Üzerinden 20 yıl geçen Çernobil faciasının (26 Nisan 1986) yıldönümünün yaklaştığı bugünlerde Türkiye’deki nükleer fisyon santrali “mücahit”leri yine umutlandılar. 1960’lı yıllardan beri tüm beş yıllık kalkınma planlarında yer alan; ancak mürüvvet görmenin henüz hiçbir hükümete nasip olmadığı nükleer fisyon santrali kurma konusunu, AKP hükümeti yeniden, üstelik öncekilere nazaran daha iddialı bir biçimde gündeme getirdi. Son olarak Akkuyu’da inşası planlanan nükleer fisyon santralinin ihalesi, 2000 yılında dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından IMF’nin yatırımlar üzerindeki sıkı kontrolü nedeniyle Hazine’nin teminat vermemesiyle iptal edilmişti.
Uluslararası ekonomik ve siyasal konjonktürün de elverişli olması nedeniyle, işi bu sefer sıkı tutma kararlığında gözüken AKP hükümeti 2004 yılının Mart ayında, nükleer enerji konusunda ilerleme kaydetmeyi ulusal çıkarlar açısından stratejik bir hedef olarak belirledi. Bu strateji Haziranda askeri ve sivil bürokrasinin de içinde yer aldığı bir komisyon tarafından benimsendi ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından Ulusal Nükleer Strateji Belgesi adıyla yazılıhale getirildi. Hükümetin son duyurduğu plana göre 2012-2017 yılları arasında toplam 5000 MW gücündeki nükleer fisyon santralleri devreye girecek.
Türkiye’de nükleer fisyon santrali kurma “projesi” her 4-5 yılda bir, yani aşağı yukarı her yeni hükümetle birlikte, gündeme getirilmektedir. Bunun, genel olarak nükleer teknolojiye geçiş, teknolojik tecrübe birikimi gibi nihayetinde nükleer silah teknolojisi elde etmeyi ve bir nükleer güç olmayı hedefleyen stratejik nedenleri vardır. Elbette bir de, ihaleler vs. üzerinden hükümetlerin ve sermaye gruplarının iştahlarını kabartan bir tarafı.
İkincisi bir yana bugün İran’ın da nükleer teknoloji konusunda ABD ve AB’nin tüm karşı koymalarına rağmen çalışmalarını hızlandırması, Türkiye’ye bu konuda ABD icazetini verdirmiş görünüyor. Uzun zamandır bulunduğu bölgede nüfuzunu arttırmaya dönük emperyal emellere sahip olan TC, bunun olmazsa olmaz araçlarından biri olan nükleer gücü de eline almak istiyor. Bu konuda ABD’li yetkililer ve enerji şirketleriyle görüşüp gelen Enerji Bakanı Hilmi Güler, “bir yetmez üç tane kuracağız” dedi. Böyle olunca da nükleer enerji meselesi yeniden gündemin başköşelerinden birine oturmuş oldu.
Nükleer fisyon santrallerine karşı Marksist Tutum
Bu tartışmalar her gündeme geldiğinde burjuva medyanın sayfaları ve ekranları nükleerci “mücahitler”in “bilimsel” kanıtlarıyla dolup taşıyor. Bunun karşısında ise genellikle mühendis odalarının temsilcileri, çeşitli çevre örgütlerinin sözcüleri ve karşıt eğilimdeki bilim adamları yer alıyorlar. Reformist olsun devrimci olsun örgütlü sol çevreler de konuyu esasen bu kesimlerin kullandığı argümanlar temelinde ele alıp tutum belirliyorlar. Pek çok konuda olduğu gibi, ne yazık ki bu konuda da, devrimcilerin yayınlarını Marksist görüşler değil klişe retorikler dolduruyor.
Deniz Moralı’nın Ekim 2004’te yayımlanan Radyoaktif Kapitalizm broşüründe söylediği gibi;
Marksist bir perspektifle bakıldığında, konunun ele alınışında genel bir ufuk darlığı göze çarpıyor. Kimisi konuyu sıradan bir çevreci duyarlılığı düzeyinde, kimisi ucuzluk-pahalılık argümanları çerçevesinde, kimisi salt teknik bir sorun olarak ele alırken, meselenin politik ve toplumsal yönlerine eğilenler de çoğunlukla ya “ulusal çıkarlar” söyleminin dar bakışına (değişik biçimlerde de olsa) hapsolmakta, ya “karanlık emelleri olan nükleer lobilere” dair gazetecilik değerlendirmeleri düzeyinde kalmakta, ya gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durumu idealize eden bir yaklaşım sergilemekte, veyahut genel anlamda teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi yadsıma noktasına varan şüpheci ve karamsar görüşler ileri sürmekteler.
Oysa nükleer santraller sorunu, insanlığın üretici güçlerinin (ve bunlar arasında teknolojinin) tarihsel gelişmesinin, insanlığın bir bütün olarak ihtiyaçlarını gidermeye yeterli bir temel sağlayıp sağlamadığı, insanı ve çevreyi tahrip etmeden insan ihtiyaçlarını gidermenin mümkün olup olmadığı ve bu sorunların, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan toplumsal-politik niteliği gibi hususları içeren geniş bir bağlama oturtulmalıdır. (Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.6)
Alıntıda sözü edilen karşı çıkış biçimlerinin kısmi karakteri giderek daha fazla açığa çıkmaktadır. Mesela, “dünya bunu terk ediyor” argümanını kullanan ve ileri ülkelerdeki durumu buna örnek gösterenler, bugün başta ABD olmak üzere birçok ülkede bu sektörde canlanmaların ve yeni siparişlerin söz konusu olmasıyla dayanaksız kaldılar. TAEK Başkanı Çakıroğlu geçenlerde yaptığı bir konuşmada, dünyada 450 civarında nükleer santralin çalıştığını, 30’unun inşaatının sürdüğünü, 100 adet de santral planlandığını, ABD’nin nükleer enerjiyi teşvik etmek için bütçeden 14,2 milyar dolar pay ayırdığını belirtti. Çakıroğlu, “nükleer enerjiden vazgeçenler, eski teknolojilerini ihraç etmeye çalışıyor” düşüncesine ilişkin de şunları söyledi:
Uluslararası standartlar, kısıtlamalar var, eski teknolojiyi ihraç söz konusu olamaz. Zira nükleer santrallerin güvenliği bütün dünyayı ilgilendiren bir husustur. Dünyada nükleer enerjiye yönelik yoğun talep var. 2-3 sene sonra nükleer santraller için talep artışı olacak. Bugünden harekete geçmezsek, 2-3 sene sonra görüşecek firma bulamayabiliriz. Eğer 2007’de başlar, 2010-2011’de teslim edilecek şekilde ekipman siparişi verebilirsek, santral ancak 2012’ye yetişir.
Diğer taraftan egemenler yine Radyoaktif Kapitalizm’de dikkat çekildiği gibi tam da çevrecileri can evinden vuracak şekilde nükleer santralleri sera etkisi ve küresel ısınmaya karşı bir tedbir olarak sunuyorlar. TAEK’in internet sitesinde bu konuyla ilgili yazılanlar şöyle:
Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salımında yıllık olarak yaklaşık %17 azalmaya sebep olmaktadır. Yani bu santrallerin yerine fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilseydi her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.
Yine “nükleer enerji pahalı” argümanını savunanların, bugün hızla yükselen petrol ve doğalgaz fiyatları karşısında nükleer fisyon enerjisinin bu açıdan eskiye nazaran daha makul hale gelmesiyle söyleyecek sözlerinin kalmamasını Marksistlerin iyi anlaması gerekiyor. Marksistler açısından bu türden savunular anlamsızdır. Ancak ne yazık ki bu argüman çok sayıda sosyalistin dilindedir. Oysa nükleer fisyon reaktörlerinin ucuz ya da pahalı olmasının sosyalistler için ne gibi bir önemi olabilir? Kapitalizmin “ucuz maliyet” kaygısının tahripkârlığını iyi bilenler, nükleer fisyon santralleri söz konusu olduğunda aynı kaygıyı nasıl sahiplenebilirler?
Bütün sistem içi eleştiriler bu denli dayanaksızken, nükleer enerji konusunun Marksist bir yöntemle değerlendirildiği Radyoaktif Kapitalizm broşüründe ortaya konan temel görüş her geçen gün daha fazla doğrulanmaktadır. Kapitalizme karşı çıkmadan nükleer santrallere tutarlı biçimde karşı çıkmak mümkün değildir! Nükleer fisyon santrallerine karşı olanlar konuyu böyle bir perspektiften ele almadıkları için, zaman zaman bu santrallerden yana olanlarla aynı zararlı önyargıları paylaşmakta ve geniş kitleler için bilinçlendirici olmaktan çok, bilinç bulandırıcı olabilmektedirler.
Elbette nükleer fisyon santrallerine karşı çıkılması gerekir, çünkü insanlık için hiç de katlanılması gerekmeyen ciddi bir risk oluşturuyorlar. Ama karşı çıkışın doğru bir perspektifle ve yeterli argümanlarla yapılması da şarttır.
Konunun teknik yönlerine bakıldığında, nükleer fisyon santrallerinin esasen iki önemli tehlike yaratığı görülür. Birincisi radyoaktif atık sorunu olarak bilinen tehlike, ikincisi ise reaktörün bir tür “radyasyon fabrikası” olması nedeniyle ortaya çıkan tehlike. Nükleer atık sorunu nükleer fisyon enerjisinin zayıf karnıdır. O nedenle nükleerci “mücahit”ler bu sorunu tartışmaktan özellikle kaçınırlar. Bu atıklar, aktivitesi yüz binlerce yıl süren, uzun ömürlü ve yüksek düzeyli atıklardır. Nükleerciler bu atıkların bir zarara yol açmayacak şekilde özel gömme teknikleriyle ortadan kaldırılabileceğini iddia etmektedirler.
TAEK’in internet sitesinde bu sorunun çözümüne dair; “nükleer santrallarda kullanılan kullanılmış yakıtlar, 10-20 yıl süre ile santral sahasında saklanacaklardır. Bu dönemde aktivitelerinin %98'inden fazlasını kaybedeceklerdir. Asıl sorunu oluşturan uzun ömürlü radyoaktif maddeler de camlaştırılacak, camlaştırılan bu maddeler de kademeli koruma mantığı çerçevesinde kurşun, beton ve korozyona dayanıklı kaplar içine konulacak, bu kaplar da jeolojik olarak kararlı bölgelerde yerin yaklaşık 1000 m altında hazırlanacak beton zırhlı galerilerde saklanacaktır. 1000 MWe gücündeki bir nükleer reaktör, yılda yaklaşık olarak 27 ton (7 m3) kullanılmış yakıt atığı üretmektedir” deniyor. Oysa hiçbir gömü yerinin ve gömü biçiminin yüz binlerce yıl, hatta daha fazla koruma sağlaması mümkün değildir. Sorunun kalbi buradadır, ancak nükleer fisyon santrali karşıtları, ne yazık ki bu nokta üzerinde pek fazla durmamaktadırlar. Ayrıca Deniz Moralı’nın eklediği gibi: “Sanki atıkların sorunu hacimleriymiş gibi. İşin garibi kimsenin onların bu kaba saptırmasını açığa vurmayı akıl etmemesidir. Radyoaktivite ve radyasyon tehlikesi söz konusu olduğunda hacim neredeyse bütünüyle ilgisizdir. Doğrusu milyonlarca insanı ortadan kaldırabilecek nükleer bombaların hacimleri oldukça küçüktür.” (s.14) Yani sorunun çözümünün atıkların boyutuyla en küçük bir ilgisi yoktur.
Bunun yanı sıra, Çernobil faciasında ve sonrasında yaşananlarla iyice açığa çıktığı gibi, santralin güvenlik önlemlerini bertaraf edecek koşullar oluştuğunda, radyoaktivite çevreye yayılabilir ve bu durumun sonuçları insanlar ve doğa için baş edilemez boyutlarda olur. Nükleercilerin bu konuda verdikleri teminatlar nafiledir. Olasılık hesaplarıyla yalan söyleme konusunda uzmanlaşmış nükleercilerden bir profesör, böylesi bir ihtimalin sokakta yürüyen bir insanın başına göktaşı düşmesi ihtimali kadar olduğunu söylemişti bir keresinde. Oysa henüz bildiğimiz böylesi hiçbir göktaşı vakası olmamasına rağmen, nükleer kazalara ilişkin kalın dosyaların atom enerjisi kurumlarının raflarında olduğu aşikârdır.
Nükleer fisyon santralleri alternatifsiz değil!
Kapitalistlerin kendi çıkarları için yaptıkları hesaplar ne olursa olsun, insanlık bugün bu denli yüksek risk içermeyen alternatif enerji kaynaklarına sahiptir ve bunların hayata yaygınlıkla geçmesinin önündeki tek gerçek engel kapitalizmin hâlâ yaşıyor olmasıdır. Başta güneş enerjisine dayalı teknolojiler olmak üzere, nükleer füzyon ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı yolların, dünyanın enerji ihtiyacını karşılamak için teknik/potansiyel açıdan yeterli oldukları ortaya çıktığı andan itibaren, hem fosil enerji teknolojileri hem nükleer fisyon enerjisi tarihsel bakımdan gerici nitelik kazanmışlardır.
Bu yüzden enerji sorununda devrimci işçi sınıfı, “ekonomi”nin ya da “ulus”un değil, sadece insan ve doğanın çıkarlarını gözeten ve kendi iktidarı altında dünya ölçeğinde demokratik bir planlamaya dayanan çözümleri savunan bir perspektife sahip olmalıdır:
… insanlığın elindeki teknik olanaklar çerçevesinde, enerji sorununun gerçek bir çözümü için, başta güneş enerjisi olmak üzere tüm yeryüzüne dağılmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan, bencil ulusal sınırlarla engellenmemiş ve tüm insanlığa zamanında ve bolca enerji ulaştıran bir entegre dünya enerji sisteminin gerektiği apaçıktır. Teknik açıdan bunun önünde hiçbir ciddi engel yoktur. Enerji kaybını ihmal edilebilecek boyutlara indirgeyebilecek süper-iletken iletim hatlarıyla birlikte, tüm yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını bütün dünyaya yayılmış tek bir enerji şebekesine akıtacak ve ihtiyaca göre yine dünyanın dört bir köşesine enerjiyi dağıtacak bu tür bir sistem, insanlık ve doğanın çıkarlarına uygun en verimli, en temiz sistemdir. Çözümün teknik özü budur.
Bu tür bir sistem nasıl oluşturulacaktır? Bunun olması için her şeyden önce, üretimin, insanlığın ve doğanın çıkarlarına uygun olarak, kontrollü, bilinçli bir şekilde yapılması gerekir. Ama öte yandan üretim, kapitalizmde olduğu gibi bir azınlığın çıkarlarına tâbi olarak yapıldığı sürece, insan ve doğanın çıkarları açısından bilinçli ve kontrollü olamaz. Üretimin bilinçli ve kontrollü olabilmesi için, doğrudan doğruya insan ihtiyaçlarının giderilmesine dönük olması gerekir. Yani toplumsal kullanım değerleri üretimi söz konusu olmalıdır. Bu da insanların üretimin nasıl, ne kadar yapılacağına bizzat karar vermeleriyle, yani üretimi gerçek anlamda planlı kılmalarıyla mümkündür. Demek ki üretimin hâkimi, kapitalist ya da başka türden bir azınlık değil, bizzat üreticilerden oluşan çoğunluk, yani aslında toplumun kendisi olmalıdır. (Radyoaktif Kapitalizm, s.45)
Çevre sorunlarını da, kirli teknolojiler sorununu da çözecek olan devrimci işçi sınıfıdır. Bunun dışındaki çözüm arayışları her seferinde gerçeklerin duvarına toslayacaktır.
link: Selim Fuat, Nükleer Santraller Yine Gündemde, Nisan 2006, https://marksist.net/node/1015
İTÜ burjuvaziye ve faşist güçlere mezar olacak!
Nâsır’dan Chavez’e Bonapartizm Çeşitlemeleri