Yaklaşık son bir yıldır meslek odalarının ve sendikaların –özellikle de kamu emekçileri sendikalarının– gündemine oturtulan iki konu var: ISO 9000 Kalite Sistemi ve Toplam Kalite Yönetimi (TKY). Sağlık Bakanlığına ve Çalışma Bakanlığına bağlı hastanelerde ISO 9000 çalışmalarının başlatılması, Milli Eğitim Bakanlığının ise okullarda TKY uygulamasına geçmesi KESK’e bağlı sendikaları harekete geçirmiş durumda. Konuyla ilgili çeşitli broşür ve makaleler genel olarak sendika ve sol parti çevrelerinde hatırı sayılır bir gündem oluşturuyor.
Bu konuların, sınıf mücadelesinin örgütleri olması gereken sendikalarda böyle ön plana çıkması, dışarıdan bakıldığında insana ortada ciddi ve acil bir sorun olduğu izlenimini veriyor. Kriz nedeniyle sokağa atılmış 2 milyon yeni işsiz, çalışma koşullarında insafsız bir ağırlaşma, buna karşılık yaşam standartlarında muazzam bir düşme, giderek artan ve dayanılmaz hale gelen yoksullaşma, kapıya dayanmış savaş tehdidi gibi vahim sorunlardan daha acil ve ciddi bir sorun! Oysa aşağıda göstereceğimiz gibi, atılan taş ürkütülen kurbağaya değmemektedir.
Öte yandan konu hakkında yazılmış ve sendikalar ve sol çevrelerde itibar gören eserlere baktığımızda çalışanların sınıf bilincini geliştirmekten ziyade bulandıran, bilimsellikten ve işçi sınıfı perspektifinden son derece uzak görüşlerin hakim kılınmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Ne yazık ki konu bir kez gündeme sokulmuştur ve net bir sınıf perspektifi koyarak kafa karışıklığına müdahale etmek kaçınılmaz hale gelmiştir.
Sınıf perspektifi
Gerek Çalışma ve Sağlık Bakanlıklarınca başlatılan ve tepkilere yol açan somut uygulamaların ne olduğu, gerekse de ISO 9000 ve TKY’nin genel anlamda ne olduğu konularına girmeden önce, bu tür tüm konular için geçerli genel sınıf perspektifini ortaya koymak gerekir. Bu nokta hayati bir önem taşımaktadır. Eğer işçi sınıfı (adına memur denen kesim de ezici çoğunluğu itibarıyla işçi sınıfının bir parçasıdır) kendi bilimsel dünya görüşüne dayalı bir perspektif geliştirmezse, kendi sınıfının bütünsel çıkarlarına ters, burjuva ve küçük-burjuva bakış açılarının egemenliğinden kurtulamaz.
İşçi sınıfının önüne hangi sorun gelirse gelsin buna karşı doğru bir sınıf tepkisinin bazı temel ve genel yönleri vardır. Bunun özü de tepkimizin genel anlamda gerici değil ilerici olması gerektiğidir. Yani bir bütün olarak işçi sınıfının ve insanlığın çıkarları açısından kapitalizmin ulaştığı düzeyden daha gerisini değil, daha ilerisini talep eden bir tepki geliştirilmelidir. Bunu yapabilmenin de iki basit koşulu var: birincisi, her sorunun içinde üretici güçlerin genel gelişmesinin ifadesi olan yönlerle, bunların kapitalizm altında aldığı zararlı biçimleri birbirinden ayrıştırmak; ikincisi, her sorunda kapitalist ideolojinin merceğinden geçirilerek önümüze konan resmi deşifre etmek.
Birinci hususa ilişkin olarak çok iyi bilinen makineleşme olgusunu örnek verebiliriz. Genel olarak düşündüğümüzde üretimde makineleşmenin artması ilerici ve olumlu bir gelişmedir. Ne var ki kapitalizmde bu, genel bir eğilim olarak işsizliği arttırır. Eğer biz, tıpkı işçi sınıfı hareketinin çok erken dönemlerinde gelişen Luddizm (makine kırıcılığı) akımında olduğu gibi, işsizliğin sorumlusu olarak makineleşmeyi görüp ona karşı çıkacak olursak hedef şaşırmış oluruz. Zira işsizliğin gerçek sorumlusu makineler değil, bunların kapitalizm altındaki kullanım biçimidir. Yani kapitalizmdir. Bizler makineleşmenin yarattığı sorunlara karşı, iş saatlerinin ücretler düşürülmeden azaltılması ve bütün işin işçi sınıfının tamamına bölünerek serbest zamanın arttırılması perspektifiyle mücadele ederiz. Böylece hem makineleşmenin ilerici işlevlerine gerçek anlamını kazandırmış hem de işsizliğe karşı çıkmış oluruz.
İşin ideolojik boyutu biraz daha çetrefillidir ve çeşitli yönler içerir. Birincisi, kapitalist sınıfın ve onların devletinin işçi sınıfına yönelttiği saldırıların her zaman burjuva ideolojisinin belirli bir biçimiyle meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Örneğin burada ele alacağımız sorunda bu meşrulaştırma büyülü “kalite” sözcüğü ile yapılmakta ve bir tür “kalite” ideolojisi yaratılarak, bu dört bir yöne pompalanmaktadır. Ardından “kalite” adı altında işçi sınıfının çıkarları aleyhine birtakım uygulamalar dayatılmaya çalışılır. Efendim, siz bu uygulamalara karşı mı çıkıyorsunuz? Demek ki siz “kalite” istemiyorsunuz, kaliteli ürün ve hizmetlere düşmansınız vs. vs. İkinci husus ise, bu tür ideolojik çarpıtmaların karşı tarafın tepkisini de kaçınılmaz olarak belirli kalıplara hapsetme eğilimi doğurmasıdır. Böylece adeta otomatik olarak sorun etrafında iki kutup oluşur ve taraflar genellikle bu kutuplaşma eksenine mahkûm olurlar. Oysa bu tür durumların hemen hepsinde burjuvazinin yarattığı kutuplaşma yapaydır. Burjuvazi böylelikle karşı tarafı da ustaca kendi ideolojisinin sınırları içinde davranmaya zorlar. Sağlam bir sınıf perspektifine sahip olmayanlar bu tuzağa kolayca (birçok durumda gönüllü bir biçimde) düşerler.
Özelleştirme konusu bunun en güzel örneğidir. Burjuvazi özelleştirmeden yanadır, karşı çıkanlar devletçilikten. Alın size burjuvaca yapay bir ikilem. Gerçekte kutupların her ikisi de burjuva konumları temsil etmektedir. Özelleştirmecilik de, kapitalist devletçilik de burjuva ideolojisinin değişik biçimleridir. Böylece işçiler aldatılarak burjuva ideolojisinin (devletçilik) kuyruğuna takılmaya çalışılırlar ve bağımsız sınıf tutumundan uzaklaştırılırlar. Aynı şey AB konusunda geçerlidir. Ya AB’ye girmekten yana olacaksınız ya da “bağımsızlıktan” yana. Yani, ya kapitalist AB’nin parçası olacaksınız ya da “bağımsız” kapitalist TC olarak kalacaksınız. Yine işçi sınıfının bağımsız tutumunun sahnede görünmediği bir burjuva ikilem.
Benzer örnekleri arttırmak mümkündür ama gerekli değildir. Önemli olan işçi sınıfına şu ya da bu kılıf altında yönelen saldırılara burjuva ve küçük-burjuva siyasetler temelinde değil, bağımsız işçi sınıfı perspektifiyle karşı çıkmaktır. Bunu başarabilmenin temel yolu, herşeyden önce burjuvazinin bize uzattığı ve birçoklarının tutmaktan pek hoşlandığı iki ucu pis değneği tutmamak, onu parçalamaktır. Hiçbir sorunda burjuva ideolojisine prim verilmemeli ve her sorun işçilerin sınıf bilinçlerini ve mücadele azimlerini geliştirecek tarzda bağımsız sınıf perspektifiyle ele alınmalıdır.
Bu nedenle sınıf mücadelesinin gündemine giren her somut sorun büyük bir titizlikle masaya yatırılmalı ve her sorunun içinde işçi sınıfının gerçek çıkarları açısından tam olarak hangi hususlara karşı çıkılacağı ve öte yandan hangi hususlara karşı ilgisiz kalınacağı net bir şekilde ayrıştırılmalıdır. Sağlıklı sınıf yaklaşımı budur. Zira burjuvazi ve küçük-burjuvazi sorunları kendi ideolojileri çerçevesinde tam bir yumağa çevirip bunu toptan bize yutturmaya kalkarlar. Bizlere düşen sınıf perspektifiyle bu yumağı ayrıştırmak ve sorunların ardındaki gerçek çelişkileri ve tarafları gün ışığına çıkarmaktır.
Örneğin bunu yukarıda bahsettiğimiz özelleştirme konusunda somutlamak mümkündür. Bizler bu sorunun, mülkiyet değişikliği boyutuna (yani özel kapitalist mülkiyet mi, yoksa kapitalist devlet mülkiyeti mi) tümüyle duyarsız kalmayı, yani işin bu yanında burjuva taraflardan birinin stepnesi olmamayı savunuruz. Çünkü bizi çalıştırıp sömürenin Sabancı mı, Koç mu ya da bütün burjuvaların ortak örgütü olan Devlet A.Ş. mi olacağı bizi zerrece ilgilendirmez. Sömürücülerden sömürücü beğenmek gibi utanç verici bir pozisyona düşmek anlamına gelir bu. Bizim sorunumuz, bize kazığı kimin batıracağını seçmek değil sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Ama öte yandan sorunun bizi bal gibi ilgilendiren gerçek yönleri vardır. Bizler, bu sorunda olduğu gibi, her sorunda, patron kim olursa olsun, işçilerin işten atılmasına, ücretlerinin ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesine, sosyal haklarının tırpanlamasına, örgütsüzleştirilmelerine, taşeronlaştırmaya vs. karşı çıkarız.
Hangi uygulama, hangi üretim yöntemi vb. getirilirse getirilsin, bunun işçilerin üzerindeki her türlü maddi ve manevi baskıyı arttırıcı ve sınıf bilincini bulandırıcı yönlerine karşı amansız bir mücadele veririz. İşçileri kapitalist sınıfa ve onların devletine karşı sınıf bilinciyle dolduran, onların örgütlülüğünü geliştiren her mücadele biçimine, talebine ve yöntemine evet, ama buna mukabil işçileri düşman sınıfın ideolojisine esir edip hayallerle dolduran, onun bilinç ve örgütlülüğünü bozan her şeye hayır! İşte bizim genel yöntemimiz ve sınıf pusulamız budur.
ISO 9000 ve TKY sorunu
Bu genel prensiplerimiz çerçevesinde ISO 9000 ve TKY konularına nasıl yaklaşmalıyız? Yukarıda açıklamaya çalıştığımız yaklaşıma uygun olarak bu konuları da masaya yatırıp, unsurlarına ayrıştırmamız, işçi sınıfının çıkarları aleyhine yönler varsa bunları tespit edip, bunlara karşı somut özgül taleplerimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Tahlilimize ISO 9000 ile başlayalım. ISO 9000 bilindiği gibi bir standart sistemidir. Teknik olarak standart sistemlerinin genel mantığı, farklı yerlerde üretilen benzer türdeki ürünlerin, standartlaştırılmış belirli kriterlere uygun olarak üretilmesini sağlamaktır. Söz gelimi elektrikli ev araçlarının belirli bir voltaj aralığında çalışmasını şart koşmak bir standarttır. Zira evlere ulaştırılan elektrik bu belirli voltaj değerini taşır. Şayet siz bir buzdolabını buna uygun üretmezseniz o buzdolabı çalışmaz ya da yanar. Genel olarak söylemek gerekirse, standart, farklı üreticilerin ve tüketicilerin ortak bir dil konuşmasıdır. Bu dil ne kadar ortak olursa üretici güçlerin israfının o derece azalacağı apaçıktır.
Üretici güçlerin ve kapitalizmin genel gelişimi ortak standartların giderek daha fazla yaygınlık kazanması yönünde olmuştur. Örneğin kapitalizmin ilk yükseliş dönemlerinde ulusal pazarların oluşturulması demek olan ulus-devletlerin kurulması, bu yolda önemli bir ilerlemeyi temsil ediyordu. Eskiden ortak bir ölçü sistemi dahi olmadığı için bir ülkenin farklı bölgelerinde yaşayanlar arasında ürün alışverişi son derece zahmetli ve netameli olurdu. Bu büyük bir zaman ve emek kaybına yol açardı. Nitekim Fransız Devriminin getirdiği önemli devrimci yeniliklerden birisi de standart bir ulusal ölçü birimleri sistemi olmuştur. Böylece tüm üreticiler aynı ölçülere göre üretim yapacak ve bir bölgede üretilen ürünler diğer bir bölgede kolayca kullanılabilecekti. Orta Çağın bin bir parçaya bölünmüş dağınıklığı ve karmaşasını aşmada muazzam bir devrimci atılım olan bu yenilik kısa sürede neredeyse evrensel bir sistem halini aldı. 1 metre dendiğinde aşağı yukarı ne kadarlık bir uzunluğun anlatıldığını bugün dünyanın büyük bir bölümü sorunsuzca anlıyorsa, bunun onuru Fransız Devrimine aittir. Nasıl ulusal bir dilin oluşması Orta Çağın yerelliğini, yalıtılmışlığını aşmada önemli bir adım olduysa, aynı şekilde ulusal ölçekte geçerli ve zorunlu ölçü sistemlerinin oluşması da büyük bir adım olmuştur. Zamanla bu standartlaşma, kapitalizmin genel gelişmesiyle hem ürünlerin çeşitlenmesine bağlı olarak çeşitlenmiş, hem de dünya pazarının belirleyici öneminin artmasıyla birlikte uluslararası bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Böylece bir ülkede üretilen ürünler her geçen gün giderek dünyanın her yerinde aynı ölçü ve standartlara göre kullanılabilir hale gelmeye başlamıştır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesiyle karakterize olan üretici güçlerin uluslararasılaşması, bu kez ulusal sınırları insanlığın gelişmesinin önünde gerici bir engel durumuna sokmuştur.
Bu özet anlatımdan kolayca görülebileceği gibi standartlaşma olgusu genel anlamda üretici güçlerin gelişimini yansıtan olumlu bir olgudur. Dolayısıyla bu genel tarihsel ve iktisadi gelişme perspektifi açısından işçi sınıfının standartlaşma olgusuna karşı çıkmasının bir anlamı yoktur. Aksi takdirde bu, makineleşmeye karşı çıkmak gibi bir şey olurdu. Standartlaşma en genel anlamda dünyanın bütünleşmesinin bir yansımasıdır ve bütünleşme eğilimi tarihsel olarak işçi sınıfının zararına değil çıkarınadır. Ölçü birimlerinin standartlaşması örneğinden gidecek olursak, birinin “arşın”dan diğerinin “yarda”dan bahsettiği bir dünyadansa herkesin metreden bahsettiği bir dünyanın ne büyük bir kolaylık olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. İşçi sınıfı bütünleşmenin, evrenselleşmenin karşısında hiçbir zaman yerelliğin, gericiliğin, milliyetçi bağnazlığın ve darkafalılığın savunucusu durumuna düşemez. İşçi sınıfı bir yandan, kapitalizmin bizzat kendisinin yarattığı bu eğilimi nihai sonucuna, yani tüm insanlığın gerçek bütünleşmesine götürme yeteneğinde olmadığını teşhir ederken, öte yandan bunu gerçekten başarabilecek olanın sadece ve sadece kendisi olduğunu ortaya koyar.
Olayları kapitalizmin temel bir öğesi olan rekabet üzerinden açıklamak da mümkün ve aydınlatıcıdır. Kapitalistler, Marx’ın açıkladığı gibi, kâr hırsıyla dünyanın dört bir yanına koştururlar ve mallarını satmaya uğraşırlar. Bu kapitalizmin tüm dünyaya yayılmasının ardındaki temel güdüdür. Ama birden çok kapitalist vardır ve bunlar kaçınılmaz olarak birbirlerine rakiptirler. Her biri, diğerlerinin değil kendi mallarının satın alınmasını ister. Bu da tüketiciler için malın daha cazip kılınmasını gerektirir. Kimin malı daha kaliteli, daha kullanışlı ve daha ucuzsa o kazanır. Kimse daha kalitesiz, kullanışsız ve pahalı olanı satın almaz. Öte yandan rekabet kaçınılmaz olarak maliyetlerin azaltılması yönünde bir baskı yaratır. Bunun çok çeşitli sonuçlarının yanı sıra bir sonucu da standartlaşmadır. Örneğin ampullerin duy çapları her yerde farklı olursa, ampul üreten bir fabrikada bu farklılıklara uygun ampuller üretmek için üretim sürecinde buna uygun çeşitli türde ek masraflar yapmak gerekeceği açıktır. İşte bu durum kapitalistleri kaçınılmaz olarak birtakım ortak standartlar oluşturmaya iter. Böylece daha 20. yüzyılın ilk çeyreğinde uluslararası standart kuruluşları oluşmaya başlamış ve dünya burjuvazisi İkinci Dünya Savaşının ardından, aşağıda ele alacağımız ISO 9000 standart serisine de adını veren Uluslararası Standart Teşkilatını (International Standart Organisation) oluşturmuştur.
İşin bir diğer yönü ise, rekabetin doğal olarak daha büyük ve güçlü olanların lehine sonuçlanmasıdır. Rekabet kızıştıkça sermayesi daha küçük olanlar yarıştan düşerek sahayı büyük tekellere terk ederler. Aynı şey aslında bu büyük tekeller arasında da cereyan eder. Son dönemlerde dünyanın en büyük tekellerinin diğerleri tarafından yutulması olgusu bunu çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Doğal olarak dünya pazarı üzerinde de bu tekellerin hakimiyeti söz konusudur. En yaygın olarak bu tekellerin ürünleri tüketilmekte ve doğal olarak standartların belirlenmesinde de en çok bunların etkisi olmaktadır. Tüm dünyada tüketiciler açısından fiiliyatta geçerlilik kazanan birtakım kalite ölçüleri ve genel kabuller büyük ölçüde bu tekellerin ürünleriyle oluşur. Tarihin ezeli yasası burada da işler: güçlü olan kuralı koyar. Böylece falanca standarda uymayan ürünlerin pazarda şansları azalır ve bunları üreten firmaların güvenilirliği zayıflar. Aynı zamanda genel gelişmenin de bir parçası olan kural ve standartlar, küçükler için giderek tutturulması zor ölçüler haline gelirler. Elbette böyle olunca burjuvaların daha küçük olanları ya da yeni burjuvalaşma emelindekiler feryat figan etmeye başlarlar. Ve bu böyle sürer gider.
Kriz dönemleri tüm bu mekanizmaların işleyişine daha vahşi bir nitelik kazandırır. Kapitalizmin 70’lerden bu yana içine girdiği genel duraklama ve tıkanma eğiliminin bir sonucu olarak, devresel krizlerin de giderek daha şiddetli yaşanmaya başlamasıyla birlikte rekabet kırbacı giderek dayanılmaz bir hal almaya başlamış, maliyetleri düşürme baskısı yeni arayışlara yol açmıştır. Aslında bizim burada ele alacağımız ISO 9000 standardı da bu dönemin ve bu ihtiyaçların bir sonucu olarak doğmuştur. Bu arayışların bir güzergâhı doğal olarak işçilerin ücret ve örgütlülüklerine saldırı olurken, bir başkası da üretim organizasyonunda kayıplara ve israfa yol açan unsurların bertaraf edilmesi olmuştur. ISO 9000’in diğer standartlardan farklı olarak esasen işin bu yanına odaklanmış olmasını da bunun bir sonucu olarak görmek gerekir.
Nitekim, 1987 yılında esasen bir İngiliz standardı (BS 5750) temel alınarak geliştirilen ISO 9000, ürünlerin birçok teknik özelliğini standarda bağlayan TSE türü standartlardan farklı olarak, bu tür sayısal ve teknik sınırlamaları kendisi getirmeyip, yalnızca firmaların kendi beyan ettikleri kriterlere uymalarını istemektedir. ISO 9000 sistemi incelendiğinde bu konuda pek sınırlayıcı hüküm olmadığı görülmektedir. ISO 9000 ürünlerle değil, bu ürünlerin üretim süreciyle ilgilenmektedir. Örneğin Türkiye’de TSE yetkilileri kendi standartları için denetim yapmak üzere bir fabrikaya gittiğinde ürünleri test ederek gereken değerlerin elde edilip edilmediğini incelerken, ISO yetkilileri üretim sürecinin işleyişine ilişkin firmanın bildirdiği ve taahhüt ettiği işlemleri yerine getirip getirmediğini, bu işlemlerde mantıki bir tutarsızlık olup olmadığını ve beyan edilen değerlerin sağlanıp sağlanmadığını inceler. Burada bildirilen her türlü işlemin dokümante edilmesi özel bir önem taşımaktadır. Örneğin imalat sektöründe, bir malın hammadde olarak ambara alınışından mamul maddeye dönüşene kadar geçirdiği tüm aşamalar, hangi parti hammaddelerden imal edildiği, hangi makinede üretildiği, üretilirken yaşanan aksaklıklar, hatalar, bu hataların nasıl giderildiği, aynı hatanın tekrar edilmemesi için ne gibi önleyici faaliyetlerde bulunulduğu, test sonuçları, malın sevk edilişine ait bilgiler, belgeler vs. dokümante edilmek zorundadır. Dikkat çeken bir yön de üretim sırasında kullanılan ve hatalı oldukları takdirde ürünlerin istenen niteliklerde çıkmamasına neden olacak tüm araçların (şerit metrelerden tutun tansiyon aletine, termometrelere varıncaya kadar) belli sürelerde kalibre edilmesinin (yetkili firmalarca doğru ölçüm yaptıklarının onaylanması) şart koşulmasıdır. Ayrıca istenilen amaçlara ulaşmak için işçilere bazı teknik eğitimler ve sözde kalite seminerleri verilmesi de ISO 9000 kapsamında öngörülmektedir.
Kimilerini galeyana getiren ISO 9000 standardına ilişkin gerçek manzara kaba çizgileriyle budur. Burada işçi sınıfının mücadele gündemine girmesi gereken özgül ne gibi sorunlar vardır? Her şeyden önce, kapitalizmin dünya çapında gelişmesi ve yayılmasının doğal bir ürünü olan uluslararası ölçekte standartlaşma olgusuna işçi sınıfı açısından bir karşı çıkış söz konusu olamaz. Bu genel olarak hem ilerici bir gelişmedir, hem de işçi sınıfının çıkarınadır. Ulusal darkafalılığın maddi temellerini aşındıran ve işçi sınıfının kuracağı sosyalist dünya ekonomisinin temellerini döşeyen her nesnel gelişme için durum budur. Buna ilişkin genel yaklaşımı zaten yukarıda açıklamıştık. Biz bu genel eğilimin, özel mülkiyet, ulus-devlet, sömürü, baskı, rekabet ve anarşik bir üretim sistemiyle karakterize olan kapitalizm altındaki işleyiş tarzından doğan ve işçi sınıfının çıkarları aleyhine işleyen özgül yönlerine karşı çıkarız. Kendimize şu somut soruları sormalıyız: ISO 9000 özel olarak işsizliğe yol açmakta mıdır? İşçilerin üzerindeki iş yükünü arttırmakta mıdır? Ücretlerini düşürmekte midir? Sosyal haklarını azaltmakta mıdır? İşçilerin bilinç ve örgütlülüğünü zayıflatmakta mıdır? Bu sorulara tek tek cevap verelim.
ISO 9000’in özel olarak işsizliğe yol açtığını gösteren hiçbir somut gösterge ve hatta iddia yoktur. Böyle olduğunu iddia eden varsa, bunu, istihdamın ISO 9000’den önceki ve sonraki durumunu genel olarak ortaya koyan güvenilir verilerle kanıtlaması gerekir. Sadece bu da yetmez, eğer istihdamda bir azalma varsa da, bunun başka sebeplerden değil de, özel olarak ISO 9000’den kaynaklandığını göstermesi gerekir. Ne var ki, ISO 9000’e atıp tutanların hiçbiri, görebildiğimiz kadarıyla bunu yapmamaktadır. Ancak biz yine de konuyu bazı mantıki açılardan ve gözlemler üzerinden ele alabiliriz. ISO 9000’e geçen işletmeler bunun gereklerini yerine getirebilmek için genellikle işe eleman almak zorunda kalmışlardır. İşyerlerinde daha önce ya olmayan ya da göstermelik, işlevsiz olan test, kalite kontrol vb. birimlerini kurmak ya da geliştirip güçlendirmek zorunda kalmışlardır. Sadece bu birimler değil, işletmelerin pazarlama vb. dahil hemen tüm birimlerinde ilgili ISO işlemlerini yürütecek, özellikle devasa bir iş hacmi doğuran dokümantasyonla uğraşacak yeni işçiler işe alınmıştır. ISO 9000 belgeli fabrikalarda çalışan sıradan bir işçi bunu gayet iyi bilir. Ama akademisyen koltuklarında oturup geçimini tütsülü yazılar yazarak sağlayanlar bilemezler. Onlar bizim sorduğumuz ve işçi sınıfının çıkarlarını berrak biçimde ortaya koyan ve turnosol kağıdı işlevi gören somut soruları sormazlar. Onların bütün yaptığı ilgili ilgisiz konuları tam bir laf salatası halinde birbirinin içine karıştırıp, bulanık suda balık avlamaktır. Bu da onların işçi sınıfının gerçek çıkarlarıyla ne kadar ilgili olduklarını ve ciddiyetlerinin ölçüsünü gösterir.
Onca yazılıp çizilen laf salatası içinde işsizlikle ilgiliymiş gibi görünen birkaç pasajdan birinde şunları görüyoruz: “... ISO’nun en temel özelliği olan izlenebilirlik ve ölçülebilirlik kavramlarını birlikte değerlendirelim: Dikkat edilirse ISO ile ilgili her çalışma dökümante edilmekte ve kayıt altına alınmaktadır. Bu yöntemle sizin servisinizde var olan bir rafın, bir servisin, bir kişinin işinin ABD’deki DTÖ veya herhangi bir yabancı tekelin bilgisayarından izlenebilmesi ve denetlenebilmesi sağlanıyor. Bir işin yapılışı sırasındaki performansınızın yöneticinizin de inisiyatifi dışında değerlendirilmesi ve ölçülmesi söz konusu olabiliyor. ISO denetçilerine verilen taahhütlerde iş çıkarmadığınız zaman ... verimsizlik nedeniyle işinizi kaybetmeniz kaçınılmaz hale geliyor.”
Bir kere ISO kurallarına göre bilgilerin bilgisayar ortamında dokümante edilmesi zorunlu değildir. Ama elbette en akılcı ve kolay yol bu olduğu için şirketler bilgisayar ortamını tercih etmektedir. Dünyadaki bütün şirketlerin bilgisayar ortamı üzerinden Dünya Ticaret Örgütüne bağlanacağı ve işçilerin verimli çalışıp çalışmadığının buradan denetleneceği fikri ise, olsa olsa küçük-burjuvazinin paranoyasını yansıtabilir. Bu ayrıntıları bir yana bırakacak olursak: Kapitalist üretim sistemi zaten işçinin iliklerine kadar sömürüldüğü, “verimsiz” çalıştığı bahanesiyle her an kapının önüne konulabildiği bir sistemdir. Bu sistemde işçiler, ustabaşı, şef ve müdürler aracılığıyla her an denetlenip patrona rapor edilirler. Bu ISO’dan önce de böyleydi sonra da böyle olacaktır. Denetleyenin yabancı bir ülkedeki patron ya da “ulusal” patron olması (kaldı ki dediğimiz gibi ISO’nun böyle bir denetimle ilgisi yoktur) işçi sınıfı açısından hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Ama küçük-burjuva zihniyet, “sömüren ve denetleyen benden olsun”, “işten atan kendi yöneticim olsun” mantığıyla içini rahatlatabiliyorsa, ona da denebilecek bir söz yoktur.
Bir diğer nadide pasajda da şu ilginç sözlerle karşılaşıyoruz: “... deniyor ki; bir personel ilk defa geldiği, işleyişini bilmediği bir ünitenin çalışma sistemini birazcık zorlanmayla da olsa ISO programı aracılığıyla öğrenebilir ve uygulayabilir. Bu ne anlama geliyor? Bu kalifiyeliği, uzmanlığı, yeteneği, öğrenme ve gelişmeyi, iş güvencesini ortadan kaldıran bir durumdur. Ne kadar uzman ya da kalifiye eleman olursanız olun, kâr amaçlı bir işletme prosedürü ve sözleşmeli statü içinde işletmecinin işine gelmediğiniz an işinize son verilebilir. Bilgisayar kullanabilen herhangi bir kimse sizin bıraktığınız yerden işi sürdürebilir.”
Şayet bu satırlardan anlaşılması gereken bir şey varsa, o da kapitalizmin her geçen gün tasfiye ettiği ve proletaryanın saflarına sürüklediği gözü yaşlı küçük-burjuvanın dövünmesinden başka bir şey değildir. Ayrıcalıklı olduğunu düşündüğü biricik mesleğine, kalifiyeliğine, uzmanlığına meftun zavallı küçük-burjuva, sıradan işçilerin de bu tür nitelikleri kazanabilecek olmasından, bu niteliklerin sıradanlaşmasından rahatsız oluyor. İş güvencesine gelince, onu ortadan kaldıran ISO değil kapitalizmin kendisidir. Bunun sebebini ISO olarak göstermek, küçük-burjuvaya özgü bir kurnazlık olsa gerek. Gerçekte kapitalizm altında iş güvencesi mümkün değildir. Uzmanlık ve kalifiyeliğe gelince: üretim ve hizmetin her alanının herkesin yapabileceği sıradan bir iş haline gelmesi son derece olumlu ve ilerici bir gelişmedir. Tüm dünyanın işçileri tarafından kurulacak olan sosyalizmin de olmazsa olmaz ön koşullarından biridir. İşçi sınıfı açısından bu durum sızlanılacak değil sevinilecek bir durumdur.
Diğer taraftan, gerçekler dünyasına dönecek olursak, yukarıda bahsettiğimiz, ISO nedeniyle işe yeni alınan işçilerin sayısının yeterli olup olmadığı sorusu akla gelebilir ve gelmelidir de. Bu sorunun cevabı şüphesiz hayırdır ve zaten bu da bizi sorduğumuz ikinci soruya getirmektedir. Yani ISO’nun işçilerin iş yükünü arttırıp arttırmadığı sorusuna. ISO genel olarak işçilerin iş yükünde ve sorumluluklarında bir artışa yol açmıştır ve bu nokta benzer tüm diğer durumlarda olduğu gibi tereddütsüz bir mücadele konusu olmalıdır. İşçiler hem zaten genel olarak işe daha fazla işçi alınması ve çalışma saatlerinin ücretler düşürülmeden azaltılması için mücadele etmelidirler, hem de şayet ISO gibi yeni iş yükü getirecek uygulamalar devreye sokulursa bunun için daha fazla işçinin işe alınması ve en azından bedavaya ilâve iş yükü gelmemesi için mücadele etmelidirler. İşçi sınıfının mücadele perspektifi budur.
ISO nedeniyle ücretler azalmakta mıdır? Sosyal haklarda bir kayıp var mıdır? ISO nedeniyle böyle şeyler olduğuna dair ne bir veri ne de gözlem bulunmaktadır. Ücretlerde sürekli bir azalma ve her türlü sosyal hak gasbı elbette söz konusudur. Ama bunun nedeni ISO değil kapitalizmdir. Kapitalizmin temel yasası gereğince, kapitalizm altında ücretlerde de diğer sosyal haklarda da sürekli bir nispi düşüş eğilimi görülür.
Gelelim oldukça önemli olan, işçilerin bilinç ve örgütlülüğüyle ilgili son soruya. Yukarıda genel sınıf perspektifimizi açıklarken vurguladığımız gibi, işçilerin sınıf bilincini gerileten ya da gelişmesinin önüne yeni engeller diken, keza onların örgütlülüğü açısından aynı sonuçları doğuran her tür uygulamaya, düzenlemeye muhakkak surette karşı çıkılmalı ve bu uğurda kararlı bir mücadele verilmelidir. İşte ISO bünyesindeki, işçilere bir “kalite” bilinci verilmesi uygulaması genel olarak bu kapsama girmektedir. Her ne kadar pratikte pek uygulanmıyorsa da, işçilere kalite seminerleri ve eğitimlerinin verilmesi esasen düşman sınıfın bir ideolojik operasyonudur. İşin özünde, işçilerin kendilerini patron ve yöneticilerinin yerine koyarak sanki işletmenin sahibiymişçesine düşünmelerini, yani kendi kendilerinin düşmanı olmalarını hedefleyen beyin yıkama seanslarıdır bunlar. Bunlardan maksat, bir “kalite” ve “firma” ideolojisiyle işçilerin ruhunu teslim almaktır. Bu tür tüm uygulamalara karşı örgütlü ve kararlı bir mücadele yürütülmesi gerektiğine şüphe yoktur. Bu mücadele çerçevesinde, işçilere verilecek hiçbir eğitimde bu tür beyin yıkama unsurlarının içerilmemesi konusunda sendikal taleplerin yükseltilmesi ve sözleşmelerde gerekli önlemlerin alınması, bu önlemlerin hayata geçirilmesi için aktif takip zorunludur.
Ancak bu sorunda da sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir nokta bulunmaktadır. ISO her ne kadar bir kalite bilinci aşılanması hedefini kağıt üstünde içeriyorsa da, saydığımız sakıncaların doğmasına yol açan gerçek uygulama ISO’dan ziyade Toplam Kalite Yönetimi denen uygulamadır.
Aslında işçi sınıfı açısından karşı çıkılması gereken gerçek uygulama budur. TKY, yukarıda açıkladığımız gibi, işçileri kalite ve “firmamız” ideolojisi çerçevesinde patronun mutlak köleleri haline getirmeyi hedefler. Burada işçiler kalite çemberleri denilen ekipler halinde örgütlendirilip, sözümona onlara üretim üzerinde söz hakkı veriliyormuş gibi yapılarak, kendi kendilerinin polisliğine, denetçiliğine soyundurulmaktadırlar. İşçiler kaliteyi ve firmayı kutsayan yapay bir havaya sokulup, adeta dinsel ayinlerle esir alınmaya çalışılmaktadırlar. Adapazarı’ndaki Toyotasa fabrikasında işçilerin sabah ve öğleden sonra yaptıkları ısınma hareketlerinde “kalite” diye bağırmalarını başka türlü izah etmek güçtür. İlk önce Japon işçilerine uygulanan bu yöntem, daha sonra bir marifetmiş gibi allanıp pullanıp, “Japon mucizesinin” temeli olarak tüm dünyaya pazarlanmıştır.
İçine girdiği derin krizi aşma uğraşı içindeki kapitalizm, günü kurtarmak için, pek çok yönteme sarılmaktadır. Üretim kayıplarını asgariye çekmek, esnek üretim söylemi altında işçiyi istediği zaman istediği kadar çalıştırıp, çalıştırmadığı günler için para ödememek, onu tüm tatillerden men etmek, sendikaları mümkün olduğunca safdışı bırakarak işçi sınıfını örgütsüz ve böylece güçsüz kılmak vb., vb. Uygulanan kalite çemberleri sistemiyle işçiler belirli sayılardaki gruplara bölünmekte, üretimle ilgili sorunlardan sorumlu olmaları ve fikir üretmeleri istenmektedir. Oysa düzenli olarak haftalık ya da günlük toplantılar yapan bu grupların, işyerinden kaynaklı kendi sorunlarını (örgütlülük, ücret, sosyal haklar, iş güvenliği, yönetimin tutum ve davranışları gibi) konuşmaları kesinlikle yasaktır. Onlara biçilen görev sözde kalite adına, burjuvaziye kayıtsız şartsız teslim olmak ve hizmet vermektir.
Kapitalistlerin kaliteden anladığı şey, metalarının daha çok tercih edilmesi, daha çok satılması, dolayısıyla daha çok üretim ve daha çok kârdır. Her şeyin artı-değer için değil gerçekten insan için üretileceği işçi iktidarı ve sosyalizm altındaki kaliteyle, kapitalizmin kalite anlayışı kıyaslandığında bu çok net görülecektir. Bugünün teknik ve bilimsel araştırmalarıyla dahi keşfedilen pek çok kalite arttırıcı buluş, kapitalizmin mantığı gereği üretime sokulmamaktadır. Ömrü yıllara varan ampuller üretilirse ampul fabrikaları nasıl harıl harıl çalışacak, dayanıksız plastik parçalar kullanılmazsa pek çok makine için nasıl yedek parça satılacak, vs.? Bırakalım bunları, insan yaşamının “kalitesini” arttıran ya da pek çok hastalığın önüne geçebilecek birçok yöntem salt pahalı olduğu gerekçesiyle uygulanmamaktadır.
Kimi işletmelerde ISO ve TKY’nin birlikte uygulanıyor olması genellikle bu ikisinin bir ve aynı şeymiş gibi sunulmasına ya da ikisinin de bir çırpıda sayılmasına yol açıyor. Oysa bu doğru değildir. Pratikte ISO bünyesindeki kalite seminerleri yalnızca ISO standardı işletmede ilk uygulanmaya başladığı dönemde verilmektedir. Eğer gerçekleri konuşacak olursak, işletmelerin ISO belgesi almaya çalışmalarının sebebi bu kalite zırvalarıyla uğraşmak değil, kurtlar pazarında “bakın benim malım ISO belgeli” diyebilmektir. Çoğu işletme, bırakın seminerleri, ISO’nun çok daha temel bir yönü olan, üretim süreçlerine ilişkin belge ve kayıtların tutulması için bile çaba harcamamaktadır. Genellikle yapılan şey, ISO denetçilerinin gelmesine yakın tüm işletmenin deliler gibi geçmişe dönük sahte belgeler hazırlamasıdır. Maksat sadece denetlemeyi selâmetle atlatmaktır.
İşte ISO’nun işçi sınıfının ölçülerine göre masaya yatırılıp incelenmesinden çıkan tablo budur. Neye karşı çıkılıp neye karşı çıkılmayacağı burada nettir. Meselenin gerçekte işgal etmesi gereken yer ortadayken, koparılan yaygarayı nasıl açıklamalı? Aslında yukarıda kimi argümanları ele alırken bu sorunun cevabını öz olarak vermiş bulunuyoruz. Sorun büyük ölçüde ayağının altındaki toprak her geçen gün kayan küçük-burjuvazinin hezeyanlarından ibarettir. Bir yandan ISO’nun sürekli olarak esnek üretim, özelleştirme gibi sorunlarla zoraki ilişkilendirilmeye çalışılması, diğer yandan fikir yerine bol bol milliyetçi hamasetin devreye sokulması bunun yeterli ipuçlarını vermektedir. Gerçekte ISO’nun esnek üretimle ya da özelleştirmeyle hiçbir ilgisi yoktur. İddia sahipleri bu “bağlantıları” hiçbir ikna edici argüman ve kanıtla ortaya koyamamaktadırlar.
Milliyetçi hamaset ise bu toprakların ezeli hastalığı olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. Şu sözlerin tonu bunu açıklamaya yeter: “ISO da tıpkı MAI, MIGA, Tahkim, Bankalar, İhale, Tütün ve Şeker Yasaları gibi emperyalizmin halkımıza bir dayatmasıdır.” ISO standardının “halkımız” için değil ama, gümrük duvarlarının ardına sığınıp on yıllarca halka en kalitesiz, en adi, en sağlıksız ürünleri, fahiş kârlarla sokuşturan “milli burjuvalarımız” için zorlayıcı bir yönü olduğuna şüphe yok. Bunun ötesinde, metrik sistem ne kadar emperyalizmin halkımıza bir dayatmasıysa ISO da aşağı yukarı o kadar halkımıza bir dayatma olsa gerek. Aslında son günlerde İngiltere’de cereyan eden bir tartışma, sol adına utanmadan savunulan bu milliyetçi zihniyetin nerelere varabileceğini kara mizah ölçülerinde göstermektedir. Avrupa Birliği’nin tek bir ölçü standardı doğrultusunda aldığı karar doğrultusunda metrik sisteme geçen İngiltere’de, bazı İngiliz milliyetçileri metrik sistemi “Avrupa emperyalizmin dayatması” olarak görmekte ve buna karşı örgütlenerek direniş eylemleri yapmaktadırlar.
Küçük-burjuvazinin karakteristik özelliği olan bu milliyetçi yaklaşımı şu sözlerde de görmek mümkündür: “ISO, üretim sisteminin kriterlerini belirleyen yasal ve hukuksal bir düzenlemeyi içerir. Bugüne değin varolan sistemi ve ürün belgelemeyi, ulusal standartlardan çıkarır ve uluslararası standartlara göre yeniden belirler.” Ya da şu sözler: “TSE’nin belge verme yetkisi kaldırılmıştır, belge yetkisine sahip TÜRKAK ise doğrudan DTÖ’nün alt kuruluşudur, onun direktiflerini ve standartlarını uygular.” Gerçekte ne ISO yasal ya da hukuksal bir düzenleme içerir, ne de standartları TSE’nin vermesiyle başkasının vermesi arasında işçi sınıfının somut çıkarları açısından bir fark vardır (genel tarihsel ilerleme anlamında uluslararası standartların işçi sınıfının çıkarına olduğunu yukarıda belirttik). Kaldı ki hangi ulusal standarttan bahsediyoruz? Daha önce ulusal olduğu söylenen standartların da büyük bölümü uluslararası standartlardan alınmıştı.
Öte yandan küçük-burjuvamız doğal olarak ISO’suz bir kapitalizmi parlatmaktan geri durmaz. “ISO standartlarında çalışma yürütülen işletmelerde ve esnek üretim biçiminde, demokrasi değil aşırı bir baskı, zorunluluk, eşitlikçilik değil eşitsizlikler ve kıyımlar, açlık ve yoksulluk, adalet değil adaletsizlikler yaşanır.” Demek ki ISO standartlarına göre üretim yapmayan kapitalist işletmelerde, baskı değil demokrasi; zorunluluk değil gönüllülük; eşitsizlik değil eşitlik; kıyımlar değil iş güvencesi; açlık, yoksulluk ve adaletsizlik değil, refah, zenginlik ve adalet varmış! O halde bu cici kapitalizmi korumak ve savunmak için daha ne duruyoruz?
Bu ve benzeri hezeyanlar, saptırmalar söz konusu metinlerde bol miktarda bulunmaktadır. Ancak bu tür örnekleri daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Küçük-burjuvanın zihniyeti ile işçi sınıfınınki arasındaki bariz farkı görmek için bu kadarı yeterlidir. Fakat, hastaneler dolayısıyla konunun KESK sendikalarının gündemine girmiş olması nedeniyle, somut olarak bu çalışma alanındaki uygulamaya ilişkin birkaç noktayı eklemek gerekli olabilir. ISO’ya geçmiş olan hastanelerde çalışanların konuya ilişkin yorumları genel olarak bizim yukarıda açıkladığımız manzarayı ve sorunun işçi sınıfı açısından ifade ettiği gerçek boyutları doğrulamaktadır. Çalışanların söyledikleri mealen şu çerçevededir: “Eskiden hastalara ilişkin olarak bir nebze daha düzensiz ve gevşek olarak tuttuğumuz kayıtları ve yaptığımız ölçümleri, şimdi biraz daha sistemli ve düzenli olarak yapmak zorunda olmamız dışında işimizde bir değişiklik yok.” Gerçek budur. Sağlık sektörünün hassas doğası gereği önemli bir yer tutan ölçüm ve kayıtlara, sonuç olarak takibi standartlaştıran yeni bir sistem getirilmiştir, o kadar. Üstelik sağlık çalışanları, sektörün doğası gereği kalifiye, eğitimli elemanlar oldukları için, zaten yatkın ve alışkın oldukları bir işi yapmaktadırlar. Şüphesiz, çalışanlar ağır bir iş yükü altında oldukları için işe daha fazla işçi alınması talebi burada bir kez daha gündeme getirilmelidir. Ancak bu zaten işçilerin kapitalizm altında her daim mücadelesini verdiği genel bir taleptir. Acaba ağlaşan küçük-burjuvalarımız bu talebe ne kadar sahip çıkmış, bunun için ne kadar ve ne biçimlerde mücadeleler vermiştir?
Diğer taraftan çok somut olarak çalışanlar açısından sorun doğuran bir konu olmuştur. SSK hastanelerinde ISO’ya geçiş sürecinde yapılacak hazırlık çalışmalarına katılmaları için çalışanlara belirli bir baskı uygulanmıştır. Bu çalışmalara belirli bir ilave ücret karşılığında ve gönüllülük temelinde katılmak isteyenler için duyuru yapılmış ve bu duyuruya uyarak başvuruda bulunanlara, çalışanların dikkatsizliğinden ve şüphesiz yetersiz örgütlülüğünden yararlanılarak bazı bağlayıcı olumsuz koşullar imzalatılmıştır. Bir yıl olması öngörülen bu hazırlık ve geçiş çalışmaları çerçevesindeki sorumluluklardan bu bir yıl süresince ayrılamama, kadınlar için bu süre zarfında gebe kalmama türünden koşullardır bunlar. Bunlara karşı elbette mücadele edilmelidir. Bu hazırlık çalışmalarının yükü çalışanların değil yönetimin sırtına yıkılmalıdır, bu çalışmalar için işe yeni işçilerin alınması yönünde yönetime baskı yapılmalıdır vb. Ancak burada sorulması gereken sorular var? Bu hastanelerde örgütlü KESK sendikaları bunu önlemek için ne yapmıştır? İşçileri bu ve benzeri konularda bilinçlendirip örgütlendirmiş midir? Gerekli uyarıları yapmış mıdır? Hayır!
Kapitalizm ne insanı ne de kaliteyi düşünen bir sistemdir. Devrimci Marksistlerin görevi, “kaliteli” bir yaşam için, kapitalizmi yıkmanın ve insanca tek düzen olan sosyalizmi kurmanın zorunlu olduğunu işçi sınıfına anlatmak olmalıdır. Kapitalizmi hücrelerine varıncaya kadar ortadan kaldırmaksızın insanlığın gerçek kurtuluşu mümkün olmayacaktır.
link: Deniz Moralı, Yapay Gündem: ISO 9000 ve TKY, Temmuz 2002, https://marksist.net/node/245
Marksizm ve Din
Tarihsel Materyalizm