Sayın yargıçlar, zümre temsilcileri!
Silâhlı ayaklanma konusu, hazırlık soruşturmasının olduğu kadar bu mahkeme soruşturmasının da en temel konusudur. Mahkemeye tuhaf gelebilir ama, bu konu, elli günlük varlığı süresince İşçi Temsilcileri Sovyeti toplantılarının gündeminde hiçbir şekilde yer almamıştır. Aslında silahlı ayaklanma sorunu, hiçbir toplantımızda ortaya atılmadı ya da tartışılmadı. Dahası, Kurucu Meclis, demokratik cumhuriyet ya da hatta genel grev ve bunun bir devrimci mücadele yöntemi olarak temel önemi konusu hiçbir toplantıda tartışılmadı. Yıllardır öncelikle devrimci basında, sonra da çeşitli toplantı ve meclislerde tartışılmış olan bu temel konular, Sovyet tarafından hiç ele alınmadı. Niçin böyle olduğunu daha sonra izah edecek ve Sovyetin silahlı ayaklanma karşısındaki tutumunu açıklayacağım.
Ama mahkeme açısından temel olan bu konuya geçmeden önce, Divan’ın dikkatini bir başka konuya, birincisine kıyasla daha genel ama daha az keskin olan Sovyetin genel olarak zor kullanması sorununa çekeceğim. Sovyet, belli durumlarda, şu ya da bu organı aracılığıyla zor ya da baskı önlemleri kullanma hakkını kendisinde gördü mü? Bu genel ifadelerle sorulan bir soruya benim yanıtım: Evet! İddia makamı temsilcisi kadar ben de biliyorum ki, biçimi ne olursa olsun, “normal olarak” işleyen her devlette, kaba kuvvet ve baskı tekeli devlet iktidarına aittir. Bu onun “dokunulamaz” hakkıdır ve bu hak karşısında en kıskanç özeni gösterir, herhangi bir kişisel oluşum onun şiddet tekeline tecavüz edecek korkusuyla her an tetiktedir. Böylelikle devlet örgütlenmesi hayatta kalmak için mücadele verir. Mevcut toplumsal yapı tüm uzlaşmaz çelişkileriyle göz önüne alınırsa, baskının tümüyle kaçınılmaz olduğu hemen açığa çıkacaktır. Bunun için, modern toplumun somut bir resmine, bu karmaşık ve çelişkili sisteme –örneğin Rusya gibi uçsuz bucaksız bir ülkede– bakmak yeterlidir.
Bizler anarşist değil sosyalistiz. Anarşistler bize “devletçi” derler, çünkü biz devletin tarihsel zorunluluğunu ve bu nedenle de devlet baskısının tarihsel zorunluluğunu kabul ederiz. Ama devlet makinesini felç eden bir politik genel grevin yarattığı koşullar altında, politik grevin hedef aldığı ömrünü tamamlamış yaşlı iktidar, kendisini sonunda hareket edemez, kamu düzenini emrindeki tek araç olan barbarca araçlarla dahi denetim altına alamaz ve koruyamaz halde bulmuştu. Bu arada grev yüz binlerce işçiyi fabrikalardan sokaklara dökmüştü ve bu işçileri toplumsal- politik yaşam açısından özgür kılmıştı. Kim onları yönlendirebilir ve saflarına disiplini sokabilirdi? Eski devlet iktidarının hangi organı? Polis mi? Jandarma mı? Gizli polis mi? Kendime soruyorum: kim? Ve hiçbir yanıt bulamıyorum. İşçi Temsilcileri Sovyeti dışında hiç kimse. Başka hiç kimse!
Bu muazzam temel gücü yönlendiren Sovyet, iç sürtüşmeyi en aza indirmeyi, taşkınlıkları engellemeyi ve kaçınılmaz mücadele kurbanlarının sayısını mümkün olduğunca azaltmayı kendi ivedi görevi olarak görüyordu. Ve durum bu olunca, kendisini yaratan politik grevin bir sonucu olarak Sovyet, devrimci kitlelerin öz-yönetim organından başka hiçbir şey değildi: bir iktidar organı. O bütünün iradesiyle bütünün parçaları üzerinde egemenlik kurdu. O, gönüllü olarak tâbi olunan demokratik bir iktidardı. Ama Sovyet ezici çoğunluğun örgütlü iktidarı olduğu için, kitlelerin birleşik saflarına anarşi sokan unsurlara karşı kaçınılmaz olarak baskıcı önlemler kullanmak zorunda kaldı. Yeni bir tarihsel iktidar olarak, eski aygıtın ahlâki, politik ve teknik olarak tümüyle iflâs ettiği bir dönemde biricik iktidar olarak, kişisel dokunulmazlığın ve terimin iyi anlamında kamu düzeninin biricik garantisi olarak Sovyet, bu unsurların karşısına kendi gücünü koyma hakkını kendisinde buluyordu. Tümüyle kanlı baskılara dayalı eski iktidarın temsilcilerinin, Sovyetin şiddet yöntemlerinden ahlâki bir öfkeye kapılarak söz etme hakları yoktur. Bu mahkemede adına davacı denen tarihsel iktidar, azınlığın çoğunluk üzerindeki örgütlü şiddetidir. Sovyetin müjdecisi olduğu yeni iktidar, azınlığı düzene çağıran çoğunluğun örgütlü iradesidir. Bu ayrım nedeniyle, Sovyetin devrimci varolma hakkı her türlü hukuksal ya da ahlâki spekülâsyonun üzerindedir.
Sovyet, baskı önlemleri kullanmayı kendi hakkı saymaktaydı. Ama hangi durumlarda ve ne ölçüde? Bu konuda yüz tanık dinledik. Baskı önlemlerine geçmeden önce, Sovyet, ikna sözleri kullanmıştı. Onun gerçek yöntemi buydu ve bunu uygularken kolay kolay yorulmazdı. Devrimci ajitasyonla, söz silahıyla, Sovyet, sürekli olarak yeni kitleleri kendine çekiyor ve onları kendi otoritesine tâbi kılıyordu. Eğer proletarya içindeki cahil ya da ahlâken bozuk grupların direnciyle karşılaşırsa, onları fiziksel kuvvet yardımıyla zararsız kılmak için daima yeterli zamanın bulunduğunu söylüyordu. Tanıkların ifadelerinden de gördüğünüz gibi, öncelikle diğer yollara gidiyordu. Onları iş durdurmaya çağırırken fabrika yönetiminin sağduyusuna başvuruyordu; genel greve sempatiyle yaklaşan teknisyenler ve mühendisler aracılığıyla cahil işçiler üzerinde nüfuz kuruyordu. “İşi bırakmaları” için işçilere temsilciler gönderiyor ve yalnızca çok istisnai durumlarda grev kırıcıları kuvvet kullanmakla tehdit ediyordu. Peki gerçekten hiç kuvvet kullanmış mıydı? Sayın yargıçlar, ön soruşturma materyalleri arasında bunun hiçbir örneğine rastlamadınız ve tüm çabalara rağmen, mahkeme soruşturması sırasında bu türden örnekler tesis etmenin olanaksız olduğu kanıtlandı. Eğer mahkemeye sunulan trajik olmaktan öte komik “şiddet” örneklerini (falanca kişi filancanın dairesine kasketini çıkarmadan girmiş, falanca kişi filancayı onun da rızasıyla tutuklamış …) ciddiye alacak olsak dahi, Sovyetin şiddet eylemlerinin gerçek boyutlarını gözümüzde canlandırmak için, ancak filancanın çıkarmayı unuttuğu bu kasketi eski iktidarın her gün yanlışlıkla “uçurduğu” yüzlerce kelle ile karşılaştırmamız gerekir. Ve bütün istediğimiz budur. Zamanın olaylarını doğru biçimde yeniden kurmak bizim görevimizdir ve bunun uğruna biz sanıklar bu duruşmada aktif bir rol aldık.
Bu mahkeme için önemli olan ve bana yöneltilen bir başka soruya geçelim. İşçi Temsilcileri Sovyetinin eylemleri ve beyanatlarının 17 (30) Ekim bildirgesinde yasal bir temeli var mıydı? Sovyetin Kurucu Meclis ve demokratik bir cumhuriyetin yaratılmasına ilişkin kararları ile Ekim bildirgesi arasında ne gibi bir ilişki vardı? Açıkça ifade edeyim ki, bu sorun o zaman hiç aklımıza gelmemişti, ama bugün bu mahkeme için kuşkusuz büyük bir önem taşıyor. Mahkemenin sayın üyeleri, burada tanık Luçinin’in ifadesini dinledik. Ben kişisel olarak bu ifadeyi son derece ilginç buldum ve bazı sonuçlarının da hem yerinde hem de derin olduğunu düşünüyorum. Başka birtakım şeylerin yanı sıra Luçinin, sloganları, ilkeleri ve politik fikirleri açısından cumhuriyetçi bir oluşum olan İşçi Temsilcileri Sovyetinin, esas itibarıyla Çarın 17 Ekim bildirgesiyle ilân edilen ve bildirgenin yazarlarının olanca güçleriyle mücadele ettikleri özgürlükleri, gerçekten, doğrudan ve somut olarak hayata geçirdiğini söylüyordu. Evet, sayın yargıçlar ve zümre temsilcileri! Devrimci proleter Sovyetle biz, ifade özgürlüğünü, toplantı ve kişisel dokunulmazlık özgürlüğünü, Ekim grevinin basıncı altında Rus halkına vadedilmiş olan tüm bu şeyleri gerçekten de hayata geçirmeyi başardık. Oysa eski iktidar aygıtının yapabildiği tek şey, insanların bu yasal kazanımlarını paramparça etmekti. Sayın yargıçlar, bu, halihazırda tarihin bir parçası olan, inkâr edilemez, nesnel bir olgudur. Bunu reddetmek olanaksızdır.
Bununla birlikte bana –ya da yoldaşlarıma–, eylemlerimizi ve beyanatlarımızı öznel olarak 17 Ekim bildirgesine dayandırıp dayandırmadığımız sorulacak olsaydı, kesinlikle hayır yanıtını verirdik. Neden? Çünkü bizler, 17 Ekim bildirgesinin yeni bir yasal temel yaratmadığına, manifestolar aracılığıyla değil tüm devlet aygıtının gerçekten yeniden örgütlenmesiyle yeni bir yasal sistem yaratılmadığı için –bizim kanımıza göre– yeni bir yasallık temeli kurmadığına derinden inanıyorduk ve bunda yanılmadık. Çünkü biz, tek doğru görüş olan bu materyalist görüşü benimsiyorduk, 17 Ekim bildirgesinin mevcut gücüne hiç güvenimiz yoktu. Ve bunu açıkça ilân ediyorduk. Ama partililer, devrimciler olarak, manifestoya göre devletin özgür yurttaşları olarak bizim öznel tutumumuzun, mahkeme için tayin edici olduğuna inanmıyorum: Zira mahkeme, bir mahkeme olduğu için, ya bildirgeye yeni bir yasal temel gözüyle bakmalıdır ya da kendi varlığına son vermelidir. İtalya’da, ülkenin monarşik anayasası temelinde çalışan burjuva parlamenter cumhuriyetçi bir parti olduğunu biliyoruz. Devrimci olan sosyalist partiler, bütün uygar ülkelerde kendi doğal yasallıklarıyla mevcutlar ve mücadele ediyorlar.
Sorun şudur: 17 Ekim bildirgesi, biz Rus cumhuriyetçi sosyalistlerine yer tanıyor mu? Mahkemenin yanıtlaması gereken soru budur. Mahkeme, biz sosyal demokratların, anayasal bildirgenin sadece asla gönüllü olarak yerine getirilmeyecek bir vaatler listesi olduğunu ileri sürerken; kağıt üzerindeki bu garantilerin devrimci eleştirisini yaparken; halkı gerçek ve tam bir özgürlük için açık mücadeleye çağırırken haklı olup olmadığımızı söylemelidir. Haklı mıydık, değil miydik? 17 Ekim bildirgesinin, görüşlerimize ve niyetlerimize rağmen, yasalar dahilinde hareket eden insanlar olarak biz cumhuriyetçilerin üzerine dayandığı gerçek bir yasal temel olduğunu söylesin bize mahkeme. 17 Ekim bildirgesi bu mahkemenin kararı aracılığıyla bize şunu söylesin burada: “Siz benim gerçekliğimi reddettiniz, ama ben ülkenin geri kalanı kadar sizin için de varım.”
İşçi Temsilcileri Sovyetinin, toplantılarında hiçbir zaman Kurucu Meclis ve demokratik cumhuriyet sorununu ileri sürmediğini söyledim. Bununla birlikte, işçi tanıkların ifadelerinden de gördüğünüz gibi, onun bu sloganlara yönelik tutumu açıkça belirtilmişti. Nasıl başka türlü olabilirdi? Herşeyden önce, Sovyet bir boşluğa doğmadı. O ortaya çıktığında, Rus proletaryası 9 (22) Ocak olaylarını, Senatör Şidlovski komisyonunu yaşamış, uzun, çok uzun Rus mutlakıyet okulundan geçmişti. Sovyet varolmadan uzun süre önce, anayasal Meclis, genel oy hakkı, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü talepleri, devrimci proletaryanın temel sloganları olmuştu. Sovyetin bu konuları hiçbir zaman ilkesel sorunlar olarak ortaya atmaya gerek duymamasının nedeni budur: o bunları karara bağlanmış sorunlar olarak yalnızca kararlarına sokmuştu. Aynı şey, özde, bir ayaklanma fikrine ilişkin olarak da doğruydu.
Bu temel konuya –silahlı ayaklanma– geçmeden önce, bizi suçlayan iktidarın ve kısmen de mahkeme yetkililerinin tutumunu anlayabildiğim kadarıyla uyarmalıyım ki, bu tutum bizim tutumumuzdan faklıdır –bununla mücadele etmek boşuna olurdu–; yalnızca politik ya da parti anlamında değil, yalnızca onu değerlendirme anlamında da değil, hayır biz tam da silahlı ayaklanma anlayışı konusunda farklıyız. İddia makamının anlayışı, Sovyetin anlayışından ve inanıyorum ki Sovyetle birlikte tüm Rus proletaryası tarafından da paylaşılan anlayıştan, esaslı, çok derin ve uzlaşmaz farklılıklar taşımaktadır.
Sayın mahkeme üyeleri, ayaklanma nedir? Bir saray darbesi değil, bir askeri komplo değil, bir işçi sınıfı ayaklanması! Mahkeme başkanı tanıklardan birine, politik greve ayaklanma gözüyle bakıp bakmadığı sorusunu yöneltti. Tanığın verdiği yanıtı unuttum, ama inanıyorum ve iddia ediyorum ki, politik grev, başkanın şüphelerine rağmen, gerçekte, özünde, bir ayaklanmadır. İddianamenin bakış açısından öyle görünse de, bu bir paradoks değildir. Tekrarlıyorum: benim ayaklanma kavramım –bunu birazdan sergileyeceğim– polisin ve iddia makamının terime yüklediği anlamla, isim benzerliği dışında hiçbir benzerlik taşımamaktadır. Politik grev, bir ayaklanmadır demiştim. İşin doğrusu, politik genel grev nedir? Onun ekonomik grevle bir tek benzerliği vardır; her iki durumda da işçiler işi durdururlar. Bu ikisi başka hiçbir bakımdan birbirine benzemez. Ekonomik grev, belli, dar bir hedefe sahiptir; işverene baskı uygulamak ve bu amaçla onu geçici olarak rekabet alanının dışına çıkarmak. Bir fabrikanın sınırları içinde belli değişiklikleri başarmak için bu fabrikada üretim durdurulur.
Politik grevin doğası ise derinden farklıdır. O, tek tek işverenlere hiçbir baskı uygulamaz; bir kural olarak özgül ekonomik talepler ileri sürmez; onun talepleri, çok sert vurduğu işverenlerin başlarından çok, bizzat devlet iktidarına yönelir. O halde politik grev devlet iktidarını nasıl etkilemektedir? Onun yaşamsal faaliyetlerini felç ederek. Modern bir devlet, Rusya gibi geri bir ülkede bile, iskeleti demiryolları ve sinir sistemi telgraf olan tek bir bütüne dönüşen merkezileşmiş ekonomik organizmaya dayanır. Ve eğer, telgraf, demiryolu ve modern teknolojinin diğer tüm kazanımları, kültürel ve ekonomik amaçlar için Rus mutlakıyetinin hizmetinde olmasa da, bunlar baskı amacıyla onun için haydi haydi vazgeçilmezdir. Demiryolu ve telgraf, askeri birlikleri ülkenin bir ucundan diğer ucuna nakletmek ve karışıklıkları önleme doğrultusunda idari etkinlikleri birleştirmek ve yönlendirmek için yeri doldurulamaz silahlardır. Politik grev ne yapar? O devletin ekonomik aygıtını felç eder, idari mekanizmanın çeşitli dalları arasındaki iletişimi bozar, hükümeti yalıtır ve güçsüz kılar. Öte yandan, fabrika ve tesislerdeki işçi kitlelerini politik olarak birleştirir ve bu işçi ordusuyla devlet iktidarını karşı karşıya getirir.
Sayın mahkeme üyeleri, bir ayaklanmanın özü burada yatmaktadır. Proleter kitleleri tek bir devrimci protesto eylemi içinde birleştirmek, bu kitlelerle örgütlü devlet gücünü, birbirlerine düşman güçler olarak karşı karşıya getirmektir; sayın mahkeme üyeleri, Sovyetin de benim de ayaklanmadan anladığımız budur. Sovyet henüz ortada yokken eşzamanlı olarak patlak veren ve gerçekte Sovyeti bizzat yaratan Ekim grevi sırasında, iki düşman taraf arasında böyle bir devrimci çatışmaya tanık olduk. Ekim grevi “anarşi”yi doğurdu ve bu anarşinin bir sonucu olarak 17 Ekim bildirgesi ortaya çıktı. Umarım, en tutucu politikacıların ve yarı-resmi Novoye Vremya’nınkiler de dahil –bu gazetenin editörleri, benzer ya da karşıt yapıdaki diğer bildirgelerle birlikte devrimden doğan 17 Ekim bildirgesini de hafızalardan silmeyi çok isterlerdi– gazetecilerin inkâr etmemeleri gibi, iddia makamı da bunu inkâr etmez. Daha birkaç gün önce, Novoye Vremya, 17 Ekim bildirgesinin, politik grevin yarattığı hükümet paniğinin sonucu olduğunu yazıyordu. Ama eğer bu bildirge yürürlükteki yeni sistemin temeliyse, itiraf etmeliyiz ki, sayın mahkeme üyeleri, mevcut devlet sistemimiz paniğe, bu panik de proletaryanın politik grevine dayanıyor. Öyleyse görüyorsunuz ki, bir genel grev iş durmasından öte bir şeydir.
Politik grevin, bir gösteri olmaktan çıktığı ölçüde, öz olarak bir ayaklanma olduğunu söylemiştim. Onun proleter ayaklanmanın temel ve en genel yöntemi olduğunu söylemek daha doğru olurdu: temel ama tek yöntem değil. Politik grev yönteminin kendi doğal sınırları vardır. İşçilerin 21 Ekim (3 Kasım) öğle saatlerinde Sovyetin çağrısına uyarak işe başlamaları bunu apaçık göstermektedir.
17 Ekim bildirgesi güven oyuyla karşılanmadı; kitleler haklı olarak hükümetin vadedilen özgürlükleri hayata geçirmeyeceğinden korkuyorlardı. Proletarya tayin edici bir mücadelenin kaçınılmazlığını görüyordu ve içgüdüsel olarak, kendi devrimci güç odakları olan Sovyete yöneliyordu. Öte yandan mutlakıyet, panikten kurtularak, yarısı yıkılan aygıtını yeniden inşa etmeye başlıyor ve alaylarını düzene koyuyordu. Sonuç olarak, Ekim çatışmasının ardından ortada iki iktidar vardı: kitlelere dayanan yeni bir halk iktidarı, ki İşçi Temsilcileri Sovyeti böyle bir iktidardı, ve orduya dayanan eski, resmi iktidar. Bu iki güç yan yana varolamazdı: birinin güçlenmesi diğerinin yok olması demekti.
Otokrasi, süngülere dayanarak, doğal olarak, halk güçlerinin Sovyet etrafında muazzam birleşme sürecine, karışıklık, kaos ve bölünme sokmayı denedi. Öte yandan, Sovyet, güven, disiplin, aktif çaba ve işçi kitlelerinin oybirliğine dayanarak, iktidarın tüm maddi silahlarının ve ordunun 17 Ekim öncesindeki aynı kanlı ellerde kaldığı gerçeğinin bir göstergesi olan, genel özgürlüğe, sivil haklara ve kişi dokunulmazlığına yönelik korkunç tehdidi görebildi. Ve bu iki iktidar organı arasında, ordu üzerinde nüfuz kurmak için devasa bir mücadele başladı; bu, büyüyen halk ayaklanmasının ikinci aşamasıdır.
Proletaryayı otokrasiyle karşı karşıya getiren kitle grevi temelinde, orduyu işçilerin yanına çekme, askerlerle dost olma, onların kalplerini fethetme doğrultusunda güçlü bir hareket ortaya çıktı. Bundan dolayı, hareket, doğal olarak mutlakıyetin dayandığı askerlere devrimci bir çağrı yaptı. İkinci Kasım grevi, fabrikayla kışla arasındaki güçlü ve görkemli bir dayanışma gösterisiydi. Kuşkusuz ordu halkın yanına geçseydi, ayaklanma gereksiz olurdu. Ama ordunun devrim saflarına böyle bir barışçıl geçişi düşünülebilir mi? Hayır, düşünülemez. Mutlakıyet, ordunun onun bozucu etkisinden kurtulup halkın dostu olmasını kollarını kavuşturup beklemeyecektir. Herşey kaybedilmeden önce, mutlakıyet, inisiyatifi alacak ve saldırıya geçecektir. Petersburg işçileri bunun farkına varmış mıydı? Evet. Proletarya iki taraf arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyor muydu, Sovyet inanıyor muydu? Evet, bu konuda hiç şüphesi yoktu, ölümcül saatin er ya da geç çalacağını kesinlikle biliyordu.
Kuşkusuz halk güçlerinin örgütü, silahlı karşı-devrimin saldırıları tarafından duraklatılmaksızın, İşçi Temsilcileri Sovyetinin önderliği altında girilen yolda ilerlemeye devam etseydi, eski sistem herhangi bir güç kullanılmaksızın yıkılırdı. Zira neye tanık olduk? İşçilerin Sovyet etrafında nasıl toplandıklarını, köylü birliğinin sürekli daha büyük köylü kitlelerini kucaklayarak nasıl Sovyete delegeler gönderdiğini; demiryolu sendikasının ve posta ve telgraf sendikasının nasıl Sovyetle birleştiğini; serbest mesleklerin, Birlikler Konfederasyonunun nasıl Sovyete doğru çekildiğini; fabrika yönetiminin Sovyete yönelik tutumunun bile ne kadar hoşgörülü ve dostça olduğunu gördük. Sanki tüm ulus kahramanca bir çaba içindeymiş, rahminden, bir Kurucu Meclis toplanana kadar yeni bir toplumsal sistemin temellerini gerçekten ve tartışmasız döşeyecek olan bir iktidar organı çıkarmaya çalışıyormuş gibiydi. Eğer eski devlet iktidarı bu organik çabaya girmeseydi, ulusun hayatına gerçek anarşiyi sokmasaydı, güçlerin örgütlenme süreci tam bir özgürlük içinde gelişebilseydi, o zaman sonuç, kuvvet kullanılmaksızın ve kan dökülmeksizin yeniden doğmuş, yeni bir Rusya olurdu.
Ama şurası kesindir ki, özgürleşme sürecinin yumuşak bir rota izleyeceğine bir an olsun inanmadık. Eski iktidarın gerçek doğasını çok iyi biliyorduk. Biz sosyal demokratlar, geçmişten kesin bir kopuş gibi görünen manifestoya rağmen, eski devlet aygıtının kendi özgür iradesiyle geri çekilmeyeceğine, iktidarı halka teslim etmeyeceğine ya da asıl mevzilerinin bir tekinden bile vazgeçmeyeceğine inanıyorduk. Mutlakıyetin, iktidarı elinden kaçırmamak ve hatta vakarla bahşettiklerini tekrar geri almak için daha çok çırpınma girişimlerinde bulunacağını önceden görüyor ve halkı uyarıyorduk. Ayaklanmanın, silahlı bir ayaklanmanın beyler, bizim açımızdan kaçınılmaz oluşunun nedeni budur. Bu, halkın asker-polis devletine karşı mücadele sürecindeki bir tarihsel zorunluluktu ve öyle olmaya da devam ediyor. Ekim ve Kasım boyunca, bu düşünce tüm miting ve toplantılara hakimdi; tüm devrimci basına egemendi; bütün politik atmosferi o dolduruyordu; ve şu ya da bu şekilde, Sovyetin her üyesinin bilincinde billurlaşmıştı. Bu nedenle o, çok doğal olarak, Sovyetin kararlarına girdi ve onu tartışma ihtiyacı asla duymadık.
Ekim grevinden miras aldığımız şey, gergin bir politik durumdu: bir yanda, varolma mücadelesi veren ve yasallık olmadığı için yasalara değil, varolan güce dayanan kitlelerin devrimci örgütü; diğer yanda, intikam anını bekleyen silahlı karşı-devrim. Bu durum, deyim yerindeyse, ayaklanmanın cebirsel formülüydü. Yeni olaylar formüle sadece yeni sayısal değerler sokuyordu. İddia makamının yüzeysel sonuçlarına rağmen, silahlı ayaklanma fikrine yalnızca Sovyetin 27 Kasım tarihli, yani tutuklanmamızdan bir hafta önce gayet açık ve anlaşılır şekilde ifade ettiği kararında rastlanmaz. Hayır, silahlı ayaklanma fikri, farklı ama özünde aynı biçimlerde, Sovyetin varlığının ta başlangıcından itibaren, tüm Sovyet kararlarında kızıl bir şerit gibi akmaktadır; cenaze törenini iptal eden kararında, Kasım grevine son verildiğini ilân eden kararında ve hükümetle silahlı bir çatışmadan ve mücadelede kaçınılmaz bir aşama olarak nihai saldırı ya da çarpışmadan söz eden daha pek çok kararda.
Peki bu kararlara ilişkin Sovyetin kendi yorumu nasıldı? O silahlı ayaklanmanın, yeraltında hazırlanan ve ardından hazır bir şekilde sokağa taşınan bir girişim olduğuna mı inanıyordu? Ayaklanmanın belli bir plan gereğince yerine getirilebileceğini mi düşünüyordu? Yürütme Komitesi, sokak mücadelesinin tekniğini özenle hazırlamış mıydı?
Kuşkusuz hayır. Ve bu, onun gözünde bir silahlı ayaklanmanın yalnızca sahne dekorları olan birkaç düzine revolveri gördüğü zaman ağzı bir karış açık kalan iddianamenin yazarını şaşırtabilir. Ama onun görüşü sadece, komplocu teşekküller hakkında herşeyi bilen ama kitle örgütlerinden bihaber olan, suikast ve isyanlardan haberi olan ama devrimden anlamayan ve anlayamayan ceza yasasının görüşüdür.
Bu davanın dayandırıldığı hukuki anlayış, devrimci hareketin gelişiminin onlarca yıl gerisindedir. Rusya’da modern işçi sınıfı hareketi, Carbonari[1] döneminde yaşamış olan Speranski’den[2] beri esas itibarıyla değişmemiş olan ceza yasamızın tanımladığı komplo kavramıyla hiçbir benzerlik taşımaz. Sovyetin faaliyetlerini 101 ve 102. maddelerin dar çerçevesine sıkıştırma girişiminin hukuksal mantık açısından tümüyle ümitsiz oluşunun nedeni budur.
Yine de bizim faaliyetlerimiz devrimci idi. Yine de gerçekten biz silahlı ayaklanma için hazırlanıyor idik.
Kitlelerin ayaklanması, sayın yargıçlar, insan-yapımı bir şey değildir, tarihsel bir olaydır. Toplumsal ilişkilerin bir sonucudur, bir planın ürünü değil. O yaratılamaz; öngörülebilir. Çarlığa olduğu kadar bize de pek az bağlı olan nedenlerle, açık bir çatışma kaçınılmaz oldu. Her geçen gün onu bize biraz daha yaklaştırdı. Bizim için, ona hazırlanmak, bu kaçınılmaz çatışmanın zayiatını en aza indirmek için herşeyi yapmak anlamına geliyordu. Bu amaçla, herşeyden önce, silah stokları oluşturmamız, askeri operasyonlar için bir plan hazırlamamız, özel yerler için ayaklanmaya katılacak kişiler saptamamız, şehri özel bölgelere ayırmamız, diğer bir deyişle “kargaşa” bekleyişi içindeki askeri yetkililerin, Petersburg’u bölgelere ayırdıkları, her bölgenin başına bir albay atadıkları ve bunları makineli tüfeklerle ve gerekli teçhizatla donattıkları zaman yaptıkları herşeyi yapmamız gerektirdiğini düşündük mü? Hayır, bizim rolümüzden anladığımız bu değildir. Kaçınılmaz bir ayaklanmaya hazırlanmak –ve iddia makamının düşündüğü ve söylediğinin aksine, biz asla bir ayaklanma hazırlamadık; ayaklanmaya hazırlandık– bizim için herşeyden önce, halkı aydınlatmak, ona bu açık çatışmanın kaçınılmaz olduğunu, ona verilenlerin geri alınacağını, haklarını ancak güç kullanarak savunabileceğini, işçi kitlelerin güçlü bir örgütünün zorunlu olduğunu, düşmanın cepheden karşılanması gerektiğini, mücadelenin sonuna kadar devam ettirilmesi gerektiğini, başka bir yolun bulunmadığını açıklamak anlamına geliyordu. Silâhlı ayaklanmaya hazırlanmanın bizim için anlamı budur.
Hangi koşullar altında silahlı ayaklanın bize zaferin yolunu açabileceğini düşünüyorduk? Ordunun sempatisi koşulu. Zorunlu olan ilk şey, ordunun bizim tarafımıza geçmesiydi. Askerleri oynadıkları utanç verici rolün farkına varmaları için zorlamak, onları halkla birlikte ve halk için çalışmaya ikna etmek; önümüze koyduğumuz ilk görev buydu. Ölüm cezası tehdidi altındaki denizcilerle doğrudan kardeşçe dayanışma hareketi olarak patlak veren Kasım grevinin de muazzam bir politik öneme sahip olduğunu söylemiştim. Bu, ordunun devrimci proletaryaya karşı ilgisini ve sempatisini getirmişti beraberinde. İddia makamının, silahlı ayaklanmanın hazırlıkları için bakması gereken yer burasıdır. Ama kuşkusuz bir tek sempati ve protesto gösterisi sorunu çözemezdi. O halde hangi koşullar altında, ordunun devrimin yanına geçmesinin beklenebileceğini düşünüyorduk ve şimdi düşünüyoruz? Bunun için gereken şey nedir? Makineli ve diğer tüfekler? Kuşkusuz, eğer işçi kitleler makineli tüfekler ve tüfeklere sahip olsalardı, ellerinde muazzam bir güç bulundurmuş olurlardı. Bu güç bile bir ayaklanmanın kaçınılmazlığını büyük ölçüde ortadan kaldırırdı. Kararsız ordu, silahlarını silahlı halka teslim ederdi. Ancak kitleler büyük sayılarda silahlara sahip değillerdi, değillerdir ve olamazlar. Bu, kitlelerin yenilmeye yazgılı oldukları anlamına mı gelir? Hayır. Silâhlar önemli olsa da, temel güç silahlarda yatmaz. Hayır silahlarda değil. Kitlelerin öldürme yetenekleri değil, ölmeye hazır oluşları; bize göre halk ayaklanmasının zaferini garantileyen şey, son tahlilde budur sayın mahkeme üyeleri.
Kitleleri bastırmak için sokaklara gönderilen askerler, kendilerini kitlelerle yüz yüze buldukları ve bu kalabalığın, bu halkın, istediği şeyleri elde edene kadar sokaklardan ayrılmayacağını, cesetleri üst üste yığmaya hazır olduğunu anladıkları zaman; halkın cidden, sonuna kadar mücadele etmek için geldiğini gördükleri ve inandıkları zaman; işte o zaman, askerlerin yüreği her devrimde olduğu gibi duraksar, çünkü askerler hizmet ettikleri rejimin istikrarından şüphelenmeye, halkın zaferine inanmaya başlarlar.
Ayaklanma fikrini barikatlarla birleştirmek adettendir. Barikatların bizim halk ayaklanması anlayışımızda çok önemli olabileceği gerçeğini bir kenara bıraksak bile, unutmamalıyız ki, ayaklanmada açıkça mekanik bir unsur olan barikat, herşeyden önce ahlâki bir rol oynar. Barikatların devrimlerdeki önemi, hiçbir zaman istihkâmların savaştaki önemiyle aynı olmamıştır. Barikat yalnızca fiziksel bir engel değildir. Barikat ayaklanma davasına hizmet eder, çünkü askerlerin hareketine geçici bir engel oluşturarak, onları halkla yakın temasa geçirir. Burada, barikatlarda, asker, belki de yaşamında ilk kez, sıradan dürüst halkın konuşmalarını, kardeşçe çağrısını, halkın vicdanının sesini işitir; ve yurttaşlarla askerler arasındaki bu temasın sonucu olarak, askeri disiplin parçalanır ve yok olur. Bu, sadece bu, bir halk ayaklanmasının zaferini temin eder. Ve bize göre, bir halk ayaklanmasının, halk toplarla tüfeklerle silahlandığı zaman –bu durumda hiçbir zaman hazır olmazdı– değil de, açık bir sokak çarpışmasında ölmeye hazır olmakla silahlandığı zaman “hazır olması”nın nedeni budur.
Ama kuşkusuz, ülkenin çıkarları uğruna ölmeye, gelecek kuşakların mutluluğu için yaşamını vermeye hazır olma duygusunun büyüklüğünü gören, kendisine çok yabancı, tuhaf ve düşmanca gelen böyle bir coşkunun kitlelere bulaştığını gören eski iktidar, gözlerinin önünde gerçekleşen halkın ahlâken yeniden doğuşunu sessizlikle izleyemezdi. Edilgen bir şekilde izlemek, Çarlık hükümeti için, kendi parçalanışına izin vermek anlamına gelirdi. Bu çok açıktı. O halde ne yapabilirdi? Halkın kendi kaderini politik olarak belirlemesi karşısında, son güçleriyle ve emrindeki her araçla mücadele etmek zorundaydı. Cahil ordu, Kara Yüzler, gizli polis, yiyici basın, hepsi harekete geçirilmeliydi. Halkı birbirine karşı kışkırtmak, sokakları kana bulamak, yağmalamak, ırza geçmek, yakmak, panik yaratmak, yalanlar yaymak, aldatmak, iftira etmek; eski suçlu iktidarın yapmak zorunda olduğu şey buydu. O bunların hepsini yaptı ve bugün de hâlâ yapmakta. Açık bir çatışma kaçınılmaz idiyse, belliydi ki, onu daha da yaklaştırmaya çalışanlar biz değil can düşmanlarımızdı.
İşçilerin Ekim ve Kasımda Kara Yüzlere kaşı silahlandıklarını burada pek çok kez duydunuz. Eğer bu mahkeme salonu dışında nelerin olduğu bilinmeseydi, halkın büyük çoğunluğunun özgürlükçü fikirleri desteklediği, halk kitlelerinin açıkça sonuna kadar mücadele etme kararlılığını gösterdiği devrimci bir ülkede, nüfusun çok küçük ve önemsiz bir kısmını temsil eden Kara Yüzlerle mücadele etmek için yüz binlerce işçinin nasıl silahlanabildiği tamamen akılalmaz bir şey olarak görülürdü. O halde, toplumun her tabakasından dışlanmış bu ayaktakımı gerçekten bu kadar tehlikeli midir? Kuşkusuz hayır. Eğer sorun yalnızca halkın yolunda duran acınacak haldeki Kara Yüzler çeteleri olsaydı, ne kadar kolay olurdu. Ancak biz yalnızca tanık olarak yargıç karşısına çıkan avukat Bramson’dan değil, burada tanıklık eden yüzlerce işçiden de duyduk ki, Kara Yüzlere, çok sayıda (eğer hepsi değilse) hükümet yetkilisi tarafından arka çıkılmaktadır; kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan ve hiçbir şeyin durduramadığı –ne yaşlı bir insanın aklaşan saçları, ne kimsesiz bir kadın, ne de bir çocuk– bu katil çetelerinin arkasında, hiçbir kuşku olmaksızın Kara Yüzleri devlet bütçesinden örgütleyen ve silahlandıran hükümet ajanları bulunmaktadır.
Ve son olarak, bu duruşmadan önce bunu bilmiyor muyduk? Gazeteleri okumadık mı? Görgü tanıklarının raporlarını duymadık mı, mektuplar almadık mı, kendi gözlerimizle hiçbir şey görmedik mi? Kont Urusov’un[3] korkunç ifşaatlarından bihaber miydik? Ama iddia makamı bunların hiçbirine inanmıyor. İnanamaz. Çünkü bunu yapsaydı, suçlamalarını bugün savunduğu kişilere yöneltmek zorunda kalacaktı; polise karşı bir revolverle silahlanan Rus yurttaşının kendini savunmak için gerekli önlemleri almasını kabul etmesi gerekecekti. Ama iddia makamının yetkililerinin pogrom faaliyetlerine inanıp inanmamasının sonuçta hiçbir önemi yoktur. Bu mahkeme için, bizim buna inanmamız, bizim çağrımızla silahlanan yüz binlerce işçinin bunlara inanması yeterlidir. Bütün şüphelerden uzak olarak inanıyoruz ki, Kara Yüzlerin faaliyetlerine yol gösteren, egemen kliğin güçlü eliydi. Sayın mahkeme üyeleri, bu uğursuz eli şimdi bile görebiliyoruz.
İddia makamı bizden, Sovyetin varolan hükümet biçimine karşı mücadele etmek için işçileri silahlandırdığını kabul etmemizi istiyor. Eğer bunun doğru olup olmadığı açıkça sorulsaydı, evet diye yanıtlardım. Evet, bu suçlamayı kabul etmek istiyorum, ancak bir koşulla. İddia makamının ve mahkemenin koşulumu kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum.
Soruyorum: iddia makamı “hükümet biçimi” ile ne kastediyor? Gerçekten bir hükümet biçimimiz var mı? Uzun süredir hükümet ulus tarafından değil, yalnızca kendi asker-polis-Kara Yüzler aygıtınca desteklenmekte. Sahip olduğumuz şey ulusal bir hükümet değil, kitleleri katleden otomatik bir makinedir. Ülkemizin canlı bedenini paramparça eden bu hükümet makinesi için başka bir isim bulamıyorum. Eğer bana pogromları, cinayetleri, yangınları, ırza geçmeleri söylerseniz … eğer bana Tver’de, Rostov’da, Kursk’ta, Siedlce’de olanları söylerseniz … eğer bana Kişinev’in, Odesa’nın, Bialistok’un Rus İmparatorluğu’nun hükümet biçimi olduğunu söylerseniz; o zaman iddia makamıyla birlikte ben de, Ekim ve Kasımda doğrudan ve ivedilikle Rus İmparatorluğu’nun hükümet biçimine karşı silahlandığımızı kabul edeceğim.
[1] Carbonari: İtalya’da Carbonaralar tarafından kurulan gizli bir dernek. 1807-1812 arasında kurulduğu sanılan ve kökü masonluğa dayanan bu dernek, Napoli Krallığı’nda Napoléon egemenliğine karşı örgütlendi. Cumhuriyetçi bir tavır takındı ve 1830’larda kurulan cumhuriyetçi dernekler içinde eridi. (ç.n.)
[2] 1772-1839 yılları arasında yaşamış Rus devlet adamı. 1809’da yeni yasama, hukuk ve yönetim kurumları oluşturulmasına ilişkin bir tasarı hazırladı ve bu tasarı kısmen uygulamaya kondu. (ç.n.)
[3] Kont Urusov, polisin pogromların örgütlenmesindeki rolünü açığa çıkaran eski İçişleri Bakan Yardımcısıydı.
link: Lev Troçki, Mahkeme Önündeki Konuşmam, Ekim 1907, https://marksist.net/node/1441