İngiltere kapitalizmin beşiği olduğu için, eşyanın doğası gereği, ilk işçi hareketleri de o topraklarda doğmuştur. İşçilerin öfkelerini kapitalist üretim ilişkilerine değil de üretim araçlarına yönelttiği Luddist hareket ve mülksüzlerin de oy kullanabilmesi talebi etrafında şekillenen Chartizm gibi akımlar İngiltere’de proleter sınıf mücadelesinin ilk işaretleri idi. 1917 Ekim Devrimiyle Rusya’da kurulmuş olan genç işçi devleti ise, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de işçi sınıfı üzerinde etkisini gösterecekti.
Birinci Paylaşım Savaşı sırasında demiryolu, maden ve tersane işçileri yaklaşık bir buçuk milyon işçiyi kapsayan üçlü bir birlik kurdular. 1920 yılında TUC[1] liderleri İngiliz hükümetini, Sovyet devletine yeni bir müdahaleye kalkıştığı takdirde genel greve gitmekle tehdit ettiler. 1921 yılında ise hükümetin madenlerdeki politikasının ücret kesintilerine yol açması işçileri mücadeleye itti. Ancak Üçlü Birlik 15 Nisanda –bu gün İngiliz işçi hareketinde Kara Cuma olarak bilinir– madencilerin eylemine katılma kararı almış olmasına rağmen bu taahhüdünü yerine getirmeyince madenciler yalnız kaldılar ve üç aylık mücadelenin sonunda verdikleri savaşı kaybettiler. Ücretlerindeyse %10-40 arasında bir düşüş gerçekleşti.
Bu yenilgiye rağmen 1921 olayları 1926’nın bir anlamda habercisiydi. 1925’te burjuvazi hem ücretlerde kesinti yapmayı hem de iş saatlerini uzatmayı işçilere dayatınca daha güçlü bir direnişle karşı karşıya kaldı. Hükümet 31 Temmuz 1925’te, bir komisyonun soruşturma yapacağı kömür endüstrisine dokuz ay boyunca sübvansiyon desteği sunmayı kabul etti. Ancak 1926 yılında komisyon, açıkladığı raporunda maden sahiplerinin ücretleri azaltma girişimlerini haklı bulduğunu ifade etti. Aslında raporun ücret kesintilerini onaylayacağını görmek için dokuz ay beklemek hiç de gerekmiyordu. Komisyonun burjuvazi lehine karar vermesi kaçınılmazdı. Bu dokuz aylık süre gerçekte burjuvazinin saldırı için daha fazla hazırlık yapma ihtiyacını gidermişti.
TUC ve maden sahipleri arasındaki müzakerelerden sonuç çıkmayınca, 1 Mayısta toplanan konferanstan ulusal grev kararı çıktı. İşçiler “ne bir dakika fazla işgünü, ne bir kuruş daha az ücret” sloganı ile 3 Mayısta greve çıktılar. Ülkede ulaşım felç oldu. İlk günün sonunda demiryolu, nakliyat ve tersane işçilerine, matbaa, metal, demir ve ağır kimya işçileri de katıldı. İşçiler istemediğinde yaprak dahi kımıldamıyordu.
Ancak işçilerin bu muazzam hareketini bir adım daha ileriye taşıyacak devrimci bir önderlik olmadığı için, grev ekonomik mücadele alanının sınırlarına hapsolup kalmıştı. İngiliz Komünist Partisi hareketin basit bir ücret artışı talebi olduğunu deklare etmişti. İşçiler sendika liderlerine güvenmişlerdi. Onlarsa militan bir mücadele sergilemek yerine uzlaşmacı bir tavır sergileyerek işçi sınıfına ihanet ettiler. Genel grev 9 günün ardından 12 Mayısta sona ermişti ve işçiler yavaş yavaş işlerine geri dönmüşlerdi, üstelik daha uzun bir işgünü ve daha düşük ücretlerle!
1926 yılında devrimci bir yükselişin eşiğinden yenilgiyle dönen İngiliz işçi sınıfı 1972 yılına kadar fırtına öncesi sessizliği yaşadı. 1926’dan sonra madenciler ilk kez 1972 yılında greve gittiler. Bu grev sonucunda haftalık iş saati düşürüldü ve ücretlerde %21 artış sağlandı. Bu ekonomik kazanımların yanı sıra, kazanılan daha önemli bir şey vardı: İşçilerin uzun yıllar boyunca unuttukları bir özgüven ve güçlerinin nelere muktedir olabileceğini görmeleri.
1974 başlarında madencilerin durumu yine kötüleşmişti ve bir kez daha ulusal grev ilan edildi. Egemen sınıf olağanüstü hal ilan etti ve tasarruf amacıyla işgünü sayısı haftada üç güne indirildi. İktidardaki Muhafazakâr Parti hükümetinin başbakanı Edward Heath, içinde bulunulan çıkmazdan kurtulmak için genel seçim çağrısında bulundu, ancak seçimlerden mağlubiyetle ayrıldı. Başka bir deyişle madencilerin grevi Muhafazakârları iktidardan alaşağı etmişti. Seçimden sonra iktidara gelen İşçi Partisi hükümeti ile anlaşmaya varıldı ve grev sona erdirildi. Grev her ne kadar genel olarak başarıyla sonuçlanmışsa da ekonomik taleplerin dışına çıkamamıştı.
1970’li yılların sonuna doğru İngiliz sanayiinde bir durgunluk baş göstermeye başladı. Ama egemen sınıf önceki dönemden dersler çıkarmıştı ve her zamanki gibi ekonomik durgunluğun bedelini kârlarından değil, işçi sınıfından çıkarmaya kararlı idi. Bunun için gerekli önlemleri almaya başlamıştı bile: Kömür stokları arttırıldı, dışarıdan kömür ithalatına ağırlık verildi ve kömür santralleri petrol santrallerine dönüştürüldü. Bir o kadar önemli bir tedbir daha alınmıştı: Nakliyat işçilerinin sendikasızlaştırılması. Yapılacak bir grevde madencilerin ilk destekçileri arasında yer alacak olan nakliyat işçilerinin çalıştığı sektörde, sınıf bilinçli işçilerin işten çıkarılması ve yerlerine bilinçsiz ve örgütsüz işçilerin alınması burjuvazinin elini önemli derecede güçlendirecekti.
Tüm hazırlıklarını yapan egemen sınıf artık vuruşunu gerçekleştirmek için hazırdı. Maden işletmelerinin yönetim ve denetiminden sorumlu olan NCB’nin (Ulusal Kömür Odası) 1983 yılında hazırladığı rapora göre 198 maden ocağından 141’inin ekonomik getirisi yoktu, bunlar zarar etmekteydiler. Bu rapora göre 100 bin kişi işinden olacaktı. Burjuvazi açısından bu madenler ceplerini dolduracakları birer kapitalist işletme olduğu için, madenlerin kapatılmasıyla işsiz kalacak işçilerin akıbetinin ne olacağının hiçbir önemi yoktu.
1982 yılında da NCB İskoçya’daki Kineil kömür madenini kapatmış, bunun üzerine işçiler maden ocağını işgal etmişti; ancak grev çağrısı yapılmamıştı.1983 yılında ise Galler’de Lewis Merthyr kömür madeninin kapatılması tekrar işçilerin madeni işgal etmesine yol açmış ve bu sefer diğer madencilerle birlikte 3000 işçi greve katılmıştı.
1984 yılının 1 Martında Yorkshire’daki Cortonwood kömür madeninin kapatılacağının ilan edilmesi, öncekilerden farklı olarak, grev dalgasının ülke çapında yayılmasına sebep oldu. Kapatılma kararından sonra birçok temsilci adanın diğer bölgelerine de gönderilerek yapılacak eylemin yalıtık kalmasının önüne geçilmek istendi. 6 Martta Yorkshire madencileri süresi belirsiz greve başladıklarını duyurdular; 7’sinde İskoç madenciler, 9’unda Durham ve Kent madencileri greve katıldı.
Ancak özellikle Nottinghamshire’deki işçilerin önemli kısmı grev alanlarında olmak yerine, çalışmaya devam ediyordu. Hatta 5 Nisanda yapılan oylamada grev aleyhine oy kullanmışlardı. İşçilerin gelişen olayları henüz tam kavrayamaması ve dolayısıyla mücadeleden uzak durması, burjuvazinin ve sağ kanat sendika liderlerinin işçilerin ulusal çapta grevi desteklemedikleri görüşünü daha bir kararlılıkla savunmalarına neden oluyordu. Bu görüşlerinin doğruluğuna kesin gözüyle baktıkları için de grev oylaması yapılmasını istiyorlardı. NUM (Ulusal Maden İşçileri Sendikası) başkanı Arthur Scargill, ücretler ve kapatmalarla ilgili daha önceki oylamalardan olumsuz sonuç alındığı için yeni bir oylamadan yana değildi. Grev için oylamanın yapılmaması greve “illegal” yaftasını yapıştıracaktı.
Mücadele yaygınlaşıyor!
Ulusal grev için bir oylama yapılmamasına karşın 12 Martta grev kararı alındı. Karar bir oylama yapılmadan alınmış olmasına rağmen işçiler grev meydanlarındaki tutumları ile kararlarının ne olduğunu açıkça ortaya koymuşlardı. Nisan ayında yapılan bir anketin sonuçlarına göre işçiler %68’lik bir çoğunlukla grevi destekliyordu. Bir başka deyişle mücadele hız kazandıkça peşinden diğer işçileri de sürüklemeye başlıyordu.
1972 ve 1974 grevlerinden dersini iyi çıkaran burjuvazi, mezar kazıcılarının yeni grevine iyi hazırlanmıştı. Ancak aynı başarıyı proletarya sergileyemedi. Mayıs ve Haziran ayları içerisinde İngiliz işçi sınıfı, Orgreave kömür fabrikasında burjuvazinin en vahşi saldırılarından birine maruz kaldı. Köpekleriyle birlikte grev alanını abluka altına alan tam teçhizatlı binlerce polis, kamyonlar fabrikaya girer girmez saldırıya geçti. Önce atlı birlikler grevcilerin üzerine yürüdü, ardından da polisler coplarıyla işçilerin üzerine saldırdı. İşçiler dövülmüş, tutuklanmış, ama yıldırılamamışlardı. Bu yüzden burjuvazi daha kapsamlı ve daha şiddetli bir saldırı örgütlemek zorunda kaldı. 18 Haziranda grevdeki 5000 işçi, karşılarında bu kez çok daha fazla sayıda polisi, şiddete çok daha fazla susamış bir vaziyette buldu. Sermaye girdiği çıkmazdan ancak daha fazla baskı ve daha fazla şiddet kullanarak kurtulabilirdi. Grev yapan madenciler acımasız bir şekilde coplanıp dövüldüler.
Tüm bu yaşananlar, yasalara karşı hâlâ saygılı olan birçok işçinin, burjuva yasaların ve mahkemelerin aslında burjuvazinin işçi sınıfını daha kolay ve daha çok sömürebilmesinin yollarını döşeyen birer tahakküm aracından başka bir şey olmadığının farkına varmasını sağladı. Vahşi saldırılara maruz kalan işçiler basında şiddetin sorumlusu olarak hedef tahtasına kondular; burjuva medya mücadelenin toplumun çoğunluğu tarafından desteklenmesini engellemek amacıyla mücadeleci işçileri karalama kampanyası başlatmıştı. Tıpkı 1830’lu yıllarda “çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek” şiarı ile ayaklanan Lyonlu işçiler gibi çalışabilmek için greve başlayan İngiliz madencileri, İngiltere’de işçi haklarını tırpanlayan uygulamaların baş sorumlusu Thatcher tarafından “içerdeki düşman” olarak ilân edilmişlerdi.
Bir yıl süren grev esnasında burjuvazi grevi ve grevcileri karalamak için elinden gelen her yola başvurmuştu. Örneğin, burjuva basın NUM başkanı Scargill’in elini Nazi işareti yapar şekilde kaldırdığı bir pozunu yakalamıştı. Aslında sadece bir el sallamadan ibaret olan bu resim, grevin meşruluğunu yok saymak ve grevi karalamak için kullanılmak istendi. Ne var ki, Sun gazetesi çalışanları Scargill’in resmini bu şekilde basmayı kabul etmediler ve gazetede resmin yerinde boş bir kareden başka bir şey çıkmadı ertesi gün!
Diğer sendikaların desteğinin önemi
Grevin başarıya ulaşabilmesi için sadece diğer maden işçilerinin değil, aynı zamanda kilit sektörlerde çalışan işçilerin de greve desteğini sunması elzemdi. Kömür işçilerinin iş bırakmasıyla enerji alanında doğacak sorunları burjuvazi ancak diğer enerji santrallerinin faaliyetini arttırarak engelleyebilirdi. Nitekim burjuvazi bu sorunları öngörerek greve yıllar önceden hazırlanmıştı. Aksi takdirde bir yıl süren greve dayanabilmesi mümkün olmazdı. Kömür stoklarını arttırmış ve grev sırasında grev kırıcı kamyoncuları örgütlemişti. Yine de tüm önlemlere rağmen elektrik kesintileri meydana geldi, ancak bunlar ya geceye denk getirildi ya da kırsal bölgelerde uygulandı. Ayrıca ağır sanayide enerji tasarrufuna da gidilerek kesintilerin yaratacağı olumsuz etkilerin şiddeti azaltıldı. Bu önlemler grevin toplumsal hayata istenilen oranda yansımasını engellediği ölçüde işçiler arasında moral bozukluğuna da yol açıyordu.
Grev boyunca tersane işçileri de madencilerle dayanışmak üzere iki kez greve gittiler. Ancak her iki grev de gerçek anlamıyla bir başarı sağlayamadı, çünkü bu işçilerle madenciler arasında bir bağ kurulamadı.
İşçi sınıfının diğer kesimleri greve maddi açıdan muazzam destek vermişlerdi. Grevde bulunan işçiler için haftada 1 milyon pound bağışlandı. Yine benzer şekilde gıda toplama noktaları kurularak madencilerin beslenme ihtiyaçları karşılanıyordu. Özellikle kadınların grevde oynadıkları rol çok büyüktü. Mücadelenin seyri içerisinde militanlaşan kadınlar grev komitelerinde örgütlendiler ve çok önemli görevler üstlendiler. Başlangıçta her ne kadar madenciler için kurdukları mutfaklarda yemek yapma işini yerine getirdilerse de, giderek politikleştiler ve bu işleri erkeklere de yaptırarak grev meydanlarında boy gösterdiler. Grevin haklılığını duyurmak için turlar düzenlediler; gösteriler ve yürüyüşler örgütlediler ve en ön saflarda yer aldılar. Eğer kadınlar etkin olarak grevde yerlerini almamış olsalardı grevin on iki ay gibi uzun bir süre boyunca sürmesi söz konusu olamazdı. Bu süreçte politikleşen kadınlardan bazıları, grev bittikten sonra da devrimci hareketten kopmadılar.
Tüm bu maddi ve manevi desteğin önemi yadsınamaz, ancak grevin başarıya ulaşması için bunlar yeterli değildi. Diğer sanayi kollarında çalışan işçilerin de tıpkı maden işçileri gibi greve gitmesi daha öldürücü bir darbe etkisi yaratacaktı. Fakat sendika bürokrasisi bunların önüne set çekmesini iyi bildi.
Ağustos ayında NACODS’un (maden sanayiindeki teknik ve denetim personeli sendikası) teklif ettiği anlaşmayı Ulusal Kömür Odasının (NCB) kabul etmemesi üzerine madencilerin mücadele azmi daha da artmıştı. Yapılan oylamada NACODS %82,5 gibi ezici bir çoğunlukla grev kararı aldı. Böyle bir destek grevi önemli bir rol oynayacaktı. Ancak sendikal bürokrasinin ihaneti yine gecikmedi. Grevin başlamasına bir gün kala “liderler” patronlarla ayrı bir anlaşma imzalayacaklarını duyurarak grevi iptal ettiler.
Grev boyunca TUC’un desteği sadece laftan ibaretti, hiçbir somut adım atılmadı, ne bir ulusal gösteri ne de bir dayanışma eylemi! TUC ve İşçi Partisi bu dönem boyunca da işçi sınıfına ihanet eden bir politika izleyerek NUM işçilerini diğer işçilerden tecrit etti. Mahkeme kararıyla NUM’un fonlarına el konulduğunda –tüm bu sendika karşıtı yasalar yıllar önceden çıkarılmıştı– TUC yine sessiz kalmıştı.
Nasıl ki 1974 grevi Muhafazakâr Parti hükümetinin iktidardan düşmesine yol açan bir güce sahiptiyse, daha büyük ölçekteki bu grev de toplumu köklerinden sallayacak bir potansiyele sahipti. Ama sendika liderlerinde bu potansiyeli harekete geçirme isteğinin zerresi bile yoktu. Thatcher’ın 9 yıl sonra yaptığı bir açıklama, madenci hareketinin nasıl bir güce sahip olduğunu gösterir:
O zamana kadar her şeye sahiptik ama saçma bir grev yüzünden her şeyi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyaydık. Eğer hemen halledilmezse Kömür Odası yönetiminin hükümeti düşüreceğini gereğince netleştirmeliydik. Hükümetin geleceği o anda onların ellerindeydi ve korkunç hatalarını telafi etmek zorundaydılar.
Burjuvazinin temsilcisi olan hükümet başarısız olduğu takdirde tekmeyi yiyeceğini bildiği için kaderini Ulusal Kömür Odasının elinde görüyordu. Aslında, Ulusal Kömür Odasının, yani burjuvazinin kaderi de işçilerin örgütlü ve bilinçli eylemine bağlı olduğundan sadece Thatcher için değil düzen için de tehlike çanları çalıyordu.
Grev sona eriyor
Grevi başarıya ulaştıracak eylemlikler ve destekler azaldıkça zafer de giderek uzaklaşıyordu. Sendika liderlerinin her zamanki ihanetiyle karşı karşıya kalınca moral olarak da çöken işçiler, bir yıl gibi uzun bir süre devam eden grevde yorgun düşmüşlerdi. Bu süre zarfında işçiler aileleriyle birlikte grev meydanlarında yer almış, zor koşullarda yaşamış ve burjuvazinin dehşet saçan polisinin şiddetine maruz kalmışlardı. 1985 yılının başlarında işçiler yavaş yavaş işlerine dönmeye başladılar. Grev sonsuza kadar süremezdi. Bir taraf kazanmak zorundaydı: ya burjuvazi ya da işçiler!
Nitekim maden işçilerinin hareketini gerçek anlamıyla destekleyip işçi sınıfının diğer kesimlerine de yayacak, çıkarlarının birbirinden ayrı olmadığını onlara gösterecek nitelik ve güçte devrimci bir önderliğe sahip olmayan işçiler, reformist ve bürokrat liderlerin basiretsizliği ve ihaneti nedeniyle yenildiler. 3 Mart 1985’te yapılan bir konferansta 91’e karşı 98 oyla işe dönüş kararı alındı ve grev sona erdirildi. 5 Martta grev sona erdiğinde o tarihe kadar ısrarla mücadele eden 27 bin işçi evlerine dönmek zorunda kaldılar.
Grev egemen sınıfa 5 milyar pounda mal oldu. Ancak bu büyük miktardaki para onların çok daha fazlasını kaybetmelerini engellemişti. Nitekim çok kısa sürede aynı miktarı yeniden kazandıracak sömürü düzeninin devamı sağlanmıştı. Sömürüyü daha da arttıracak sendika karşıtı yasaları yürürlüğe sokmak, işçileri işten atmak, ücretlerini düşürmek için artık önlerinde herhangi bir engel kalmamıştı.
Madenci grevinde işçilerin birçoğu işinden atıldı. Binlerce işçi yıllar boyunca ödemek zorunda bırakıldıkları borçların altında kaldılar. Maden ocaklarının kapatılması on binlerce işçi için yaşamın daha da sefilleşmesi demekti. Giderek kötüleşen hayat koşullarına madenlerin kapatılmasından sonra madencilerin dayanması mümkün değildi.
Tüm çabalarına ve militan mücadelesine rağmen İngiliz madencilerinin yenilgisinin baş sorumlusu hiç kuşkusuz sendikal bürokrasi ve onun siyasal ifadesi olan reformist İşçi Partisi idi. İngiliz madenci grevi tarihteki diğer benzer yenilgiler gibi şu gerçekliğin altını bir kez daha çizdi: İşçiler ekonomik mücadele aracılığıyla kendiliğinden devrimci bir sınıf bilincine erişemezler. Bunun için işçilerin devrimci bir önderliğe ihtiyaçları vardır. Maalesef 1984-85 madenci grevinde de böyle bir önderlikten yoksundu işçi sınıfı. Ne TUC ne NUM ne de İşçi Partisinden böyle bir önderlik beklenebilirdi.
İşçi sınıfı hâlâ böyle bir önderliğe sahip değil. Bugün komünistlerin asli görevi sabırla ve inatla çalışarak işçi sınıfına yol gösterebilecek enternasyonalist bir önderliği oluşturmaktır. 1984-85 madenci grevinden çıkarılması gereken ders budur. İşçi sınıfının hâlâ zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yok. Bütün dünyanın işçilerini birleştirecek devrimci bir Enternasyonal ise önümüzde inşa edilmeyi bekliyor.
[1] 1869’da kurulan TUC (İşçi Sendikaları Kongresi) İngiltere’nin en eski sendikal birliğidir.
link: İsmail Karagil, Yenilgiler Bir Daha Yenilmemek İçindir, 12 Mart 2008, https://marksist.net/node/1741
Kadıköy’de Irak İşgali Protesto Edildi
Davos Zirvesi ve “İnsancıl Kapitalizm”