İstanbul’da gerçekleşen IMF ve Dünya Bankası toplantıları, burjuva medyanın Türkiye’yi dev aynasında gösteren abartılı haberleri eşliğinde geldi geçti. Gündemin haftalık olarak değiştiği Türkiye’de, bu toplantılara ilişkin değerlendirmelerin daha fazla yer işgal etmesi elbette beklenemezdi. Üstelik her şeyi magazin haberciliği tadında veren medya tarafından bilinçleri iyice iğdiş edilmiş kitleleri göz önüne aldığımızda, en önemli konuların bile kısa sürede unutulup gittiği malûmumuzdur. Bu yüzden de, bazı önemli hususların altını çizmekte fayda vardır.
Sene başından beri G-7, G-20, BM veya IMF-DB toplantıları çerçevesinde cereyan eden sürecin en önemli yönü, emperyalizmin mali ve siyasi kurumlarının yeniden şekillendirilmekte oluşudur. Bu gelişmeler, krizin de etkisiyle hegemonya yarışının kızışmasının ve yeni güçlerin yükselişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu gelişmeler temelinde yeni yapılanmalar oluşmaktadır. ABD sarsılan hegemonyasını yeniden güçlendirmek isterken rakip güçler de onu zayıflatmaya çalışmakta, hiyerarşinin basamaklarında bir üst sıraya çıkmaya uğraşmaktadırlar. Rakip güçlerin amacı, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizminin hegemonyasına göre kurulmuş olan bu emperyalist kurumların yapısını kendi lehlerine değiştirmektir. Şimdilik ABD, rakip emperyalist güçlerden gelen bu değişim isteklerini büyük oranda bastırmakta, ama belli oranda da tavizler vererek hegemonyasını korumaya çalışmaktadır. İlk adımda G-20 toplantılarının kurumsallaşarak G-8’in yerini alması ve küresel ekonominin ve siyasetin belirlenmesinde emperyalizmin merkezi organı haline yükselmesi gelmektedir. Buna bağlı olarak ikinci adımda da, IMF-DB ve BM içinde, G-8 dışında kalan G-20 ülkelerinin söz hakkının artması planlanmaktadır. Bu çerçevede IMF ve DB ise, G-20 toplantılarında alınan küresel ekonomiye ilişkin kararların hayata geçirilmesini sağlamakla görevli bir icra organına dönüşmüştür. IMF-DB ikilisinin küresel kapitalist sistemdeki rolü artmış ve görev setine yeni işlevler eklenmiştir. IMF ve DB, mali sermayenin hareketlerini ve faaliyetlerini küresel düzeyde organize eden ve denetleyen, gerektiğinde hakem rolünü oynayabilecek kurumlar haline getirilmek istenmektedir.
Bu hususlar esas olarak Pittsburgh’daki G-20 toplantılarında şekillenmiş ve büyük ölçüde de karara bağlanmış olduğundan, İstanbul’daki IMF-DB zirvesi daha ziyade “tribünlere” dönük konuşmalar ve tartışmalarla geçmiştir. “İstanbul Kararları” olarak adlandırılan sonuç bildirgesinde, öz itibariyle, G-20 zirvesinde alınan kararların uygulanacağından öte bir şey yer almamıştır. Toplantıların belki de en dikkat çeken yanı, IMF başkanından DB yetkililerine, Tayyip Erdoğan’dan Emine Erdoğan’a kadar pek çok burjuva uzman ve politikacının yaptıkları konuşmalar olmuştur. Adeta zincirleme itiraflara dönüşen bu konuşmalarda, işsizliğin de yoksulluğun da artarak devam edeceği, bu anlamda krizden çıkışın da henüz söz konusu olmadığı açık açık söylenmiştir. IMF-DB yetkilileri bu durumu itiraf etmiş ve işsizlik-yoksulluk oranlarının artmasının yaratacağı sosyal patlamalara karşı egemenleri uyarmakla yetinmişlerdir.
Burjuva egemenlerin bu uyarıları ciddiye aldıkları, gerçekleşen protesto gösterilerine karşı takındıkları tutumdan belli olmuştur. Toplumsal tepkilerin kaçınılmaz artışından duydukları korku nedeniyle egemenler, en küçük protesto gösterilerine bile acımasızca saldırmaktadırlar. IMF-DB karşıtı gösteriler esnasında polisin uyguladığı şiddet de bunun yeni bir kanıtı olmuştur. Polis terörü, krizin faturasını ödemek istemeyen işçi-emekçilere karşı burjuva devletin nasıl bir tutum alacağının da işaretidir. Protestoculara karşı sivil faşistlerin kullanılması ise, bu bağlamda devreye sokulacak yeni yöntem ve taktiklerin göstergesidir.
Burjuvazinin ve devletinin tutumu kadar üzerinde durulması gereken bir diğer konu da, işçi örgütlerinin ve solun tutumu olmuştur. Üstelik bu tutum IMF-DB karşıtı gösterilerle sınırlı değildir. Bu eylemlerin de gösterdiği gibi sendikaların ve solun genel tutumu, istisnalar hariç tutulursa, gittikçe marjinalleşen bir eylem çizgisinde somutlanmaktadır. Örgütsüzlüğün ve sınıftan kopukluğun yansıması ve sonucu olan bu durum oldukça tehlikelidir.
IMF işsizliğe ve yoksulluğa çare bulabilir mi?
Tribünlere dönük konuşmaların hâkim olduğunu vurguladığımız toplantılar boyunca, ısrarla ve itinayla verilmeye çalışılan temel mesaj, IMF başkanının sarfettiği “kriz bitiyor ama rehavete kapılmamak lazım” sözüyle özetlenebilir. Bu mesajın iki ayrı hedefi vardır. Birincisi kapitalistlere yöneliktir ve krizin ilk dalgasının geçtiğini, ancak yeni dalgalara karşı hazırlıklı olunmasını ve tekelleri korumaya dönük yarı liberal yarı devletçi ekonomi politikalarının sürdürülmesi gerektiğini, daha da artacak olan işsizlik ve yoksulluk oranlarının yol açabileceği toplumsal sorunlara karşı önlem alınmasının önemini anlatmaktadır. İkincisi ise işçi ve emekçilere yönelik olup, krizin “neredeyse” sona erdiği, meseleyi fazla büyütmemek gerektiği mesajını vermektedir. Açıktır ki, bu ikincide amaç, krizin yıkıcı sonuçları karşısında hoşnutsuzluğu artan kitleleri sakinleştirmektir. Ayrıca kriz nedeniyle her gün kâbuslar gören küçük-burjuvaziyi yatıştırmak ve piyasalara güven vermek de işin cabasıdır.
Oysa krizin bitmediği gün gibi aşikârdır ve bu gerçek bizzat IMF-DB yetkililerinin itirafvari konuşmalarında açıkça ifade edilmiştir. DB başkanı konuşmasında, 2009 yılında 59 milyondan fazla insanın işini kaybetmiş olacağını, 2010 yılında 90 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşayacağını, Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ilâ 50 bin bebeğin ölebileceğini söylemiştir. Küresel ekonomik kriz nedeniyle insanların işsiz kaldığını, hayatların mahvolduğunu, kız çocuklarının okula gidemediğini, ev kadınlarının hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hale geldiğini, çocukların kötü beslendiğini ifade etmiş, “insan ilerlemesi denilen şey, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde geriye doğru gitmeye başladı” demiştir. Krizlerin bir daha tekrarlanmayacağının hiçbir garantisinin olmadığı, şu andaki krizin 20-30 yıllık bir geçmişinin olduğu, çok daha evvelden öngörülmesine rağmen krizin öncül sarsıntılarının geçiştirildiği, ekonomide oluşan dengesizliklerin iyi büyüme rakamları yüzünden görmezden gelindiği, düzenleme ve denetlemeleri yapması gereken kurumların gerçeklikten koptuğu gibi ifadeler de, yine aynı DB başkanı tarafından sarf edilmiştir.
IMF başkanının konuşmaları ise daha çarpıcıdır. O da, 2010’da pek çok ülkede işsizliğin artacağını, düşük gelirli ülkelerde toplumsal huzursuzlukların hatta savaşların bile görülebileceğini, kapitalist sistemin uçurumun kenarından döndüğünü kaydetmektedir. Toplantıların açılışında konuşan Tayyip Erdoğan’ın konuşması da en az IMF başkanınınki kadar aktarılmayı hak etmektedir: “Dünyanın bir bölümü sınırsız bir şekilde tüketirken diğer bir bölümü de açlık nedeniyle hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bir kısmında inanılmaz bir israf yaşanırken diğer bir kısmında ne yazık ki bir avuç pirinç bulmak dahi imkânsız hale geliyor. Bir kesim zenginleşirken bir kesim fakirleşti. 3G-4G teknolojisini yaşayanlar varken dünyada, hayatı boyunca ‘alo’ dememiş hatırı sayılır insan topluluğu var.” Bir diğer “flaş” konuşma da, gazetecilerin “sosyalist” lakabını taktıkları Emine Erdoğan’dan gelmiştir: “Yaşanan kriz, mevcut ekonomik sistemin kendisini sorgulama gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Yoksulların daha da yoksul, zenginlerin daha da zengin olduğu ekonomik sistem çok soluklu olmaz. Olsa da umumi bir adalet, huzur ve mutluluk üretmez.”
Söyleyenlerin niyetleri ne olursa olsun, bu açıklamaların çarpıcı biçimde ortaya koyduğu gerçeklik, kapitalizmin yarattığı tablonun artık gözlerden gizlenemeyecek denli ağır sonuçları olduğudur. Toplantıların ilk gününde IMF uzmanları tarafından sunulan “Dünya Ekonomik Görünümü” raporunda da durum farklı değildir. Bu rapora göre Avrupa ekonomisi 2009 yılında %4,2 küçülecek, 2010 yılındaki büyüme ise %0,3 oranında kalacak. Bunun anlamı 2010 yılında Avrupa ekonomisinin en iyi ihtimalle durgunluktan kurtulamayacağı ve krizin devam edeceğidir. Ekonomik büyüme oranı küresel düzeyde de %3,2 olarak tahmin ediliyor ki bu da durgunluk sınırıdır ve krizin küresel düzeyde de devam edeceğinin göstergesidir. Bu oran, “gelişmiş ülkelerdeki” %1,3 ile “gelişen ülkelerdeki” %5,1’in ortalamasıdır. Yani emperyalist metropollerde de durum hiç iç acıcı olmayacaktır. Rapor, Türkiye özelinde de, 2009 itibariyle %6,5 küçülme öngörüyor. Bu oran, G-20 ülkeleri içinde Türkiye’yi birinci sıraya oturtmaktadır.
Büyüme rakamlarının yanı sıra, ülkelerin bütçe açıklarını gösteren tablolar da sistemin içine düştüğü krizin boyutlarını ortaya koymaktadır. Krizin etkilerini batan şirketleri kurtarma operasyonları düzenleyerek gidermeye çalışan kapitalist devletlerin, bol keseden harcadıkları bu paraları vergileri arttırarak, sosyal sigorta fonlarını yağmalayarak, ücretleri düşürerek, çalışma saatlerini arttırarak işçi sınıfının sırtına yıkacakları düşünülürse, bütçe açıklarının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin bu rapora göre ABD’nin 2009 yılı bütçe açığı 1,5 trilyon dolar civarındadır ve bu rakam 2010 yılında da azalmayacaktır. Oransal olarak bütçe açığı ABD, İngiltere ve Japonya’da yüzde 10’un üzerindedir. Bunlar oldukça yüksek rakamlardır ve işçi sınıfını bekleyen acı reçeteyi çıplak biçimde gözler önüne sermektedir. Burjuva iktisatçıların “kriz bitiyor” demelerini sağlayan şirket kurtarma operasyonlarının çok ciddi bir maliyeti vardır ve bu maliyet henüz karşılanmış değildir. Ama önünde sonunda karşılanması gerekecektir. Birbiri ardına açılan “kurtarma paketleri” sadece durumun daha da kötüye gitmesini geçici olarak engellemekte, ama her seferinde yeni ve daha büyük paketlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bunların anlamı krizin bitmek bir tarafa, yıkıcı sonuçları kapitalist devletler tarafından tüm kaynaklar seferber edilerek ertelenmeye çalışıldığından, çok daha büyüyerek geri dönecek oluşudur.
Tüm bu tablo karşısında IMF’nin ve DB’nin önerdiği yegâne çözüm planı ise, bildik IMF reçetelerinin bu kez de krize çare olarak ve “her derde deva ilaç” etiketiyle pazarlanmaya çalışılmasıdır. Reçetenin özeti şudur: zengin ülkeler daha fazla harcama yaparak tüketimi canlandırmalı ve fakir ülkelere yüksek faizlerle borç vermeli, fakir ülkeler de harcamalarını olabildiğince kısarak (yani eğitim ve sağlık gibi kamu harcamalarını azaltarak, kamu işçilerinin ücretlerini düşürerek) bu borçları ödemelidir. Şüphesiz IMF ve DB’nin “fakir” denilen ülkelere borç vermeye bu kadar meraklı olmasının sebebi, bu ülkelerdeki yoksul halkları düşünmeleri değildir. Asıl sebep, emperyalist ülkelerde aşırı birikmiş durumda olan ve “el yakan” sermaye fazlasının buralara ihraç edilerek değerlendirilmesidir. Sinekten yağ çıkartmak misali, IMF ve DB yetkilileri açlıktan kitlesel ölümlerin gerçekleştiği Afrika ülkelerini pazara çevirmeyi ve krizi fırsata dönüştürmeyi ummaktadırlar. DB başkanı bu niyeti açıkça dışa vurarak, zaman içinde Afrika’ya yapılacak yatırımların neredeyse 1 milyar insanı kapsayan yeni bir piyasa açacağını ve yeni bir büyüme kaynağı olabileceğini ifade etmekte de beis görmemiştir.
IMF-DB uzmanlarının ve kimi burjuva iktisatçıların bu çıplak gerçeklik karşısında bile “sorumlu bir küreselleşme”den, kapitalistlerin krizden ders alacaklarından, emperyalist güçlerin işbirliği içinde uyumlu bir şekilde hareket ederek krizden çıkışın yolunu açacaklarından dem vurmaları açık bir kandırmacadır. Küreselleşme denilen şey, emperyalizmin yani mali sermayenin uluslararası egemenliğinin ta kendisidir. Ekonomik krizi ve onun daha da ağırlaştırdığı tüm eşitsizlikleri, toplumsal sorunları yaratan da kapitalizmin kendisidir. Ekonomik krizler kapitalizmin arızi özellikleri değil, içsel ve kaçınılmaz unsurlarıdır. Bu nedenle de kapitalistler istedikleri kadar “sorumlu” davransınlar, krizleri önleyemezler. Ayrıca kapitalistlerin, sermayelerini arttırmak dışında bir sorumluluk hisleri yoktur. Kapitalizm üretimdeki anarşiyle, toplumsal eşitsizliklerle ve sınıfsal sömürüyle karakterize olmaktadır. Kapitalistlerin krizden ders alacaklarını düşünmek de bu yüzden saçmadır, çünkü krizleri yaratan aşırı üretimdir ve aşırı üretime sebep olan da daha fazla kâr etme güdüsüdür. Kapitalistler ancak kâr etmekten vazgeçtikleri gün krizlerden ders almaya başlayabilirler. Emperyalist güçlerin uyum içinde işbirliği yapmaları ise bu argümanların içinde en gülünç olanıdır. Kapitalizm rekabet üzerine kuruludur ve emperyalizm aşamasında bu rekabet çok daha şiddetli ve ölümcül bir düzeye yükselmiştir. Çünkü dev tekeller arasında yaşanmaktadır ve işin içine muazzam siyasal ve askeri aygıtlara sahip kapitalist devletler de girmektedir. Emperyalistler arasındaki hegemonya yarışının her şeyden çok belirleyici olduğu toplantılardan çıkan işbirliği yönündeki kararların aynen hayata geçeceğini beklemek saflıktır.
Polis terörü sınır tanımıyor
Kapitalizmin ve yarattığı ekonomik krizin etkileri o kadar ağır, IMF-DB gibi emperyalist kurumların rolü o kadar açıktır ki, dünyanın her yerinde işçi ve emekçi sınıflardan gelen haklı tepkilere neden olmaktadır. Yıllık olarak düzenlenen IMF-DB toplantıları, her sene ciddi protesto gösterilerine maruz kalmakta ve gerek sendikalar gerekse de sol çevreler tarafından eylemlerle karşılanmaktadır. Hemen her sene gösterileri düzenleyenler, dünyanın “en demokratik” ülkelerinde dahi, polis şiddetine maruz kalmakta ve tepkiler baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. İstanbul’daki toplantılar süresince de aynı durum yaşanmış, burjuva devlet her zamanki yüzünü göstererek protestoculara tam anlamıyla bir polis terörü uygulamayı ihmal etmemiştir. 20-30 kişilik küçük grupların yaptığı basın açıklamaları bile polisin coplu ve gazlı saldırısına uğramış, toplantılar boyunca yüzlerce kişi gözaltına alınmış, sıkılan biber gazından dolayı 1 kişi ölmüştür. Ayakkabı fırlatan genç hakkında IMF başkanı şikâyetçi olmamasına rağmen soruşturma başlatılmıştır. Burjuva medya her zamanki gibi olayları olabildiğince çarpıtarak yanlı biçimde vermiş, bankaların ve büyük tekellere ait işyerlerinin kırılan camlarını esnafa aitmiş gibi göstererek protestocuları haksız duruma düşürmeye çalışmıştır. Durumdan vazife çıkartan İstanbul Valiliği, kırılan camların ve oluşan hasarın bedelinin, gözaltına alınan ve kameralarla kaydedilen göstericilere ödettirileceğini açıklamıştır.
Bu manzara, egemenlerin duyduğu korkunun ve en ufak bir hak arama eylemine bile ne kadar tahammülsüz olduklarının göstergesidir. Ama işin daha ilginç yanı, bizzat emniyet müdürünün gösteriler başlamadan hemen önce esnafı dolaşarak eylemcilere karşı kışkırtmaya çalışması ve ardından da bir grup sivil faşistin, gösteriler esnasında eylemcilere sopalarla saldırmasıdır. Polis ve burjuva medya, bu faşist güruha “camları kırılan esnaf” süsü vermeye çalışsa da gerçeklik bu değildir. Çünkü polis daha basın açıklaması tam olarak bitmeden eylemcilere saldırmış ve sadece birkaç bankanın camı kırılmıştır. Çoğu esnafın eylemcilere yardım etmesi de, işin “esnaf tepkisi” olmadığının kanıtıdır. Açıktır ki, Taksim’deki 1 Mayıs gösterilerinde de yaşanan bu durum, polisin ve devletin eski bildik yöntemleri tekrar devreye sokmaya başlamasından kaynaklıdır. Her türlü hak arama mücadelesine ve protesto gösterisine acımasızca saldıran polis, kendisine karşı artan tepkileri bertaraf etmek için böyle bir provokasyon tezgâhlamıştır.
Tam da başbakanın “dışarıdaki göstericilere kulak verelim” dediği bir sırada, polisin uyguladığı bu şiddet ve provokasyon oldukça manidardır. İşçi sınıfı, burjuva devletin ve medyanın ortaklaşa hazırladıkları bu tür provokasyonlara karşı uyanık olmalı, “sadece bir avuç eylemciye” diyerek umursamadığı polis terörünün grevlerde, direnişlerde ve sendikal eylemlerde kendisine de yöneleceğini unutmamalıdır.
Dışarıda arama IMF zaten içerde!
Konunun en dikkatle değerlendirilmesi gereken yönü hiç kuşkusuz sendikaların ve solun tutumu ve meseleye yaklaşımıdır.
Sendikaların çoğunluğu haklı olarak IMF ve DB programlarını ve bununla uyum halindeki hükümet politikalarını eleştirmiş, toplantılara katılmaları yolundaki çağrıyı reddederek IMF-DB toplantılarını protesto etmiş, tepkilerini ortaya koymuşlardır. Bu noktada sadece Hak-İş konfederasyon olarak toplantılara katılmış ve teşhir edilmesi gereken bir tutum takınmıştır. Ancak protesto gösterilerine DİSK, KESK ve Türk-İş, örgütlü oldukları işyerlerinden bir katılım sağlamamışlardır. Dolayısıyla da eylemler cılız bir görünüm arzetmiştir. Kuşkusuz bu yeni bir şey değildir ve sendikal harekette uzunca bir süreden beri varolan tıkanıklığın sonucudur.
Benzer bir tıkanıklık sol için de söz konusudur. Sol çevrelerin çoğu, işçi kitleleri örgütleyerek seferber edemedikleri için, keskin söylemlerle bezenmiş dar kadro eylemleriyle günü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Hiç de yeni olmayan ve özellikle 1 Mayıs 2007’den bu yana sol içerisinde daha hâkim hale gelen bu tarz, aslında büyük bir bunalıma işaret etmektedir. Adeta “takvim devrimciliği” olarak adlandırabileceğimiz bir biçimde vücut bulan bu tarz, hiç kuşkusuz işçi sınıfının örgütsüzlüğünün, solun güçsüzlüğünün ve sınıftan kopukluğunun bir yansıması ve sonucudur. IMF-DB karşıtı gösteriler üzerinden ele alırsak, sanki emperyalist sistem ve onun kurumları olan IMF-DB programları yılın bu bir haftası söz konusuymuş gibi bir hava yaratılmış, öncesinde hiçbir çalışma ve hazırlık yapılmadan toplantılara bir hafta kala eylem takvimi açıklanmıştır. Bu bir haftaya sıkıştırılan çalışmalar da bildiri dağıtımlarından ve basın açıklamalarından ibaret kalmış, işçi sınıfının kitlesini örgütlemeye ve mücadeleye sevketmeye dönük bir çabaya girişilememiştir. Bu da çok şaşırtıcı değildir, çünkü işçi sınıfının içinde ve özellikle sendikalarda sabırlı, uzun soluklu bir çalışmayı gerektiren tarzda devrimcilik ile solun önemli kesimine hâkim olan küçük-burjuva devrimciliği arasında ciddi farklılıklar vardır.
Sınıfın en azından sendikalarda örgütlü kesiminin içinden anlamlı bir katılım sağlanamadığında, yapılan eylemler marjinal kalmaktadır. Burjuva propagandanın etkisiyle, son derece haklı olan eylemler ve talepler bile işçi sınıfı tarafından “bir avuç anarşistin” veya “bölücü teröristlerin” işi olarak görülebilmektedir. İçinden geçtiğimiz gericilik döneminde burjuva ideolojisinin işçiler üzerindeki etkisini kırmak elbette kolay ve kısa sürede olacak bir iş değildir. Ama küçük-burjuva sol, sabırsızlık ve lafazanlığıyla, önce etkisi saman alevinden öteye geçmeyen eylemlere girişmekte, sonra da sendikaları suçlamaktadır.
Bu tarzı besleyen bir faktör, solun geneline hâkim olan hatalı yaklaşımlardır. Yine IMF örneğinden devam edersek, bu tür emperyalist kurumların doğasının ve burjuva hükümetlerin bunlarla ilişkisinin, dolayısıyla da tek tek kapitalist devletlerin emperyalist sistemle ve güçlerle ilişkisinin yanlış kavranışıdır söz konusu olan. Bu açıdan sol hareket, 60’lardan beri devam eden anlayışı bir türlü terk edememiştir.
İşçi sınıfının belini büken ekonomi politikaları halen öncelikli olarak IMF ve DB gibi kurumların dışarıdan dayatması olarak görülmeye devam etmektedir. Emperyalist güçler ve kurumlar, yerli burjuvaziden önce karşı durulması gereken düşmanlar olarak nitelendirilmekte, asıl düşman hep dışarıda aranmaktadır. Bu hatalı kavrayışlar, yaşanan gelişmelerin doğru temellerde anlaşılmasını da imkânsız hale getirmektedir.
Örneğin kimi sosyalist geçinen akademisyenler G-20’nin G-8’in yerini almasını, emperyalizmin merkezinde patlak veren krizin bedelinin “bağımlı” G-20 ülkelerine fatura edilmesi olarak yorumlayabilmektedir. Ne yazık ki sol hareket de bu akla ziyan görüşlere kendi yayın organlarında yer vermektedir. Böylece krizin faturasının, bir bütün olarak kapitalistler tarafından işçi sınıfına çıkartılmaya çalışıldığı gerçeğinin üzerinden atlanmaktadır. AKP hükümetinin ve ondan önceki tüm diğer burjuva hükümetlerin, en az IMF ve DB gibi emperyalist kurumlar kadar suçlu olduğu, bu kurumların programlarını sırf dayatma nedeniyle değil kendi yerli burjuvalarının çıkarları için hayata geçirdikleri unutulmaktadır.
Diğer taraftan bununla tamamen tutarsız bir biçimde, emperyalist kurumların yapısında meydana gelen değişimler, ABD hegemonyasının zayıflamasına yol açtığı ölçüde, dünya halklarının lehine bir açılım olarak değerlendirilmektedir. İşçi sınıfının uluslararası mücadelesinin bu denli cılız olduğu koşullarda, ABD’nin zayıflamasının bir başka emperyalist gücün güçlenmesi anlamına geleceği göz ardı edilmekte, emperyalizm olgusu ABD emperyalizmine indirgenerek vahim bir hataya düşülmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama önemli olan bu yanlış kavrayışların yanlış tarzları beslediğinin anlaşılabilmesidir. Çünkü bu hatalı kavrayışların temelinde küçük-burjuva sosyalizm anlayışı yatmaktadır ve bu da anlayış sahiplerini milliyetçi, devletçi bir bakış açısına götürerek, son tahlilde burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılmaya itmektedir. Burjuvazinin iç dalaşmasında taraf tutarcasına tek yanlı bir AKP karşıtlığına düşülmesi ve sanki daha önceki burjuva hükümetler IMF programlarını uygulamamış gibi anti-emperyalistliği bile AKP karşıtlığına indirgeyen yaklaşımların sergilenmesi bunun bariz örnekleridir.
Kavrayış küçük-burjuva sosyalizmi temelinde şekillenince, işçi sınıfından kopuk devrimcilik de hâkim tarz haline gelmekte, iş sendikaların sosyalizm savunusu yapmamakla suçlanmasına kadar götürülebilmektedir. Oysa IMF-DB gibi emperyalist kurumları defetmenin ve neo-liberal saldırı politikalarını tavizsiz ve pervasızca uygulayan burjuva hükümete geri adım attırmanın yolu, işçi sınıfını doğru ve devrimci bir siyaset temelinde bilinçlendirmekten ve örgütlü mücadeleye sevk edebilmekten geçiyor.
link: Kerem Dağlı, IMF-DB Zirvesinin Ardından, 1 Kasım 2009, https://marksist.net/node/2301
Faşist “Türk Solu” Çetesi Tahrik Peşinde
Avrupa’da Seçimler ve Yeni Reformist Tuzaklar