Egemenlerin gerici ittifakı
16. yüzyılın ilk yarısından itibaren İspanyollar Güney Amerika kıtasını istila etmeye girişmişlerdi. İstilacılar işgale direnen yerlileri kanlı savaşlarla sistematik olarak yok etmekteydiler. Şili’nin toprak sahibi egemenlerinin zalimliğini karakterize eden bu tarihsel kökler, yerli halkların yok edilerek topraklarına el konulmasına dayanıyordu.
Şili kapitalizmi, büyük toprak sahipleri ile burjuvazi arasındaki gerici ittifaka dayanarak gelişti. 1818 gibi erken bir tarihte bağımsızlığın elde edilmesinin ardından, ordudaki radikal unsurlar bir dizi demokratik reform yapmak istemiş, ancak çıkarlarına dokunulan toprak sahipleri ve kilise bu girişimlerin önünü kesmişti. Şili’de demokratik dönüşümlerin gerçekleşememesinin, gerçek bir toprak reformu yapılamamasının sebebi bu gerici ittifakın her tür radikal değişime direnegelmiş olmasıdır. Büyük toprak sahibi ailelerin çok sayıda ferdinin kentlere gelerek işadamlığına soyunmasından dolayı, Şili’deki egemenlerin önemli bir kesiminin hem toprak sahipliği hem de kapitalist olmak gibi ikili bir karaktere sahip olduğu unutulmamalıdır. Egemen güçler mali ve siyasi çıkarlar ile birbirlerine bağlanmışlardı. Bu yüzden burjuvazi, devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirme niyetine ve iradesine sahip değildi. Buna rağmen Şili’de bazı demokratik haklar kazanılmışsa, bu bir burjuva demokratik devrimin değil, Şili işçi sınıfının mücadelelerinin ürünüdür.
Egemen sınıfın değişik kesimleri arasındaki tarihsel ortaklaşmanın kökleri 19. yüzyılın sonlarına dayanır. Azot yataklarından elde edilen gelirin artışı, 1891-1913 arası dünya ekonomisinin hızla büyümesi, Birinci Dünya savaşında tarafsız kalan Şili’nin azot ve bakır satışıyla savaştan büyük kârlar elde etmesi gibi etkenler, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bankaların, büyük toprak sahiplerinin ve sanayicilerin uzlaşmalarını kolaylaştıran bir iktisadi zemin yaratıyordu.
20. yüzyılın başlarından itibaren bakır, en önemli ihraç ürünü haline geldi. Aynı dönemde bakır, azot ve demir gibi önemli madenler giderek yabancı, özellikle de ABD menşeli şirketlerin eline geçti. ABD’li tekellerin Latin Amerika kıtasındaki yatırımları, iktisadi gücü ve siyasi etkinliği bilinen bir gerçektir. Bu tekellerin siyasi aygıtından başka bir şey olmayan ABD, her dönemde Latin Amerika’daki gerici rejimleri desteklemiş, askeri darbelerin örgütlenmesinde etkin rol oynamıştır.
İşçi sınıfı ve örgütleri
Şili, 20. yüzyılın başlarından itibaren kentli nüfusun hızla artışına, modern sanayi proletaryasının doğuşuna ve sınıflar mücadelesinde yerini alışına sahne oldu. Azot yataklarında çalışan işçiler ilk sendikal örgütlenmeleri ve grevleri gerçekleştirdiler. 1917 Ekim Devriminin etkisiyle radikalleşen Sosyalist İşçi Partisi, 1922’de Komünist Enternasyonal’e katıldı ve adını Şili Komünist Partisi olarak değiştirdi. Ancak Komünist Enternasyonal’e üye diğer komünist partiler gibi Şili Komünist Partisi de, ileriki yıllarda, Stalinist Sovyet bürokrasisinin, komünist partileri kendi dış politikasının araçlarına indirgeme siyasetinin kurbanı olacaktı. Aynı nedenle, Şili’de 1920’li yıllar boyunca devam eden ekonomik ve siyasi krizleri bir devrimin manivelası haline getirmekten kaçınacaktı.
KP’ye egemen olan Stalinist siyasetle uzlaşamayan ve eski Sosyalist İşçi Partisinden gelen pek çok kadro KP’den ayrılarak Nisan 1937’de Sosyalist Partiyi kurdu. Parti kuruluşunun ilk yıllarında mülkiyet, devlet, toplumsal devrim, proletarya diktatörlüğü gibi konularda Marksist fikirleri benimsiyordu.
KP ise dünyanın diğer ülkelerindeki Komünist Enternasyonal seksiyonları gibi SSCB’deki egemen bürokrasinin talimatları doğrultusunda bir siyaset izliyordu. Şili KP’si, Stalinizmin ilan ettiği “3. Dönem Politikaları” gereğince tüm diğer işçi partilerini sosyal faşist ilan eden sol-sekter bir siyaset izledi. Ardından yine diğer Stalinist partiler gibi oportünist bir dönüş yaparak, tüm “ilerici” ve “demokratik” güçlerle ittifak kurma politikasına çark etti. “3. Dönem Politikaları” işçi sınıfının tabanda gerçekleşmesi gereken birliğini ve ortak eylemini bölmüştü. Demokratik güçlerle ittifakı öngören “Birleşik Halk Cephesi” politikası ise, burjuvazinin “ilerici” kesimlerini keşfetmeyi ve burjuvaziyle sınıf işbirliğini bayrak ediniyor, böylece işçi sınıfını tümüyle burjuvazinin ellerine teslim ediyordu.
Şili işçi sınıfı liberallere güvenilemeyeceğini kendi siyasal deneyimleriyle öğrenmişti. Bu yüzden işçi sınıfını böyle bir cepheye ikna edebilmek için KP’nin Sosyalist Partiyi de işbirliğine dahil etmesi gerekiyordu. Sosyalist Parti o zamana kadar, bir ihanet politikası olan “Birleşik Halk Cephesi” politikasını değil, “Birleşik İşçi Cephesi” politikasını savunuyordu.
“Halk Cephesi” sorunu ve soldaki perspektifler
1930’lu yılların sonlarına gelinirken kitlelerde devrimci bir ruh yükseliyordu. Kitlelerin beklentisi burjuvaziyle işbirliği değil iktidarın fethiydi. İktisadi kriz koşullarında giderek radikalleşen kitle hareketine karşı Şilili egemenler faşist çeteler örgütlediler. Ancak Sosyalist Partinin ve genç sosyalistlerin oluşturduğu işçi milisi “çelik gömlekliler” tüm Şili çapında faşist çeteleri yenilgiye uğratacak, hatta sağcı Alessandri hükümetini, faşist bir hükümet darbesine karşı önlem almak zorunda bırakacaktı. Faşist hareketin yenilgiye uğratılması ve Alessandri hükümetinin krizi, işçi sınıfının harekete geçebilmesi için olağanüstü uygun koşullar yaratmıştı. Ancak Stalinist KP, radikal burjuvalarla birlikte “Halk Cephesi” hükümeti öneriyordu. Sosyalist Parti ise alternatif bir politika öneremedi. “İşçi sınıfı partilerinin birliği” adına ve KP’nin basıncı altında Halk Cephesi hükümetine girerek ihanete ortak oldu.
Halk Cephesinin liderliğini Radikal Partinin burjuva siyasetçileri üstlendi. Hükümet, kitlelerin basıncı altında kalarak bir dizi reform yaptı. Ocak 1945’te parlamentodan işçi sınıfı karşıtı yasalar geçirmeye kalkan hükümete karşı kitleler harekete geçti. Halk Cephesi hükümeti işçileri bastıracak, böylelikle kitle desteğini de yitirecekti. Bu gelişmeler Sosyalist Partide de bir bölünmenin temelini döşedi. 1947 yılında SP, sınıfın bağımsızlığını savunanlar ve liberal burjuvazi ile sınıf işbirliğini savunanlar arasında bölündü. KP ise 1948’de çıkan gerici bir kanunla yasadışı ilan edildi.
1950’li yıllarda Şili ekonomisi bir kez daha krize girecekti. Uluslararası piyasada bakır değer yitiriyor, enflasyon yükseliyor, işsizlik artıyordu. Halk Cephesi hükümetinin gerçekleştirdiği sınırlı reformlara karşın toprak sorunu varlığını sürdürüyordu. ABD sermayesinin ülke üzerindeki ağırlığı artıyordu.
1953’te sendikal hareketin birliği sağlandı. Sosyalist hareket ise “Halk Cephesi” deneyiminden dersler çıkartmış gözüküyordu. SP, programında işçi sınıfının bağımsız siyasetinden, devrimdeki öncü rolünden ve iktidar hedefinden söz ediyor; burjuva demokratik dönüşümlerin ancak işçi sınıfı iktidarı ile gerçekleşebileceğini, işçi sınıfı iktidarının kendisini demokratik reformlarla sınırlayamayacağını, toplumun sosyalist dönüşümünün başlayacağını vurguluyordu.
SP ve tekrar yasal hale gelen KP 1958 seçimleri öncesinde ortak bir cephe kurdular (FRAP) ve seçimlerde Salvador Allende’yi başkanlığa aday gösterdiler. Allende 356 bin oy alarak sağcı aday Alessandri’nin 30 bin oy gerisinde kaldı. KP liderleri bir kez daha “Şili devriminin demokratik karakteri” ve “ilerici burjuva partileriyle ittifak” tezini ileri sürdü. SP liderleriyse “Şili işçi sınıfını birleştirmek” adına yine KP’nin kuyruğuna takıldılar.
Alessandri Hükümetinin 1958-64 arası uyguladığı gerici politikalar ülke çapında radikalleşmeye ve grevlerin patlak vermesine sebep oldu. Grevler kanla bastırılıp, işçi ücretleri enflasyon karşısında erirken, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum giderek derinleşiyordu. Kırsal nüfusun %7’sini oluşturan büyük toprak sahipleri tüm toprağın %90’ından fazlasına sahipti. Tarım reformu yapılacağına dair tüm vaatlere rağmen, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşamına damgasını vuranlar, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve alkolizmdi.
Kişi başına düşen ekilebilir toprak miktarı pek çok Avrupa ülkesinden daha fazla olmasına rağmen, Şili besin ihtiyacını karşılayabilmek için gıda ithal ediyordu. Çünkü toprak sahipleri makineli tarıma geçmek yerine ucuz işgücü çalıştırmayı tercih ediyorlardı. Tarımda üretkenlik düşüktü ve köylü yeterince beslenemiyordu. Tarım reformu acil bir zorunluluk olmasına rağmen hiçbir burjuva hükümet sorunu çözmeye yanaşmıyordu. Nitekim Şili burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri, mali ve ticari bağlarla birbirlerine bağlanmış durumdaydı. Kır burjuvazisi durumundaki büyük toprak sahipleri ile kent burjuvazisinin iç içe geçmesi, tarım reformunu gerçekleştirecek bir girişimin burjuvazi saflarından gelmesinin önündeki aşılmaz nesnelliği ifade ediyordu.
1964 seçimleri arifesinde aktif nüfusun %30’unu köylülük oluşturuyordu. Şili işçi sınıfının seçimler yaklaşırken gerçekleştirdiği militan grevler burjuvazi için uyarıydı. Alessandri hükümeti ömrünü doldurmuştu. Oligarşi, gelişen işçi partilerine karşı 1957’de kurulan Hıristiyan Demokrat Partiyi ileri sürdü. 1964 seçimleri radikal reformlar vaat eden Hıristiyan Demokratlar ile Allende’nin başkanlığını yaptığı FRAP arasındaki mücadeleye sahne oldu. Şili burjuvazisinin güçsüzlük ibareleri gösterdiği, kırlarda ve şehirlerde muhalefetin giderek radikalleştiği bir ortamda Hıristiyan Demokratlar kır ve kent küçük-burjuvazisinin desteğini kazanabilmek için radikal söylemler kullandılar.
Özgürlükçü devrim sloganını ileri süren, toprak reformunu ve ekonominin ulusallaştırılmasını vaat eden Hıristiyan Demokratlar 1964 seçimlerini %56 oyla kazandılar. Hıristiyan Demokrat Hükümet, ABD menşeli bakır işletmelerinin %51 hissesini devletleştirdi. Ama ABD sermayesinin Şili ekonomisi üzerindeki etkinliği devam ediyordu. Hıristiyan Demokratların altı yıl süren iktidarı boyunca çok sınırlı bir toprak reformu gerçekleşti. Bankaların ulusallaştırılması gibi vaatler yerine getirilmedi. Oligarşinin egemenliği demokratik bir görünüm altında devam etti. Hükümet güçleri, El Salvador ve Puerto Mott madenlerinde yirmiden fazla sosyalisti katletti.
İşçi ve köylüler üzerinde devam eden baskılara ve sosyalistlerin akan kanlarına bakıldığında Hıristiyan Demokrat Hükümetin gerçek sınıf karakteri çok iyi anlaşılıyordu. Fakat KP liderleri 1964 seçimlerindeki yenilginin ardından Hıristiyan Demokrat Hükümetle işbirliği imkânlarının bulunduğunu ileri sürdü. “İlerici” bir burjuva hükümetin toplumsal desteği yıpratılmamalıydı! Oysa hükümet, kitlelerden aldığı desteği hızla yitirecek; bu durum Hıristiyan Demokrat Partinin bölünmesine ve “sol” kanadının MAPU’yu kurarak daha radikal bir politikaya yönelmesine yol açacaktı.
İşte bu koşullarda SP ile KP düzenledikleri ortak bir konferansta Unidad Popular adı altında “halk cephesi” fikrini yeniden ileri sürdüler. Allende, toplumun sosyalist dönüşümünün parlamento yoluyla gerçekleştirilebileceğine inanıyordu. Diğer yandan Stalinist liderler, Şili’nin öncelikli gündeminin burjuva demokratik devrim olduğunu ileri sürüyor ve proleter devrimi belirsiz bir zamana erteliyorlardı. İşte bu konferansta Unidad Popular (Birleşik Halk) programı oluşturuldu. Unidad Popular koalisyonunda KP, SP ve MAPU dışında birçok küçük-burjuva parti ve grup da yer alıyordu. KP, radikal burjuvaların koalisyonda önemli bir rol üstlenmesinde ısrar ediyordu. KP’nin bu tutumu, onun burjuvaziyle işbirliğine atfettiği önemden ileri geliyordu.
1970 seçimleri
4 Eylül 1970’te yapılan başkanlık seçimlerinde Unidad Popular’ın adayı Allende 1 milyon 75 bin (%36,3), sağcı Ulusal Partinin adayı Alessandri 1 milyon 36 bin (%34,9), Hıristiyan Demokratların adayı Tornic 825 bin (%27,8) oy aldı. Allende seçimi kazanmıştı ama salt çoğunluğu kazanamamıştı. Sağ partiler, Allende’nin hükümet kurmasına karşın salt çoğunluğu oluşturamaması argümanını kullandılar.
Kitleler burjuvaziye karşı harekete geçmeye hazırdı. Aktif nüfusun yaklaşık %75’ini ücretliler oluşturuyordu. İşçi sınıfı genel greve hazırdı. Ama salt çoğunluğu sağlayamadığı için seçilmesi Kongrede yapılacak oylamaya bağlı olan Allende, Hıristiyan Demokratlarla uzlaşarak 24 Ekimde başkanlığa seçildi. Burjuvaziye birtakım anayasal güvenceler veren bu uzlaşmaya göre orduya ve polis teşkilatına dokunulmayacaktı.
Burjuva devlet, özel mülkiyeti korumak için örgütlenmiş silahlı güçlere dayanır. Bir işçi devriminin birincil görevi burjuva devlet aygıtını parçalamak, burjuva orduyu ve polisi dağıtmak, işçileri silahlandırmak, işçi iktidarını silahlı halk milisiyle güvence altına almaktır. Oysa SP ve KP liderleri burjuvaziye işçileri silahlandırmayacakları hususunda güvence veriyorlardı. Unidad Popular hükümeti, askeri darbeyle devrilene kadar kitlelere, ordunun “yurtsever” karakteri üzerine masallar anlattı. Madalyalar dağıtarak ve ücretlerini yükselterek generalleri tarafsızlaştırmaya çalıştı. Oysa devlet aygıtının ve ordunun, egemen sınıfın aracı olduğu gerçeği Marksizmin abecesidir. Kapitalist düzende ordunun “yurtseverliğinden” ve sınıflar mücadelesinde tarafsız kalabileceğinden söz etmek işçi sınıfına ihanettir. Şili işçi sınıfı SP’nin ve KP’nin bu ihanetinin bedelini kanlarıyla ödemek zorunda kalacaktı.
Unidad Popular hükümeti ilk dönemde kitlelerin basıncıyla liderlerinin öngördüğünden daha ileri adımlar atmak zorunda kaldı. Allende hükümeti önemli ölçüde ulusallaştırma yaparak egemenlerin çıkarlarına darbeler vurdu. Hıristiyan Demokratların bir önceki dönemde yaptığı ulusallaştırmalara rağmen bakır endüstrisinin %49’u halen Anaconda ve Kennecott gibi büyük ABD tekellerinin elindeydi. Bu tekellerin Şili’ye yaptıkları sermaye yatırımları 50 ilâ 80 milyon dolar arasında değişiyordu. Kârları ise bir buçuk milyar dolardan fazlaydı.
Temmuz 1971’de bakır endüstrisi ulusallaştırıldı. Bakırın yanı sıra, kömür ve demir madenleri, azot sanayii, tekstil sanayii, ITT, INASA gibi dev şirketler de devlet mülkiyeti kapsamına alındı. İşçi ve emekli ücretlerinin yükseltilmesinden, kira artışının dondurulmasına, öğrencilere parasız süt temininden toprak reformuna kadar bir dizi reform kitlelerin Unidad Popular’a yönelik desteğini arttırdı. Yoksul kitleler hükümetin arkalarında olduğunu hissediyor, güven kazanıyor, politikleşiyor ve harekete geçiyordu. Kentlerde ve kırlarda kitlelerin giderek radikalleştiği gözleniyordu. Unidad Popular’ın zaferi ümitsiz toprak işçilerini umutlandırmıştı. Militan bir görüntü sergileyen tarım işçileri büyük toprak sahiplerini sonsuza kadar başlarından defetmek istiyor, Şili’de devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek için kendilerine önderlik edilmesini bekliyordu.
Karşı-devrimci faaliyetler
Karşı-devrimci faaliyetler Allende’nin seçimleri kazanmasının arifesinde başlamıştı. Silahlı çeteler kullanılarak Allende’ye üç kez suikast girişiminde bulunuldu. Ordu komutanı General Rene Schneider Savunma Bakanlığına giderken vuruldu. Schneider suikastı kriz yaratarak Allende’nin yükselişini engellemeyi hedefliyordu. Araştırmalar yaygın bir radikal sağcı örgütün Santiago’nun çeşitli yerlerinde terörist eylemler gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Gözaltına alınan 32 kişi içerisinde bir amiral, birkaç büyük toprak sahibi, generaller ve politik şahsiyetler vardı. Allende’nin seçilmesinin ardından eski sağcı hükümetin bakanlarından biri Edmundo Perez vuruldu. Suikast hükümete karşı provokasyon zemini oluşturdu. Sağ kanat, “politik grupların silahsızlandırılması” talebini yükseltti. Niyet Allende’yi işçi ve köylü kitleleri tümüyle silahsızlandırmaya zorlamaktı.
Büyük toprak sahipleri ülke çapında sabotaj kampanyaları düzenliyorlardı. Tarlalarındaki tesisatları söküyor, aşırı sağcı gruplara para veriyor ve onları silahlandırıyorlardı. Ulaşımı, gaz ve elektrik hatlarını, hatta su kaynaklarını sabote etmek üzere terörist çeteler örgütleniyordu. Egemenler karşı-devrimci bir darbeye hazırlanırken Allende, kitleleri sükunete ve sorumlu davranmaya çağırıyordu. Reformist işçi önderleri, kitlelerin devrimci inisiyatifinin gericiliği daha da kışkırtacağından korkuyordu. Oysa gericileri yıldırmanın yolu yoksul köylü komiteleri kurarak toprak işgallerine girişmekten, yoksul köylüleri ve işçileri silahlandırmaktan geçiyordu.
Hiçbir hakim sınıf sonuna kadar savaşmadan elindeki gücü ve ayrıcalıklarını terk etmez. Kitleler öfkeli ve kendilerine güvenliydiler. Bu yüzden burjuvazi saldırılarında fazla ileri gidemiyordu. Allende kitlelere sükunet telkin ederken, gerici güçler karşı saldırı için hazırlık yapıyordu. Gerici çeteler silahlandırılıyor; istihbarat servisinin ve ordunun tepe kademelerinde planlar hazırlanıyordu.
Reformizmin körlüğü
Allende parlamentoda zekice manevralar yaparak konumunu koruyabileceğini sanıyordu. Planlarında kitlelerin devrimci hareketine yer yoktu. Yine de “devrimci” imajını korumak üzere demagojik söylemler kullanıyordu: “Kitleler hükümeti kazandılar, şimdi iktidarı kazanmalılar” diyordu. Aslında kitlelere “iktidarı alın” demekle kendi üzerindeki sorumluluğu kitlelere havale ediyordu. Çünkü şurası açıktı ki, kitleler kendilerine önderlik eden bir parti olmaksızın iktidarı alamazlardı ve kitleler önder olarak Allende’yi görüyordu. Allende ise kitlelere “gericileri provoke etmemelerini” öğütlüyordu. Gerici sınıfları provoke etmeden iktidar nasıl alınabilirdi?
KP bürokratlarından biri The Economist dergisine şu açıklamayı yapıyordu: “Kitleleri yanımızda istiyoruz ancak hükümetin çizgisi dışına çıkmamalılar.” Hükümet kendi çizgisinin sınırlarını daha baştan burjuvaziye çizdirmeye çalışmıştı. Allende’nin başkan ilan edilmesi anayasaya aykırı davranmama anlaşmasıyla gerçekleşmişti. Allende egemen güç odaklarıyla bozuşmamak için sınıf ve iktidar ilişkilerini bozmayacak ancak kitleleri yatıştırmakta işe yarayacak, burjuva devlet aygıtına dokunmayacak reformlar yapmaya girişiyordu.
Marksistler işçi sınıfının burjuva düzen içerisinde elde ettiği kazanımların ancak örgütlü sınıf mücadelesi ile korunabileceğini ve geliştirilebileceğini savunurlar. Fakat kapitalizm altında elde edilebilecek kazanımların bir sınırı vardır ve bundan ötesini elde etmek ancak işçi sınıfının iktidarı alması ile mümkündür. İktidarın alınması, burjuva düzen içerisinde bir işçi partisi ya da sosyalist partinin hükümeti kurması değil, burjuva devlet aygıtının yıkılması ve işçi sınıfının öz-örgütlenmelerine dayanan bir işçi devletinin kurulması sorunudur.
Dünyanın pek çok ülkesinde Stalinist KP’lerin burjuva devlet içerisinde “hükümet” olmaya yaklaştıkça düzen ile daha çok uzlaşır hale geldikleri görülmüştür. Şili KP’si de istisna oluşturmadı. Bu reel politikerler, düzenin kendilerine hükümet iznini vermesi için seçimlerden aylar önce burjuva ordunun generallerine yaltaklanmaya başlamıştı. Aşağıdaki alıntılar seçimler öncesinde KP’nin bir iç yayınında yer alıyordu:
Bir bölük komutanı, bir amiral veya hava kuvvetlerinde bir generalin ne kadar kazandığını biliyor musunuz? Ordu komutanlarının ortalama maaşı 857 escuda, 5 yıllık zamlarla, profesyonel ilavelerle, ücretsiz konut ve çiftliklerle beraber aylık gelirleri 3000 escuda. Onların ordunun en üst düzeyleri olduğunu, orduda en önemli sorumluluk ve görevleri üstlendiklerini, daha ötesi, arkalarında 30-40 yıllık hizmet süreleri olduğunu, bütün askeri okulları bitirdiklerini, geldikleri aşamada iyi okullara göndermeleri gereken çocukları olduğunu (...) hesaba katarsak işte o zaman ücretlerinin tatminkar olmadığı sonucuna varırız. (...)
Yoksulluk içinde yaşayan bir yoldaşa 3 bin escudoluk bir aylık çok fazla görünebilir (...)
Ulusun da dikkatini çeken silahlı kuvvetlerdeki bu rahatsızlık kesinlikle haklıdır. Ve biz komünistler bu sorunu çözmenin Şili’nin görevi olması gerektiğini düşünüyoruz. Yarın öbür gün çok daha büyük tehlikelerle karşılaşabiliriz. Tanrı korusun, böyle olaylarla karşılaştığımız zaman yurtsever duygular yeterli olmayacaktır.
Bu satırların yazarı, Stalinist KP’nin genel sekreteriydi.
İşçi sınıfının iktidarı perspektifine sahip olmayan sınıf uzlaşmacı sol hareketlerin hep “ülkelerinin özgün koşulları”ndan söz ettiklerine şahit oluruz. Şili bu noktada da istisna oluşturmuyor. KP, “Şili’nin parlamenter geleneğe sahip bir ülke olduğunu, Şili’de işlerin Latin Amerika’nın sürekli askeri darbeler yaşayan diğer ülkelerinden farklı yürüdüğünü, Şili’de burjuva düzenin daha barışçıl olduğunu” iddia ediyordu. Oysa burjuva devlet ne kadar demokratik biçimler alırsa alsın özünde özel mülkiyeti korumak için örgütlenmiş silahlı bir aygıttır. Burjuva özel mülkiyet gerçek bir tehlikeyle karşılaştığı anda, burjuva devletin olağan dönemlerdeki anayasal işleyişi bir kenara fırlatılır.
Lenin’in Devlet ve Devrim’de yazdıklarından hiçbir şey öğrenmeyen Şili KP’sinin bürokratlarının “özgün koşullara sahip” olduğunu iddia ettikleri Şili’nin tarihinden de ders almaya niyetleri yoktu. İşte Şili sınıf mücadelesi tarihinden birkaç örnek:
1903’te Valparaiso liman işçilerinin isyanı: 30 ölü, 200 yaralı
1905’te Santiago, “et isyanı”: 200 ölü
1907’de Santo Maria’daki işçi hareketinde 2000 kişi makineli tüfeklerle tarandı.
1920’de Punto Arena’da ve 1925’de Coruna’daki madenlerde 3000 kişi öldü.
1934’de Ranguil’de köylü isyanı: 60 ölü...
20. yüzyıl tarihi, milliyetçilik ve reformizm pisliğine gömülen işçi sınıfı partilerinin tüm dünyada işçi sınıfına nasıl ihanet ettiklerinin örnekleriyle doludur.
Askeri darbeye giden yol
Allende hükümetinin ilk dönemde işçi ve köylülerin çıkarları doğrultusunda yaptığı reformlar Unidad Popular’ı oluşturan partilerin yığınlar nezdindeki desteğini arttırmıştı. 1970 başkanlık seçimlerinde Unidad Popular’ın adayı Allende %36,3 oranında oy almıştı. 1971’deki yerel seçimlerde ise Unidad Popular’ı oluşturan partilerin oy oranlarının toplamı %49,7’ye fırlamıştı. Unidad Popular’da belirleyici iki güçlü parti vardı. Sosyalistler yaklaşık 632.000, Komünistler ise 480.000 oy almıştı.
Fabrikalarda ve işçi semtlerinde işçi sınıfının iktidar organlarının nüveleri ortaya çıkıyordu. Yoksul köylüler toprak işgali girişimlerinde bulunuyordu. Burjuvazi bölünmüş durumdaydı. İşçi ve köylüler silahlandırılabilir, işçi, köylü ve asker konseyleri için çağrı yapılabilirdi. Ancak işçi sınıfı partileri bu fırsatı değerlendirmediler. Böylelikle gericilik insiyatifi eline almaya başlayacaktı.
Şili’deki egemenler burjuva medyanın ve CIA’in aktif desteği ile “silahlı grupların silahsızlandırılması” talebiyle kampanya başlattılar. Amaç sol örgüt ve partilerin silahlarına el konulmasıydı. Bu arada silahlı faşist çeteler sokaklarda terör estiriyordu. Toprak sahipleri ve kapitalistler ekonomiyi baltalıyordu. ABD emperyalizmi Allende hükümetiyle tüm ekonomik ilişkileri kesti ve dünya çapında Şili bakırının boykot edilmesini örgütlemeye çalıştı. Ekonominin merkezi plan altına alınmadığı ve özel mülkiyete son verilmediği koşullarda enflasyonun yükselişi önlenemedi. Enflasyon hem yükselen ücretleri aşağıya çekti hem de orta sınıfları olumsuz etkiledi.
Karşı-devrim Ekim 1972’de kamyon sahiplerinin greviyle atağa geçti. Amaç ticareti baltalamak, kır ile kent arasındaki taşımacılığı durdurarak kentlerde gıda sıkıntısı yaratmaktı. Bu grev ilginç olaylara sahne oldu. Bir anda karaborsada ABD dolarının değeri düşmeye başladı. Doların değeri resmi kur değerinin çok altına indi. Bu durumun ortaya çıkabilmesi ancak piyasaya yasadışı yoldan yüklü miktarda dolar girmesiyle mümkündü. CIA’in ya da ulusallaştırılan büyük ABD bakır tekellerinin kamyoncular grevini örgütlemek için milyonlarca dolar para akıttığı tahmin edilmektedir. Diğer yandan hayatlarında açlığın, yoksulluğun ne olduğunu bilmeden yaşamış bir avuç burjuva kadın “yiyecek bulamadıkları” iddiasıyla ellerinde tencerelerle “hükümeti protesto” etmek üzere sokağa çıkıyordu. Tehlikeyi sezen işçi kitleleri kamyon sahiplerinin grevine kitle gösterileriyle yanıt verdi ve karşı-devrimci girişim alt edildi. Ancak Unidad Popular liderleri karşı-devrimle uzlaşmaya kararlıydılar ve Bakanlar Kuruluna ordu bürokrasisinin temsilcilerini dahil ettiler. Sosyalist Partinin tabanındaki işçiler bu karara karşı çıkıyordu.
Karşı-devrimci propaganda güçleniyordu. Özellikle “gelirlerin azalması” ve “karaborsa” burjuvazinin eline koz veriyordu. Buna rağmen Mart 1973 seçimlerinde Unidad Popular %44 oy aldı. İşçi sınıfı artık gericiliğe karşı bir şeyler yapılmasını istiyordu. İşçiler silah talep ediyordu, sokaklara dökülmek ve burjuvaziyi alt etmek için liderlerinden talimat bekliyordu. Ama o liderler işçi kitlelerini sükunete ve sağ duyuya davet ediyordu.
Bir İngiliz gazeteci 11 Eylül 1973 darbesinden yaklaşık iki ay önce The Economist’te yer alan bir makalede “Eğer Şili ordusu şimdiye kadar sabrettiyse, bunun sebebi, ülkenin demokratik geleneklerinde değil işçi hareketinin muazzam gücünde aranmalıdır” diyordu.
29 Haziran 1973’te ordu içerisinden bir grup tanklarla harekete geçti. Birkaç saat içerisinde binlerce işçi greve çıktı, fabrikalar işgal edildi, fabrikalarda nöbetçiler bırakarak hükümet binalarına yönelen işçiler, hem hükümet binalarını hem de Başkanlık Sarayını koruma altına aldılar. Allende ise işçilere, işe geri dönmeleri çağrısında bulundu. Hükümet işgal edilen fabrikaları zorla geri alarak, Pinochet ve diğer generalleri kabineye sokarak ve en militan işçileri bastırarak, gelmekte olan darbenin hazırlanmasına nesnel olarak yardımcı oldu.
Allende’nin bu tavrı gericiliği güçlendirecek ve yeni bir kamyoncular grevi örgütlemek üzere cesaretlendirecekti. İşçi sınıfı kamyon sahiplerinin grevine 24 saatlik genel grev ile yanıt verecekti. Şili işçi sınıfı Unidad Popular hükümeti boyunca, burjuva devleti yıkıp iktidarı alma fırsatını defalarca yakaladı. İşçi sınıfının cesareti de, savaşma isteği de vardı. Eksik olan tek şeyse devrimci Marksist bir partiydi.
11 Eylül darbesinden 7 gün önce, 4 Eylül 1973’te, hükümeti desteklemek üzere Şili’nin tüm kentlerinde gösteriler düzenlenmişti. 800 bin işçi Santiago sokaklarında ellerinde sopalarla yürüyüşe geçti. Kitleler liderlerine “Daha güçlü vur, halkın iktidarını kur, Allende halk seni savunacak” diye sesleniyordu. Bu gösteri Şili işçi sınıfının mücadele azmini hâlâ kaybetmediğini gösteriyordu. İşçi kitlelerinin tek beklediği şey, silah ve bir mücadele programıydı. Ancak “Sosyalist” ve “Komünist” liderler, yine, işçilere sükunetle evlerine dönmelerini salık veriyordu. Artık darbeci generallerin önünde korkacakları bir engel kalmamıştı.
11 Eylül’de harekete geçen ordu birlikleri Santiago’daki La Moneda Başkanlık Sarayını kuşattı. Bu sırada Başkanlık Sarayında olan Allende, sabah saat 7:55’te radyo mikrofonlarından halka şöyle sesleniyordu:
Meşru hükümete, yurttaş iradesiyle kurulmuş yasal hükümete karşı bir ayaklanma söz konusudur. Tüm emekçilere sesleniyorum. Fabrikalarınıza, işinizin başına gidin, görevinize sahip çıkın ve sükunetinizi muhafaza edin. Santiago’da durum normaldir.
Ben buradayım ve halkın iradesiyle temsil ettiğim hükümeti savunarak burada kalacağım. Provokasyonlara kapılmayınız. … yurttaş iradesiyle kurulan rejimi korumak için yemin eden vatan askerlerinin , silahlı kuvvetlere ve Şili’nin onuruna yaraşır biçimde davranacağını umuyorum. Ordunun üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştireceğine eminim.
Allende’nin “üzerine düşen görevi sorumluluk bilinci içinde gerçekleştireceğine emin” olduğu burjuva ordu, bu konuşma sırasında Başkanlık Sarayını bombalamaya hazırlanıyordu. Saatler 9:10’u gösterdiğinde Allende’nin üzerine bombalar yağmaya başladı. O ana kadar radyodan birkaç kez daha konuşma fırsatı bulmuştu. Son konuşmasında ise “Size son kez hitap ediyorum… Halkıma sadakatimi hayatımla ödeyeceğim. Ama yüz binlerce Şililinin bilincine düşen tohum er geç yeşerecek… Halkım kendini savunmalı ama feda etmemeli… Bunlar benim son sözlerim ve fedakârlığım boşuna değil, satılmışlığa, korkaklığa ve ihanete bir ahlak dersi olacağına eminim” diyordu.
Başkan Allende teslim olmayı reddetti ve bombalamanın ardından Saraya giren bir CIA ajanının sıktığı mermilerle hayatını yitirdi. Allende cesaretiyle belki bir “ahlak dersi” vermiş oluyordu, ama bu “ahlak dersi”, 17 yıl süren askeri rejimin üç bini aşkın insanı işkenceyle katletmesini, işçi hareketini ezip onlarca yıl geriye itmesini önlemeye yetmedi!
Şili’deki askeri darbe, on binlerce sendikacının, öğrencinin, köylünün ve sosyalist aydının yaşamına kastedecek olan bir siyasi toplu kıyıma yol açtı. Askeri diktatörlük dönemi boyunca on binlerce muhalif işkence gördü, hapse girdi, idam edildi, kaybedildi.
Darbe yapıldığı sırada Şili’de resmen görevli olan 500’ü aşkın ABD “eğitmen”i bulunuyordu. Allende’nin birkaç ay önce genelkurmay başkanlığına atadığı Pinochet, Şili’yi yıllarca karanlığa gömen bu askeri diktatörlüğü ABD güdümünde gerçekleştirecekti.
Darbeden yıllar sonra, Allende Hükümeti’nin bakır madenlerini ulusallaştırmasından zarar gören ITT tekelinin, darbenin tezgâhlanması için CIA ile onlarca kez toplantı yaptığı ve Şili darbesinde aktif rol oynadığı belgelerle kanıtlandı.
Şili Deneyiminden Ders Alınmalıdır
Şili’de 60’ların sonunda ve 70’lerin başında yükselen sınıf mücadelesi, dünya çapında yaşanan işçi sınıfı kabarışının bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu dönemde, aynı zamanda, Fransa’da Mayıs-Haziran 1968 genel grevine, 1969’da İtalya ve Almanya’da yaşanan grev dalgasına, Amerika Birleşik Devletleri’nde 60’ların sonunda ve 70’lerin başındaki Vietnam savaşı protestolarına, 1974’te Nixon yönetiminin düşüşüne yol açan şehir isyanlarına ve militan sanayi mücadelelerine tanık olunuyordu. 1974’te Portekiz ve Yunanistan’daki diktatörlük rejimleri kitlesel ayaklanmalarla yıkılırken, Britanya’da yaşanan madenciler grevi Heath hükümetini alaşağı ediyordu.
1973 yılının mevcut koşulları altında Şili’de başarılı bir devrimin dünyanın durumunu dönüştürme potansiyeli vardı. Şili devriminin yenilgisi ve Şilili işçilerin aldıkları korkunç darbeler, bütün Latin Amerika’da ve dünyada işçi sınıfının yenilmesi, yıkıcı kayıpların yaşanmasına yol açan daha büyük boyutlu bir kapitalist taarruzun uygulamaya konulması anlamına geliyordu. O zamandan bu yana ABD hükümet yetkilileri, büyük patronlar ve sağcı iktisatçılar kitle kıyımı ve işkence üzerine kurulu Şili ekonomik modelinin çığırtkanlığını yapıyorlar.
20. yüzyılda kapitalizmin uluslararası düzlemde ayakta kalabilmesi, bir yandan Stalinist ve sosyal demokrat işçi partilerinin sendika bürokrasilerinin ve milliyetçi küçük-burjuva örgütlerin işçi sınıfı mücadelelerini proleter devrim yolundan saptırması, diğer yandan uluslararası düzeyde devrimci Marksist bir önderliğin inşa edilememesi yüzünden mümkün oldu.
Şili deneyimi sayesinde, Marksist ilkelere, devrimci bir programa, doğru perspektiflere ve net fikirlere sahip olmaksızın devrimci bir partinin inşa edilemeyeceği, proleter devrimin zafere ulaşamayacağı bir kez daha acı sonuçlarıyla görülmüştür. Gerçek bir Bolşevik önderlik, temel devrimci ilkeleri birtakım birliklere ya da taktiklere feda etmez. Lenin sadece burjuvaziye karşı değil diğer işçi partilerine karşı tutumlarında da ilkeli davrandığı için defalarca sekterlikle ve dogmatiklikle suçlanmıştı. Lenin’in 1917’deki tutumu bunun en açık örneğidir. Menşevikler geçici hükümete destek vermediği için Lenin’i sekterlikle ve devrim kampının birliğini bölmekle suçlamışlardı. Gerçek bir devrimci önderlik bu tür basınçlara teslim olmaz. Lenin, diğer işçi partileriyle çerçevesi net çizilmiş anlaşmalar ve ittifaklar yapmanın gerekliliğini gayet iyi biliyordu. Ama onun sloganı şuydu: “ayrı yürü birlikte vur, bayrakları karıştırma.”
Şili deneyimi, reformizmin ve Stalinist sınıf işbirlikçi politikaların işçi sınıfını sürüklediği felâketin en trajik örneklerinden birini teşkil etmektedir. Şili, “kansız ve barışçı” bir geçiş ütopyasıyla devrimden kaçınan küçük-burjuva reformistlerin sonuçta binlerce insanın hayatına mal olan bir karşı-devrimin zeminini nasıl döşediklerinin ibret verici bir örneğidir.
Parlamenter yollardan hükümete gelip, devletleştirmelere hız verip, aşama aşama “sosyalizme” geçeceklerini iddia eden reformistler, bugün de dünyanın dört bir yanında, işçi sendikalarında hüküm sürüyorlar, işçi sınıfını sözde “Komünist”, “Sosyalist” ya da “İşçi” partilerinin peşine takmaya uğraşıyorlar. Şili tarihte kalmış bir örnek değildir. 1973 Şili’sinin yolunu açan reformizm ve parlamentarizm, bugün de var gücümüzle savaşmamız ve mahkûm etmemiz gereken bir ideolojik akım olarak yaşamaya devam ediyor.
Tarihte yaşananlardan ders çıkararak, işçi sınıfının bir kez daha böyle hayallerin peşine takılmamasını sağlamak, işçi sınıfının Bolşevik Partisini inşa etmek ve onu Bolşevik politikalarla iktidara taşımak, enternasyonalist komünistlerin boyunlarının borcudur.
link: Kemal Erdem, ŞİLİ: 1973 Yenilgisinin Dersleri, 2 Nisan 2004, https://marksist.net/node/1330
Seçimleri kim kazandı