmesi doğrultusunda ciddi bir eğilim de yaratıyordu. Bu eğilim o denli güçlü hale gelmişti ki, dönemin Avrupa sosyalist hareketi içerisindeki kimi devrimci Marksistler bu gerici eğilime karşı, işçi sınıfının devrimci potansiyeline duydukları haklı inancı vurgulamak için sınıfın kendiliğinden eylemlerinin taşıdığı öneme vurgu yaptılar. Bunların önde gelenlerinden Rosa Luxemburg, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı kitapçıkta, 1903’teki Belçika işçi sınıfının mücadelesine atıflarda bulunarak, özellikle de 1905 Rus devrimini devrimci temellerde analiz ederek, işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini, kitle grevi ya da genel grev düşüncesini, oportünistlere karşı güçlü bir şekilde savunup öne çıkarttı.[*] Böylelikle kitle grevi düşüncesi, sosyalist hareketin devrimci kanadında hak ettiği itibarı kazanmaya başladı. Aynı dönemde Lenin ve Troçki de kitle grevi düşüncesini büyük bir sempatiyle benimseyerek onu devrimci sınıf mücadelesinin temel yöntemlerinden biri olarak ele alıyorlardı. Troçki 1908 tarihinde kaleme aldığı 1905 adlı eserinde kitle grevini ve işçilerin öz-örgütlenmesi demek olan sovyeti detaylı bir şekilde analiz etti. Lenin de kaleme aldığı sayısız makalede, kitle grevinin ve sovyetlerin taşıdığı büyük önemi işledi.
Rosa, oportünistlerin sınıfı küçümsemesi karşısında sınıfın devrimci potansiyelini savunma refleksiyle kitle grevi üzerinde yoğunlaşmış ve adeta Alman oportünistlere, “buyurun bakın beğenmediğiniz işçilerin kendiliğinden neler yapabildiklerine” dercesine çubuğu bu noktaya bükmüştür. Kendisine sonradan yöneltilen kendiliğindencilik eleştirilerine temel oluşturan da onun bu vurgularıydı. Bu eleştiride bir haklılık payı olmakla beraber, Rosa’nın yaklaşım ve analizlerini yanlış olarak nitelendirmek kesinlikle doğru olmaz. Sınıfın devrimci onurunun savunucusu olarak Rosa’nın yaklaşımları olsa olsa eksik olarak adlandırılabilir. İşçi sınıfının çok güçlü bir siyasal partiye ve çok güçlü sendikalara sahip olduğu Almanya’da faaliyet yürüten Rosa’nın, söz konusu kitapçığında, kitlenin kendiliğinden devrimci eylemlerini öne çıkartırken, sınıfın gerek öz-örgütlenmesinin gerekse de devrimci siyasal örgütlenmesinin taşıdığı öneme pek değinmemiş oluşu ciddi bir eksiklik olsa bile anlaşılabilir bir durumdur.
1905 devriminde bir dönem boyunca Petersburg Sovyeti’nin başkanlığını yapan Troçki de hem detaylı olarak bu kitle grevlerini tasvir ve analiz eder, hem de Sovyetin nasıl doğup geliştiğini, bir işçi hükümeti haline gelerek devrimin ve ayaklanmanın merkezi konumuna nasıl yükselebildiğini eşsiz pratik veri ve bilgiler ışığında tahlil eder. Onun temel güdüsü de, Sovyet eksenli bir tahlille, Rus devriminde işçi sınıfının devrimin temel gücü ve lokomotifi olduğunu ispat etmektir. Troçki, yaygın ve militan bir kitle grevinin sovyetleri nasıl kendiliğinden doğurduğunu anlatırken, aslında sınıf mücadelesinin temel dinamiklerinden birini açığa çıkartmakta, genelleştirmekte ve teorize etmektedir:
“Bu tür grevlerin devrimci gücü, sermayenin kellesi üzerinde iş görerek devlet iktidarını örgütsüzleştirmelerinden oluşur. Bir grevin yol açtığı anarşi ne kadar büyük ve tam olursa, grev zafere o kadar yaklaşır. Fakat yalnızca bir koşulla: anarşi, anarşik araçlarla yaratılmamalı. İşin eş zamanlı durmasıyla üretim araçlarını felç eden ve bunu yapmakla merkezi iktidar aygıtını işlemez hale getiren, ülkenin parçalarını birbirinden yalıtan ve genel kargaşa tohumlarını eken sınıf, yaratılan anarşinin ilk kurbanı olmamak için kendisini yeterince örgütlemelidir. Bir grev devlet örgütünü ne kadar eksiksiz biçimde kullanılmaz hale getirirse, bizzat grevin örgütü devlet fonksiyonlarını o kadar üzerine almak zorunda kalır. Bir proleter mücadele yöntemi olan genel grev için bu koşullar, aynı zamanda İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin muazzam önemini gösteren koşullardır.” (Troçki, 1905, Tarih Bilinci Yay., s.227-28)
Tüm toplumsal yaşamı felce uğratacak bir genel grevin dönüp işçi sınıfını da felce uğratmaması için, grevin sokaklara döktüğü milyonların örgütlenmesi, yönlendirilmesi, ortak iradesinin şekillenmesi, işlemez hale gelen devlet aygıtının kamusal görevlerinin bir örgüt tarafından üstlenilmesi zorunluluktur. İşte Sovyet tüm ileri işçilerin kendiliğinden duyumsadığı bu ihtiyaca verilen içgüdüsel bir yanıttır:
“… grev yüz binlerce işçiyi fabrikalardan sokaklara dökmüştü ve bu işçileri toplumsal-politik yaşam açısından özgür kılmıştı. Kim onları yönlendirebilir ve saflarına disiplini sokabilirdi? … İşçi Temsilcileri Sovyeti dışında hiç kimse. Başka hiç kimse! Bu muazzam temel gücü yönlendiren Sovyet, iç sürtüşmeyi en aza indirmeyi, taşkınlıkları engellemeyi ve kaçınılmaz mücadele kurbanlarının sayısını mümkün olduğunca azaltmayı kendi ivedi görevi olarak görüyordu. Ve durum bu olunca, kendisini yaratan politik grevin bir sonucu olarak Sovyet, devrimci kitlelerin öz-yönetim organından başka hiçbir şey değildi: bir iktidar organı. O bütünün iradesiyle bütünün parçaları üzerinde egemenlik kurdu. O, gönüllü olarak tâbi olunan demokratik bir iktidardı.” (Troçki, 1905, s.342)
Böylelikle işçi sınıfı içerisinde belli bir olgunluk düzeyine ulaşan hoşnutsuzluğun kendiliğinden bir patlamaya dönüşmesi, bu patlama içerisinde işçilerin bildikleri en temel mücadele yöntemi olan grevi ister ekonomik ister politik taleplerle, ister daha baştan genel grev biçiminde, isterse tedrici olarak genel greve dönüşür biçimde hayata geçirmesiyle gelişip olgunlaşan devrimci durum, işçi konseylerini (sovyetler, meclisler, şuralar, komiteler vb.) derhal ve kendiliğinden gündeme getirir. Hareketin kaderini tayin edici birinci kritik nokta burasıdır. Konseyler, işçilerin toplumsal yaşamlarını düzene sokmanın ve idame ettirmenin merkezi olduğu gibi siyasetin de merkezi haline gelebildikleri ölçüde ikili bir iktidar durumundan bahsetmek kaçınılmaz olur ki, bu da iktidarın zor yoluyla ele geçirilmesini çok kısa sürede gündeme getirir. Konseyler, bir işçi iktidarının embriyonu oldukları ölçüde, ayaklanmanın organı olmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalırlar. Kader belirleyici ikinci kritik nokta da burasıdır.
Troçki tam da bu noktada, genel grev ve sovyetin tek başlarına proleter devrimin zaferi için yeterli olmadığını görür: “Genel grev, proletaryaya en uygun devrimci mücadele yöntemi olarak doğdu. … Bununla birlikte, hemen sonra, bir genel grevin devrim sorununu yalnızca ortaya koyduğu, ama onu çözmediği görüldü.” (Troçki, 1905, s.264) Ne var ki, bu satırların yazıldığı tarihlerde Troçki henüz Leninist parti anlayışını benimsemiş değildir ve bu nedenle de devrimci partinin oynayacağı yeri doldurulmaz rolü açıkça ve vurgulu bir biçimde teslim etmez.
Partinin bu kritik noktada oynayacağı rolü aydınlatan, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün en üst ifadesi olarak devrimci partinin varlığını devrimin öznel koşulu olarak ortaya koyan Lenin idi. Kitle grevinin taşıdığı muazzam önemi vurguladıktan sonra dönüp dolaşıp devrimci örgüte vurgu yapar Lenin: “Ajitasyonun, sarsıp uyandırmanın, kitleleri birleştirip mücadele içine çekmenin bu proleter yöntemini ilk kez Rus devrimi geniş boyutlarda geliştirdi. … Proletaryanın devrimci öncüsünün bu yöntemle gerçekleştirdiğini dünyanın hiçbir gücü gerçekleştiremez. … Evet, 1905 yılının deneyimi, derin ve büyük bir kitle grevleri geleneği yaratmıştır. Ve Rusya’daki bu grevlerin neye yol açtığı unutulmamalıdır. Israrlı kitle grevleri bizde ayrılmaz biçimde silahlı ayaklanmayla bağlıdır. … Kitlelerin hareketini desteklemek ve genişletmek için, örgüte ve bir kez daha örgüte ihtiyaç vardır. İllegal bir parti olmadan bu çalışma gerçekleştirilemez.” (Lenin, “Devrimci Yükseliş”, Seçme Eserler, c.4, Haziran 1912)
Bu dersler, Komünist Enternasyonal’de de vurgulanır: “İşçi sınıfı, burjuvaziye karşı zaferi, tek başına genel grev ile, kolunu kavuşturup bekleme taktikleri ile kazanamaz. Proletarya, silahlı ayaklanmaya başvurmak zorundadır. Bunu kavrayan herkes şunu da anlamalıdır ki, örgütlü bir politik parti zorunludur, şekilsiz işçi birlikleri yeterli değildir. … İşçi sınıfının gerçekten kararlı bir azınlığı, komünist olan, faaliyet göstermek isteyen, bir programa sahip olan, kitlelerin mücadelesini örgütlemek için yola çıkan bir azınlık; işte komünist parti de tastamam budur.” (Proleter Devrimde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler, Komintern II. Kongresi [1920])
Rosa, Troçki ve Lenin’in aslında birbirini tamamlayan bu görüşleri, apaçık bir şekilde, genel grev-kitle grevi sorununu ayaklanma sorununa bağlayarak proleter devrimci mücadelenin temel yöntemi olarak ele almaktadır.
1905 ve 1917 devrimlerinde, genel grev dalgası, sovyetlerin oluşması ve silahlı ayaklanma şeklinde ilerleyen devrim süreci aslında, proleter devrimlerin nasıl bir yol izlediğini gösteriyordu. Bu yol, Rus proletaryasına ya da Rusya’nın özgün koşullarına bağlı olmadığını hemen gösterdi. Savaşın tüm ülkelerde yarattığı yıkım, tüm kapitalist ülkelerin proleterlerine aynı yolu gösteriyordu. 1918’de Almanya’da, Avusturya’da ve Macaristan’da işçi sınıfı genel grev-sovyet-ayaklanma yolunu izleyerek iki büyük imparatorluğu ve monarşiyi yerle bir etti. Almanya’da bölgesel çapta, Macaristan’ın ise tamamında kısa süreli de olsa işçi konseylerine dayalı işçi iktidarı hayat buldu. 1920’de İtalya’da da proletarya aynı yola girerek en ileri kapitalist merkezleri genel grevle sarsmış, oluşan işçi konseyleri yerel düzeyde iktidar gücünü elinde toplarken fabrikalar da işçi komitelerince yönetilmeye başlanmıştı. 1923 Polonya genel grevi de bir ayaklanmayla sonuçlanmış ve başkent Krakov’u ele geçiren işçiler katliamla bastırılmıştı. Tüm bu deneyimler, sosyal demokrat partilerin ihaneti, yeni kurulan komünist partilerin tecrübesizlik ve zayıflığı nedeniyle yenilgiyle sonuçlandı. Ama proletarya iktidara hangi yoldan gideceğini öğrenmişti artık.
Stalinizmin önce SSCB’de ardından da Komünist Enternasyonal’de kurduğu egemenlik dünya işçi sınıfının başına büyük bir belâ oldu. 1920’lerin ortalarından itibaren proleter devrim mücadelesinin bu temel yöntemleri sistematik bir şekilde unutturulmaya, bu doğrultuda işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri ve öz-örgütlülük girişimleri baskılanmaya başlandı. 1925-27 Çin devriminde yeni ve genç Çin proletaryasının genel grevleri Stalinist ÇKP’nin dizginleme çabasıyla karşı karşıya kaldı, Stalin Çin proletaryasının kendi konseylerini kurmasını ısrarla engelledi, sonuç trajik bir yenilgi ve yüz binlerce işçinin katledilmesi oldu. 1926’da İngiltere’deki büyük genel grevin akıbeti de yine Stalinizmin İngiliz sendikacılarıyla uzlaşmayı her şeyden çok önemsemesi nedeniyle yenilgiyle sonuçlandı. 1953’de Doğu Almanya’da ve 1956’da Macaristan’da Stalinist despotik rejimlere karşı gelişen devrimci yükseliş de aynı yolu izlemiştir; siyasal genel grev hızla yayılmış, bağrından işçi konseylerini çıkarmış ve mücadele silahlı ayaklanmaya büyümüştür.
1959 Küba devriminde de Batista rejimine diz çöktürten gerçekte Castrocu gerillalar değil, Küba işçi sınıfının genel grevi olmuştu; Castro önderliğindeki gerillalar kentlere ve başkent Havana’ya girdiklerinde Batista çoktan ülkeyi terk etmişti; onlar, Küba Komünist Partisi’nin ihanetinden ve doğan iktidar boşluğundan yararlanarak iktidarı ellerinde bulmuşlardı. 1979’da İran’da Şah rejiminin yıkılmasını sağlayan şey de gerçekte aylarca süren genel grevin yarattığı devrimci durum idi; işçi konseyleri oluşturulmuş ve genel grev milyonların katıldığı gösterilerle büyük bir isyan dalgasına yol açmıştı. Ama SSCB İran’da da işçilerin iktidarı ellerine almasını engelledi ve iktidarı altın tepsi içerisinde mollalara teslim etti.
1968’de İtalya ve Fransa’da devrimci duruma yol açan hareket, küçük-burjuva aydınların iddialarının aksine esas olarak bir sınıf hareketi idi. Mayıs 1968’de Fransa’da artan huzursuzluk sendikaların bir günlük genel grev çağrısıyla eyleme geçen işçilerin çok daha ileri gitmesini doğurmuştu. Bir hafta içinde genel grev büyüyerek 10 milyon işçiyi içine çekti, fabrikalar işgal edildi, grev komiteleri fabrikalarda ve işçi bölgelerinde yönetimi ele geçirdi, öğrenci hareketiyle işçi hareketi ortak komiteler kurdu, günler boyunca polisle şiddetli çatışmalar yaşandı. Sendikalar, ücretleri yükseltip çalışma koşullarını iyileştirme hedefiyle sınırlandırarak hareketi geri çekmeye çalıştılar. Gerek reformist sosyalist gerekse de resmi komünist partilerin hareketi ilerletmek yerine bastırıp geri çekme politikaları nedeniyle Mayıs ayının tamamına yayılan devrimci yükseliş dalgası giderek geri çekildi. Aynı gelişmeler o dönemde İtalya’da da yaşandı ve orada ikili iktidar denebilecek bir durum bile oluştu, ne var ki İtalya’da da işçi sınıfı reformizmin ve Stalinizmin ihanetine uğradı ve geri çekilmek zorunda kaldı.
2000’li yıllar boyunca Ekvador, Bolivya, Arjantin başta olmak üzere birçok Latin Amerika ülkesinde yaygın, güçlü ve militan genel grevler devrimci durumlara yol açmıştı. Bolivya ve Ekvador’da bu genel grevlerle doğan devrimci durumlar, ABD kuklası yönetimleri yıkmalarına ve kitleler tarafından bir devrim olarak algılanmalarına rağmen, iktidara taşıdıkları reformist önderlikler eliyle sürece yayılarak boğuldular.
Görüyoruz ki, reformizm ve Stalinizm proleter devrimci çizgiyi ne denli unutturmaya çalışırsa çalışsın, işçi sınıfı çeşitli ülkelerde onu içgüdüsel olarak tekrar keşfetmekten ve bu yolda mücadeleye girişmekten geri durmadı. Grev-sovyet-ayaklanma çizgisinin her defasında işçi hareketinin içerisinden kendiliğinden fışkırması, bu çizginin birilerinin kendi kafasında yarattığı bir şablon değil, bizzat proleter mücadelenin tabiatından kaynaklanmakta olduğunu göstermektedir.
Yukarıda kader belirleyici iki kritik nokta olarak değindiğimiz dönemeç noktalarında, işçi hareketi üzerinde yönlendirici bir etkisi olan önderliklerin tutumları gerçekten de nihai belirleyici durumundadır. Kitle grevinin kritik aşamasında konsey tipi öz-örgütlülüklerin doğuşu reformist-oportünist önderlikler tarafından mümkün olduğunca engellenmeye, kitlelerin öz inisiyatifi boğulmaya ve hareket geleneksel sendikal örgütlerin ve reformist partilerin dar çatısı altına hapsedilmeye çalışılır. Eğer ki sınıf hareketi bu çerçeveyi pratikte çoktan aşıp geçmiş ve sovyet tipi öz-örgütlülüklerini oluşturmuşsa bu kez ikinci kritik noktaya, ayaklanma noktasına gelmemesi için sovyet tipi örgütlülüklerin içi boşaltılmaya çalışılır. Reformistler, varlıklarını tanımak zorunda kaldıklarında, sovyet tipi örgütleri, ayaklanma organı olarak değil, kapitalizmin ekonomik ve siyasal ıslahına eşlik edip denetleyecek bir düzen içi muhalefet kurumuna indirgerler. Bir kez bu duruma düştüklerinde sovyet tipi örgütlerin hızla pörsüyüp yozlaştıkları ve ardından da dağıldıklarına defalarca şahit olunmuştur. İşte bu nedenledir ki, kitle grevi ve sovyet gerçek anlamına ancak komünist devrimcilerin önderliği altında kavuşabilir. O günler geldiğinde bunu sağlayabilmek için, bugünden, işçi sınıfı içerisinde sabırlı, enerjik ve kararlı bir devrimci ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyeti yürütmekten başkaca bir yol bulunmuyor.
link: Oktay Baran, Genel Grevin Anlamı ve Önemi Üzerine, 1 Ekim 2013, https://marksist.net/node/3334
Bölüm 25 - Mücadele ve Yenilgi: Mücadele ve Zafer
Kaçan Olimpiyat Rantı