Yaklaşık beş ay önce cumhurbaşkanının ve başbakanın açıklamalarıyla gündemi kaplayan “açılım” tartışmaları, son günlerde yaşanan gelişmelerle yeni bir boyuta evriliyor. Bir yol haritasının ortaya konmaması, Kemalist statükocu çevrelerin ve faşist güruhun “nereye gidiyoruz” demagojisiyle “aman ha bölünürüz” paranoyasını körükleme çabalarına çanak tutmuştur. Başta asker-sivil bürokrasi olmak üzere bu gerici çevrelerin türlü baskı ve basınçlarıyla, “süreç” akamete uğratılmaya çalışılmıştır. Son yaşananların da gösterdiği gibi, gerici çevrelerin çözümü engelleme yolunda bindirdiği basınç etkili olmuştur. AKP, bir taraftan Kürt sorununun TC’nin önüne çıkardığı engelleri aşıp bölgede alt-emperyalist bir güç olarak daha fazla rol kapmak istiyor. Ancak diğer taraftan da, gerek gerici çevrelerin gerekse de kendi içindeki ve tabanındaki şoven hissiyatın ve Kürt halkını kontrol altında tutamayacağı korkusunun etkisi altında, bir o yana bir bu yana yalpalıyor.
Son yaşananlar bu tespiti bir kez daha doğrulamıştır. Öncesinde, Kürt hareketiyle, onun atacağı adım konusunda bir mutabakat sağlanmış gibi gözükmesine ve hükümetin bu izlenimi açıktan reddetmeyen beyanlarına rağmen, bu adımın atılmasıyla yaşananlar, istisnasız tüm burjuva çevreler gibi AKP’yi de ürkütmüş, yalpalatmış ve sürece geçici bir ara verilmesi noktasına getirmiştir. Ne var ki, gelinen noktada, gerek uluslararası konjonktür ve basınçlar gerekse de Kürt hareketinin ulaştığı düzey ve aşağıdan bindirdiği basınç nedeniyle, Kürt sorununda burjuva devletin artık eski geleneksel politikalarla yola devam etmesi neredeyse imkânsızdır. Kürt sorununda bir yol ağzına gelinmiş durumdadır ve gerek iç gerekse de dış dinamikler nedeniyle bu süreç inişli-çıkışlı ve gelgitli de olsa ilerlemek zorundadır.
Ayağa kalkan Kürt halkı
Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine PKK’nin Kandil kampından, Avrupa’dan ve Irak’taki Mahmur mülteci kampından bir grubun, “tıkanan barış sürecinin önünü açmak” ve “barış elçisi olarak çaba göstermek” üzere Türkiye’ye geleceğinin duyurulması, burjuva cephede farklı tepkilere yol açtı. Burjuvazinin bir kesimi gelişmeleri ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılarken, diğer kesimleri “gelmesinler istemezük” şeklindeki hamasi söylemlerle tepki verdiler. Kürt halkı ise bu gelişmeleri yoğun bir barış umudunu sokaklara taşıran kitlesel bir coşkuyla karşıladı. Kandil’den 8 PKK militanını ve Mahmur kampından da dördü çocuk olmak üzere 26 Kürt mülteciyi kapsayan grubun 19 Ekimde Türkiye’ye giriş yapacağının belli olmasıyla birlikte, Kürt halkı gerek Kürt illerinde gerekse de İstanbul gibi metropollerde barış talebini öne çıkartarak barışçıl gösterilere ve kutlamalara girişti. Sözkonusu kutlamalar grubun Habur sınır kapısından girişiyle birlikte Kürt coğrafyasında muazzam bir halk hareketine dönüştü. Gelen barış grubunun serbest bırakılması, Kürtlerin umut ve coşkusunu daha da katladı. Habur sınır kapısında on binlerce Kürt yoksulu tarafından karşılanan barış grubu, yoğun sevgi gösterileri eşliğinde Silopi’ye, oradan da Kızıltepe, Nusaybin ve Mardin üzerinden Diyarbakır’a ancak ertesi gün ulaşabildi. Yol boyunca yüz binlerce Kürt gelen grubu barış umutlarıyla selamlarken, kalabalık Diyarbakır’da görülmemiş boyutlara ulaştı.
Gerici basın organlarının bile Diyarbakır için 750 bin kişilik bir kalabalıktan bahsettiği kutlamalar, diğer illerdekiyle birlikte milyonu aşan bir Kürt kitlesinin harekete geçmesine şahitlik etti. Yüz binlerden yükselen barış, demokrasi ve özgürlük taleplerinin, PKK’yi sahiplenen slogan ve marşlarla dillendirilmesi, burjuva gericiliğinin “bir avuç eşkıya” söylemiyle kodlanan tüm yalan ve çarpıtmalarını boşa çıkartarak burjuva siyasetçilerin ezberini bozuverdi. Türk burjuvazisinin geleneksel politikasının inkârcı argümanları nihai olarak çökmüş oldu. Bu durum, egemen sınıfın tüm kanatlarını önce şaşkınlığa, ne yapacağını ne diyeceğini bilememeye sevk etti. Ardından asker-sivil bürokrasinin düğmeye basmasıyla birlikte Ergenekoncu medya ve onun eşliğinde faşist MHP ve BBP ile darbeci CHP, Kürtlere ve Kürt hareketine dönük kudurgan bir saldırganlığa girişti. Bir yanda Kürt yoksulları “adil ve onurlu bir barış” ve “demokratik çözüm” doğrultusunda yeşeren umutlarıyla gece gündüz devam eden barış gösterileri gerçekleştirirken, diğer tarafta Kemalist, faşist ve gerici çevreler ve de emirlerindeki burjuva medya, DTP’ye ve Kürtlere karşı linç kampanyasına girişmekten ve iç savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri durmadılar.
Kuduran şovenizm ve faşist MHP-BBP’nin iç savaş tahriki
İşçi sınıfına, Kürtlere, Alevilere, gayrimüslimlere dönük olarak giriştiği katliamlar sabit olan bu iki parti, ırkçı ve faşist doğalarını, kudurgan ve çığrından çıkmış bir şekilde dışa vurdular. Bir yandan hükümeti alçaklıkla ve açık ihanetle suçlayan bu taş kafalılar, diğer yandan işçi sınıfı ve ulusal azınlıklar üzerinde terör estirmek için her türlü yalana, demagojiye, duygu sömürüsüne ve sahtekârlığa başvurmaktan çekinmeyeceklerini bir kez daha gösterdiler. “İstanbul Habur değildir” sözleriyle, İstanbul’da barış grubu aynı şekilde karşılanırsa gösterilere saldırma tehdidinde bulunan MHP, beslediği ülkücü-faşist çetelere, Kürtlerin ev ve işyerlerine ve DTP’ye saldırı emri vermiştir. Elazığ’da, Afyon’da, Balıkesir’de, Yalova’da, Muş’ta, Edirne’de saldırılar düzenlenmiş, Ankara’da üç Kürt bıçaklanmış, Konya’da DTP il örgütü faşist güruhların linç girişimine maruz kalmıştır. BBP’li faşistler ise Ankara’da direnişçi işçilere “Kahrolsun PKK” sloganlarıyla saldıracak kadar gözlerinin dönmüş olduğunu göstermişlerdir.
Kürtlerin varlığını ve ayrı bir ulus olduğu gerçeğini bile hâlâ inkâr eden faşist soykırımcı zihniyetten, Kürtlerin duyduğu barış sevincini anlayışla karşılaması beklenemezdi kuşkusuz. Tahrik olmak için bahane arayan bu paranoyak ırkçı zihniyet, bu ülkede Kürtlerin varlığını tek bir koşulla kabul etmeye hazırdır, o da Kürtlerin itaatkâr bir hizmetkâr ve boyun eğmiş bir köle olarak kalmaya razı gelmesidir. Faşist MHP ve BBP’yi kudurtan gerçek, Bahçeli tarafından şu sözlerle dillendiriliyor: “Sınırdan giriş yapan hainlerde ne bir teslimiyet, ne bir mahcubiyet, ne de nedamet hissi vardır.” Ne var ki, bu ırkçı yaklaşım yalnızca MHP ya da BBP gibi faşist partilere has bir şey değildir.
Tüm bu faşist saldırılar, gerek diğer burjuva muhalefet partileri tarafından, gerek AKP hükümeti tarafından, gerekse de burjuva medyanın satılık kalemleri tarafından açıkça kınanmadığı gibi, “halkın haklı ve meşru tepkisi” olarak yansıtılmakta ve bunlar aracılığıyla Kürt hareketi sindirilip hizaya sokulmaya, ehlileştirilmeye çalışılmaktadır. Ezilen, katledilen, baskı ve tahakküm altında olan da, şu an saldırılarla karşı karşıya bulunan da Kürt halkı ve DTP olmasına rağmen, “aklını başına alması”, geri adım atması, taleplerini makul düzeye çekmesi istenen de yine DTP olmaktadır. Hiç utanmadan, TC’nin gerekli adımları attığını, üzerine düşeni yaptığını, adım atma sırasının Kürtlerde olduğunu söyleyerek, DTP’ye “Türk kamuoyundaki hassasiyetleri” dikkate alması dikte ediliyor. Bu hassasiyet denen şeyin temeli, tüm TC tarihi boyunca, egemen sınıfın beyin yıkama faaliyetinin bir sonucu olarak kitlelerin zihnine kazıdığı şoven duygular, inkârcı ve imhacı yaklaşımdır. “Türk kamuoyunun tepkisi”, aşağıdan gelen ve kendiliğinden gelişen bir şey değil, burjuvazinin milliyetçi ve ırkçı kışkırtmalarının körüklediği ve yürüyen haksız savaştan beslenen travmatik bir ruh halidir. Yalanlar ve çarpıtmalara dayalı olarak yürütülen psikolojik savaşın sonucu olarak milyonlar bu haksız savaşa razı gelip binlerce evladını savaşta yitirdiyse, olsa olsa bir bütün olarak egemen burjuva sınıfın bu haksız savaşın hesabını vermesi gereğinden bahsedilebilir, Kürt hareketinin bu durumu hesaba katmasından değil. Bu şoven “hassasiyetler” ve önyargıların dikkate alınması, egemen sınıf tarafından çözümün önkoşulu olarak sunuluyor; oysa gerçek tam tersidir, bu şovenizm geriletilmeden çözüm yolunda ciddi bir adım atılamaz.
CHP gericiliği iş başında
Darbeci Kemalist CHP’nin de, Kürt sorununa dair yaklaşımlarının faşistlerden çok bir farkının kalmadığını belirtmekte yarar var. Aralarındaki fark, Türk ve Kemalist olmayan herkesi ikinci sınıf vatandaş ya da sözde vatandaş olarak gören despotik zihniyete sahip bu okumuş, tuzu kuru, seçkinci, Beyaz Türk topluluğunun, kafasından geçenleri açıkça dillendirecek ve hayata geçirecek bir cesaretten yoksun oluşudur. CHP, paçaları çamura, elleri pisliğe bulaşmadan, MHP-BBP’li çetelerin pogrom girişimlerini içten içe alkışlıyor. Hükümetin geri adım atarak süreci şimdilik de olsa durdurmasını, CHP lideri Baykal, “halkın tepkisi”ne bağlıyor, “halkımızın büyük başarısı” olarak adlandırıyor ve “bu işin bittiğini” haykırıyor.
Öte yandan, Deniz Baykal’ın yaptığı basın açıklamasında dile getirdiği saptamalarda ilginç itiraflar var. Şunları söylüyor Baykal: “Siyasi bakımdan o yaşanan tablo bize, terörist olarak bilinenlerin siyasal bakımdan kahraman haline dönüşmekte olduğunu göstermiştir. … Buraya gelenler çok gösterişli bir biçimde on binlerce insanın, kilometrelerce selamladığı, karşıladığı, kucakladığı bir buluşma içinde Türkiye’ye girmişlerdir. Bu merasimler, sevinç gösterileri öyle anlaşılıyor ki bazı çevreleri rahatsız etmiştir ve şimdi itidal tavsiye etmektedirler. 25 yıl dağda kendi davası için mücadele edip de 25 yıl sonra Türkiye’de böyle karşılanmanın o mücadeleyi verenler açısından sevinç doğurucu bir yanının olmayacağını mı düşünüyorsunuz? Bunun bir büyük mutluluk vesilesi olmamasını nasıl düşünebiliyorsunuz? 25 yıl o mücadeleyi vermiş bir örgüt şimdi Türkiye sınırları içine bir kahraman gibi karşılanarak, savcıları, hâkimleri ayağına getirerek, suçlu olmadıkları kararını çıkararak, serbest bir şekilde topluma dönüyor olmalarını, … bir zafer duygusu yaşamadan nasıl yansıtmaları mümkün olabilir? O nedenle kimse o sevinç gösterilerini yapanları suçlamasın, onlar kendileri açısından hak ettiklerini düşündükleri bir sevinci, bayramı yaşamaktadırlar.”
Ama Baykal bu saptamaları, halkların kardeşliğini güçlendirecek bir hareket noktası olarak ele almak yerine, Kürtleri düşman gibi göstermenin ve hükümeti de bu düşmanın eline koz verip onu güçlendirmekle eleştirmenin vesilesi haline getiriyor. Milyonların sahiplendiği Kürt hareketini yine de terörist olarak adlandıran Baykal, hükümeti Kürtlerin sevinmesine zemin hazırlamakla eleştirip, “onlar” dediği Kürtlere ırkçı nefretini kusmaya başlıyor: “Önemli olan o sevincin onlara yaşatılmış olmasıdır. Önemli olan onlara bu zafer duygusunun verilebilmiş olmasıdır. … bu aslında bir utanç tablosudur. Olay sadece bir teröristin ya da 4-8 teröristin kahramana dönüşmesi olayı değildir. Türkiye’nin 25 yıllık terörle mücadelesinin ne anlama geldiğinin sorgulanması olayıdır.” Görülüyor ki, TC rejiminin kurucusu CHP de, Kürtlerden teslim olmalarını, boyun eğmelerini, nedamet getirip af dilemelerini bekliyor; 25 yıllık haksız savaşın sorgulanmasına, Kürtlerin demokratik taleplerinin haklı ve meşru olduğunun kabul edilmesine asla yanaşmıyor. Ne de olsa, “saf Türk olmayanların” yegâne hakkının “köle olma hakkı” olduğunu söyleyen de, “bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir; başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyen de CHP’dir, onun tek parti diktatörlüğü dönemindeki Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tur, onun “milli şefi” İsmet İnönü’dür. CHP’nin bu şoven tutumu, ipliği pazara çoktan çıkmış MHP’ye göre çok daha tehlikelidir. Çünkü tüm sahtekârlığına karşın CHP halen gerek geniş Alevi kitleler, gerek sendikacılar gerekse de küçük-burjuva aydın kesim içinde önemli bir desteğe sahiptir. CHP’nin gerçek yüzünün başarıyla teşhir edilememesi durumunda, bugüne dek genel anlamda demokratlığın, ilericiliğin vb. destekleyicisi olduğu düşünülen bu kesimlerin CHP dolayımıyla faşist girişimlerin payandası haline getirilmesi söz konusudur. Ve bu da işçi sınıfı açısından büyük bir tehlike anlamına gelmektedir.
AKP’den faşist MHP’ye ve darbeci CHP’ye, şovenist yazarlardan solcu veya demokrat maskesiyle dolaşan sözde aydınlara kadar geniş bir kesim, türlü bahaneler ve gerekçelendirmelerle, Kürtlere “üç günlük sevinci” bile fazla görüp, heyecan ve coşkuyla alanları doldurmalarından rahatsız oluyorlar. Bu rahatsızlık, yalnızca Kürtleri kontrol altında tutamamanın doğurabileceği sonuçlardan duydukları siyasal korkulardan kaynaklanmıyor. Bu rahatsızlık, yıllar içinde statükocu egemenler tarafından oluşturulmuş ve kitlelere aşılanmış hastalıklı bir zihniyetten kaynaklanıyor. Aşağılık kompleksiyle kendini beğenmişliğin, yaltaklanma ile efelenmenin, korkaklıkla kabadayılığın, otoriteye tapınmayla demokrat pozlara bürünmenin iç içe geçtiği bu zihniyet, tarihte aldığı nice yenilgiye ve yaptığı nice yanlışa rağmen kendisini yenilmez ve yanılmaz görmek ve göstermekten asla vazgeçemiyor. Aralarındaki tüm politik farklılıklara ve hatta iktidarda olanların resmi ideolojiyi değiştirmek istemelerine rağmen ortaklaşa savundukları bu zihniyet, Kürtlerin sevinç tablosunu, kendilerinin “yenildiği”, Kürtlerinse kazandığı şeklinde okuyor. Bu “yenilmişlik haleti ruhiyesi”ni Ertuğrul Özkök şu şekilde itiraf ediyor: “Bu çözüm, Türkiye’de sayısı Kürtlerinkinden de az bir grubun ‘Söke söke aldığı’ haklar değil, sayısı çok daha fazla olan Türklerin ‘Seve seve verdiği’ haklar olarak algılanmalıdır.” (Hürriyet, 23/10/2009) Vaktiyle, “komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyen bürokratik despotik zihniyetle, “Kürt sorunu çözülecekse onu da Kürtleri işin içine katmadan biz çözeriz” diyen, siz almadınız biz verdik diye kendini avutan bu zihniyet aynı zihniyettir.
Hükümet cephesinde kararsızlık ve yalpalama
Ergenekoncu muhalefetin tehditleri, suçlamaları ve iç savaş tahrikleri karşısında yalpalamaya başlayan hükümet, askeri-sivil bürokrasinin açıklamaları ve girişimleriyle birlikte sürece ara verme kararı aldı. Önce TSK’nın “kabul edemeyiz” açıklaması, ardından Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun PKK’lileri sorgulayan savcı ve hâkimler hakkında soruşturma başlatması ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının DTP gösterilerini inceleyerek kapatma davasına ek delil araştırmaya girişmesi, son olarak da Genelkurmay’ın Erdoğan’ı arayarak “konu hakkındaki düşüncelerini iletmesi” AKP’yi ürkütmeye yetti. Bu durum aslında AKP yönetiminin Kürt sorununu gerçekten de demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözme hususunda ciddi bir hazımsızlığa sahip olduğunun, sözkonusu süreci tam olarak benimsememişliğinin ve samimiyetsizliğinin de bir göstergesi sayılabilir.
AKP sözkonusu açılım sürecini, demokrat olduğundan ya da insani hassasiyetlerden vb. ötürü değil, iç koşulların dayatması ve dış koşulların da yeni fırsatlar sunuyor olması nedeniyle başlatmak zorunda kalmıştır. Buna rağmen, yeterli bir hazırlığa, gerekli politik cesaret ve iradeye ve sorunu çözecek bir vizyon genişliğine tam olarak sahip olmadığı ortadadır. Her ciddi tıkanıklıkta, sorunu zamana yayarak ertelemesi, yalpalaması, tükürdüğünü yalaması, çelişik tutumlar takınması bundandır. AKP hükümetine Ortadoğu ve Kürt Sorunu konularında gayriresmi danışmanlık ve arabuluculuk misyonunu üstlenen Cengiz Çandar gerçeği dillendirmektedir: “34 PKK’lının Habur’dan Türkiye’ye dönüşü, bunun Abdullah Öcalan’ın kendi elemanlarına çağrısı ile gerçekleşmiş olması siyasetin ön alması olarak görülmeli. PKK-DTP hattı, böylece bir «siyasi hamle» yaptı ve topu hükümetin sahasına geçirdi. 34 kişinin Habur’dan girişinden Diyarbakır’a varışına kadar gösteriler, bir yanıyla bölgedeki Kürtlerin «silahlara veda-acılarımıza son» duygusuyla harekete geçmiş olması kadar, söz konusu hattın bir «siyasi hamlesi»nin kitlesel dışavurumu sayılabilir. Nitekim, hükümet de «görüntüler»i öyle algılamış ve anlamış ve ülkenin batısında bu gösterilere yönelik tepkileri de göz önüne alarak, bu «siyasi hamle»ye karşılık verecek bir hazırlığa sahip olmadığını farketmiştir. Hükümetin, ortaya çıkan tablo karşısında kendi «siyasi hamlesi» henüz kararlaştırılmamış durumda. Ne olacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz. … Mesele, tüm karmaşık özelliklerine karşılık hayli basit bir algılamadan geçiyor. O da «terör ve teröristler» diye genellenen olgunun, bir yanıyla «Türkiye Kürtlerinin PKK’nın şahsında isyan ifadesi» olduğunu kavramak. PKK, ona hangi etiketi yapıştırırsanız yapıştırın Cumhuriyet tarihimizin Kürt isyanlarının son halkasıdır. Yani, netice itibarıyla bir «Kürt isyanı»dır.” (Radikal, 25/10/2009) Çandar’ın ağzından da dile getirilen bu son saptamanın üzerinden atlayarak, temelini, Kürt hareketini parçalamaya, dışlamaya, muhatap almamaya dayandıran açılımların, paketlerin, projelerin vb. hayata geçme şansı yoktur.
Büyük laflarla üstü örtülen sosyal-şovenizm
Son gelişmeler, sol hareket içerisinde de farklı değerlendirmelere vesile oldu. Sol hareketin önemlice bir kesimi, gerici faşist ve Kemalist çevrelerin ulumalarına ve hükümetin manevralarına karşı Kürt halkının taleplerini ve ortaya koyduğu mücadeleyi desteklerken, bazı sol çevreler ise, Kürt ulusal hareketini açıktan eleştirme tutumlarını daha da abarttılar.
Bu çevrelerin emperyalizm ve ulusal sorun konusunda Marksist bir bakış açısından ne denli uzak oldukları böylelikle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kürt hareketini, teslimiyetle, ABD çizgisine yatmakla, devrim ve bağımsızlık hedefinden sapmakla, “açılım”a rıza göstermekle, “devleti pek de rahatsız etmeyecek taleplerle kendisini sınırlamak”la eleştiriyorlar. “Ve bunun en trajik yanı” diyor bazıları, “PKK’nin, Kürt halkının buna rıza göstermesidir”. Kürt halkı buna rıza gösteriyorsa size ne oluyor, diye son derece yerinde bir soru geliyor insanın aklına! Gerçekten bu tuhaf yaklaşım Kürtlerin ne istedikleriyle ilgilenmiyor, onlar adına düşünerek ne istemeleri gerektiği konusundaki soyut formüllerle meşgul oluyor. Bu yaklaşıma bakılırsa, bir ulusal hareketin silahlı mücadeleye son vermesi, hele de bağımsız bir devlet hedefinden vazgeçmesi açık ihanettir. Peki, kime ya da neye ihanet? Kürt halkı bugün bağımsız bir devlet istemiyorsa, silahlı mücadelenin sona ermesini ama tüm demokratik haklarına da kavuşmayı arzu ediyorsa, onun önderliğinin bu çizgiyi izlemesi, açık ki, kendi halkına ihanet ettiği anlamına gelmez. Birilerinin mesnetsiz hayalleri yıkılıyorsa, bunun sorumluluğunu o hayallere kapılanlarda aramak gerekir! Hatırlatalım ki, ulusal sorun hakkında yanlış bir şablondan hareketle dışarıdan gazel okumak, devrimci bir çizgi izlemek anlamına gelmediği gibi, böylesi bir yaklaşım proleter devrimciliğe yakışan bir ciddiyetle de bağdaşmaz.
Bu tür yaklaşımların temel teorik sorunu, ulusal hareketlere boyundan büyük anlamlar yüklemelerinde, ona sahip olmadığı toplumsal devrimci misyonlar biçmelerinde, ulusal hareketle sosyalizm, ulusal kurtuluş ile toplumsal kurtuluş arasındaki ayrımın üstünden atlamalarında yatmaktadır. Ulusal hareketler, en uç noktada bağımsız bir ulus-devletin inşasıyla sınırlı bir perspektife sahip olduklarına göre, özü ve sınıfsal tabiatı gereği burjuva demokratik hareketlerdir. Bu tip hareketlerin, mücadele ettikleri burjuva ezen-ulus devletiyle müzakerelere girişmesinde, taleplerini günün koşullarına ve verili güç dengelerine bağlı olarak şu ya da bu şekilde yeniden formüle etmesinde ve nihayetinde de bir noktada uzlaşmasında garipsenecek bir durum yoktur. Son tahlilde, ulusal hareketler, programatik olarak ezilen ulusun burjuvazisinin çıkarlarının çerçevesini aşmadıklarına göre, bu burjuva çıkarlarla ezen-egemen ulus burjuvazisi arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu düşünülemez. Benzer nedenlerden ötürü, ulusal hareketlerin, kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere, emperyalist olsun ya da olmasın başka burjuva devletlerden destek almaları, onlardan yardım talep etmeleri vb. gibi hususlarda da yadırganacak bir durum yoktur. Tersine, tarihte hiçbir ulusal hareketin yalnız ve yalnızca kendi halkının seferberliğine dayanarak, büyük devletlerle şu ya da bu şekilde ilişkiyi ya da uzlaşmayı kategorik olarak yadsıyarak başarıya ulaştığı görülmemiştir. Türkiye sol hareketinin anti-emperyalist payesi vererek övmekten usanmadığı Milli Mücadele dönemindeki Kemalist önderlik bunun en tipik örneklerinden biridir! Önce İtalyan ve Fransız emperyalizmiyle, arkasından da İngiliz emperyalizmiyle uzlaşmalar ve anlaşmalar yapıp nice tavizler vermiş; bu arada, bir taraftan kendi ülkesindeki komünistleri keserken diğer taraftan emperyalistlerle uzlaşmayı kolaylaştırmak ve onlara karşı bir şantaj unsuru olarak kullanabilmek için SSCB’yle de dost ve müttefik olarak görünmekten çekinmemiştir.
Bir diğer yanılgı noktası da ulusal hareketlerin bağımsızlık hedefine ilişkindir. Komünistler ezilen ulusun bağımsız bir devlet kurma hakkını kayıtsız koşulsuz kabul ederler, ama bu, komünistlerin her koşulda ayrılığı propaganda etmesi gerektiği ya da bir ulusal kurtuluş hareketinin desteği hak etmek için illâ ki bağımsız bir devlet kurma hedefini gütmesi gerektiği anlamına gelmez. Demek ki, bir ulusal hareketin niteliği, desteği hak etmesi, “ilericiliği” vb. gibi hususlar bağımsız devlet kurma hedefine indirgenemez. İster ulusal-demokratik özlem ve taleplerini ayrı bir devlet kurmaktan farklı bir formülle çözmeye yönelsin, ister silahlı bir mücadeleyle ya da farklı yöntemlerle bağımsız bir devlet kurma hakkını elde edip ayrı bir burjuva devlet inşa etmiş olsun, her iki durumda da ulusal hareketin sosyalizmle bir ilişkisi yoktur. Ama ulusal hareket sosyalist değil diye enternasyonalist komünistler, ezilen ulusun ayrılma hakkını da içermek üzere kendi kaderini tayin hakkını (KKTH) savunmaktan vazgeçmezler. Ezen ulusun komünistlerinin ulusal sorun konusundaki görevi, ezilen ulusun en başta KKTH olmak üzere tüm haklı ve meşru demokratik taleplerinin mümkün olan en tam şekilde gerçekleşmesi için ezen-egemen ulus burjuvazisine karşı mücadele etmektir; ezilen ulusa neyin yetip neyin yetmeyeceği konusunda kendisini onun yerine koyup ahkâm kesmek değil!
Lenin, ulusal soruna dair çok net bir program ve çok net bir perspektif ortaya koymuş ve geliştirdiği teorik çerçeveyi bir düzine somut örnekte test etmiştir. Ulusal sorunun bugün de tartışılan çok çeşitli boyutlarından neredeyse bir teki bile yoktur ki, Lenin tarafından hem genel ilkesel düzeyde hem de somut örnekler üzerinden ele alınmamış ve Marksist bir yanıt üretilmemiş olsun. Durum buyken, Leninizmi benimsediği iddiasındaki kimi sol çevrelerin, döne döne onun yaklaşımını ayaklar altına almalarının, aslında kavrayışsızlıkla bir ilgisi yoktur. Asıl derinlerde yatan sorun bu tür sol çevrelerin politik çizgisine milliyetçiliğin türlü biçimlerinin damgasını vurmuş olmasındadır. Kimisi milliyetçiliğini “yurtseverlik” olarak yutturmaya çalışırken, kimisi de “vatanseverlik”, “ulusalcılık”, “emekçi yurtseverliği” vb. gibi kavramlarla, izledikleri sol söylemli milliyetçi çizgiyi aklamaya çalışıyor. Kimisi Kürt hareketine, zaten Türkiye de yarı-sömürge, göbekten bağımlı, mazlum, ezilen bir ülkedir, gel birlikte baş düşman ABD’ye karşı savaşalım, senin özgürlüğünü ondan sonra biz sağlarız demeye getiriyor. Kimisi de, kendi boyuna posuna ve üzerine düşen görevleri ne ölçüde yerine getirebildiğine hiç bakmaksızın, Kürt hareketine, “sakın silahları bırakma, savaşa devam et” diyerek sorumsuzca ahkâm kesiyor.
Bu yaklaşımların hiçbiri işçi sınıfının devrimci çizgisini temsil edemezler. Bir kez daha yineleyelim; ezen ulus komünistlerinin görevi, ulusal kurtuluş hareketinin politikaları hakkında ahkâm kesmek, ona akıl vermek değil, her şeyden önce ve esas olarak kendi ezen ulus burjuvazisine karşı mücadele yürütmektir. Bu ilkeyi çiğneyen ya da sulandıran yaklaşımların son tahlilde tek bir adı vardır: sosyal-şovenizm! O sosyal-şovenizmin kaygan yokuşuna devrimci lafazanlıkla adım atanların akıbetini, çukurun dibindeki burjuva işbirlikçiler, darbeciler ve Ergenekon sevdalılarının durumu yeterince açıklıkla gösteriyor.
link: Oktay Baran, Kürt Sorununda Mehter Adımları, 1 Kasım 2009, https://marksist.net/node/2287
Özel Mülkiyet Ne Ezelidir Ne de Ebedi!
YÖK Kaldırılsın