İnternete düşen ses kayıtlarıyla, devletin, çıkarları doğrultusunda ne tür yöntemlere başvurduğu ortaya seriliyor. Bazen de bu yöntemlerin neler olduğunu bizzat üst düzey generallerin yaptıkları röportajlardan öğreniyoruz. İtiraf edilenler insanın kanını donduran türden. Ama yaptıkları pislikleri açıklarken bu düzenbaz katillerin yüzleri bile kızarmıyor. Kıbrıs’ta cami yaktıklarını itiraf eden Sabri Yirmibeşoğlu da bunlardan biri.
Sabri Yirmibeşoğlu ismini 6-7 Eylül olayları ile ilgili itiraflarından biliyoruz. Özal suikastı ile bu isim yeniden gündeme geldi. Ahmet Özal bu suikastın arkasında MGK eski Genel Sekreteri Yirmibeşoğlu’nun olduğunu söyledi. Bu vesileyle eski defterler yeniden açıldı ve burjuva düzenin pislikleri de ortaya saçılmış oldu. Yirmibeşoğlu kontrgerillada önemli görevlerde bulunmuş bir omuzu kalabalık. 1988-90 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapan, 6-7 Eylül olayları sırasında Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli olan Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olayları ile ilgili olarak şunları söylemişti: “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
Ancak bu sözlerini daha sonra yalanlamaya çalıştı. Geçtiğimiz günlerde ise, “ben orada garip bir üsteğmendim” diyerek kendini aklamaya çalışan Yirmibeşoğlu, sözlerinin yanlış algılandığını ifade ederek “6-7 Eylül olaylarının arkasında MİT’in imzası olabilir” diye konuştu. Ancak MİT’le Özel Harp’i böylesine keskin bir şekilde birbirinden ayırma çabası, bu generalin bir başka gerçeği ağzından kaçırmasına da yol açtı: “Eğer halkı kışkırtmak isterseniz değerlerine saldırırsınız. Özel Harp'te bu bir kuraldır. Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini, bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz.”
Bu konuşmanın kayıtları olduğu için bu kez “ben öyle bir şey demedim asla” yalanına başvuramasa da, “yanlış anlaşıldım; meselâ dedim” yollu kıvırtmaya gitti. Yaptığı itirafın ne anlama geldiğinin farkında olduğu için sözlerini geri alabilmek için kırk takla attı. Amma velâkin konuştukça battı! Öncelikle 6-7 Eylül olayları ile ilgili savunmasını ele alalım. “6-7 Eylül olayları 1955'te oldu. O tarihte Özel Harp Dairesi yoktu zaten. Kıbrıs için kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu vardı” diyor hazret ve olayların sorumluluğunu MİT’e yıkıyor. Nereden tutarsak tutalım elimizde kalacak bir açıklama. Birincisi isim değişikliğinin arkasına saklanma çabası gülünçtür. NATO’ya bağlı tüm ülkelerde kurulan kontrgerilla örgütlenmesi Türkiye’de önce Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulmuş, sonra adı Özel Harp Dairesi olarak değiştirilmiştir. Bugünkü adı ise Özel Kuvvetler Komutanlığıdır. Bunlara kontrgerilla demişsiniz, Gladyo demişsiniz, Ergenekon demişsiniz, fark etmez. Değişen sadece isimdir. Faaliyetler ise aynıdır: cinayetler, provokasyonlar, katliamlar, darbeler vb.
6-7 Eylül olaylarının sorumluluğunu MİT’e atmak da son tahlilde durumu değiştirmez. İster MİT olsun ister Özel Harp Dairesi olsun, bu yapılanmalar egemen sınıfın ezilenleri ve sömürülenleri ezme, baskı altında tutma aygıtlarıdır. Yani aynı sınıfa aittirler ve aynı amaca hizmet ederler. Kaldı ki Yirmibeşoğlu’nun mantığıyla düşünülürse o zaman MİT de yoktu, MAH vardı! Korku insanı ne kadar da saçmalattırıyor.
Seferberlik Tetkik Kurulu’nun Kıbrıs için kurulduğunu söyleyerek işin içerisinden sıyrılmaya çalışmaksa başka bir saçmalık. Tersine bu bir itiraftır aynı zamanda. Çünkü Kıbrıs olayları ve 6-7 Eylül olaylarını birbirinden ayırmak mümkün değildir. 6-7 Eylül’e giden süreçte Kıbrıs meselesinin önemli bir rolü vardır. Kıbrıs meselesi üzerinden yaratılan infial 6-7 Eylül olaylarının kıvılcımını çakmıştır. Bu döneme kadar Türkiye için bir Kıbrıs sorunu mevcut değildi ve Türkiye adanın İngiltere’ye ait olduğunu kabul ediyordu. Ancak Rumların bağımsızlık mücadelesine başlamaları, adayı Türkiye’nin gündemine soktu. Hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta hazırlıklara girişildi. Kıbrıs’ta “Volkan” gibi faşist paramiliter çeteler birleştirilerek TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı), Türkiye’de ise KTC (Kıbrıs Türktür Cemiyeti) kuruldu. KTC 6-7 Eylül’e giden yolu döşemek için gerekli hazırlıkları yapacaktı. Önce Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı, sonra bu iş Rumların üstüne atılarak hazır kıta birlikler gayrimüslimlerin evlerine, işyerlerine ve ibadethanelerine saldırtıldı. Bu olaylardan sonra gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etmek zorunda kalırken, bombayı atan kişi ise emniyet genel müdürlüğü ve valilik gibi üst düzey görevlerle ödüllendirildi ilerleyen yıllarda. Sonuç olarak Özel Harp’in bu “muhteşem” örgütlenmesi amacına ulaşacak, azınlıkları tasfiye etme hedefine yönelik önemli bir adım daha atılmış olacaktı.
Kontrgerillanın Kıbrıs faaliyetleri
1950’lerde Türkiye’nin gündemine giren Kıbrıs meselesi ise devam ediyordu. Türkiye adanın Yunanistan’a bağlanmasından endişeleniyor ve kendisini adada hak sahibi olarak görüyordu. TC “Ya taksim ya ölüm” şiarıyla adadan “hakkını” almak istiyordu. Bu amaçla Türk kontrgerillası faaliyetlerine Kıbrıs topraklarında devam edecekti. Adaya bankacı, doktor, memur kılığında sayısız kontrgerilla elemanı gönderildi. Dağınık halde bulunan paramiliter faşist çeteler TMT çatısı altında birleştirildi. Bizzat Genelkurmay tarafından kurulan TMT’nin tepe kadroları arasında ilerde KKTC Cumhurbaşkanı olacak Rauf Denktaş da vardı. Hem Rum tarafında hem de Türk tarafında yükselen milliyetçilik dalgası iki tarafın kanlı çatışmalarına yol açacaktı. Rum tarafında EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü), Türk tarafında ise TMT katliamlarına başladı. Emperyalizmin “böl yönet” taktiği doğrultusunda ada fiilen ikiye bölündü. Hem TMT hem de EOKA barış yanlısı emekçileri ve solcuları hangi ulustan olduklarına bakmaksızın katletti. Bu daha baştan TMT’nin tüzüğünde yer alan bir maddeydi. Tüzüğe göre, Türk tarafının çıkarları aleyhinde faaliyet yürütenler hangi milletten olurlarsa olsunlar önce bir ihtar mektubu ile uyarılacak, eğer bir düzelme olmazsa, teşkilat üyelerinden seçilen üç kişilik ekip tarafından dövülecekti. Dayakla “iflah olmayan” kişinin cezası ölüm olacaktı. Ancak acil durumlarda doğrudan üçüncü maddeye geçilebilecekti. Nitekim barış ve birliktelik yanlısı sendikalarda ortak örgütlenen Rum ve Türk işçiler tehdit edildiler, tehditler sonuç vermeyince de katledildiler.
TMT de, EOKA da, hedefine ulaşmak için her türlü pisliğe başvurdu. 1960’lardan 1974 yılına kadar bu çatışmalı dönemde yüzün üzerinde cami veya mescit bombalandı ya da yakıldı. Bu camilerin bir kısmının bizzat TMT tarafından bombalandığı, barış ve kardeşlikten yana Kıbrıslı Türkler tarafından da dile getirilen bir gerçeklikti. 1962 yılında haftalık Cumhuriyet gazetesinde Bayraktar Camisini TMT’nin bombaladığını ve faillerini de bildiklerini söyleyen iki gazeteci Denktaş tarafından önce hain ilan edilmiş, ardından da TMT tarafından katledilmişti. Dönemin büyükelçisi olayın üstüne gidip Denktaş ve çetesini adadan göndermeye çalışmış, ancak Ankara hükümeti tarafından görevden alınmıştı.
Bugünlerde Yirmibeşoğlu’nun yaptığı “cami yaktık” itirafı, bu gerçeklerin gayet iyi bilindiği Kıbrıs’ta Türkiye’den çok daha geniş yankı buldu ve “sadece cami mi yaktılar, ocağımızı da yaktılar” tepkisiyle karşılandı. Yirmibeşoğlu sıradan bir asker değildir, devletin pis işlerini örgütlemek üzere adaya gönderilmiştir. Yirmibeşoğlu 1950’lerde ABD’ye kontrgerilla eğitimi almaya giden subaylardan biri olan faşist Türkeş’in öğrencisidir aynı zamanda. NATO eğitimi için Gladyo’nun anavatanı İtalya’ya gitmiş, Türk-Rum çatışmalarının tırmandığı dönemde Kıbrıs’ta görev almış, sonrasında ise beş yıl Belçika’da Nükleer Silahlar Şubesinde çalışmıştır. 1971’de Türkiye’ye dönüşünden sonra ise ÖHD başkanlığına getirilmiş ve Kıbrıs Harekâtı sırasında kontrgerilla faaliyetlerinin mimarı olmuştur. Bu faaliyetlerin arasında cami yakmak gibi provokasyonların olduğunu kendi ağzından da duymuş olduk.
“Allah Allah” diye hücum eden ordu cami yakar mı?
Yirmibeşoğlu’nun “cami yaktık” itirafı eski genelkurmay başkanı Başbuğ’un Balyoz darbe planına dair sözlerini hatırlattı. Hatırlanacak olursa açığa çıkan Balyoz darbe planına göre toplumda infial yaratmak için yapılması planlananlar şunlardı: Fatih ve Beyazıt camilerine bombalı saldırılar düzenlemek; kaotik gösteriler ve provokasyonlarla dolu bir süreci başlatmak; askeri birliklere dönük saldırılar düzenlemek, fakat “şeriatçılar” yaptı diye göstermek; Ege’de Türk ve Yunan orduları arasındaki gerginliği artırmak, eğer çatışma yaratılamıyorsa kendi savaş uçağını düşürmek ve bunu Yunan ordusu düşürmüş gibi savaş provokasyonu yapmak. İlker Başbuğ bu iddialara “şiddetle” karşı çıkarken şu sözleri sarf etmişti: “Biz askere ne dedirtiyoruz; ‘Allah Allah’ diye taarruz ettiriyoruz. Ordu nasıl Allah’ın evine bomba atmayı düşünür? Vicdansızlıktır, lanetliyorum. Ordunun Mehmetçiği, ‘Allah Allah’ sesleriyle eğitim yapıyor. Talimnamemizde var. Böyle bir ordunun kişileri çıkacak Allah’ın evlerine bomba atacak, orada ibadetini yapanlara... Lanetliyorum.”
“Ordunun da sabrı vardır” diyerek masaya yumruğunu vuran Başbuğ’un tehditkâr konuşmasının yalanlarla dolu olduğu, Yirmibeşoğlu’nun sözleriyle ispatlanmış oldu. Bu “savaş ağalarının” kendi ağalıklarının devam etmesinden daha önemli değerleri yoktur. Statükolarını korumak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Asimetrik psikolojik savaşın kitabını yazarlar; işçi sınıfına ve Kürtlere karşı psikolojik savaşın en ince ustalıklarını hayata geçirirler ama “Orduya karşı asimetrik psikolojik harekât düzenleniyor” diye feveran ederler. Gözünü kırpmadan insanları katleden kontrgerilla yapılanmalarının camilere bomba atmayacağına kim inanır?
Özel Harp’in her türlü pisliğe başvurduğu yerlerden biri kuşkusuz Kürt coğrafyasıdır. Güçlükonak, Beşağaç, Şemdinli ilk akla gelen olaylardır. 90’lı yıllar boyunca Kürt illerinde binlerce “faili meçhul” cinayet işlenmiştir. Keza geçen ay, emekli Koramiral Atilla Kıyat, 1993-97 yılları arasında işlenen “faili meçhul” cinayetlerin emir-komuta zinciri içerisinde işlendiğini ve bunun bir devlet politikası olduğunu belirtmişti. Başka bir emekli korgeneral ise geçtiğimiz yıllarda Aktüel dergisine verdiği röportajda, Kürt illerinde görev yapan hâkim ve memurları hizaya getirmek için evlerine yakın yerlere bomba attırdığını açıklamıştı. Bu zat söylediklerini yalanlamak bir yana gururla sahiplenmişti: “Bunda ne var. Bunların hepsi eğitim amaçlı, harekât planlarının bir parçası. Bu bir suç değil, nitekim bunların sonucunu da aldık. Alnım ak.” Üstelik emekli askerlerin “dokunulmazlıklarına” güvenerek yaptıkları bu itiraflar buzdağının sadece görünen yüzüdür.
Son yıllardaki kontrgerilla faaliyetlerinin bir odak noktası ise, burjuvazinin kendi iç kapışması olmuştur. Statükocu kanat kirli savaş yöntemleriyle rakip kanadın yükselişini durdurmaya çalışıyor. Ancak konjonktür bu planlarının başarılı olmasını engellemiştir. AKP ise statükocuların planlarını ifşa ederek statükocuların gardını düşürdü. Ergenekon ve Balyoz davaları hâlâ devam ediyor. Ergenekoncuların bir kısmı tasfiye edildi. Bu süreçte açığa çıkan pislikler devrimcilerin yıllardır söylediklerinin doğruluğunu gösterdi. Ancak devletin “yasadışı” örgütlenmelerinin ve faaliyetlerinin burjuvazinin herhangi bir kanadı tarafından tamamıyla tasfiye edileceğini düşünmek hamhayaldir.
Daha demokratik bir ortamın oluşması, kirli savaş yöntemlerinin teşhir olması kitlelerin genel demokratik eğitimine katkıda bulunacaktır. Böylece cami yakıp Rumları suçlayanlardan, Kürt köylüleri tarayıp suçu PKK’ye atanlardan, bin bir çeşit olayın arkasında komünistleri arayanlardan hesap sorulacağı gün de gelecektir.
link: Suphi Koray, Paşa’dan İtiraflar: “Kıbrıs’ta Cami Yaktık”, 1 Ekim 2010, https://marksist.net/node/2505
Bir Mektup, Bir Yanıt
Avusturya Eyalet Seçimleri Üzerine