AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde kendini bazı demokratikleşme adımlarını atmak zorunda hissetti. AB kriterlerine uyum kapsamında da peşpeşe yasalar çıkarıldı. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, AKP’yi ve onu destekleyen sermaye grubunu kendi geleceği için tehlike olarak gören askeri bürokrasinin süngüsü düşürüldü. Kürt sorununda bir dönem “açılım” havası estirildi. AKP, demokrasinin sınırlarını demokrat olduğu için değil, iktidarını pekiştirmek ve devletin merkezine oturmak için genişletiyordu. Nitekim AKP’nin anti-demokratlığı, tahammülsüzlüğü ve otoriter eğilimleri iktidar basamaklarından yukarı doğru çıktıkça daha da belirginleşti.
Son birkaç yılda yaşanan birçok gelişme buna işaret ediyor. Kimi zaman güzel ambalajlarla sunulan yasaların, kimi zaman kamuoyunun da yakından takip ettiği bazı kritik davaların sonuçlarına AKP’nin yaklaşımının ve Kürt sorunundaki gelişmelerin vb. gösterdiği üzere, AKP’nin göstermelik demokratlığı hızlı bir düşüşe geçmiştir.
ODTÜ’deki polis saldırısı, Başbakanın zıvanadan çıkmış açıklamaları ve “Başbakanının rektörleri”nin emre anında itaat edip polis şiddeti konusunda tek kelime etmeden öğrencilerin uyguladığı “şiddeti” kınamaları, aslında gelinen noktayı gayet net özetlemektedir. Erdoğan öğrencilerin kendisine yönelik protestolarını önlemeyen ODTÜ yönetimini sert bir şekilde fırçalamış, bununla da yetinmeyip “bunlar nasıl öğretim üyesi, öğrencilere molotof yapmayı mı öğretiyorsunuz” diyerek, basına yönelik baskıların benzerinin üniversiteler üzerinde de hüküm sürdüğünü açıkça göstermiştir. Tüm bunlar aslında Türk tipi başkanlık sistemine geçerek padişah yetkileriyle donanmak isteyen, kuvvetler ayrılığını ayakbağı olarak gördüğünü ayan beyan dile getiren ve sonra kıvırmak için kanal kanal dolaşan Erdoğan’ın otoriter yönetim anlayışının bir uzantısıdır.
Bu anlayış kendini her alanda dışavurmaktadır. Kamu baş denetçiliğine Mehmet Nihat Ömeroğlu’nun getirilmesi de bunun son örneklerinden biridir.
Kamu denetçisi kimi nasıl denetleyecek?
Haziran ayında çıkarılan Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu ile yıllardır bahsi geçen ombudsmanlık (kamu başdenetçiliği) kurumu tekrar gündeme girmişti. Kanuna göre, ombudsmanın görevi “kamu hizmetlerinin işleyişinde bağımsız ve etkin bir şikâyet mekanizması oluşturmak suretiyle, idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet anlayışı içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve önerilerde bulunmak” olarak tanımlanmış. Avrupa ülkelerinde daha eski bir geçmişe sahip olan ombudsmanlık, Türkiye siyasetine son on yıllarda girmiş olan yeni bir kavram. Özü itibariyle ombudsmanın görevi “halk ile devlet arasında çıkan uyuşmazlıklarda hakemlik yapmak” olarak tarif ediliyor. Demokratik işleyiş açısından çok anlamlı bir işleve sahipmiş gibi görünse de, burjuva demokrasisinin özü ve biçiminden ve ayrıca diğer uygulamalarından kaynaklı olarak bu işlev kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur. Maddi altyapı değişmediği sürece, hukuki değişiklikler özde birer oyalamaca ve aldatmacadan ibarettir. Burjuva devlet denilen aygıt, sermaye sahibi sınıfın çıkarlarını korumak ve sömürülen çoğunluğu bastırmak için vardır. Dolayısıyla halkın çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflarla devlet arasında zaten köklü bir uyuşmazlık mevcuttur. Bir devlet kurumunun (ombudsmanlık) bu uyuşmazlığı çözebilmesi eşyanın doğasına aykırıdır.
Türkiye siyaseti açısından son gelişmelerle birlikte ombudsmanlık meselesi ayrı bir öneme sahip olmuştur. Ombudsman olarak seçilen zatın tıyneti, Türkiye gibi demokrasi kültürünün zayıf olduğu bir ülkede, “kamu denetçiliği kurumunun” nasıl işleyeceği hakkında net fikir vermektedir. AKP’li vekillerin oylarıyla ombudsman olarak seçilen Mehmet Nihat Ömeroğlu’nu, Hrant Dink davasından yakından tanıyoruz. Ömeroğlu, Yargıtay üyesiyken Dink’in “Türklüğe hakaret” suçu işlediği yönünde karar veren yargıçlardan birisiydi. Peki, hangi saiklerle bu kararı vermişti? Burjuva hukuku bile olsa hukuk çerçevesinde mi bu kararı vermişti yoksa bu karar siyasi bir karar mıydı? Elbette, bu karar vicdanlı yargıçların verdiği adil bir karar değildi. Nitekim bu karar sonucunda Dink’in katline giden yolda önemli bir mesafe kaydedilmişti. Ömeroğlu, kamuoyundan gelen tepkilere istinaden şöyle bir açıklama yapmak zorunda kaldı: “Dosya üzerinden rutin işlem yaptık. Hrant Dink’i ulusalcıların tepkilerinden, medyadan biliyordum ama dosyadaki ismin Hrant Dink olduğunun farkına bile varmadım. Zaten isim Hrant bile değildi. Fırat Dink diye yazıyordu. Dosya üzerinden vicdani kanaatimize göre karar verdik.”
Ancak bu açıklama sayın yargıcımızın itibarını temizlemek bir yana, onu daha da müşkül bir durumun içerisine sokuverdi. Söyledikleri doğru kabul edilse, yargının hali pür melali çıplak bir biçimde ortaya çıkar. Dava hakkında hiçbir bilgisi olmayan, davalıların kim olduğunu bilmeden karar veren yargıçlar adalet dağıtıyorlar! Söyledikleri doğru değilse, yalan söyleyen yargıçlar adalet dağıtıyorlar. Bizce zaten bilinen bir gerçek, bizzat bir Yargıtay üyesi tarafından doğrulanmış oluyor. Üstelik bu adam görevini “tam bir tarafsızlık, dürüstlük, hakkaniyet ve adalet anlayışı içinde yerine getirmesi” gereken ombudsman olarak seçiliyor.
Biliyoruz ki Ömeroğlu’nun açıklamasının doğru olma ihtimali yok. Bu kadar yakından takip edilen bir davada, hakkında karar verdiği kişinin Hrant Dink olduğunu bilmemesi mümkün mü? Açıktır ki, Ömeroğlu ve aynı yönde karar veren diğer Yargıtay üyeleri, kendi hukuklarını bile çiğneyerek karar vermişlerdir. Hatırlanacak olursa, Dink yazılarında Türklüğü aşağıladığı iddiasıyla TCK’nın 301. maddesi kapsamında yargılanıyordu. Bilirkişi raporları bile doğru bir biçimde Dink’in yazılarını düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirirken, Yargıtay 11 Temmuz 2006’da bunun tersi yönünde görüş belirterek Dink’i mahkûm etmişti. 6 ay sonra Dink kanlı bir tezgâh sonucunda katledilmişti. Açık ki, bu karar tümüyle devletin geleneksel resmi ideolojisini oluşturan ırkçı bakış açısının ürünüydü. Bugünlerde kararla ilgili açıklama yapan yargıçların söylediklerinden de anlaşıldığı üzere, bu bakış açısını savunmak kariyer basamaklarında yükselmenin de önkoşuludur.
Agos gazetesine konuşan S. Zeki İskender şunları söylüyor: “Esen hava farklıydı, bugünkü gibi değildi. Sohbet havası içerisinde birçok kez Dink’e mahkûmiyet yönünde oy kullanmazsam seçimlerde [HSYK seçimleri -S.K.] ters etki yapacağı söylendi. Ben böyle bir şeyi ne vicdanıma ne de meslek ahlâkıma sığdıramadım ve oyumu o şekilde verdim. Bugün ombudsman seçilen Ömeroğlu’nun «Adının Hrant olduğunu bilmiyordum, Fırat yazıyordu» şeklinde açıklamalarını da hayretle okuyorum. Dosyada ne yazdığını, ne olduğunu biliyorduk. Kurulda çok aşırı bir milliyetçilik havası vardı.”
Nitekim Dink’in mahkûmiyetini onayanlar yargıda üst makamlara doğru ilerlerken, diğerleri en iyi ihtimalle oldukları yerde kalmışlar. Örneğin Ali Suat Ertosun HSYK’a seçilmiş ancak S. Zeki İskender seçilememiş. Boşuna uyarmamışlar!
Dink aleyhine oy kullanan bir diğer Yargıtay üyesi Muhittin Mıhçak da denetçi olarak seçildi. Erdoğan’la yakın ilişkisi bilinen “tarafsız” ombudsmana yardımcılık görevi yapacak diğer dört denetçi de “eski” AKP’li. Kanuna göre denetçilerin güya tarafsızlık ve bağımsızlık adına hiçbir siyasi partiye üye olmaması gerekiyor. Şu anda AKP üyesi olmayan ama gerçekte ne oldukları bilinen bu denetçiler ne kadar bağımsız olabilirler acaba?
Uludere soruşturması Ankara’nın karanlık dehlizlerinde…
Bundan bir yıl önce, 28 Aralık akşamında TC’nin F-16 uçakları, Şırnak’ın Uludere ilçesinin Roboski köyünden Irak sınırına geçerek mazot kaçakçılığı yapan çoğu çocuk yaşta 34 Kürdü bombalayarak katletti. AKP hükümeti o günden beri bu katliamın hesabını vermediği gibi, Kürt halkından özür dilemeye tenezzül bile etmedi. Bunun yerine köylülere tazminat adı altında kan parası ödeyerek olayı kapatmaya çalıştı. Ne var ki Roboskili köylüler bu tazminatları almadıkları gibi, bu katliamın peşini bırakmayacaklarını bugüne kadar sergiledikleri mücadeleyle gösterdiler. Hükümetin borazanı burjuva medya ise, katliamın yıldönümü yaklaşırken, Roboski köylülerinin “devletle barıştığı” yalanlarını yaymaktan geri durmadı.
Sözde yargı tarafından soruşturma açıldı, Meclis komisyonu kuruldu, ne var ki ne yargı süreci işledi ne de komisyon bir yıldır raporunu hazırladı. Başbakan Erdoğan katliamın ardından, “Ne Uludere’deki 34 vatandaşımızın, ne de İstanbul’daki Türk vatandaşı Hrant Dink’in davası, kimsenin endişesi olmasın, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz. Türkiye eski Türkiye değil. Kimsenin yaptığı kimsenin yanına kalmaz” demişti. Ancak yeni Türkiye’nin nasıl bir Türkiye olduğunun görülmesi için çok fazla beklemeye gerek kalmadı. Artık Ankara’nın karanlık dehlizleri, devletçi-milliyetçi geleneğiyle uyum içinde hareket eden AKP’nin kontrolündedir. Bu yüzdendir ki Uludere de, Dink davası da, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaya mahkûmdur. Bir yıl içinde yaşananlar bunun göstergesidir.
Roboski’de köşeye sıkışan AKP konunun kapanması için muazzam bir çaba gösterdi. Katliamdan sonra konuyla ilgili Meclis araştırma önergesinin görüşülmesine ilişkin BDP’nin önerisi, AKP ve MHP’nin oyları ile reddedildi. Olayın sorumlularının bulunması için mücadele edenler baskıya uğradılar. Ölenlerin yakınları defalarca gözaltına alındı, katliamla ilgili açıklama yapan BDP’liler hakkında soruşturmalar başlatıldı. Katliamın sorumlularının bulunup cezalandırılması için mücadele edenlere karşı adli ve polisiye önlemler hızla alınırken, katliamla ilgili yürütülen soruşturma bir türlü tamamlanamadı. Meclis Araştırma Komisyonu raporunu halen hazırlayabilmiş değil. Raporun Ocak ayında tamamlanacağı söyleniyor. Raporun da, yargının da Roboski katliamının gerçek sorumlularını ortaya çıkar(a)mayacağı bariz. Muğlâk ifadelerle konunun üstü örtülmeye çalışılacaktır.
Hükümet değişik ağızlardan, katledilen köylüleri “terörist” ilan ederek suçu savuşturmaktan da hiç vazgeçmemiştir. Son olarak Erdoğan’ın gerçek kafa yapısı, “varsa yoksa Uludere”, “predatörler gereğini yapmıştır”, “ikide bir sivil vatandaş demeyin”, “milletin huzurunu kaçırmayın” sözleriyle görülmüştür.
“İkide bir sivil vatandaş diyorsunuz. Terör örgütü mensubu da sivildir. O görünüm altında teröristtir. Bekleyelim yargı kararını bir görelim. Meclis araştırma komisyonu da araştırdı, neticesini açıklayacak. Bunu görmeden sivil sivil sivil diye geliştirdik. Beyin yıkama bu” diyen Erdoğan, “yargı kararını bekleyelim, gerekirse özür de dileriz” diyerek halen böyle bir gereklilik görmediğini de açıkça beyan etmiştir.
Diyarbakır Savcılığının yürüttüğü soruşturma gösteriyor ki, katliam aydınlatılmayıp unutturulmaya çalışılacaktır. Kurumlar arasında yazışmalarla geçen bir yıllık süre boyunca sadece tanık ve mağdurların ifadesi alınmış durumda. Henüz olayın failleri ile ilgili bir çalışma yürütülmemiş. Üstelik savcılığın “görevsizlik” sebebiyle dosyayı askeri savcılığa devretmesi olasılıklar arasında. Özetle, büyük bir toplumsal basınç oluşmadığı sürece Roboski’nin gerçek sorumlularından hesap sorulmayacaktır.
link: Suphi Koray, AKP’nin Otoriter Çizgisi Kalınlaşıyor, Ocak 2013, https://marksist.net/node/3171
ODTÜ Direnişinin Gösterdikleri
Tek Tip Kıyafet, Başörtüsü ve Laiklik